Türkiye'de 2011'in temel ilkeleri hakkında...

2010, siyasi açıdan nisbeten yumuşak, ama duygusal açıdan oldukça yoğun geçti. 2011 yılının, bunun tersi olacağını ve duygusal açıdan daha stabil ama siyasi açıdan daha sert bir yıl olabileceğini söyleyebiliriz.
2011 yılının Türkiye için en önemli siyasi olayının 'Seçimler' olacağı malum. Ama asıl önemli olanlar, 'Siyasi olmayan' olaylar galiba -yani siyaset ötesi olaylar.
Benimsenen ve zaman kalitesine de uygun olduğu için güçlenen 'Sosyo-ekonomi merkezli siyaset' anlayışı, 'Yüksek insani/evrensel değerleri kayıtsız şartsız savunmak' konusuyla desteklenerek sürdürüldü. Bu çizginin ana muhalefet partisi ve yeni kurulan HAS Parti tarafından benimsenmesi, geçen yılın -geleceğe işaret eden-en önemli siyasi trendi oldu. Buna ters orantılı gelişme; güçlü görüntüsüne rağmen Hükümetin, Liberallerin ve Kürtçülerin etkisinin azalmasıdır. İnişler-çıkışlarla devam etmesine rağmen, asıl gelişme bu istikamette... Trend, güçlenerek devam edecektir.
Türkiye'de bu ana çizgiye uygun siyasi gelişmeler, bir ekonomik krizle hızlanabilir -ama gelin ekonomik kriz mümkün olduğunca olmasın...
(Onun yerine artık bilinçli bir şekilde hareket edip belli adımları geleceğe uygun istikamette atan yeni bir Hükümet kurulsun, kimsenin canı yanmasın!)
2012 Aralık ayı merkezli Değişim/dönüşüm hangi şiddette, hangi alanlarda yoğun olacak, Türkiye'de (ve tabii Dünyada) fiziken/cebren/ruhen bundan ne kadar ve nasıl etkilenilecek? Bu ve benzeri soruların, cidden yanıtlanması için düşünüp konuşmak gerekiyor. Onun da ötesinde, bütün ihtimallere karşı A, B, C planı değil, Z planı bile yapılmak zorunda. Türkiye'de militarizme dönüş artık düşünülemez, ama "darbeci" diyerek zayıflatılan, hatta onuru kırılan Türk Ordu'sunun her türlü savaş ve barış oyunu planları yapabilmesi için önünün açılması gerekir mesela. (Askerler, zor zamanda, dünyanın en gerçekçi düşünmek zorunda olan ve de düşünebilen adamlarıdır.) Bu konularda, Ankara'ya bir "Atom silahlarına dayanıklı sığınak" yapmakla yetinmek, kabul edilemez bir hafiflik olur. Zor zamanlara hazırlanmakla ilgili planlarda (zaten bir İstanbul depremi tehlikesi bulunmaktadır), temel yaşam kaynaklarının korunmasından tutun da sosyal hayatın her şartta işlemesini sağlayacak önlemlere kadar, kitlelerin planlı programlı mobilizasyonuna kadar, cidden ilgilenilmesi gereken sayısız konu vardır. (Bunları da zor zamanda en iyi ordular işletir. Ama yükü azaltmak için sivil önlemlerin alınması ve ordunun esas söz sahibi olmasının önlenmesi gerekir)
Böyle hazırlıklar, halk arasındaki dayanışmayı da güçlendirici etki yapacaktır ve güven duygusunu artıracaktır. Ama bunların ahbap çavuş ilişkisi olmasını önleyerek... Böyle önlemlerin iyi işlemesi ve bir taraftan da hayatın devam etmesi, en azından hayat kalitesinin artmasıyla ilgili bir durum olarak sunulabilir. Bu işlemde halk arasındaki suni ayrılıkları yumuşatmak/kaldırmak, siyasilerin ve mesela sanatçıların/medyanın görevidir. Yani hazırlık, sadece sığınakla olmaz. Çok çok daha fazlası gerekir.
Geçenlerde Azeri bir profesör, Türkiye'nin de dahil olduğu seksen kadar ülkenin Cumhurbaşkanı ve Başbakanına mektuplar yazarak, onları Dünyada artacak doğal felaketler konusunda uyardı. NASA raporları ve yeni bir "antik" fizik türüyle ilgilenirken önüme düşen materyale bakarak şu kadarına dikkat çekebiliriz sanıyorum: Daha 1995 itibarıyla, dünyada tam teçhizatlı 131 yeraltı sığınağı bulunuyordu. Bu sığınakların her biri, içinde yıllarca izole bir vaziyette yaşamaya uygun mikro şehirlere benziyorlar. Her yıl iki-üç sığınağın bunlara eklendiğini söyleyebiliriz. Ankara'ya yapılan ve adına Deep Underground Military Base (DUMB) denen şeylerin, bir de denizlerin altına yapılan DUMB2 versiyonları var. Bunlar öyle sınınaklar değiller. Mesela 19 Kilometreküp alanı içerenleri var -ki ortalama büyüklüktür- en az 15 milyar Dolara maloluyorlar ve 3500 metre derinlere kuruluyor. Bunların en büyüğü İsveç'te bulunuyor. WikiLeaks'in de bunlara bakıp uyduruk bir sığınaktan çalıştığını ekleyelim. ABD'de eski bir gümüş madeni içine kurulan Bunker-Hill-Mine yeraltı şehrinde, 2004 yılında Robert Hopper'ın  bilgilerine göre, yeraltında birbirine en uzak noktaları arasındaki mesafe 240 kilometre. Yükseklik itibarıyla 25 kattan oluşuyor. İçinde tekerlekli araçların gezebileceği kanalları/yolları üç merte genişliğinde. Elektrik ve su konusunda bağımsız bir birim. Şehrin dış dünyaya çıkış noktası, Kellogg City Havaalanına üç kilometre mesafede. Bir büyük felakette burası, en az bin kişinin, en fazla 10.000 kişinin yaşamasına elverişli. Küresel büyük felaketlerde, mümkün olduğunca çok insanı az hasarla kurtarmanın başka bir yolunun, transatlantikler olduğunu biliyor muydunuz? Böyle şeyleri cidden tartışanlar var. Türkiye'de de olmalı. (Kısır iç politika didişmeleriyle vakit öldürmeye artık bir son vermek şart) Konu hakkında böyle en kötü ihtimallerden başlamak üzere, şimdi masal gibi gelen birçok konuyu tartışmaya 2011'de hazır olmak gerekiyor.  
Benim umudum, 2012 sonunda geçici kısa bir derin duygu/felaket fırtınası yaşanması ve düşünce sistemlerinin, siyasi/ekonomik sistemin önemli ölçüde değişerek, Dünyanın yoluna devam etmesi... Ben bu umudumu korumak istiyorum... 
Dünyada ve evrende herşeyin birbirine bağlı olması, derin bir düzeninin olması, iyilik ve güzelliğin o düzene uygun şeyler olması ve bunlara uygun matriks içinde hareket edenlerin aklına/gönlüne bazı şeylerin daha kolay düşeceği temel kuralına güvenmek gerekiyor. Kritik zamanlarda ruhsal arınmışlığın çok önemli olduğu kesin. Bence, eski kutsal kaynakların yeniden ve dikkatle okunmasıyla ve insani/kutsal değerlerin yüksek tutulmasıyla, kutsal kitaplardaki birçok ipucuna ulaşılabilir. Tabii hangi gözle okunduğu çok önemli (Emevi ikiyüzlülüğünden/riyakarlığından/sahteliğinden kurtulmak burada özel önem taşıyor)
2011'den itibaren asıl amaç, Türkiye'nin sahici kompetan/yaratıcı ve derin aklını devreye sokmak olmalıdır bence. Bu derin aklı, sadece rasyonel akılla sınırlı saymak büyük hata olur. Son bin yılın Türk hakimiyetine özgü ve daha öncesine uzanan derin Anadolu ve İstanbul aklını/ruhunu/sezgisini, rasyonel akla ekleyerek yeni boyutlara uzanmak son derece önemli olabilir. Galiba önce Türk Ordusu'nun hazırlanması gerekiyor. Ama bu ordu, son zamanda Türkiye'ye hakim olmuş görünen, şimdi de etkisini yitirmekte olan "Emeviler"in ordusu olMAmak zorunda. (Çünkü yenilir ve başarılı olamaz)
Diğer önemli durum, Türkiye'nin doğal yeraltı/yerüstü kaynaklarının kullanımında (kapitalist yağmacılık ötesi) yeni/insani bir duruşun benimsemesidir. Özellikle su kaynaklarının korunması ve gıda güvenliğinin sağlanması, çok ciddiye alınması gereken konular haline gelebilir.
Türkiye'nin önemli bir ülke olabilmesi için, Türklerin kendilerini ciddiye alması yetmez.
Geçen yıldan devralınan ilkelerin tavizsiz sürdürülmesi gerekir. Bu ilkeler; Dünya kalitesini ve standartlarını esas almak, insani/kutsal değerleri yüksekte tutmaktı. Şimdi bunlara, bütünü gözeten mantaliteyi yeniden güçlendirerek, derin Anadolu'yu uyandırmak (ondan yararlanmak), 2012'yi ve sonrasını minimum zarar maksimum kazanımla atlatmaya her alanda hazırlanmak da dahil oluyor. Burada maksimum kar; -ilk planda- insani değerleri yüksek tutmaya özen göstererek, Türkiye'yi evrensel akıl/sanat/kültür için bir çekim noktası/merkezi haline getirmektir.

WikiLeaks'de, ABD'nin AB'yi tehdidi, GDO ve Nixon'un Türkiye nüfus politikası!

Genetiği değiştirilmiş "GDO'lu" ürünler, büyük bir "pazar". Türkiye'de Hükümetin bu konuda GDO'lu ürünlerden yana tavrı da malum. ABD merkezli birçok tarım firması, bu zararlı ürünleri dünyaya satıyor.
Ama dünyada bir de biyolojik ürün tüketmek trendi var ve gelişiyor...
Bu çok da doğal, çünkü genetiği değiştirilmiş ürünler, kanserden tutun da bir çok hastalığa neden oluyor.
Avrupa'da geçen yıl da, biyolojik ürünler övülüp, GDO'lu ürünler yerildi ve Avrupa basını, genetiği bozuk ürünlere karşı geniş kampanyalar yürütü.
WikiLeaks'in ortaya çıkardığı belgeler arasında, bu konuda çok önemli bit detay göze çarpıyor.
Amerikalı diplomatlar, GDO'lu ürünlerin Avrupa'dan dışlanmaya başlaması üzerine oldukça ciddi bir kampanya yürütüyorlar. Mesela ABD'nin Fransa Büyükelçisi Craig Stapleton, Fransa'ya ve AB'ye karşı açıkça "Cezalandırıcı önlemler"den bahsediyor. Fransızlara "hissettirilen" muhtemel cezaların nasıl birşey olacağı belli değil. Ama askeri manevralarla ilgili olabilir. (Mesela manevralarda kaza olsa, bir Amiral vurulsa...)
Amerikan diplomatlarının GDO'lu ürünlerin yaygınlaşması konusunu bu kadar önemsemesi de ilginç. Bu proje, Amerikalıların dünyadaki yiyecek/içecek üretiminin büyük ölçüde kontrolü konusunda detaylı bir çalışma yürüttüklerini gösteriyor. Bu konuda kuşkular vardı ama kanıt yoktu...
GDO'lu ürünlere karşı kararlı bir mücadele yürüten Natural News (tıklayınız) çevresinden Jeffrey Smith, geçtiğimiz günlerde verdiği bir mülakatta, ABD Hükümeti'nin GDO firmalarıyla çok yakın işbirliği içinde çalıştığını iddia etmişti. Bu söylentilerin ardında angaje bir Amerikan planının bulunduğunu WikiLeaks ortaya çıkardı. Böylece, Amerikan diplomasisinin GDO firmaları için çalıştıkları kanıtlandı. İspanyol Hükümeti de GDO'lu ürünleri serbest bırakıp desteklemesi için baskı altına alınmış. Türk Hükümeti de baskı altına alınmış olabilir mi? Böyle konularda hiçbir hassasiyeti olmayan AKP Hükümeti'ne baskı yapmaya bile gerek kalmamış olabilir.
GDO firmalarının, GDO'lu ürünleri protesto edenlere karşı Blackwater adlı özel orduyu ve onun ajanlarını da kullanmış olabileceği konusunda ciddi şüpheler var. AB'nin GDO'lu ürünlere karşı duruşu gereğinde gizli operasyonlarla cezalandırılabilir. Tam da böyle bir zamanda WikiLeaks'in ABD'nin (ve işbirlikçilerinin) ipliğini pazara çıkarması, bu planı da vurmuş görünüyor. Belgelerde, Bush'dan bu yana ABD Hükümetlerinin, dünyada çok üst düzeyde GDO'lu ürün anlaşmaları yaptıkları ve bu konuda çalıştıkları anlaşılıyor. Bu ürünlerin 1992'de ilk kez resmileştirilmelerinden bu güne, sayısız zararı ortaya çıkarıldı.
ABD'nin bu konuyu çok ciddiye aldığına bakarak, bir diğer konuya daha dikkat çekmemiz gerekiyor. -Çünkü yukarıda anlattığımız, WikiLeaks'in ortaya çıkardığı konuyla birlikte değerlendirildiğinde özel bir anlam ifade ediyor.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, dünya nüfus kontrolü ve dünya nüfusunun azaltılması konusunda harcanacak bütçeyi açıkladı. buna göre Amerikan hükümeti, "Aile nüfus planlaması" konusunda 48 milyar Dolar harcayacak. Clinton'ın sözleriyle, bu konu, "Amerikan dış politikasının merkezini/çekirdeğini oluşturacak" ABD, kadın ve çocuk ölümlerine karşı savaşacak -elbette harika! Ama bu konular üzerinden dünyada bir tür kontrol kurmaya çalışması kabul edilemez. Ayrıca bugünün dünyasını ABD'nin nasıl kontrol edebileceği de ayrı bir mizahi soru olsa gerek. En ilginç olanı da şu: Komplo teorileri malum. Amerikalıların o teorilere özenmeleri de anlaşılabilir bir durum. Ama kapitalist sistemde tam kontroller kurmak -hele şimdi- imkansız. Böyle bir kontrolü gıda üzerinden kurmaya çalışmak ise, en hafif deyimiyle iğrenç.
ABD'nin "Nüfus araştırmaları", daha Birinci Dünya Savaşı'ndan önce başlıyor. 1974'de Nixon'ın hazırlattığı gizli nüfus raporunda (tıklayınız), nüfus politikasının güvenlik politikasıyla nasıl ilişkilendirildiği de görülüyor. Raporda, Türkiye, Endonezya ve Brezilya'nın nüfusunun düşük tutulması gerektiği savunuluyor. Bu ülkelerin Hükümetleri, nüfuslarının artmasıyla birlikte baskı altında kalarak, ülke kaynaklarını kendi halklarına harcamak zorunda kalabilirlermiş! Bunun bir de politikasını yapmışlar. 1990'da yayımlanmasına izin verilen belgelerden biri olan bu raporu hazırlayan kişi de Kissinger. Soğuk Savaş döneminde Amerikan sömürüsünün iğrenç bir kanıtı. Demirel'in kulakları çınlasın!
İşin berbat yanı, bu tür politikaların bugün de sürdürüldüğüne dair işaretler var.

Başmelek Mikael ve yaralı Kore gazisinin, annesine mektubu

Türk askeriyle birlikte Kore'de savaşan ve yaralanan Amerikan askerlerinden biri, Kore'de yattığı hastaneden, annesine bir mektup yazar. Askerin başına garip bir olay geldiğinden, gözetim altında tutulmaktadır. Asker, mektubunu, sadece annesinin okuması için yazmıştır ve mektubu gizli tutmasını istemiştir. Ama Kore'deki askeri hastanenin papazı Walter Muldy mektubu okur ve üstlerine de rapor eder. Mektup resmi kayıtlara geçirilir...


Sevgili Annem,

Senden başka hiç kimseye, böyle bir mektup yazmaya cesaret edemezdim. Bana hiç kimse inanmazdı. Belki sen de zor inanacaksın, ama içimi sana dökmeliyim.
Sana önce, şimdi hastanede olduğumu söylemek istiyorum. Ama sakın üzülme! Ben yaralandım, ama iyiyim. Doktor, bir ay sonra ayağa kalkacağımı söyledi. Bu önemsiz. Sadece bir ayrıntı.
Geçen yıl ben Deniz Kuvvetleri'ne katılırken, hatırlıyor musun, her gün kutsal Melek Mikael için dua etmemi söylemiştin. Söylemene bile gerek yoktu, çünkü küçüklüğümden beri bunu hep tembih ederdin. Hatta bana O'nun adını verdin. Hep kutsal Mikael'e dua ettim. Ama Kore'ye geldikten sonra, daha yoğun dua ettim.
Bana hangi duayı öğrettiğini hatırlıyor musun?.. "Mikael, Mikael, yanımda kal! İki dünyada da beni yönlendir, ayağım doğru yolun dışına çıkmasın..."
Hergün dua ettim... Bazen yürüyüşte, bazen durduğumuzda, ve her gün uykuya yatmadan önce. Hatta bazı asker arkadaşlarımın da dua etmelerini sağladım.
Bir gün, öncü bir birlikle en ön cephedeydim. Bölgede komünistleri aradık. Dondurucu soğukta ilerliyordum... nefesim, sigara dumanı gibiydi. Bizim öncü birliğindeki herkesi tanıdığımı sanıyordum, buna rağmen yanımda, daha önce hiç görmediğim bir asker belirdi. Diğer denizcilerin hepsinden daha iriydi. Yaklaşık 1.92 m. boyunda olmalıydı ve sağlam yapılıydı. Benim gibi bir tavuğun yanında, böyle birinin olduğunu blmek, güven vericiydi.
Güçlükle ve dikkatle ilerliyorduk. Etrafımızdaki askerler karmakarışık yürüyorlardı, ben bir şey söylemiş olmak için, "Amma soğuk di'mi?" dedim. Sonra kendime güldüm. Her an ölebilirdim, gene de havadan sudan konuşuyordum!
Yanımda yürüyen, beni anlamış görünüyordu. Sessizce güldüğünü gördüm. Ona baktım.
"Seni daha önce hiç görmedim. Birlikteki herkesi tanıdığımı sanıyordum" dedim.
"Ben son anda geldim zaten" dedi. "Adım Michael."
"Öyle mi?!" dedim şaşkınlıkla. "Benim adım da Michael!.."
"Biliyorum" dedi... Sonra devam etti:
"Mikael, Mikael, yanımda kal..."
Şaşkınlıktan konuşamadım. Benim adımı ve senin bana öğrettiğin duayı nereden biliyordu? Sonra kendimi avuttum: Bizim birlikte herkes beni tanıyordu! Öğrenmek isteyenlere duayı öğreten de ben değil miydim? Arada sırada bana "Kutsal Michael" diye takılmıyorlar mıydı!
Bir süre hiç konuşmadık. Sonra sessizliği o bozdu. "Şurada ön kısımda zor bir durum olacak."
Vücut kondisyonu çok iyi olmalıydı, çünkü o kadar sakin nefes alıyordu ki, nefesinin buharını göremiyordum. Benim nefesim ise koca bir bulut gibiydi soğukta! Yüzü artık gülmüyordu. Ön tarafta zor bir durum yaşayacağız diye düşündüm içimden -oralarda Komünistlerin kum gibi kaynadığı yeni bir şey değildi!
Lapa lapa sık bir kar başladı. Birden, etrafımızdaki doğa karın altında görünmez oldu. Beyaz ve ıslak bir sisin içinde, yapışkan karda ilerlemeye başladım. Yol arkadaşım yanımda değildi. Üzüntüyle "Michael!" diye bağırdım.
O an elini kolumda hissettim. Sesi sıcak ve güçlüydü.
"Kar şimdi dinecek."
Söylediği doğru çıktı. Bir-iki dakika içinde kar dindi, tıpkı başladığı gibi aniden. Güneş, sert ve ışıldayan bir yuvarlak gibi aydınlattı. Etrafıma, bizim birliğin askerlerine baktım. Görünürde hiç kimse yoktu. Kar kıyamette diğerlerini gözden kaybetmiştim. Hafif bir yükseltiye eriştiğimizde önüme baktım.
Anne, neredeyse kalbim duracaktı! Yedi kişiydiler! Polsterli pantolonları, parkaları ve komik şapkalarıyla yedi Komünist. Ama artık o an hiç komik değildi. Yedi tüfek, bize doğrultulmuştu!
"Michael yere yat!" diye bağırdım ve kendimi donmuş toprağa attım. Silahların, tek bir komutla ateşlenmiş gibi aynı anda nasıl patladıklarını duydum. Mermiler üzerimden geçtiler. Ama Michael ayaktaydı. Ayakta durmaya devam ediyordu!

Anne, bu heriflerin hedeflerini şaşırmaları imkansızdı... O uzaklıktan hedeflerini şaşıramazlardı! Ben, Michael'in kurşunlarla paramparça olduğunu düşündüm. Ama ayakta durmaya devam etti... ve ateş falan da etmedi. Korkudan felç olmuştu... Bazen en cesur askerlerin bile başına gelir! Yılan tarafından hipnotize edilmiş kuşlar gibi. En azından ben öyle sandım!
Onu yere çekmek için hızla ayağa fırladım ve vuruldum. Göğsüm ateş gibi yandı.
Hep, vurulunca insanın kendini nasıl hissettiğini düşünürdüm, nasıl birşeydir, kurşunla vurulmak diye... Şimdi biliyorum!
Güçlü ellerin beni nasıl tutup dikkatlice kardan yastığın üzerine bıraktığını hatırlıyorum. Gözlerimi son bir kez daha açtım. Ölmek üzereydim! Belki de ölmüştüm. Ne düşündüğümü hatırlıyorum: "Ölmek çok da kötü değilmiş."
Belki güneşe baktığımdan, belki de şoktan... Bana, Michael'in yeniden ayakta dik durduğu göründü... Ama yüzü korku uyandıracak bir şekilde parlıyordu. Onu gözetlerken değişmiş gibiydi. Daha büyüktü, kolları açıldığında daha geniş alana uzanıyordu. Belki bana kar yüzünden öyle göründü, ama etrafını bir ışık halesi sarmıştı, hale tıpkı bir meleğin kanatlarına benziyordu! Elinde bir kılıç vardı... Milyonlarca ışıktan oluşan, kıvılcımlanan bir kılıç.
İşte bu, arkadaşlarımın beni bulmadan önce hatırlayabildiğim son şey. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Arada sırada, ağrısız-sızısız, ateşsiz anlarım oldu. Arkadaşlarıma, önümüze çıkan düşmanlardan bahsettim.
"Michael nerede?" diye sordum. Bana baktılar...
"Kim nerede?" diye sordu biri.
"Michael... Michael, iri denizci. Benimle birlikte yürüyen, hani kar fırtınası başlamadan hemen önce yanıma gelen."
Çavuş, "Birader" dedi, "sen hiç kimseyle birlikte değildin. Seni bir an bile gözümden ayırmadım. Sonra bizden kopup çok ileri gittin! Bağırıp seni uyarmaya çalıştım, ama uzaklaşıp gözden kayboldun."
Bana meraklı gözlerle baktı.
"Nasıl becerdin ulan?"
"Ne yapmışım ki?" diye sordum. Yaralı olmama rağmen kızmıştım sorusuna.
"O denizci Michael ile ben tam..."
"Birader" dedi çavuş, beni yatıştırmak istercesine, "öncü birlikteki askerleri bizzat ben seçtim. Bizim birlikte bir tane Michael var, o da sen! Sen aramızdaki tek Michael'sın!"
Bir an durdu.
"Nasıl becerdin?.. Biz silah seslerini duyduk. Ama senin silahından tek kurşun atılmadı... Öldürülmüş yedi askerin üzerinde de kurşun yarasının esamisi yok!"
Ona hiç bir şey söylemedim. Ne söyleyebilirdim ki? Sadece duyduklarıma inanamayan bir şekilde etrafıma bakınmakla yetindim.
"Birader" dedi yumuşak bir sesle...
"O yedi Komünist kılıçla öldürülmüş!"
Sana daha fazla söyleyeceğim birşey yok anne. Belki de Güneşin gözüme gelmesiyle... Belki soğuk... ve duyduğum acı nedeniyle... Ama aynen böyle oldu!
Seni sevgiyle selamlıyorum.

Oğlun Michael.

Rusya ve Çin, aralarında Amerikan Dolar'ı kullanmaya son verip "derin" bir ortaklık kuruyorlar

Tabii sadece kendi aralarında ticaret yaparken Amerikan Doları kullanmaya son veriyorlar...
Aralık ayının son günlerinde önemli bir gelişme. Bu iki ülke, kendi ekonomilerini korumak ve güçlendirmek anlayışını benimseyerek, global ekonominin sorumluluğunu -Amerikalılardan daha az- hissettiklerini de göstermiş oldular. Dünya finans krizinin Dolar'a endeksli bir şey sanılması da, yeni politikalarını desteklemiş olmalı.
(Tabii "proleter devrimci" Çinli "yoldaşlar"dan daha fazlasını bekleyemeyiz!)
Konu, Çin'in ekonomik sorunlarla boğuşma ihtimali ile birlikte ortaya çıktı, Gelişme, Aralık ayı ortasından beri biliniyor. Ama asıl ilginç olan, bundan daha fazlası:
Çin, Rusya'nın yeniden bir süper güç olmasını destekliyor. Bu konuda yeni bir politika geliştirmeye karar verdi. Daha önce de var olduğu düşünülen Rusya'yı destekleme politikası, asla bu kadar ciddiye alınmamıştı.
Bir tür ortak derin devlet/irade inşasına benziyor...
Çin ve Rusya arasındaki işbirliğinin/ortaklığın kapsama alanı da ilginç: Sanatsal/entelektüel/kültürel alanlardaki iki ülkenin yaratıcı aklının telif haklarının korunması başta olmak üzere, ortak hava ve demir yolları işletmek, gümrük birliği de bunlara dahil. Çin Başbakanı Wen Jiabao, "Çin-Rus ilişkilerinin benzersiz bir seviyeye ulaştı"ğını ve "iki ülkenin artık asla düşman olmayacaklarını" söyledi. "Çin, barışçı gelişme yolu yolunu izleyecek, Rus süper gücünün rönesansını destekleyecek." Wen Jiabao'nun sözleri böyleydi.
Çin, Orta Asya'da ve Pasifik bölgesinde, Rusya ile birlikte çalışacak.
Bu gelişmeler yaşanırken Türk enerji Bakanı Japonya'daydı.
Orada bulunma nedeninin Rus-Çin ittifakıyla falan hiç alakası yok elbette.
(Ama bir tür refleks veya "tesadüf" diyelim!..)
Türkiye, (şimdi kulağa garip gelse de) hem Orta Asya hem de Pasifik'te Japonya'ya ile birlikte hareket etmeyi veya Japonya'yı desteklemeyi düşünse iyi olur.
Bu politikayı stratejik adım, Rusya ve Çin'le yakınlaşmaları da taktik adımlar olarak görürse, geleceğe uygun bir Doğu politikası kurması kolaylaşabilir -bence.

WikiLeaks'den son haberler... İsrail, Türkiye, Venezüela, vd.

Galiba benim şahsen beklediğim oluyor...
WikiLeaks, önce İsrail'in Hamas'a karşı El Fetih'le nasıl işbirliği yaptığını anlatan Amerikan kriptolarını yayımladı, sonra da 2007'de Suriye'ye (gizli atom reaktörüne) İsrail saldırısı belgeleri geldi. Hatay'da uçak yakıt tanklarının bulunduğu senenin olayıydı -hatırlarsınız. Buna göre Hükümet'in, Suriye'yi bombalaması için İsrail'e izin verdiği de ortaya çıkmış oluyor.
Her WikiLeaks taşının altında İsrail parmağı arayan, "Müslüman" Emevilere has "herşeye kadir ulu İsrail" dini inancına ters bir durum...
(Şimdi buradan devamla yeni komplo teorileri de üretebilirler)
Galiba Fehmi Koru'nun Yeni Şafak'tan ayrılması (veya atılması) olayı da WikiLeaks belgeleriyle ilgili.
ABD Irak'ı insafsızca bombalarken, Yeni Şafak'ta İbrahim Karagül, bu vahşeti sert bir şekilde eleştiriyor, yeriyordu. O dönemde Amerikan gazıyla Fehmi Koru'nun, İbrahim'i gazeteden attırmaya çalıştığı gibi bir durumdan bahsediliyor. Şimdi Fehmi Koru yazılarına son verdi.
(Radikal'de yazmaya başlarsa hiç şaşmam!..)
WikiLeaks'in ortaya çıkardığı belgeler arasında, Papa'nın genetik manipülasyon deneylerini desteklediğini gösteren belgeler de var ki, İsrail hakkındaki belgelerden daha önemli bence. Çünkü Vatikan, genlerle oynanmasına kafadan karşıdır ve bu konuda en küçük bir şüpheye yer bırakmaz görünüyordu -şimdiye kadar. 2009 yılının Haziran ve Kasım aylarından iki belge, tersini kanıtlıyor.
Bu arada Julian Assange ile söyleşiler de yapıldı ve Julian öldürülmekten korktuğunu söyledi. Ona dokunan "acan" bozuntusunun "hücceten" gidebileceği ihtimalini de unutmamak gerek tabii! 
(Yani bu işler o kadar da kolay olmasa gerek.)
Medyanın krizini WikiLeaks öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak gerektiğini düşünenlerin sayısı hızla artıyor. İşte bu tartışmaların yaygınlaştığı bir ortamda, ilginç bir kitaptan söz etmeliyiz.
Tim Wu'nun "The Master Switch" adlı kitabında (tıklayınız), enformasyon endüstrisinin tarihi anlatılıyor. Kuru bir tarih kitabı sanırsanız çok aldanırsınız. Hukuk profesörü olan yazar, hür sistemlerin nasıl monopolleştirildiklerinin (ve yaratıcı özgürlüklerini yitirdiklerinin) tarihini anlatıp, internetin de benzeri bir "kaderi" paylaşabileceğine dikkat çekiyor.
(O zaman internet bedava olmaya belki devam edecek, ama sistemi bozabileceği düşünülen şeylere geçit vermeyebilecek mesela.)
Elbette internetin şimdiki gibi çok sesli vahşi bir orman (Dschungel/Cangıl/Tangıl/Tungul) olarak kalması herkesin yararınadır.
Türkiye'dekilere benzemesi bakımından en eğlenceli WikiLeaks "yorumları"ndan biri de, Venezüela'da yayımlanan El Espectador dergisinden. Anlaşıldığı kadarıyla "Gringo"lar (-yazıda Amerikalılara hep "Gringos" deniyor!..) insan hakları konusunda ve uyuşturucu kaçakçılığı sorununda hükümetle kesinlikle anlaşmıyormuş!.. Türkiye'deki komplotik "Müslümanlar" gibi Venezüela'lı yazarlar da, "Gringo"lardan sadece hinlik ummaktaymışlar meğer. Yani biraz şaşkınlar (tıklayınız).
WikiLeaks haberlerini sürdüreceğiz.

Medya'yanın krizi ve iPad'in Türkiye'de ilk günü

Amerika ve İngiltere'de gazete ve dergiler zor durumda. Modern toplumun ve entelektüalizmin ifadesi sayılan basın/gazetecilik ve 'makale/deneme' tarzı yazı yazmak/okumak kültürü, modern toplumu belirleyen faktörlerden sayılıyor. 
iPad'in Türkiye'de de satılmaya başlandığı bu gün itibariyle John Lanchester'ın medyanın geleceği konusundaki tahminlerine değinmeliyiz. 
MP3 formatında müziğin internette gezmesi ve oradan bedava indirilmesiyle başlayan süreçte, müzik endüstrisinin nasıl paniğe kapıldığını, şimdi kısmen sakinleştiğini ve çıkardığı plaklardan, eskisinden daha az kazanmayı kabul ettiğini biliyoruz. Müzik endüstrisinde sanatçılar kendi işlerini internetten doğrudan pazarlamaya başladılar falan. Zaten iTunes diye birşey var, müzik internette.
Murdoch'un internet gazetelerini ücretli yapması girişiminin tutmaması herkesi kara kara düşündürüyor. John Lanchester, medyaya iTunes gibi birşey kurmalarını önermişti. Ama bunun tutmayacağı anlaşıldıktan sonra Lanchester, "gazetelerin sonu"ndan bahsetmeye başladı. (London Review of Books, 16.12.2010). Türkiye için bunun geçerli olmayacağını, zaten gazetelerin az satıldığı gerçeğine sığınarak söyleyebiliriz. Ama gazete okumak denen şeyin günlük hayatın şartı sayıldığı modernleşmiş ülkelerde, gazete okuma anlayışlarının hızla değişmekte olduğunu belrtmeliyiz. iPad, bu yeni anlaşışın bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir kült objesi sayılabilir. Parasız ve sınırsız bir internet deryası var.
(Bundan en memnun olanlardan biri de benim!)
Ama kimse, internette gezinip birşeyler okurken sınırlarla karşılaşmak ve ücret gibi şeyler düşünmek istemiyor. Gazetelerin finansmanı giderek zorlaşacak gibi görünüyor. Gazetelerin sürekli biryerlerden kısmak zorunda kalacağı düşünülecek olursa, gelecekte en cazip anlayış, bir tür süpermarket anlayışı olabilir. bunun işaretleri şimdiden görünüyor.
Her gazete, başarılı elemanlarına/sayfalarına/tarzına doğru indirgenmeye başlayabilir. Mesela bir gazetenin kültür yazıları ön plana çıkarken, bir diğerinin siyasi yorumcuları, öbürünün magazin sayfaları tutabilir. Burada, gazete okuyanların, internetten sadece bu güzel sayfalara abone olmaları ve kendi gazetelerini bilgisayar başında kendilerinin oluşturması trendi ortaya çıkabilir.
(Bu istikamette düşünen medya eleştirmenleri az değil.)
Zaman içinde belli uzmanlaşmaların ön plana çıkması bile, gazetelerin nasıl finanse edileceği sorusunu yeterince yanıtlamıyor. Haber işini ajansların bizzat devralabileceği bir gelişmenin bu trendi desteklediği düşünülecek olursa, gazete dışında gelişen internet alternafif medyasının, basında kendine daha geniş bir yer bulabileceği anlaşılıyor. Yeni internet medyasının denetimi kıt ve güvenilirliği sorunlu. Bu tip sorunları çözülürse, medyada internet ağırlığı giderek güçlenebilir. Ve medyanın, büyük bir süpermarket gibi işleyeceği söylenebilir. "Gelişmiş ülkelerde" okur, neleri okumak istediğini, sonsuz çeşitlilik arasından kendisi seçecek ve okuma listelerini kendisi oluşturacak. bunları iPad gibi araçlarla yapacak ve okuyacak gibi duruyor. 
(Tabii bütün bunlar kaç yıl devam edecek ve elektrikler kesilip sistem çökünce ne olacak -oraya hiç girmiyoruz. Ben doğada bol bol gezinmeyi, dağları sahillere tercih etmeyi ve daha az okuyup daha çok susmayı ve kendiliğinden yaşamayı desteklerdim gibi geliyor!)

İbrahimi dinlere uyanan Mısır merakı ve Hz. Musa'nın mucizelerine Mısır Kolbrin Yazıtlarından bakış

Kolbrin yazıtlarının en eski kısmı, Yahudilerin Mısır'dan çıkışından sonra, tahminen M.Ö. 1500'lü yıllarda yazılmış. Kitabın bugüne kalan bu kısmı, 'Bronzebook' diye tanınıyor. Mısır hiyerogliflerinden Fenike diline, sonra eski Yunanca ve Latinceye çevrilmesinin ardından ilginç bir şekilde Keltlerin eline geçmesi, filmlik bir olay. Buradan, İngilizce dil ailesine geçtiğinden İngilizce bir ad da edinmiş. Kitap, seküler bir dille, olayları rasyonel bir bakış açısıyla anlatıyor. O felaketlerin yaşandığı dönemde de rasyonel bir "çokbilmişlik" türünün Mısır'da oldukça etkili olduğunu ve "her nedense", rasyonelliğin en bilmiş halinin mutlaka özgüvenli çokbilmişlerin tepesine çöktüğünü de bahaneyle kitaptan öğrenmiş oluyoruz. 
İşin ilginç yanı şu: Kolbrin Yazıtları 21 cilt boyunca felaketleri/konuları bütün detaylarıyla anlatıp duruyor, ama bu konunun, yani kendi fundamental (rasyonel) zayıflığının hiç farkında değil. Yani sonuçta: kendine Fransız!
(Tıpkı bugünkü, burnundan kıl aldırmayan, kapitalist piyasaya endeksli "rasyonel" Prof.Dr.'ların süzme Fransızlığı gibi!..)
Musa'nın mucizeleri sonucu koca bir ordu kaybetmiş, tarihinin en garip felaketlerini yaşamış Mısır'da, İbrahimi dinlere ve İbrahim'in Tanrısı'na merak uyanıyor.
Kitabın diğer kültürler tarafından da keşfedilidiği M.Ö. 1. Yüzyılda, Fenike diline çevrildiğini görüyoruz. M.S. 1. Yüzyılda önce Eski Yunancaya, sonra Latinceye çevrilip, birçok yerle birlikte Anadolu'da da saklandığı, mesela Britanya'ya da getirildiği biliniyor. Bu dönemde tek Tanrı inancının önemli bir anlayış olarak yaşadığını ama geneli belirlemediğini görüyoruz. Tek Tanrı inancı, esas Hristiyanlık döneminde Akdeniz etrafındaki Eski Dünya'yı belirlemeye başlıyor. 20 ve 500 yılları arasında beş cilt haline getirilen kitabın, önce zengin Romalılar arasında tanındığı sanılıyor. Kitabın bilinen tek eksiksiz kopyası, Glastonbury Manastırında saklanmaktayken, 1184 yılında bir yangın çıkıyor. Kelt din adamları kafirler diye suçlandıklarından burası yakılıyor. Kitapların kurtarılabilen kısmıyla kaçmayı başaran rahipler, kitabı 500 yıl boyunca İskoçya'da saklıyorlar. 18'inci Yüzyılda bir özetini ilk kez yayımlıyorlar. Kitabın orijinalinin, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Londra'ya getirildiğini ve bugünün İngilizcesine çevrildiğini biliyoruz. Bu versiyon 1992'de yayımlandı. 1994'de de garip bir tarikat tarafından Yeni Zellanda'da yayımlandı. Kitap, böyle acaip tiplerin malı haline geldiğinden pek ciddiye alınmadı. (Son 2005 versiyonu ABD'de yayımlandı.)
Şimdi, Mısırlıların kendi yaşadıkları felaketin kronolojisi itibariyle, Kolbrin Yazıtlarındaki olayların ayrıntılı tariflerine girmek istemiyorum, ama en azından şu kadarını yazmak zorundayım:
"Yüzyılların ardından bazı yasalar gökyüzündeki yıldızlara etkide bulunacak. Yıldızların yolu değişecek. Yıldızlar dur durak bilmeden hareket ediyorlar. Durağan değiller. Ve gökyüzünde büyük kırmızı bir ışık görünecek." (Kolbrin manüskrileri 3.3.)
"Yeryüzüne kan damladığında 'Çölleştirici'/'Mahvedici' görünecek. Dağlar açılıp ayrılarak kül ve ateş püskürecek, ağaçlar yokolacak, hayatlar yokedilecek. Nehirler yer tarafından yutulacak ve denizler kaynayacak." (Kolbrin manüskrileri 3.4.)
"İnsanlar çıldırarak birbirinden ayrılacak. 'Çölleştirici'/'Mahvedici'nin çaldığı borunun sesini duyacaklar ve kendilerine yerin içinde sığınak arayacaklar. Korku, kalplerine yerleşecek, cesaret onları tıpkı kırık testiden süzülen su gibi terkedecek. Öfkenin ateşi onları yakacak, 'Çölleştirici'/'Mahvedici'nin nefesi onları yok edecek." (Kolbrin manüskrileri 3.6.)
Bu konuda Eski Ahit'ten (Tevrat'tan) şu alıntılarla yetinelim:
"Güneş ve Ay kararacak, yıldızlar parlaklığını yitirecek." (Joel 4.15)
"(...) Yer ve Gök sarsılacak, Ama Tanrı, halkı için sığınılacak bir kale (...)" (Joel 4.16)
"Mısır çöl olacak (...)" (Joel 4.19)
Yahudi'lerin Mısır'dan çıkışı ile tek Tanrılı dinler çağının başladığını biliyoruz. Bir Mısır prensi olan Musa, halkını bir cehennemden çıkarır. Nihayet onları, denizin içinden açılan bir yoldan geçirir...
Bu konuya yeniden dönüyoruz...
İki nedenle...
Birincisi, anlatılanların hikaye olMAması, gerçek olması nedeniyle... 
Tek Tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında anlatılan olaylar/felaketler, başka kaynaklarda da ayrıntılarıyla anlatılıyor. Bu kaynaklardan en ilginci, kendi dinine ve tanrılarına olan inancını kaybeden Mısırlıların gizli 'Büyük Kitab'ı (Kolbrin Yazıtları).
İkincisi, 'Büyük Kitab'ın bir misyonu olması, insanları benzeri bir felakete karşı uyarması ve önlem niyetine yaptığı uyarılar nedeniyle. 
(Çünkü bugünün "dindarları" bile Kolbrin kitabının yazarları gibi, kutsal kitaplara değil, nedenli-niçinli rasyonel "izahatlar"a inanıyorlar.)
O zaman olanları ve olabilecekleri daha iyi anlamak ve hazırlanmak için, kutsal kitaplar elbette birinci kaynaktır. Fakat kutsal kitapların anlattıklarını çok detaylı bir şekilde destekleyen ve onlarla çelişmeyen Kolbrin Yazıtlarından, herkesin bildiği bir olayı Eski Ahit'le (Tevrat'la) karşılaştırarak Türklerin iyi bildiği bir mantalitenin 'Savaşçının mantalitesi'nin yeniden canlandırılması istikametinde "karınca kararınca" çabalamak gerekiyor. 
Bu mantalitenin temel iki özelliği; özgürlük ve cesarettir. Bu temelde, mümkün olduğunca kendiliğinden hareket edebilen kararlı savaş/mücadele becerisi edinmektir. Burada pratik akıl, sezgi ve yüksek ruhlu bilgelik esastır. Bütün bunların başarılı olması da, kutsallığa/Tanrı'ya yakın yüksek ruh sahibi olmaya bağlı bir durumdur. -Böyle biliyoruz.
Bunun için (örnek olarak), Hz. Musa'nın Yahudi köleleri denizden geçirmesi olayının Kolbrin versiyonuna dönelim. Bence en ilginç noktalardan biri, olaylar sırasında hangi Firavun'un hükümdar olduğunun hem Tevrat'ta hem de Kolbrin Yazıtlarında yazılmamasıdır. Mısırlılar da, 'Büyük Kitab'ın tamamında, Musa'nın peşine düşen Firavun'un adını anmıyorlar. Olaylardan sonra ordusuz kalan Mısır, güneyden (muhtemelen Sudan'dan) saldırıya uğruyor. Mısırlı alimler, ülkenin ticaret yaptığı tüm ülkelerin tüccarlarından başlayarak, İbrahimi dinler ve Tanrı'sı hakkında bilgi topluyorlar.
Eski Ahiy versiyonu:
"Sukkot'tan yola çıktılar, çölün kenarında Etam'da toplandılar. Tanrı, onların önünde bir bulut sütununun üzerinde, onlara yolu göstererek ilerledi, geceleri bir ateş sütununun üzerinde, onlara ışık yapmak için, gece gündüz yürüyebilsinler diye. (...) Efendi, Musa'ya konuştu. 'İsrail'in çocuklarına söyle, geri dönüp Pi-Hachirot önünde, Migdol ve Bal-Zephon denizi arasında bir (çadır-)kamp kursunlar. Firavun, İsraillilerin çölde yollarını şaşırdıklarını, çölün onları kuşattığını düşünecek'.
(...) Musa, elini denize uzattı. Ama Tanrı, kuvvetli bir doğu rüzgarıyla denizin geri çekilmesini sağladı ve denizi kuruttu. Orada su yarıldı, İsrail'in çocukları denizin ortasında kuru topraktan yürüdü. Sağ ve sollarında su duvarları oluştu. Mısırlılar onlara yaklaştı, Firavun'un atları, arabası ve adamları onu, denizin ortasına doğru izlediler. (...) Efendi, ateş sütununun üzerinden Mısır ordusunun (aklını) karıştırdı. (...) Efendi onlar için Mısır'a karşı savaştı. (...) Sular sel gibi akarak geri döndü ve Firavun'un peşinden giden ordusunu bütün takımlarıyla yuttu. (...) (Exodus 13.20-21; 14,1-4.21-25.27-39)
Kolbrin versiyonu:
"Mısır'ın düşmanları ülkeyi terkederken ateş yükseldi, ateşin alçalan kısmı dalgalandı. Sütun gibi yerden yükseldi ve perde gibi gökte asılı kaldı. Lanetliler, Remwar'ın önüden geçerek, denize kadar yedi gün yürüdüler. Etraflarında dağlar erirken o vahşiliğin arasından yürüdüler. korku onları yürüttü, ama bazen duraladılar, vahşi doğa onları çevirdi, nereye gideceklerini bilemediler, çünkü onlara yol gösteren süreli değildi. Denizin kenarında Firavun'un ordusu onlara yetişti, ama bir ateş, orduyu (Yahudilerden) uzak tuttu. Ordunun üzerine gelen büyük bir bulut göğü kararttı. Sadece ateşin ve durmadan çakan yıldırımların ışığıyla birşeyler görülebiliyordu. Doğudaki bulutlar yarıldı ve ordunun üzerine doğru üfleyen bir fırtına çıktı. Rüzgar, gece boyunca esti ve gün doğarken deprem oldu. Su, sahilden geriye doğru çekildi ve tepelenmeye başladı. Herşey garip bir sessizliğe büründü. Sonra, günün ilk ışıklarında, suyun yarıldığı ve (suyun içinden) bir yol açıldığı görüldü. Toprak ortaya çıkmıştı, ama karışıktı ve yer sarsılmaktaydı, yol da düz değil engebeliydi. Su, sanki bir kapta çevriliyormuş gibi dönüp durmaktaydı. Sadece (denizin dibinden açığa çıkan) çamur, sakin duruyordu. 'Çölleştirici'/'Mahvedici'nin borusundan, insanları sağır eden net ve tiz bir ses çıktı. Çaresiz halleriyle sesli sesli ağlayıp inleyen köleler, bu durumda durdular. Kısa bir an duraksadılar. Bir an durup sustular. Sonra yeniden bağırmaya ağıtlar yakmaya başladılar. Bazıları suya doğru yürüdü. Bazıları, yer sallandığı için birbiriyle çarpıştı. Sonra, cezbeye kapılmış önderlerinin ardında, karmaşanın ve su duvarlarının arasından bir yürüyüş kolu oluştu. Ama (Yahudilerin) bir çoğu geri döndü ve Firavun'un ordusuna girmeye çalıştı, diğerleri de cansız kıyı boyunca kaçıştı. Karışıklık sona erip sakinlik geri gelince, sessizlik oldu. Doğan günün kırmızısı göründüğünde, Firavun'un ordusu kımıldamadan bekliyordu. Sonra önderler (komutanlar) bağırarak saldırdılar ve ordu harekete geçti." (Kolbrin Manüskrileri 6.25.30-32.35.38)
Yazıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla Firavun'un ordusu, Hz. Musa'nın peşinden gitmeyenleri öldürüyor.

(Şimdilik bu kadar)

Kolbrin yazıtlarından Hz. Musa'nın mucizelerine Mısırlıların bakışı ve Hace Nasreddin

Olaylara tek yanlı bakmak, bazen yanıltıcı olabildiği gibi, bazen de önemli detayların gölgede kalmasını ve yaşanan olayların daha iyi anlaşılmasını engelleyebiliyor.
Burada henüz bahsetmediğimiz, ama Prof. Mikail Bayram Hoca'nın üzerinde durduğu Nasreddin Hoca gerçeği de böyle birşey. Hace Nasreddin, şimdiye dek tanıtıldığı gibi sadece bir fıkra kahramanı değil, Anadolu'daki Moğol işgaline karşı rafine bir politika uygulayarak onların kovulmasının teorisini kuran, Anadolu'daki yerleşik Türk ekonomisini ve Türk mantalitesinin temellerini atan en önemli kişilerden biridir. Bunun bilinmemesi, özellikle incelemeyi gerektirecek önemde... Neden bilinmez?!.. Anadolu'daki Türk ruhunu yok etmek için elinden geleni yapan Moğol uşağı Mevlana'nın bunca yüceltilip Hace Nasreddin'in bunca küçültülmesi de -araştırmaya şayan başka bir "olay!" (Bu, Mikail Bayram Hoca'nın da dikkatini çekmiş). Hace Nasreddin, bugünkü Anadolu Türk hakimiyetinin temellerini atmak çabasını, Mevlana'ya karşı mücadele ederek yapıyor. Çünkü Moğolların yerel işbirlikçisi Mevlana Celaleddin Rumi, Anadolu'yu İranlılaştırmaya çalışıyor ama başarılı olamıyor. Bu işlem sırasında yapılan mezalimin haddi hesabı yok. Moğol İlhanlarının hizmetinde çalışan Mevlana ve Şems-i Tebrizi'ye karşı mücadele eden Hace Nasreddin, verdiği mücadeleyi, ölümünden sonra kazanıyor...
Böyle önemli gerçekleri öğrenmek için, olaylara başka açılardan yaklaşmak çok yardımcı oluyor...
Bu anlayışla, burada -şimdilik kısaca- değinmek istediğimiz konu, Musa Peygamber'in gösterdiği mucizeler...
Eski Ahit'teki hikayeleri herkes bilir. bunların bir kısmı Kur'an'da da yer alır.
Yahudileri Mısır'dan çıkaran Musa, denizi yararak halkını oradan geçirir. Arkalarından gelen Mısır ordusunun üzerine kapanan deniz, Firavunun ordusunu yutar.
Tek Tanrı'lı dinlere mensup olan/olmayan herkesin bildiği bu anlatımın bir de Mısır versiyonu olması gerekmez mi?
Eğer bu ölçüde önemli bir olay olduysa, böyle mucizeler olup koca bir Mısır ordusu kaybedildiyse, Mısırlılar bunu nasıl yazmaz?!..
Garip olan olaylardan bir diğeri de, tıpkı Hace Nasreddin olayında olduğu gibi, konunun bu boyutunun "her nedense!" kimseyi meşgul etmemiş olmasıdır...
Bunun nedeni -kuşkusuz- kutsal Eski Ahit'ten Kur'an'a kadar anlatılan bu olaylara aslında pek inanılMAmasıdır. bunlar, birer hoş hikaye gibi nesilden nesile anlatılmıştır ama böyle şeylerin olabileceğine aslında pek de inanılmamıştır. Hele bugün, kendini "tanrılara eş" gören rasyonel/modern insanın, bu tip "hikayelere" inanması beklenemez.
(-ki artık Papa bile böyle "şey"lere inanamamaktadır!..)
-Halbuki inanması "sağlığı" açısından sonnn derece önemlidir!
Peki ya doğruysa?!.. Musa hakkında anlatılanlar, Yahudilerin abartması değil de gerçekse? Hatta çok daha fazlasıysa?
İşte bunun için, Kolbin Yazıtları'na bakıyoruz.
Hz. Musa'nın gösterdiği mucizeleri, o mucizelere tanık olan Mısırlılar, bizzat Firavun'un emriyle, yaşadıkları felaketi anlatmışlar ve bu konuda devrin ilim adamları kapsamlı bir araştırma yapmışlardır.
Gerekçeleri çok açıktır: "Bu kölelerin Tanrı'sı, bizim tanrılarımızın tamamından daha güçlü. Bu nasıl olabiliyor?"
Mısır'ın bütün bilgelerinin ve ilim adamlarının birlikte kaleme aldıkları ve sadece bu olayı değil, tarihlerindeki tüm önemli spiritüel konuları ve diğerlerini de işledikleri bir tür ansiklopedi olan Kobrin, 21 ciltlik bir tür ansiklopedi şeklinde M.Ö. 1500 yıllarında hieratik yazıyla (Hiyeroglif) yazılmış, sonra yirmiiki harfli Fenike diline çevrilmiştir. Adına "Büyük Kitap" da denen bu önemli kitabın, Yahudiler Mısır'dan çıktıktan sonra kaleme alındığı kesindir. En geç 11'inci yüzyılda Latince ve Yunanca'ya aktarıldığı sanılıyor. Tamamı bir arada bulunan tek örneği, İngiltere'de saklanırken, 1184 yılında bir yangında bir kısmı yanıyor. Kitap, ancak 2005 yılında, yayımlandı...
Burada -şimdilik- sadece, Eski Ahit'ye anlatılan olaylardan birinin Kolibrin'deki versiyonuna değineceğiz.
Eski Ahit versiyonu:
"Musa, asasını kaldırdı ve Nil'in suyuna vurdu. Firavun'un ve hizmetkarlarının gözleri önünde Nil'in suyu kana dönüştü. Nil'deki balıklar öldü, Nil koktu. Kan, bütün Mısır'a yayıldı. (...) Böyle yedi gün geçti. (...)" (Exodus 7.20-21, 25)
Kolbrin versiyonu:
"Toz ve dumandan oluşan bulutlar, göğü kararttılar, değdikleri suyu kızıl hale getirdiler. Bütün ülkede salgın hastalık başgösterdi, nehir kan rengi oldu. Suyun heryeri kandı. Su içilemez haldeydi. İnsanların mideleri suyu kaldırmadı. Suyu içen hemen kustu.Nehrin balıkları, kirlenmiş suda öldüler." (Kolbrin manüskrileri 6.11-12, 14)
Kolbrin kitabındaki en ilginç yerlerden biri, Yahudilerin denize doğru yürürken yaşadıkları...
(Bunu mutlaka burada ayrıntılarıyla aluntılamak gerekiyor)
Mesela bazıları denizin içinde açılan yaş toprakta yürümek istemiyor, korkuyor. Bu arada, "Kölelerin Lideri" diye adlandırılan Musa, asasıyla o alanı işaret ediyor ve herkes gelmiyor peşinden. İnsanlar tam şok vaziyetindeler. Bazıları kalıp Mısır ordusunun karşısına çıkmayı bile düşünüyorken, sonunda denizin içinde ilerlemeye başlıyorlar. Kolbrin kitabı, burada "lanet" kölelerin cesaretini övüyor.
Kitabın en önemli yanı, Musa'nın gösterdiği mucizeleri tüm detaylarıyla anlatmasının yanında, Mısır'ı mahveden olağanüstü felaketleri tüm ayrıntılarıyla anlatmasıdır. Ve bunlardan ders çıkarılmasıni -kitabı okuyanlardan istemesidir. Kitabın bir de misyonu var. (-Buraya döneceğiz.)
Önümüzdeki günlerde, bu mucizelerin ayrıntılarını ve Eski Ahit'te yazmayan diğer ayrıntılara burada değinebiliriz. Ayrıca, kutsal kitaplardan farklı bir yere ve konuma sahip Kolbrin kitabına da değinmek gerekiyor.

Eski 3. Dünya ülkelerinde kitlesel kapitalizm

Avrupalı entelektüellerin iyi dergilerinden Lettre International'da okuduğum bir yazıdan sözedeceğim.Fransız düşünür Sami Nair'in 'Avrupa melezleşiyor' başlıklı yazısının dikkatimi çeken yanı, kapitalizmin fakir toplumların en alt katmanlarına kadar yayılmasıyla birlikte ortaya çıkan durumlar. Konu hakkında türkiye ile paralellikler kurmak da mümkün bu arada.
Sami Nair, üretim ilişkilerinin ve ediminin (prosesinin) mobil/hareketli hale gelmesiyle, dünyaya dağolmasıyla -mesela fabrikaların Çin'e taşınmasıyla- ve dünya kültür endüstrisiyle ortaya çıkan yeni kafa karışıklıklarına dikkat çekiyor. Kimliklerin giderek bozulması, onu rahatsız etmiş.
"Ne uluslar yok oluyor, ne de ulus-devletler, ama küresel bazda yeni bir ilişkiler düzeni oluşuyor ve bu bir eksen kaymasıyla birlikte yaşanıyor. Az gelişmiş sayılan bazı ülkeler güç kazanıyorlar."
Ama ne pahasına?
Türkiye açısından bakacak olursak, tarımın tamamen yokolup köylülerin kırdan köye göçmeleri, Sami Nair'in değindiği değişikliklere uyuyor.Kapitalizm, halkların en derinliklerine kadar işliyor ve en ucuza çalışan, asla itiraz etmeyen bir üretici kesim ortaya çıkıyor. Fakir ülkeler, bu "insan malzemesi"ni acımasızca sömürüp, kendi çıkarları için kullanıyorlar.
Sami Nair, güç dengelerine çarpıcı demografik bir örnek vermiş.
20'inci Yüzyıl başında dünyanın nüfusu 1.5 milyardı ve Batı bu sayı içinde önemli bir yer tutuyordu. Şimdi 6.5 milyar ve artan nüfus, Batı'nın nüfusu değil, Güney Amerika'nın, Asya'nın ve Afrika'nın nüfusu.
Sami Nair, modern kapitalizmin yayılmasını, "Dünyanın Batılılaşması" diye adlandırıyor.
Nüfus artışının ve kapitalistleşmenin sonucu olarak göçlere de dikkat çekiyor, örnekler veriyor.
Bence bu göçleri iki ayrı konuda değerlendirmek daha doğru olur Türkiye için: İç göçler ve dış göç. İç göç, Türkiye için tayin edici önemde. Çünkü neredeyse -mesela- köylülüğün büyük bir kesim olarak ortadan kalkmasına yakın bir durum söz konusu. Göçlerle sosyokültürel dokunun bozulması da cabası.
Sami Nair'in en önemli saptaması, "Kitle kapitalizmi" (veya "kitlesel kapitalizm") dediği şey.
Çin, Hindistan ve Brezilya'nın seçtiği bu kapitalist metoda göre çok iyi örgütlü rafine sistemler kullanılarak teknolojik üretim yapılıyor. Kırdan gelmş köksüz fakir işçi kölelerin kullanıldığı bu sistem, kapitalizmin ilk dönemlerindeki vahşilikle işliyor. Gelişme istikameti, bu ülkelerin birinci dereceden teknoloji ülkeleri haline gelmeleri ve Batılı firmaları ülkelerine çekmeleri.
Sami Nair, gelişmenin bir sonucu olarak, bu ülkelerde teknokrat bir sınıfın/zümrenin ortaya çıkacağını da umuyor. Batı ile Doğunun (ve Güneyin) bu şekilde içiçe geçmesiyle bir kimlik krizinin de ortaya çıktığına, Batı ile diğerleri arasına kesin kimlik sınırları çekmenin zorlaştığını ve Avrupa'nın bir tür melezleşme yaşadığını söylüyor -hem de sadece etnik ve kültürel açıdan değil, dini açıdan da.

Sınıflı toplum tasavvurundan, farklı yaşam tarzları tasavvuruna CHP ve HAS Parti

Son referandum sonuçlarının ardından üç parçalı bir Türkiye resmi ortaya çıkınca bu farklı farklı yorumlanmıştı, ama bu sonuçla nasıl yaşanacağı sorusu henüz yanıtlanmış değil. Aradan geçen zamana rağmen, toplumun üç ana kampa ayrılması trendi değişmedi. Evrensele yakın Batı tarzı bir günlük yaşamı ve onun 'cumhuriyetçi' sembollerini hayatının merkezine koyanlar, İslami ideolojinin sağladığı hassasiyetleri ifade eden sembolleri hayatının merkezine koyan sonradan modernleşmiş olanlar, ve sonradan modernleşerek etno-kültürel Kürt olmayı hayatının merkezine koyanlar, Türkiye'deki bu üç (ana) kesimi teşkil ediyorlar.
1980'lerin ortasında başlayan neoliberal dönemle birlikte ivme kazanan bu üçe ayrılma süreci, sınıflar ötesi bir kültürcü ayrışma olarak başgösterdi. Şimdiye dek bu ayrışmayı, sadece neoliberalleşme açısından ele aldık. Fakat konunun şimdiye dek değinmediğimiz diğer önemli yanlarına da değinmek gerekiyor. Bunun baş nedeni, Türkiye'nin geleceğini temsil eden iki siyasi partinin, CHP ve HAS Partinin geliştirdiği -ezilenden yana- Sol denebilecek hassasiyetlerinin, Sol-Sağ ötesi yeni bir sosyolojiye devşirilmesi zorunluluğudur.
Asıl amaç, farklı kültürlerin ve hayat tarzlarının birarada yaşamasını -şimdilik kapitalist şartlar altında- sağlamanın ötesinde, sınıfsız bir toplum yaratmaktır elbette. Tabii önce, günümüz modern toplumlarının, sınıfsız toplumlara doğru ilerleme dinamiklerine dikkat çekmek ve bu istikamette sağlıklı bir ilerlemenin nasıl olabileceğini konuşmaktır.
Türk toplumunda da iki farklı gelişme trendi, toplumdaki altüstoluşu ve değişimi açıklamayı zorlaştırıyor. Bu trendlerden ilki, 'Sınıflı toplum tasavvuru'dur. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak 20'inci yüzyılın hakim anlayışıydı. En iyi ifadesini, Marx ve Engels'in 'Komünist Manifesto'sunda bulan bu anlayışın, Max Weber'in tamamlayıcı dört sınıf anlayışıyla güncellendiğini ve neoliberal döneme kadar yaşadığını söyleyebiliriz. Fakat neoliberal dönemde, sınıflar ve o sınıflara dahil olmak anlayışının verdiği 'Sınıf bilinci'nin çözüldüğünü görüyoruz. Onun yerine, şimdilik 'Yaşam biçimleri' diye adlandıracağımız bir kültürcü anlayış güçlendi.
'Sınıflı toplum' tasavvurunun ortadan kalkması, sadece Sol ideolojinin iflası ve/veya Sovyet Bloku'nun çökmesiyle ilgili değildi. Altında sosyo-ekonomik bir neden vardı. Bu neden, refahın daha geniş kesimlere yayılması ve eğitimli kesimlerin artması sonucu, 'Sınıf bilinci'nin giderek zayıflamasıdır. Zayıflamıştır, çünkü bireyleşme artmıştır. Bunun para ilişkleriyle ve onun detaylanması/yaygınlaşmasıyla ilgili olduğunu daha önce defalarca belirttik.
Sınıf olmak demek, kendi benzerleri ile bir olmak demek ve o birlik içinde erimek anlamına geliyor. Ama bireyleşen insanlar, o bütünün (kendi sınıfının) içinde erimek istemeyip özgün bireyler olarak kalmayı ve sınıf ötesi kimlikler geliştirmeyi tercih ettiler. (Türkiye'de biz daha çok 'Kürt' ve 'Müslüman' kimliği üzerinde duruyoruz, ama bu trendin bir sonucu olarak kimlikler çok daha fazla ve çokludur. Yani birçoğu, -doğal olarak- birlikte kullanılmaktadır. Homoseksüellik, Afrikalılık, Atadan Ermenilik, son zamanda iyice görünür olan birkaç örnektir sadece) Bu trendi, neoliberalizmin kısa süren refah dönemi mümkün kıldı. 'Sınıfçı' ve 'Farklı yaşam kültürcü' iki farklı paradigma arasındaki değişim aşamasına en yakın duran Max Weber'in sınıflarından yola çıkarsak, neoliberalizmin kültürcü aşamasına geçişi daha kolay görebiliriz. Bu sınıflar arasında, Marx'ın pek üzerinde durmadığı 'Mülksüz aydınlar' ve 'kalifiye olan eğitimliler' de bulunuyor. Weber, sadece mülkiyet üzerinden değil, becerisi ve eğitimi üzerinden zenginleşenleri de toplumun en üst kesimine saymaktadır -ki, Marx'da yoktur (çünkü Marx'ın yaşadığı dönemde bunlar kayda değer bir büyük grup oluşturmuyorlardı).
Türkiye'nin üç ana kültürel kimlikçi kesime ayrıldığı günümüzde, başka yeni bir parametrenin devreye girmekte olduğunu 2004'ten beri söylüyoruz. Bu parametre, belki yeni bir 'Sınıflar' parametresi değildir ve olmayacaktır, ama toplumu değerlendirirken bize eski Sol tecrübeden yararlanma imkanı veren sosyo-ekonomik bir paradigmadır. Yeni paradigme değişikliği sonucu -bu nedenle- Sol geleneğin sesinin daha çok çıkmasına rağmen ne 'Sınıflı toplum'a geri dönülmektedir, ne de geri dönülmesi istenilmelidir. Çünkü sınıflı toplum tasavvuru, bir 'Eşitsizler toplumu' önkabulüne dayanıyor. Tanrı'nın her insanı kendi önünde 'Eşit haklarla' yaratmış olduğu temel fikrine sadık kalmak daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Yeni paradigmada, tüm değerleriyle 'İnsan olmak' ve 'İnsan haysiyeti' esastır (Kemal Kılıçdaroğlu'nun kurultayda buna vurgu yapması sevindiricidir). Sınıfsız topluma giderken bunlar, artık herkesin kabul edebildiği önemli kazanımlardır. İsraf ve sömürü düzeninin kademeli olarak insancıllaştırılması ve nihayet ortadan kaldırılması, bu istikamette ilerleyerek olabilecektir. Tabii neoliberalizmin sürdürülemez geçici kapitalist refahının yerine sürdürülebilir bir postkapitalist refahı geçirerek, neoliberalizmin yıkıcı gerginliğini dindirmek de mümkün olabilir.
Burada bir de 'Farklı hayat tarzları' paradigması vardır ki, (olumlu ve olumsuz anlamda) iki açıdan çok önemlidir. Olumsuz yanı, yapay ayrıştırıcılığı körükleyerek sosyo-ekonomik çıkarları savunmayı zorlaştırmakta, toplumsal ufalanmayı hızlandırmaktadır. Olumlu yanı, gelecekteki farklı kesim, çevre, kültür ve uygarlıkların birarada/içiçe yaşamayı öğrenmesinin bir ön hazırlığı/sınavı olmasıdır.
Şimdi neoliberalizmin bozulması sonucu, çok büyük ekonomik farklılıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, sınıfsal ayrımlara uygun düşünmek kolaylaşmıştır. CHP'nin son kongresinde sergilediği, saygı uyandıran 'Ezilenleri savunmak' Sol söylemi ve HAS Parti'nin -bu konuda doğruya daha yakın Sol ve Sağ ötesi tutumu- önemli bir sorunu çözmüyor: O sorun, sınıfsal dayanışma ötesi, farklı yaşam tarzları ve bireyleşme sorunudur. Bu iki partiyi kısaca, Batıya yakın cumhuriyetçi CHP anlayışı ve Anadolu'ya İslama yakın HAS Parti anlayışı diye özetlersek, parti adları bir yana, bugünün 'faklı yaşam biçimi' açısından iki farklı kesimi ifade etmiş oluyoruz. Fakat bu iki parti de (özellikle HAS Parti), eskiden bulunduğu yerden adım atarak, neoliberal paradigmanın 'farklı yaşam tarzı' temelli ayrımlar anlayışını kırmak yönünde adım atmışlardır.
Ayrımlar, bunlardan ibaret de değildir, çok daha karmaşıktır. Aralarında geçişler bulunmaktadır, ve biri öne çıkarılsa da, hepsi çoklu kimliklerdir aslında. Üstelik üç (yaşam tarzı merkezli) ana akımın kendi aralarındaki yoğun rekabetin bir ifadesi olarak birçok yan faktör de giderek önem kazanmaktadır. Bu faktörlerin başında kültür ve nitelikli/eğitimli kesimlerin teveccühünü kazanmak yarışı, şimdilik önemli görünmektedir. Ama en önemlisi, elbette çoğunluğun teveccühünü kazanmaktır. Her neoliberal iktidar gibi, Türkiye'deki neoliberal iktidar da ihaleler ve yönetim üzerinden ekonomiyle doğrudan ilişkili olduğundan, en güçlü 'farklı yaşam biçimi' olmayı ve çoğunluğu kendi kültürel kimliği ekseninde tutmayı başarmaktadır.
Bu çoklu ayrışmalarda; sınıflar ötesi bireyleşmeler ve çoğul gruplaşmalar, giderek önem kazanan sosyo-ekonomik paradigma yanında önemini korumaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, neoliberal dönemde hayatımıza katılan bu yeni gruplaşmalar, sınıfsal ve ekonomik ayrımlar ötesi önemini, düşen bir ivme ile azalarak koruyacaktır.
Şimdi önemli olan; sonradan modernleşme döneminde ortaya çıkan halleriyle Etnik/dini kültürel kimlikler şeklinde ifade edilen bu ana grupların, neoliberal devasa ekonomik uçurumlarla pekişen ayrımlar olmasını önlemektir. Kürt meselesi, tam da bu noktada önemli olmaktadır. Çünkü toplumun sosyo-ekonomik bakımdan en alttaki kesimlerinin büyük bir kısmının Güneydoğulu olması, neoliberal "Kürt kimliği" ile liberal "En alttakiler" ekonomik kimliğinin kısmen özdeşleşmesini sağlamaktadır. CHP ve HAS Parti'nin etnik kimlikler üzerinden politika yapmaması, bozulan neoliberal dönemde doğru bir yaklaşım olmakla birlikte, çoğullaşan yaşam tarzları ayrımını oratdan kaldırmak, orta vadede mümkün değildir. Yapılabilecek tek şey, bu ayrımlar belirleyici ayrımlar olmaktan çıkarmak olabilir. Bu açıdan CHP ve HAS Parti'nin -iki farklı yaşam biçiminden gelen partiler olarak- konulara sosyo-ekonomik yaklaşım tarzını benimsemeleri, farklı yaşam tarzlarının birlikte yaşama kültürünün yeniden canlandırılması bakımından önemlidir ve bu istikamette gelişmenin yapılandırılması için Türkiye'ye zaman kazandırabilir.
'Sınıflı toplum tasavvuru' ve 'Farklı yaşam tarzlarının yanyana yaşaması tasavvuru', liberal ve neoliberal dönemin iki temel paradigmasına işaret ediyordu. Postkapitalist dönemin yeni paradigması, bi iki (liberal ve neoliberal) paradigmanın toplamına bir alternatif teşkil etmektedir. Bu alternatif, -şimdilik- pek de iyi bir alternatif değildir malesef: İşsizlerin altenatifi. Liberal ve neoliberal paradigmanın iş toplumunun karşısında, kalıcı işsizlerden oluşan yeni bir zümre (veya sınıf) ortaya çıkmaktadır ve bunlar, iş toplumunun konvensiyonlarının dışında bir yerde yer almakta ve gelişmktedirler. Yani, para/iş toplumunun düşünce sistemleri ve yaşam biçimleri dışına çıkabilen ve o ölçüde birçok bakımdan özgür olan ama gene de mecburan toplumun içinde yaşayan bir zümredir söz konusu olan...
Neoliberal dönemin özelliklerinden biri de, bireyleşme ve kendini sınıflara dahil saymama trendiydi. Toplumsal hareketlerin çok zayıflamasını sağlayan bu durumun, bir de 'zenginler' tarafı vardır.
Zenginler, neoliberal dönemdeki bu hızlı bireyleşme ve gruptan-ayrılma trendine uygun olarak, sosyal devleti finanse etmekten imtina etmeye başlamışlardır. Neoliberal trendlere uygun olan bu gelişme, globalleşen sermayenin ulus-devletlerle mecburi işbirliğine son vermesiyle ilgili bir durumdur.
Şimdi çalışan sayısı azalıp yaşlanan nüfus arttıkça, herkese iş vermek/bulmak imkansızlaşıp gereksizleştikçe, ulus-devletler eskisinden daha az ve zor vergi toplayabildikçe, "sosyal devleti yeniden kuracağız" söylemi havada kalacaktır ve sistemden (görece) özgür kesimler sayıca artarak güçlenecektir. Onları da bütüne kazanmak ve bunun formüllerini bulmak son derece önemli olacaktır.
 (Kazanmak, bu insanları günün belli saatleri için de olsa istihdam etmekle -kısa vadede- mümkün olabilir. Fakat ekonomi açısından bunun sürdürülmesi mümkün olamayacağından, bu kesimlerin, kapitalizm dışı ekonomik faaliyetlere yönlendirilmeleri zorunlu hale gelebilir. Bu faaliyetleri devletin üslenmesi -iç barış açısından- gerekir.)
Bireyleşme ve çoğullaşma, Türkiye'yi üçe bölmüş görünüyor, ama bu bölünmenin patlayıcı gaz etkisi sanıldığından daha zayıf görünüyor. Patlayıcı gaz, 'Yaşam biçimleri'ni ana hatlarıyla tanımlayan bu üç ideolojinin de (Kemalist, İslamcı, Kürtçü) canlı oldukları 1990'lı yıllar ve 2008'e kadar olan döneminde aktifti. Şimdi herşey (ayrımlar) eskisinden daha kesin görünse de, o ideolojilerin hiçbiri eski keskinliğe sahip değildir. Birbirlerini daha iyi tanıdıkça ve bireyleşme hızlandıkça, keskinlik azalmaktadır. Genel trende bakarak, zayıflayacaklarını ve sosyo-ekonomik trendin daha da güçleneceğini söyleyebiliriz.
'Sınıflı toplum' tasavvuru ve sınıf bilinci, para ilişkilerinin yaygınlaşması sonucu, grupların parçalandığı bireyleşme aşamasında kendiliğinden ortadan kalktı. 'Farklı yaşam biçimleri' tasavvuru da, bu anlayışı destekleyen AKP'nin iktidardan düşmesiyle önemli ölçüde zayıflayabilir. Fakat bu çoklu farklılıklar içinde, sınıfsız bir topluma doğru ilerlemek, tek tek ülkelerin yapabileceği bir şey -şimdilik- değildir. Buna rağmen, herkesin hukuk önünde mümkün olduğunca eşit haklara sahip olması ve yeteneğine uygun olarak eşit şanslara sahip olması, yani sahici demokrasiye sadık kalınması, sınıfsız toplum istikametinde önemli bir adım olabilir. Ama asıl adım, zenginin çok zengin, fakirin aşırı fakir olasını önleyecek kesin tedbirleri almakla atılabilecektir. Bugünün kapitalizm şartları altında bu mümkün değil. Ama değişikliklerle mümkün olabilir. İşte o zaman toplumsal ayrımlar, sağlıklı kültürel/mesleki/özel ayrımlar halinde -barış içinde- bir arada yaşayabilirler.

Julian Assange'ın özgürlüğü, WikiLeaks ve tarihin ivmesi

Perşembe günü, yerel saatle 16.46'da serbest bırakılan Julian'ın avukatları, ABD'de gizliden gizliye bir dava hazırlığı yapıldığı haberini aldılar.
Görgü tanıklarının ifadesine göre, Julian'ın serbest bırakıldığı dakikada Londra'da kar yağmaya başladı.
Bulvar gazetesi Sun internette, "Here we snow again" diye başlık attı.
Kefaletle serbest bırakılan Julian'ın, 9 gün hapisten sonra, özgürlüğünün bir tür gizli tutukluluk haline dönüşüp dönüşmeyeceği şimdilik bilinmiyor. Bilinen tek şey, WikiLeaks'in fena halde can yaktığı ve canı yananların -ki bunlar dünyanın hakim güçlüleridir- ona herşeyi yapabilecekleri ihtimali. WikiLeaks'in önemi, açıkladığı belgelerden gelmiyor. Asıl önemi, bir model olmasından ve tarz yaratmasından geliyor. Bu değişikliğin anlamı daha çok konuşulacak elbette, ama Türk basınının olaya son derece Fransız kaldığı, kimsenin aklına -dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi- WikiLeaks'e destek oluşturmak, imza toplamak falan gibi şeylerin gelmediği düşünülecek olursa, Türk basınına söylenecek bir çift laf aramak -sahiden gerekiyor!
Şimdi Julian'a karşı iftira/tecavüz kampanyası devam edecektir. Amerikan kriptolarını sızdıran Amerikan askeri Bradley Manning'e baskı yapıldığını da dışarıya sızdı. Hapiste sağlığının bozulduğu söylenen Bradley Manning, Julian'a iftira atması için baskı altında tutulduğuna dair duyumlar var. Julian'ı bir komplonun parçasıymış gibi gösterip suçlamaya hazırlanıyorlar.
İlk kez, dünyadaki malum siyasi/ekonomik elitlerinin, itibarlarını önemli ölçüde kaybedebilecekleri anlaşıldı. İtibar ve güven, elitlere inanç, günümüzde hayati önemde önemli konular. Sanal bir para sistemine dayanan bir sistem için böyle şeyler çok önemli. WikiLeaks'in yaptığı, ABD merkezli siyasi/iktisadi sistem için büyük bir tehlike teşkil ediyor. Şimdi bu tehlikeye karşı İsrail'inden AKP'sine, oradan ABD'sine ve Suudi Kralına, hatta BP'sine, dev bankalarına kadar herkes "dayanışacaktır." Ortada, sistemi sallayan fundamental bir "sorun" var!
Fakat WikiLeaks'i ve Julian'ı susturmaları, çözüm değil!.. Bu, durumlarını daha da kötüleştirecektir.
Çünkü konu WikiLeaks değil, uç veren bir anlayıştır, bir tarzdır, bir modeldir.
Ayrıca...
Devletinden bankasına kadar her kurum, insanlardan oluşuyor. Daha önemlisi, onların ikna edilmesi ve inandırılması üzerine kurulmuş bir sistem söz konusu. Para sisteminin yaşaması için esas olan, bir tür "inanç"tır, "Paraya inan ve güven"dir.
Bu çok önemli.
WikiLeaks örneğinde göründüğü kadarıyla WikiLeaks ve benzeri platformlar, gelişmelerden öğrenen bir modeldirler ve bildiğimiz medyayı çok zorlayacak bir model sözkonusudur. Yani medyanın buna ilgisiz kalmasının gerilikten başka bir izahı olamaz.
Şimdi, WikiLeaks sonrası gelişmeler hakkında konuşulması gereken çok şey var. Bu gelişmelerin başında, dünyadaki rejimlerin bu olaya tepkilerinin ne olacağı konusu gelmektedir.
Diğer konu, oldukça tehlikeli sularda yüzen dünya ekonomik sisteminin -ki ABD'nin iflası da konuşulmaya başlandı- içinde bulunduğumuz mecburi değişim trendine karşı koymaya devam ederse, "başına ne gelebilir?" sorusudur. Muhalefetin sanal alanla sınırlı kalmayıp hangi alanlarda etkili eylemler yapabileceği de diğer önemli konu...
Para sistemini artık sanal müdahaleyle çökertilebilecek kıvama geliyor...
(Bunu söylemeye artık utanıyorum ama: "Dünyam insanına, uyanması için biraz daha zaman tanınmalı.")
Çökmeden, radikal bir şekilde reforma tabi tutulması, sanal paranın önce reel para haline getirilmesi yönünde acil adımlar atılması gerekmektedir. Çünkü sistem çökerse, tam bir kaos ortamı yaşanabilir.
Ben genelde çok umutluyum.
İçinde bulunduğumuz dönemin, bütün karamsar tahminlerin ötesinde, hayal ötesi iyi bir yere varacağından eminim. İleride bu dönemin, birçok iyi ve güzel şeyi tetikleyen bir dönüşüm devri olduğu yazılacağından eminim. Zamanın kalitesine karşı kürek çekilmezse, dönüşüm devri de muhteşem bir deneyim olarak yaşanabilir. Felaketlerin falan olması gerekmiyor.
2008'de başlayan dönem, insanlık tarihinin en önemli dönüşüm dönemlerinden biri olarak tarihe geçebilir.
Karşılaştırmak bakımından kısa bir örnek vermek gerekirse:
14'üncü Yüzyılda Avrupa'da bir veba salgınları silsilesi başladı. 
(Mikrobun Çin'den geldiği biliniyor.)
"Kara ölüm" denen bu salgın, Anadolu'da Moğol işgali dönemine denk gelir.
Avrupa'da 6 yıl içinde 25 milyon insan öldü. (Avrupa nüfusunun üçte biridir.)
Bu olaydan sonra Avrupa'da önemli bazı mental değişikliklerin olduğu biliniyor. Mesela, Vatikan'ın hastalığın sadece kabullenilmesini öneren aciz tutumu, kilise otoritesine karşı hareketleri ve 'Özgür düşünce' denen şeyi tetikledi. 
Şimdi, o dönemden çok daha köklü sarsıntıların olacağı bir dönemde ilerliyoruz. Tabii "sarsıntı", mutlaka çok insanın öleceği anlamına gelmiyor -gelmek zorunda değil. Ve bu kez sarsıntı, dünyanın belli bölgeleriyle sınırlı kalmayacak gibi görünüyor.

İnternet partizanlarının zaferi, Julian Assange ve yumurtalar

İngiliz Hakim, WikiLeaks sözcüsü Julian Assange'ın kefaletle serbest bırakılmasına karar verdi ama ilginç bir uygulama taleb etti. Julian bir elektronik prangayla Suffolk kontluğunda kalacak, gündüz 10-14 saatleri arası, geceleri de 22 ve 02 arası evden dışarı çıkmayacak. Her gün saat 18'de polise giderek imza verecek. Frontline adlı basın kulübünü kuran ve WikiLeaks'i desteklediğini açıklayan Vaughan Smith de aynı bölgede tutuklu.
Julian, İsveç'in yaptığı itiraz sonuçlanıncaya ve hakimin taleb ettiği ikiyüzbin Pfund Sterlin'i (238.000 Euro) ödeyinceye kadar orada kalacak. Julian'ın avukatı, bu parayı internette bağışlarla toplamanın uzun sürebileceğini söyledi ve ekledi. "Mahkeme maalesef Visa veya Mastercard ile ödemeyi kabul etmiyor."
Yalnız şöyle birşey var. Orada kalması, şimdilik Julian'ın sağlığı için iyi olabilir, zira orada kaldığı sürece hiçbir gizli servis ona birşey yapamaz. Julian'ın serbest bırakılma kararı çıkınca, mahkeme önündeki yüz kişilik bir kalabalık, kararı kutladı.
WikiLeaks olayı, herkese umut aşıladı. Birçok yeni internet platformu ve gazetesi kuruluyor. Hiç ummadığım, "kayıp" saydığım Avrupalı arkadaşlar bile devrimciliklerini yeniden hatırlıyorlar.
Julian'ın tutuklanması da bir tür turnusol kağıdı gibi oldu. Siyaset "dünyası"nda en ilginç olay, Avustralya'nın kendi vatandaşına sahip çıkması ve Amerikalıları takmaması oldu. Ekvator'un Julian'a özgürce çalışma ve oturma izni vermesi, internette siber ordunun ortaya çıkması, çok iyi oldu.
Zayıf olan vicdan sahibi gençlerin gücünün görüldüğü bir dönem...
Aynı zaman kalitesinin Türkiye'deki ifadesi, tam bu ülkeye özgüydü: Esprili ve son derece etkili. Ama bu kadar etkili olmasını, Hükümet'in kaba kibri neden oldu. Yumurtanın kurşundan daha etkili olduğunun anlaşıldığı bir dönem. Genç sivillerin ne kadar yalaka ve züppe olduklarının, Etyen Mahçupyan gibi entellerin ne kadar sağcı olduğunun, AKP'nin Anayasa profesörü milletvekillerinin ne kadar kaba ve hukuk birinci sınıf talebelerinin gerisinde olduğu, yandaş basının eski Tercüman gazetesinden farksız olduğu, işte bu kısa zaman aralığında ortaya çıktı.
Bu kısa dönemin bence en önemli yanı, internette birlikte hareket eden bir ağın ortaya çıkmasıdır.
21 Aralık'ta yeni bir dönem başlıyor. O tarihten, Çin (ve göçebe) yeni yılı 3 Şubat'a kader sürecek dönem önemli. Çünkü yaşanan hızlı dönemin bazı etkileri olacak ve bazı kalıcı değişiklikler olacak..
Benim ilk elden gözüme çarpan değişiklikleri hemen yazayım:
Türban olayı ne oldu? Üniversitede başörtüsü özgürlüğümüzdür hareketi nerede? Yok. Yani artık onların pek yüzüne bakan yok. Postkapitalist yeni paradigma tam anlamıyla devreye giriyor. Etnik/dini kimlikçi neoliberal paradigma tavsıyor.
Tıpkı 68 Hareketi ortaya çıktığında, bir öncesindeki silik gençlik akımlarının yok olması gibi.
O başörtücü (Hükümet yanlısı) "özgürlükçüler", üniversitenin önünde sucuklu yumurta yapıp halka dağıtıyorlar ve "gerçek üniversitelileri biz temsil ediyoruz, yumurta atmayıp yiyoruz" falan gibi akla ziyan laflar ediyorlar. Hükümet taraftarı gençlik hareketi nerede görünmüş?
Tek amaç, yumurtayı etkisizleştirmek.
Yumurta, iktidarı çok fena korkuttu. Çünkü yumurtayı yiyen politikacı, mağdur değil madara oluyor!
Yumurta, kibri vurdu...
Muzip Türklere uygun daha iyi bir gençlik hareketi sembolü olamazdı...

İlk 'Columnist' (Köşe yazarı) Antakyalı Simeon Stylites

Tarihin bilinen ilk 'Columnist'i, adı üzerinde ('columna', Latince 'sütun'), bir sütunun üzerinde yaşayan Simeon Stylites idi (Συμεών ὁ Στυλίτης)390 Yılında Antakya'nın Samandağ'ında doğdu. Mistik Hristiyan tarihine, bilinen ilk 'Sütun azizi' olarak geçti. Nefsini, bulunduğu yerle terbiye etmeyi amaç edinen, Süryanilere özgü bir çile şeklidir. Şehrin ortasında, yüksek bir sütunun tepesinde yaşayan canlı bir abide!..
Zengin bir köylünün oğlu. 403 yılında, Antakya yakınındaki Tell'Ada manastırına çile çekmek için gitti. Ama dokuz yıl sonrs manastırdan uzaklaştırıldı, çünkü çok abartılı ve işkence ötesi bir çile metodu uyguluyordu. Kendini gömdürüyor, veya uyumadan sürekli ayakta duruyordu. Kovulduktan sonra, Antakya'nın altmış kilometre doğusundaki Dayr Siman'a gitti. Orada da bir hücreye kapandı. Oruç zamanlarında, bir mağraya kapanıp, mağranın girişini duvarla kapattırıyordu.
Ona sürekli fikir danışmaya gelen insanlardan sıkılınca, 422 yılında üç metre yüksekliğindeki eski bir sütunun tepesine çıktı.
Sütun başının üzerinde, ikiye iki, dört metrekarelik düz bir alan vardı. Orada yaşamaya başladı. Sürekli dua ediyor ve belli aralıklarla diz çöküyordu. Bunu kaç kere yaptığını saymaya çalışan bir papaz, dayanamayıp sayıma son vermek zorunda kalmıştır. Fikir danışmak isteyenler, duasını almak isteyenler onu rahat bırakmayınca, valinin emriyle sütun yükseltildi. Sütun 17 Metreye yükseltilirken bile, Simeon Stylites sütunun tepesinden inmedi.
Yıllar sonra Simeon Stylites, günde iki kez, halka konuşmaya başladı. Her gün iki kez, herkes sütunun etrafında toplanıyor, konuşmasını dinliyor ve soru soruyordu.
Simeon Stylites, sadece dini konuşmalar yapmıyordu, siyasi konuşmalar da yapıyordu. Hatta konuşmaları o kadar etkiliydi ki, Bizans İmparatoru II. Theodosius ayağına kadar gelip sütunun üzerine çıktı ve azize siyaset konusunda fikir danıştı. Simeon Stylites, hayatının 37 yılını o sütunun tepesinde geçirdi.

Peki, konuşmaları yazı haline de getirilen bu ilk 'Sütun Yazarı'nın genel tavrı neydi, neyi savunuyor, neye karşı çıkıyordu?
İran'da baskı altında tutulan Hristiyanların haklarını ve ülkedeki ezilenlerin haklarını savundu ve faizin sınırlandırılmasını istedi. Bu haliyle (konuşmaları/yazıları ve formatıyla) tarihte ilk olduğunu söyleyebiliriz.
Daha yaşarken, Roma'daki zenaatkarlar, onu koruyucu azizleri ilan ettiler.
'Gökle yer arasında yaşayan aziz.'
Ona böyle diyorlardı.
2 Eylül 459'da ölünce, öldüğü önce halktan gizlendi. Sonra büyük bir törenle Antakya'ya götürüldü. Bir ay süren bir cenaze töreninin ardından, Antakya'ya defnedildi. Kemiklerinin bir kısmı, on yıl sonra İstanbul'a getirildi. Hakkında yazılan Süryanice bir kitap, 474 yılında tamamlandı. Ünlü rejisör Luis Bunuel'in, Simeon Stylites'i anlatan, 1965 yapımı ("Simón del desierto") bir filmi vardır.
Simeon Stylites'in adı unutulmasına rağmen 'Columnist' titri unutulmadı ve bugüne dek ününe ün katarak yaşadı.
Bu bilge adam, yazılı eserler bırakan çağdaşlarından çok daha önemli ve kalıcı bir şey yaparak, bir yazı stili icad etmiştir ve bu yazı stilinin ilk kurallarını koymuştur.
Simeon Stylites'in büyüklüğü, bugünkü entelektüalizmin icadı/ifadesi sayılan 'Makale' türüne de can vermesindedir aynı zamanda. Halktan biri, bir aziz, ezilenlerden yana siyasi konuşmalarıyla/yazılarıyla politikaya müdahale etmiş ve sözleriyle etkili olmuştur. 
Diğer önemli yanı, zayıf ve güçlünün, birarada insanca yaşayabilecekleri ve eşit haklara sahip olacakları bir 'Kültür'e ilham vermesidir. 'Kültür' diyoruz, çünkü Régis Debray, güzçlü ve zayıf devletler arasındaki bağımsızlık ilişkisinden bahsederken, zayıf ülkelerin bağımsızlığına tam anlamıyla saygı gösterilmesini 'Kültür' diye niteliyor. 
Ben, 'Uygarlık göstergesi' diye nitelerdim...

Dünya para sistemini vurmak...

Olamaz mı?!..
WikiLeaks'in, sadece bir başlangıç olduğunu, buz dağının görünen ucu olduğunu, görünmeyen çok daha büyük bir yanının olduğunu, geçtiğimiz günlerde yazmıştık. Amerikan kriptoları ortalığa saçıldığında, bunu pek önemsemeyen bir kesim de vardı. Ben kendilerini önemsediğim için, iki akıllı kadına değinmeden geçemeyeceğim. Kadın gibi kadın iki güzel yazar, Nuray Mert ve Ece Temelkuran, olaya aşırı dikkatli veya önemsiz sayarak yaklaştılar. "Bekleyelim görelim" veya "Ee? kriptolar açıklansa ne olur" mealinde tepkiler gösterdiler. Hem haklı hem haksızdılar. Ama ben daha cesur ve iyimser olmalarını beklerdim doğrusu. Burada, onların haklı oldukları yan üzerinden, dünyadaki son gelişmeleri kısaca yorumlamaya çalışacağım.
WikiLeaks belgeleri, bir tür milattır. Ama, belgelerin içeriği nedeniyle değil...
(-ki içeriğin de ne kadar önemli olduğunu biliyoruz ve asla önemsizleştirmeyi düşünmüyoruz. Tam tersine.)
Bir milattır, çünkü yeni bir mücadele türünün ilk başarılı örneğidir. Bunu küçümsüyorlar. Küçümsemekte hem haklı hem haksızlar.
Bence -Türkiye'nin yüzakı- bu iki güzel kadın, birçokları gibi, belgelerin sadece içeriğine takıldılar. Açıklanan belgelerin 'Öz'e dokunmadıkları/dokunamayacakları için fazla etkili olamayacakları ana fikri, küçümsenmelerini haklı kılar.
(Ama öyle mi?)
Neoliberal toplumlarda bir tür yarılma yaşandı. 
(Düzen şeklen işliyor, ama düzenin çıkarlarıyla vatandaşların çıkarları çelişiyor.)
Bu yarılma sonucu, birbirinden ayrı iki dünya doğdu: Biri, ekonominin yani paranın dünyası, diğeri lafazanlığın yani "demokrasi"nin (postdemokratik) dünyası. 
(Neoliberalizmde postdemokrasi, ekonomi ötesi bir lafazanlık özgürlüğü sayılmaktadır ve demokrasi, ekonomiyi/kapitalizmi konuşmamaktadır.)
Neoliberal "demokrat" dünyada, her laf serbesttir. Hatta Türkiye gibi "kendine Müslüman demokrasi"lerde, istediğinizin yolsuzluğun belgesini de çıkarsanız, yayımlasanız, bağırıp çağırsanız, dünya kamuoyunun fazla dikkatini çekmediği sürece, pek birşey de olmaz. (En fazla, Deniz Feneri davası gibi olur)
-Yeter ki paranın dünyasını radikal bir şekilde etkileyecek türde şeyler olmasın!.. 
WikiLeaks belgeleri, dünya kamuoyunda unutturulmamaları halinde, Türkiye'de de etkili olacaklardır. Kamuoyunun yönelimlerine etkiyeceklerdir -ama bu etki oldukça küçük bir etki olacaktır. "WikiLeaks belgeleri neyi değiştirir?" diye sorup küçümseyen Hükümet taraftarları bu konuda haklıdırlar -tabii olay bundan ibaret olsa idi...
Bir kere burada asıl önemli olan, o belgelerin içeriğinden ziyade, sızdırılmasıdır, toplanmanmasıdır ve açıklanma tarzıdır.  
Vatandaşlardan kopup yarılarak, bir avuç zengin için işleyen neoliberal düzene karşı ilk defa, legal siyasi partilerden ve devletlerden bağımsız bir vicdan hareketinin sivil eylemi, dünyayı sahici anlamda sallayabilecek bir etki yapmıştır.
Bildiğiniz gibi şimdi demokrasi var! Yürümek, gösteri yapmak, çenesi yerlerde sürününceye kadar konuşmak serbest -ama sistemin özüne, yani tek taraflı işleyen ekonomisine dokunmamak koşuluyla...
WikiLeaks belgeleri, ilk kez, kuru "insan hakları" ile yetinmeyip, işin ekonomisine de balıklama dalmışlardır.
Başbakanın İsviçre hesaplarından tutun da eski bir bakanın eroin ticaretine ve diğer yolsuzluk olaylarına varıncaya kadar "ekonomik" bir veri tabanıyla karşı karşıyayız -bu, neoliberal "demokrasi" lafazanlığı ötesi bir durumdur. Eğer "PKK-AKP ilişkileri" türünden belgeler açıklansaydı, iktidarı bu kadar ürkütmezdi. Ama bu da çok korkutmamıştır. Çünkü belgeler, daha çok Türkiye'nin dış dünyadaki imajını kötü etkileyebilecek ve Türk kamuoyunu az etkileyebilecek şeylerdir. Belgelerin bir çoğunu kanıtlamak zaten mümkün değildir. O halde bu belbelerin asıl tehlikesi nerede? Amerikalılar ve diğer ülkeler, firmalar (BP mesela) neden panik olmuş durumda?
Asıl tehlike, ekonominin/piyasanın/paranın vahşice at koşturduğu -vatandaştan soyutlanmış- "özgür" alanına ilk kez girmesidir. Yani para aristokrasisinin ve onların memurları gibi işleyen neoliberal iktidarların, dış dünyadan yalıtılmış mahrem dünyasına, ilk kez dışarıdan birileri dalmıştır. Üstelik sadece dalmakla kalmamış, o mahrem dünyaya "can" veren sanal paraya müdahale edebilmiştir.
1991'de ilan edildiğinden beri ilk kez, Yeni Dünya Düzeni'nin ruhuna sızılmıştır. Bu ruh, sanal paradır.
Ne anlama geliyor...
Sanal para, adı üzerinde sanaldır -yani aslında yoktur. Ve bu olmayan şey, sadece insanların düzene (borsalara, para birimlerine, devletlere ve hükümetlere) olan güveni sayesinde yaşamaktadır.
kısacası, maddi bir şey değildir artık. 1970'li yıllara kadar para, önemli ölçüde gerçekti, bir altın standardına bağlıydı ve maddi karşılığı vardı. Artık yok. Yatırımcının inancına/güvencine uygun olarak değeri düşüp çıkıyor. WikiLeaks, bu inancı/güvenci önemli ölçüde etkileyebilir. Mesela BP hakkında belgeleri yayımlamaya başlasa, BP borsada mahvolur. Kriz ortamında firmanın batma ihtimali bile var. Kısacası: Sanal paraya karşı sanal saldırı, en etkili yöntemdir. o yüzden, olay küçümsenemez. 
Ve sanal para "alemi"ne asıl etki, WikiLeaks tarafından yapılmamıştır. Asıl etki daha yoldadır!..
İlk provası geçen gün yapıldı.
WikiLeaks'e online bağış toplanmasını sağlayan PayPal, bu işlemi durdurmuştu. İnternet üzerinden yapılan yoğun saldırılar sonucu, WikiLeaks için toplanan bağışları WikiLeaks'e iletmek zorunda kaldı. Visa ve Master Card siteleri de yoğun saldırıya uğradılar ve bir süreliğine işleyemediler. Bunu yapanlar, kendiliğinden örgütlenen ve bir ağ halinde hareket eden yüzbinden fazla (bilgisayarlı) aktivist. Anonimler ve kendilerine eğlenceli bir ad bulmuşlar: "Anonymouse" ('Anonim fare' gibi!) Bunlara siber ordu da denebilir. Böylece ilk siber savaş, Akşam gazetesinin cuma günü dikkat çektiği gibi, sivil toplumla devletler/firmalar/bankalar arasında olmuştur ve sivil toplum bir sıfır kazanmıştır. 
 (Julian'ın attığı golü de sayarsak, 2-0)
Olaylar internette sanal ortamda yaşandığından ve gerçek hayatla alakasız göründüğünden, Türkiye'de küçümsendi. Ama para denen şeyin de, internette sanal ortamda gezinen sayılardan ibaret olduğu unutulmuş görünüyor... 
Visa ve Master Card'ı felç edebilenler, bir sonraki aşamada, banka ekranlarındaki sayıları neden felç edemesinler, değiştirmesinler, silemesin veya manipüle edemesinler?  
Böyle bir opsiyona sahip olmak, şu anda tüm battal atom başlıklarından daha caydırıcıdır.  
Sıcak para bağımlısı Türkiye de dahil olmak üzere, ABD ve diğer devletlerin asıl korkusu budur.
Zaten krizle boğuşan ekonomide, pamuk ipliğine bağlı dünya finans sisteminin kaderi, şu anda bir sanal ordunun insafına kalmış olabilir. Ortada dönen de budur.
Aslında yıllardan beri asıl hedef, reformlar yapılması ve sistemin dönüştürülmesiydi.
Sistem bu haliyle, insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Sistemin değişmesi gerek. 
(Bu, milyon kere söylendi, -ama uyku tatlı geldi!.)
Ne dersiniz? Sizce siber ordu, dünya para sistemini vursun mu, vurmasın mı?!..
Siz olsaydınız hangisini seçerdiniz?
Ben olsaydım, "Vurmasın" derdim -ama ben olsaydım!..
(Ben olmasaydım, Hagakure'nin şu sözünü hatırlardım:
"Ölümle yaşam arasında karar vermek zorunda bırakılırsan, ölümü seç.")

Sona eren devre bakarak, başlayan devre hazırlanmak

Bir çağın sona erdiği konusunda herkes hemfikir. Ama onun yerine neyin geleceği henüz pek net değil.
Yön tayini için bazı işaretlere bakabiliriz.
Filozof Oskar Negt'in deyimiyle "öyle dönemler vardır ki, sadece ütopyalar geçerlidirler." Şimdi öyle biraz.

Tam bir altüstoluş dönemine girildi. Eski olan ve çok sağlam olduğu sanılan herşey sallanıyor. Buna ABD ve dev bankaların prestijinden tutun da, AKP ve ballı Başbakan'ın karizmasına kadar herşey dahildir.
(Yumurtayı yiyen muktedir, kendini mazlum gösteremediği gibi bir de madara oluyormuş demek ki!)
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığının anlaşıldığı, yıkım ile yeni kurmak arasındaki belirsizlik dönemi...
Belirsizlik -çoğunluk için- artacak gibi görünüyor. Eski normların oldukça aciz kaldığı bir yere doğru gidiliyor.
Fakat gelişme hep aynı istikamette devam etmeyecek elbette. Karışıklığın bir yerden itibaren durulmaya başlayacağı, sislerin içinden yeni değerlerin ve yeni dengelerin, yeni yapıların çıkacağı bir dönem de gelecektir. Aslında nüveler çıkıyor, ama henüz çok cılız ve yetersizler.
Şimdi bu 'iki arada bir derede' halinde, adına 'Ütopya' demek istemediğim yeni fikirler/kurumlar ve hareketler şekillenecek gibi görünüyor.
Bunları daha önce de konuşuyorduk...
Şimdi lafdan ziyade işin esas olduğu bir zamandayız.
Bugünün, son birkaç yıldan farkı, artık beklemeyen, pasif değil aktif, yeni tip müdahaleci/mücadeleci bir tavrın ortaya çıkmasıdır.
Bu açıdan baktığımız zaman, WikiLeaks olayında da, Ankara Siyasal'daki öğrenci protestolarında da, zamanın kalitesini okumak mümkün. Artık, hiç beklenmeyen yöntemlerle, sistemin sinir uçlarına dokunup onu sahiden acıtma döneminde yaşıyoruz. Sonra daha farklı, çok daha fazla can yakan bir dönem gelebilir. 'Laf değil eylem' diye özetlenebilecek yeni dönemin bir önceki dönemle kalite farkı, zamanın ruhuna tamamen uygundur. 
Bu açıdan bakılınca, 2008'den itibaren dikkat çektiğimiz gibi, tahmini istikamette gelşmeler devam ediyor. Şiddet, beklenenden/tahminlerden az. Ama polis ve hükümet, gençlere karşı aynı serliği sürdürürlerse -hiç ummadığı biçimde- canları yanabilir. Ve canları yanmasına rağmen, oradan bir "mazlum" edebiyatı da çıkmaz -tıpkı yumurtayı yiyenin mazlum olmayıp, bir de üstüne üstlük madara olması gibi...
Başka ülkelerde değişim, çok daha sert geçeğe benzer. Mesela Yunanistan'da, çöküşün asıl raundu henüz başlamamıştır.
Politize olmuş herkesin, tarihe karşı sorumlu olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu sorumluluk, gelişmelerin mümkün olduğunca kansız ve yeni kalitelere uygun olarak sürdürülmesiyle ilgilidir. Şimdi eylemin ilk rengi, WikiLeaks'in yaptığı gibi gerçekleri tüm çıplaklığı ve çirkinliğiyle ortaya dökülüp, gerçeklere göre hareket edilmesini sağlamaktır. Çünkü vahim bir vaziyette bulunan insanlığın ve yeni muhalif eylemlerin, gerçekçi olabilmesi için, durumu ayan beyan görmesi gerekmektedir. Savaşlarda da böyledir. Durumu en gerçekçi değerlendiren taraf, zafere bir adım daha yakındır. Sırf, yolsuzluklara bulaşmış politikacıları korumak maksadıyla gerçeklerin gizlenemeyeceğini, herşeyin ayan beyan dünya medyasında ve Türk medyasında yer alacağını, buradan geri dönüş olmayacağını, AKP Hükümeti bile anlamış görünüyor -ki bu bir başlangıçtır.
Adaletin kurulması için, önce şeffaflık gerekiyor...
Yalanın peşinen susturulması gerekiyor...
Bugünün en vahim durumlardan biri, "Gerçeklik yarılması"dır.
Tek tek insanların hayati çıkarları ile, yolsuz politikanın ve vahşi ekonominin çıkarları birbirinden ayrılıyor. Bunun yansıması, sanki çok normalmiş gibi işleyen bir siyasi sistem var... yani seçimler yapılıyor, meclis var, milletvekilleri var, bozuk da olsa hukuk mevcut falan... Ama toplım kaynıyor ve laf tükenmek üzere (öğrencilerin kimseyi dinlememek istemesi buna örnektir). Artık kuru lafla kimse ikna olmaycak ve beklemeyecektir. bu da yeni dönemin kalitesiyle ilgili bir durumdur.
Bugün, artarak sürecek karışıklıkla başedebilmenin tek koşulu, sahiden demokrat olmaktır. Canı tatlı "Müslüman" AKP'nin demokrasiye, bütün partilerden daha çok ihtiyacı vardır, çünkü gelişmeler doğal olarak en çok iktidar çevrelerini vuracaktır zaten.
Herkesin demokrasiyi öğrenmesi ve işletmesi gerekiyor -özellikle de AKP ve Erdoğan'ın.
Diğer çözüm, politize vatandaşların sorumluluğuyla ilgilidir. Bu vatandaşlar, diğerlerini de politize etmelidirler -ama parti politikaları bazında değil, demokrasi bazında. 'Herkese Demokrasi' bazında. Ve tabii politika, politikacılara bırakılamayacak kadar, (hele şimdi bir tek politikacıya bırakılamayacak kadar) önemlidir. Yükseklerden uçan bir politika değil, önce yereli düşünen gerçekçi politika. Şehirlerin adilce yönetimi, dağlar, ormanlar, nehirler, göller, doğa ve bitki örtüsünün korunması -hayatidir.
(Paranın yenmediğini yeniden öğrenmek zorunda kalmamak için!)
Diğer önemli olan konu, her ne olursa olsun özgür düşünceyi, aykırı düşünceyi korumaktır. Yasaklı sansürlü bir basın, önümüzdeki dönemde yaşayamaz. Gerçekler, herkesi/herşeyi sollayacaktır. Gerçekler gizlenemez. Bu esastır.
(Eğitimin kalitesi de mutlaka, her ne pahasına olursa olsun yükseltilmek zorundadır. Tabii bu da kesinlikle yeterli değildir.)
Aslolan, sıradışı ve aykırı adamların meydana çıkmasını özendirmektir.

WikiLeaks, iki kadının intikamı ve Julian Assange

Ana Ardin, İsveçli genç bir kız. Güney Amerika'daki haksızlıklar hakkında yazıları falan var. Kendini sosyalist ve de hayvan hakları savunucusu olarak tanıtıyor. Julian'la partilere gitmeyi seviyor ve ondan hoşlanıyor.
(Kanıtı azzz sonra!..)
Şimdi, Julian'ın tecavüzüne uğradığını iddia ediyor...
Öyle mi değil mi?
Bu yılın 14 Ağustos akşamı, Ana Ardin ve Julian, İsveçte bir partiye katılıyorlar. Partiden sonra o gece 'birlikte oluyorlar'.
(Türkçe artık böyle deniyor malesef!)
Çok sonra Ana Ardin, o gece Julian'ın tecavüzüne uğradığını iddia ediyor. Gerisi malum.
Tutuklama emri, uluslararası arama kararı ve Julian'ın geçen gün Londra'da polise teslim olması.
Julian tutuklu.
Tecavüz iddiasının, Amerikan diplomatlarının kriptolarını yayımlayan WikiLeaks'i susturmak için bir tür uluslararası operasyon olduğunu söyleyen çok. İlk belgeler yayımlanır yayımlanmaz, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin yoğun bir şekilde Julian'ı aradığı ve bulup yakalamak için böyle bir yola başvurdukları konusunda kuşkular var. "İsveç'in bu konudaki sert yasalarını işletip, tutuklama kararı çıkartmak nisbeten kolaydı" diyorlar. Julian tecavüz etti mi? Etmediğine dair ilk kanıtlar var. Ama buna rağmen kabahatli...
Şimdi şöyle...
Ana Ardin, bir çok kişi gibi Twitter'da twit'leyip duran kızlardan biri. Partiye gidecekleri gün birçok arkadaşına, Julian'la partiye katılacağını söylüyor ve arkadaşlarını da çağırıyor. Bununla da yetinmiyor.
"Tecavüze uğradığı" gece sabaha doğru, -Julian ondan ayrıldıktan sonra- ona şöyle twit'lemiş:
"Dışarıda oturuyorum. Saat (gece) 2 ve hiç üşümüyorum, dünyanın en cool en smart insanlarıyla beraberim. Tam anlamıyla harika."





Julian o sırada nerede?!..
İşte asıl soru galiba bu. Yukarıda da göreceğiniz gibi Ana Ardin mutlu/mesut. Romantik bir gece geçirmiş. Ama Julian kayıp. Nerede?!..
Ana Ardin, bu twit'i hesabından silmiş. Ama internette 'Cache' denen bir bellek var malumunuz -o unutmuyor. Yakın zamana kadar orada durmuş.
Şimdi WikiLeaks'i destekleyen meraklı vatandaşlar, bu twit'in o bellekten de silindiğini tesbit etmişler. Ana Ardin, daha garanti olsun diye herhalde, kendi blogunu bile silmiş...

Julian, İsveçe'e gelince, dokuz gün boyunca Ana Ardin'in evinde kalmış.
Şimdi buraya dikkat...
Bir de S. Willen diye bir kadın var biliyorsunuz... 
(Julian aynı gece Ana Ardin'den sonra onunla da yatmış!..)
İki kadın birbirinden haberdar olunca, aldatıldıklarını anlamışlar ve -her kadın gibi- fena halde sinirlenmişler... 
Ve ikisinin de aklına İsveç tecavüz yasası gelmiş -veya birileri onların aklına getirmiş!..
Vee Julian'ın canına okumuşlar!..
(Mıdır?!..)
Bu benim versiyonum. İki kadını buna "teşvik edenler" de bu versiyona dahil.
İşte böyle bir aldatılmış kadınlar olayı var ortada ve Julian'ın saçları beyaz olmasına rağmen kendisi, sütten çıkmış ak kaşık değil malesef.
Twit'lerin İnternet belleğinden silinebilmesinde, ancak gizli servislerin "yardımcı" olabileceği söyleniyor. Şimdi o twit, yani kanıt, güya yok!..
(İşte o "olmayan" twit'i yukarıda görüyorsunuz!)

Öğrenciden yumurta yiyen politikacının açılan zihni ve tabii İsrail!..

Taksi sahil yolunda ilerlerken, aşırı derecede düzgün diksiyonlu bir spiker, haberleri sunuyor...
(Aşırı derecede düzgün diksiyon şöyle oluyor: Mesela 'Dolar'ın 'A'sını, 'La havle'nin 'A'sı gibi, telaffuz ediyor!)
Ankara Siyasal'da öğrenciler, Süheyl Batum'u yirmi dakika protesto edip konuşturmamışlar.
Sesli sesli gülmeye başlıyorum.
Şoför radyonun sesini biraz daha açıyor.
Spiker, kibarlıktan dökülerek konuşmaya devam ediyor.
"Burhan Kuzu, polislerin etten duvarı arasından geçerek salona girdi."
(Sırf Süheyl Batum'la karşılaşmamak için herhalde, Batum'un konuşmasından bir saat sonra...)
Ben, daha yüksek perdeden gülmeye başlayınca, şoför de benden cesaret alıp radyonun sesini iyice açıyor.
"Burhan Kuzu'ya yüz yumurta atıldı."
(Demek birisi, Burhan Kuzu'nun kaç tane yumurta yediğini üşenmeyip saymış!)
Ben bunu duyunca koptum -yani gülme krizi!..
Kuzu, dekan dahil herkese esip gürledikten sonra öğrenciler için, "Yumurtayı yeselerdi zihinleri açılırdı" da demiş üstelik!
"Bol bol portakal yersen nezle olmazsın" cinsinden entelektüel bi' laf!..
Anlamı şu mu:
"Bol bol yumurta ye de, aklın başına gelsin..."
Şimdi öğrenciler politikacılara tam da bunu yapıyorlar...
Anlamadığım şudur...
Neoliberal "Müslümanlar"ınki nasıl bir rasyonel zihindir ki, 'yumurta' denince sadece fiyatı ya da besin değerini düşünür?!.. Bu ne can sıkıcı, ne yavan, ne espri fukarası bir zihindir? Yapılana neden gülemez, neden bir espriyle karşılık veremez?!.. Halbuki kendine, kendi haline gülebilse, kibirli olmasa, yumurtanın zararı değil yararı bile olabilir mesela...
Bu zihniyetin, adam olması için daha çok yumurta yemesi gerekiyor...
Ta ki demokrasiyi ve yumurtayı hazmetmeyi öğreninceye kadar...
Öğrenciler, kibirli karizmaları cayır cayır çiziyorlar...
Başbakan, eylemi "eleştirmiş."
"İki haftadır İstanbul'da planlanan oyun ne ise, iki haftadır İstanbul'daki tuzak tezgah ne ise, Siyasal bilgiler Fakültesi'ndeki olay aynıdır..." demiş.
İsrail'dir israil!.. İsrail tezgahlamıştır!..
(Yav bu adamlar sahiden mi böyle, yoksa kendileriyle kafa mı buluyorlar?!..)
"Oyun...", "Tuzak...", "Tezgah..."
(Bu nasıl bir iç dünyasıdır?!..)
Başbakan'ın rüyalarına giriyordur...
"Bunun adı asimetrik savaş!.." 
O nazik bedenine, çizgili ipek kravatına yumurtalardan biri kazara deyse... 
Yüz korumanın yüzü de otomatik silahlarını çekse... 
-Aman Yarabbi! 
Yumurta atana, kurşun da sıkılmaz ki... 
Hem dünya ne der?!..
(Ne kabus ama!..)
Başbakan'ın "eleştiri"sinin tercümesi galiba şöyledir:
"Aman çocuklar!... Beni seçenler, etrafımdaki yalaka tipler, hepsi güce taparlar. 
Beni yumurta atıp madara ederseniz, karizmamı çizerseniz, bunları bana güldürürseniz -biterim... Yumurtayı boşverin de tebeşir atın, kalem-silgi atın, hatta taş atın ama yumurta atmayın... 
Yumurta olmaz!.."
Dirilen gençlik hareketinin sembolü, cillop gibi beyaz yumurta... 
Ak ak!.. Silahtan daha etkili...
(Devrimci Yumurtayla Kurtuluş Partisi - Cephesi!..)

Yaşayın çocuklar!..
(Fikirlerinizin bir kısmı fena halde demode, hatta şablonist Kemalist olsa da...
Buna rağmen...)
Yaşayın!..

Julian Assange ve Türk Hükümeti'nin İsrail'e inancı!

Julian, bu sabah Türkiye saatiyle 11.30'da kendi isteğiyle, sokakta gördüğü bir polis memuru ile birlikte Lonrda'da bir polis karakoluna giderek teslim oldu. Kendisine çok nazik davranıldı. Bir saat süren ilk sorgusundan sonra tutuklandı. 14 Aralık günü yapılacak duruşmasına kadar tutuklu kalacak. Karakolun önündeki basın ordusuna sızan ilk sözleri, ABD kriptoları nedeniyle insan hayatını tehlikeye attığı iddialarına, "Bu süre zarfında bizim açıklamalarımz nedeniyle kimsenin hayatı tehlikeye girmedi, ama ABD geçtiğimiz aylar içinde binlerce insanı öldürdü" oldu. Julian'ın diğer sözü, tüm genç devrimcilerin hoşuna gitti: "We are the underdogs."  
(İşte bu hoş!..)
WikiLeaks'in belgeleri kimseyi tehlikeye atmadı...
Amerikalı görünce şakıyan AKP'li XXXXX'ler bunun şahidi ve kanıtı olmalılar.
(Ayrıca... O isimlerin kaç adet 'X'den oluştuğu, 'X' sayısı çok şey söyleyebilir!)
AKP'liler, WikiLeaks belgelerinin bir İsrail komplosu olup olmadığını da, Amerikan belgelerinde adı 'X'lerle verilen bürokratlarına sorabilirler. 
Almanya, böyle köstebeklerden birini ortaya çıkardı ve hemen kovdu...
Ne demekse, "Cadı avı yapmak istemeyen" köstebeksever AKP Hükümeti, kendi köstebeklerini kovmuyor, koruyor!..
(Acaba İngilizce bilen adam kıtlığı mı var?!..)
WikiLeaks dün de, ABD için dünyada hayati önemdeki yer ve kuruluşların listesini yayımladı. Bugünkü gazeteler, bu haberlerle doluydu. (Türkiye'de: Boğazlar, Bakü-Ceyhan boru hattı ve iki Türk metal firması)
Lulian şimdi mahkemede konuşabilir ve bütün dünya da onu dinleyebilir...
Dünya siyasetini allak bullak edebilecek 1.4 GB büyüklüğünde bir dosyayı şifreleyerek, yüzbin kadar kişinin indirmesini sağladı. Kırılması kesinlikle imkansız bir şifreyle korunan dosya, Julian'a fazla sırnaşıldığı takdirde açıklanacak.
Bu arada başka şeyler de oldu.
Mesela, WikiLeaks'e bağış toplayan internet hesabının sahibi olan İsviçre bankasının sitesi, banka hesabı kapatınca çökertildi.
Daha önce Amerika'nın Vietnam'da işlediği suçları 68'liler devrinde açıklayan bir emekli asker de, WikiLeaks sitesini listesinden silen Amazon'u protesto etti. Protestolar sürüyor.
Son haber, Julian'ın serbest bırakılması için kefalet ödemeyi öneren kişilerin ortaya çıkması. mahkeme bunu reddetti, ama WikiLeaks'e destek her kesimden geliyor. Aralarında nisbeten zengin sayılabilecek birkaç kişi de var.
Diğer haber Twitter'da, bazı büyük gazete redaktörlerinin, yayınlanan WikiLeaks dosyalarının seçiminde gazetelerin pek bir etkilerinin olmadığını anlattığı haberiydi.
Julian'ın avukatı, İsveç'deki davanın "siyasi bir dava" olduğunu açıkladı.
İşin aslı şu: Julian bu Ağustus ayında İsveç'de iki kadınla cinsel ilişkide bulunmuş. Kadınlardan biri (veya ikisi), Julian'ın onu korunmadan sevişmeye zorladığını iddia ediyor. Julian bunu reddediyor. Ama bunun için Julian'ın kırmızı bültenle tüm dünyada aranması, olayın siyasi olduğu kuşkularını güçlendiriyor.
Julian'ın avukatı, onun ABD'ye teslim edilmemesi için çabalıyor. Bu, şimdilik söz konusu değil. ABD'de bazı çevreler onun ABD'de yargılanmasını istese de, Washington'da haala hakimler var.
(Bak buna en çok AKP'li "Müslümanlar" şaşırır ABD'li Müslümanlar değil!..)
Julian'ın ABD'ye teslim edilmesi, küçük bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.
Bu arada, burada tahmin ettiğimiz oluyor ve "Komplo teorisi komplosu!" işliyor!
(Bkz. iki gün önce bu blogda çıkan yazı)
İslamcılığın amentüsü 'Antisemitizm'e, İsrail'in dünyadaki her ota maydanoz olabilecek kadar büyük gücüne, İsrail'in herşeye kadir olduğuna din gibi inanan Hükümet'i İsrail oynatmaya başladı gibi.
İsrail'in gücüne bu kadar inanan, bu kadar çok "devlet adamı"nı İsrail'de bile bulmak güç.
İşte bu yüzden, İsraillilerin WikiLeaks olayına sevindikleri belli. Çünkü böyle olaylardan sonra bütün Emevi devletleri, İsrail'in herşeye kadir bir güç olduğuna yeniden iman ederlerdi; o ülkelere şimdi bir de Türkiye katıldı. Ve aman, "herşeye kadir" İsrail hakkımızda yeni belgeler yayınlatmasın diye, İsrail'le aradaki buzları çözüverdiler!
(WikiLeaks'in bundan haberi olmadığı kesin!.. Yakında duyarlar ve çok gülerler herhalde.)
Julian, chat yaparken, Türkiye ile ilgili sorularla ilgilenmemişti. Belge sayısı çok da olsa, WikiLeaks'i Türkiye pek ilgilendirmiyor. Belgelerdeki asıl konu, ABD'nin itibarı ve Irak. 
O inanılmaz çapsızlığıyla, Türk Hükümeti'nin kendini bu kadar önemsemesi, tam bir komedi. 
(Bütün bu olaylar, aslında AKP'ye karşı İsrail komplosuymuş. Yani İsrail, kendisi dahil -İsrail hakkında ikibin kripto var-, ABD'yi, Avrupalıları falan, aslında AKP için yakmış!)
Hükümetin vasatlığı, dünyadan bi-haber olması, olmayan analiz kabiliyeti falan biliniyordu. Ama son olaylarla birlikte sergilediği, "Her şeye kadir ulu İsrail" itikadı, cahillik ötesi bir durumdur.
Hele Davutoğlu'nun, "Osmanlı Milletler Topluluğu kuracağız" açıklamaları, kırmızı bir Yeni Osmanlı haritası göstermesi, Amerikan Rambo serisi ve İngiliz James Bond filmlerindeki jeostrateji seviyesinde. Çok heyecan verici bir şey, çünkü insan kendini sinemada sanıyor!.. Koskoca bir dışişleri bakanının 21'inci yüzyılda kendi kendine böyle film açıklamalar yapması çok komik!..
(Artık onun hakkında "Tehlikeli bir adam" denmiyordur, "Filim bir adam" deniyordur herhalde!)
Tek tek devletlerin görünmediği o yekpare kırmızı haritadaki devletlerin ve milletlerin de bu haritadan haberi var mı?
(Varsa, bundan sonra sadece ABD'lilere değil, Türk diplomatlara karşı da dikkatli ve soğuk davranacaklardır.)
Sadece otuz tane belge yetti. WikiLeaks turnusol kağıdı işlevi gördü, Hükümet ve XXXX'leri dünyaca ünlü oldular.
Ak koyun kara koyun belli oldu.
Şimdi onları güdecek bir TurkoLeaks aranıyor.