Gerçeklerden kopuş ve halkın aptallaştırılması sorunu (14)


Gazete tirajları düşüyor, televizyonlar artık seyredilmiyor. Seçmenlerin politikaya olan ilgileri azalıyor ve kimse kendini siyasi partilerden herhangi biri tarafından hakkıyla temsil edilir hissetmiyor. Türkiye için de geçerli olan bu tür “yenilikler”in yanında Avrupa ülkelerinde seçimlere katılım da mütemadiyen düşüyor, kiliseye artık vergi ödemeyip Hristiyanlıktan çıkanlar, bazı Avrupa ülkelerinde halkın yarısına yakınını teşkil ediyor. Türkiye’de kaydı tutulmadığından, İslam’ı terkedenlerin sayısı ve oranı bilinmiyor, ama halkın bazı kesimlerinin dinden uzaklaştığı, artık bir sır değil. Eğitimin kalitesi sürekli düşüyor. Pandemi sırasında okulların kapatılmasının ardından bu durum bir parça düzelmiş olsa da kalite kaybı çok net ve bu listeyi uzatmak mümkün.

Halkın siyasete ilgisizliği karşısında siyasi partiler ya sürekli vitrinlerini yeniliyor ve kaybettikleri güveni ilgiyi yeniden kazanmak için uğraşıyor, ya da parti içi didişmelerle kendilerini yeniledikleri/yenileyecekleri izlenimi vermeye çalışıyorlar. Bu duruma karşı yeni hiç bir siyasi duruş, aktivite ve fikir geliştiremedikleri için, “Moralizm” yani ahlakçılık/etikçilik üzerinden, iktidarları uyarmakla ve sadece konuşmakla yetinen bir muhalefet mevcut. Partilerin konulara yaklaşım dilleri de “dünkü” gibi, yani on-onbeş yıl öncesindeki, herşeyin nisbeten daha iyi işler göründüğü zamanlardaki gibi. Siyasiler halktan kopuyor. Basın ise, siyasetin kendi içindeki didişmelerin şov malzemesi olacak kısmına ilgi gösteriyor. Bu çizginin dışında işleyen basın organları istisna mahiyetinde.

Dünyanın her yerinde, halkın ve siyasilerin “Gerçeklikten kopuşu” ve “kendi konforlu gerçeklerini üretmesi” gibi yeni bir durum sözkonusu. İnsanların gerçeklikle ilgisiz tepkiler vermesini sağlayan bu durum, mesela “Düzdünyacılar” gibi bir akımın bu dönemde ortaya çıkmasını sağlıyor. Gerçeklikten kopuşla birlikte, “Halkın aptallaşması” gibi yeni bir fenomen de yaşanıyor. Herkesin cep telefonu üzerinden her türlü habere ulaşabildiği ve sosyal medyayı kullandığı bir zamanda böyle bir halin ortaya çıkabilmesi, medyayla birlikte sosyal medyayı da sorgulamayı gerektiriyor.

İnternetin yaygınlaşması, yaşadığımız 21’inci yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vurmuş olsa da, bu -nisbeten- yeni buluşun halen nasıl kullanıldığı önemli.

İnsan sosyal bir varlık ve gözüyle görüp eliyle tutabildiği bir gerçeklik hakkında başkalarıyla birlikte konuşup yorum yaparken, başkalarının da gerçekçi olabileceğini biliyor, çünkü konuşup yorumladığı şey aynı. Elle tutulur aynı somut konuyu/şeyi konuşurken yapılan yorumun doğruluğuna güveniyor, çünkü çok somut/aynı veriden yola çıkılıyor ve konuşup yorum yapanlar da birbirinin sağlamasını yapmış oluyor.

Günümüzde medyada ve sosyal medyada, somut verilerden değil, doğruluğu ve güvenilirliği kuşkulu verilerden yola çıkılarak yorum yapılıyor, aynı şeyi çok sayıda insanın ‘gerçeklik’ somutluğunda algılayıp konuşabilldiği bir durum bulunmuyor. Sürekli tek taraflı ve hatta manipule edilmiş haber ve enformasyon yayan medya için bu durum daha da vahim. Haberleri karşılaştırarak doğrulamak da genellikle yanıltıcı olabiliyor, çünkü aynı yanlış/manipule haberin klonlarını okuyorsunuz ve dikkat etmezseniz, aynı yanlış haberin başka bir versiyonunu okuduğunuzu anlayamıyorsunuz.

Konuşulan ve yorumlanan bir konunun, herkesin aynı algılayabileceği somut/doğru verilerle doğrudan ilişkisine “triangulation/Triangulität”, yani “nirengi” diyoruz. Manipule edilmiş medyada ve kısmen sosyal medyada bu olmadığından, gerçeklerden kopuk yorumlar yapılıyor ve kolayca yankı odaları oluşabilliyor, belli kesimler kendileri için konforlu “gerçekler” üretip, somut dayanağı olmayan “kanaatler” oluşturuyorlar ve onlara inanıyorlar. Eğitim kalitesinin bozulmasını da buna ekleyince, muhakeme yeteneğinin düştüğü, dayanaksız inancın, bilgiyle verilen kararların önüne geçip gerçeklerden kopulduğu bir durum ortaya çıkıyor. Buna, bir tür “kitlesel aptallaşma” da diyebiliriz. Bu fenomene sosyolojide “Volksverdummung”, yani “halkın aptallaştırılması” deniyor.

Gene de üzüntüye mahal yok. Tarihi daima azınlıklar ve kişiler yapar, kitleler de sonra onlara uyar…

Saldırılamayan, fethedilemeyen ülke İsviçre


Orada “İsviçre” diye bir ülke var uzakta ve şimdiye kadar ne Hitler’i ne Mussolini’si ne de başka bir psikopat politika canavarı işgal etmeye cesaret edebilmiş. Konu, savaştan açılınca, “tarafsız İsviçre’ye ihtiyaçları vardı” falan denir ama asıl gerçek şu: İsviçre alınamaz…

Kendimi bildim bileli kalem kutumda en küçüğünden bir İsviçre çakısı bulunur, hem de yurtdışı seyahatlerinde şimdiye kadar üç kere el konmuş olmasına rağmen yeniden almışımdır. Bu çakılar, İsviçre ordusunda demirbaştır, -ya da ordu yerine “milis” mi demeliyim…

İsviçre, GSMH’dan kişi başına düşen “miktar” ile Dünyanın en zengin ülkesi sayılıyor, bana göre Almanca konuşan Kantonu, Bavyera’nın daha gelenekçi kasabalı şık halidir, Alp Dağları ve eteklerindeki o masalsı köylerinin ve düzenli şehirleri ile sessiz sakin bir ülkedir. Kızkardeşim ülkenin, gitmediğim İtalyan ve Fransız kantonlarını seviyor. Papa, yüzyıllardır en yakın korumalarını ve muhafız alayını İsviçreli askerlerden oluşturur, yani İsviçrelilerin bir de askeri dehası olmalıdır, sadece bankaları, kaliteli çikolataları ve pahalı saatleri değil. İsviçre’nin 150 bin profesyonel askeri var ve askerlik yapan herkes, terhis olduktan sonra silahlarını evine götürebiliyor, yılda bir kez iki haftalık eğitimlere katılıp bilgilerini güncelleyebiliyor. İsviçre’nin dağların içlerine gizlediği birçok askeri üssü, hatta hava üsleri var. İsviçre, savaşa hazırlık babında inşa edilen sayısız dağ sığınağına sahip ve bunların bir kısmı barış döneminde şarap mahseni olarak veya peynir dinlendirmek amacıyla, veya yüksek teknoloji üssü niyetine kullanılıyor.

Hitler’in elbette İsviçre’yi işgal etmek gibi bir planı vardı, adı da “Operation Tannenbaum” idi, ama yemedi. Neden?

Elbette sadece askeri önlemler, bir ülkeyi “saldırılamaz yer” yapmaz. İsviçre’nin geleneksel tarafsızlığı ve bankalar merkezi haline gelmiş olması, kuşkusuz önemliydi ama askeri bakımdan da “alınamaz” bir yerdi ve Hitler’in Rusya için kullanmayı düşündüğü kuvvetlerinin küçümsenemeyecek bir bölümünü İsviçre’nin alınmasına ayırması gerekmekteydi. İsviçre -Putin’in Ukrayna’ya saldırışına kadar- öyle tarafsızdı ki, Birleşmiş Milletler’e bile daha 2002 yılında üye olmuştur.

İsviçre’nin ‘dahice’ diye nitelenebilecek bir savunma stratejisi var. Ülkeye dışarıdan kara yoluyla ulaşmak, sadece köprüler ve tüneller üzerinden mümkün ve sadece bunlar değil, şehirlerin altyapılarını işleten tüm yapılar da, her an havaya uçurulabilir şekilde inşa edilmiştir. Yani İsviçre, karadan gelecek herhangi bir işgali, ülkenin dış Dünya ile bağlantılarını havaya uçurarak hemen durdurabilir ve kimsenin bilmediği dağ üslerine çekilebilir, hatta halkını da dağlara taşıyabilir. Ülkenin her köşesinde gizli (ya da açık) askeri direniş alanları, irili ufaklı silah depoları bulunur, mesela tankların ülkeye girmesi neredeyse imkansızdır. Gerisi, yüksek teknoloji kullanan asimetrik bir savaştır. İsviçre, her yeri tuzaklanmış, şehirleri derhal işlemez hale getirilebilen bir ülkedir ve ülkeyi işgale dayanabilecek ve işgali “kazanımlı”/anlamlı kılabilecek bir ordu galiba yoktur, zira İsviçre’nin bir köyü bile alınsa, alanlar orada hiçbir şeyi kullanamayacak, hiçbir şey işlemeyecektir. Bugünkü İsviçre, 1848’de Anayasasını yazıp resmen kurulduğundan beri kimsenin işgal etmeye yeltenemediği Avrupa ülkesi.  

İsviçrelilerden öğrenilecek çok şey var...

Nazım Hikmet ve İstanbullu Friedrich Schrader’in “Şeyh Bedrettin” yazısı 1918


“Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak.”
Nazım Hikmet böyle güçlü bir dil kullanır “Şeyh Bedrettin Destanı”nda, onu şarkılaştıran Cem Karaca da çok güzel söyler…
   Şair, Şeyh Bedrettin’in tarihteki varlığını nasıl öğrendi?
   “Vorwärts” gazetesinde çıkan bir yazıdan olabilir…
   Sosyalist Friedrich Schrader, İstanbul’da 1908’de arkadaşlarıyla Almanca “Osmanischer Lloyd gazetesini yayımlamaya başladığında 43 yaşındaydı ve 1891’den beri Bebek’deki Robert Kolej’de Almanca öğretmeni olarak çalışıyordu ve çeşitli Alman gazetelerinin İstanbul muhabirliğini de yapıyor, (bugün hâlâ yayımlanan) zamanın ünlü Sosyalist gazetesi Vorwärts’e “İştirakî” takma adıyla (Osmanlı döneminde eski Türkçe “Sosyalist” anlamına geliyor) fikir yazıları, dönemin önemli sosyalist önderi Karl Kautsky’ye mektuplar gönderiyordu.
   Schrader, zamanın Türk sanatçıları ve yazarlarıyla da tanıştığından, onları Almanya’da tanıtıyor, eserlerini Almancaya kazandırıyordu; mesela Şinasi’yi, Namık Kemal’i, Halide Edip’i Dünyaya o tanıttı.
   1918’de Cihan Harbi sona erince Osmanische Lloyd da İngiliz İşgal kuvvetleri tarafından yasaklandı, Schrader ve şehirde yaşayan birçok Alman sınırdışı edildi, Ukrayna üzerinden Berlin’e döndü, sosyalist ideallere bağlı kaldı ve 1922’de orada hayata veda etti. (Edebî yazıları 2015’de Türkçe yayımlanmıştır)
   Schrader, “İştirakî” takma adıyla Vorwärts’in kültür ekine “Müslüman Komüstler” başlıklı bir yazı yazmıştı ve ilk kez Avrupa’da Sol bir gazete ile, Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa tanıtılmıştı.
   Nazım Hikmet Almanca da biliyordu ve 1917-18 yıllarında Heybeliada’daki deniz lisesine devam etmişti. Aynı dönemde Schrader’in büyük oğlu da Türkiye’de büyüdüğü ve anadili gibi Türkçe konuştuğundan, okul komutanı Kurt Böcking’in tercüman olarak görevlendirilmişti.
   Sol fikirlere açık Nazım Hikmet’in, Vorwärts’in ekinde yayımlanmış yazıyı okuma ihtimali yüksek. Schrader’in yazısında, Şeyh Bedrettin’in düşüncelerine ve hikayesine yer veriliyordu.
   Nazım Hikmet “Şeyh Bedrettin Destanı”nı 1932’de kapatıldığı Bursa Cezaevi’nde yazdı ve bu konuda sadece, “Bedrettin hakkında bir yazı okumuştum” demişti, -o yazı muhtemelen İstanbullu/Berlinli sosyalist “iştirakî”nin yani Friedrich Schrader’in yazısıydı.

Bkz:
Friedrich Schrader, 
“Istanbul, 100 yıl öncesine bir bakış.”
Remzi Kitabevi 2015

Nazım Hikmet
“Bütün Şiirleri”
Yapı Kredi Yayınları 2007

Vecihi Timuroğlu
“Şeyh Bedrettin, Varidat”
Türkiye Yazıları 1979

Michel Balivet
“Şeyh Bedrettin, Tasavvuf ve İsyan”
Alfa Yayınları 1995

İklimsel bozulmaları durdurmak ve radikal değişim


Küresel Isınmanın Dünyayı nasıl etkilediği ve yaşam koşullarını nasıl zorlaştırdığı her yıl biraz daha netleşiyor. Bu yıl da sıcaklar, anormal bir hal aldı ve sağlı tehdit eder hale geldi. Yunanistan ve Çanakkale yangınları, doğrudan yerleşim birimlerine de indi ve yangına ormanda yakalanan insanlar yanarak öldüler. Takip ettiğim bilim dergilerinden “Spektrum”da, mevsimlerin yavaş yavaş çığrından çıkma eğilimleri ve yaşanan anormalliklerin, ekosistemdeki, tarımdaki, insan sağlığı üzerindeki etkilerini anlatan kapsamlı bir makale vardı. Avrupa’da bahar, artık Ocak ayında başlıyor. Buna göre bir çok yerde çiçekler erken açıyor, kuşlar farklı zamanlarda yumurtluyor ve yaşam zincirinde gözlemlenen gelişmeler de çok daha tehlikeli değişimlere gebe.

Bilimciler bozulmanın ne zaman başladığı konusunda farklı fikirlere sahipler ama büyük bir hız kazanmasının 1992’de başladığını söyleyenler var. Bazıları, iklimlerdeki bozunmanın son sürat ilerlemesini 2001’de başlatıyor, bazıları da 2011 yılını esas alıyor. Mesela orta Avrupa’da “Bahar öncesi” diye sınıflandırılan dönem her zaman 10 Şubat’da başlarken, Almanya’da 2023’de 16 Ocak’da başladı. Japonya’da Kiraz Çiçeklerinin açılışı bin yıldır çok özel bir zaman sayılıyor ve Kiraz Çiçeği Bayramı 712 yılından beri kutlanıyor. 20’inci Yüzyılın başından beri Kiraz çiçekleri giderek daha erken açıyorlar ve bu da endüstrileşme ile başlayan hava kirlenmesi ile ilgili.

Florida Üniversitesi’nden Jeremy Cohen, iklim değişikliğinin en çok küçük hayvanları etkilediğini yazıyor. Bu konuda tüm Dünyada 127 yeni bilimsel araştırma yapıldığını öğreniyoruz. 1950’den beri kuşlar yumurtalarını her on yılda bir 2.8 gün daha erken yumurtluyorlar. Bu süre deniz kuşlarında 9.1 gün, böceklerde 2.2 gün.

Konu giderek ciddileşiyor. Beslenme zincirlerinin bozulma tehlikesi en önemlisi. Bu konu bir karışırsa, yeni dengeler oluşana kadar kaç tür yok olur, İnsanlar buna nasıl uyum sağlar, hangi yeni hastalıklar ortaya çıkar, Tanrı bilir.

Kâr uğruna sürekli birşeyler üretmek, üstelik bunu kitlesel bir şekilde yapmak ihtiyacı duyan ekonomik sistemin ve ona can veren çalışma sisteminin, insanların kendilerinin/başkalarının değerini mülkiyet üzerinden ölçmeye devam ettikleri zihniyeti terketmemeleri halinde, birkaç geçici önlem ile durumu tersine çevirmeleri ihtimali şimdilik görünmüyor; ayrıca “en ileri siyasi sistem” sayılan demokrasinin bu konularda hiç bir işe yaramadığı da anlaşıldı. Sadece bu durum bile, bilinçaltlarında demokrasilere karşı işliyor.

Pandemi sırasında fabrikalar kapanıp otomobiller ve uçaklar işlemeyince iklimlerde belirgin bir düzelme farkedildi. O halde ilk elden yapılması gereken, fosil kaynaklı yakıtların kullanımını durdurmak ve bu konuda sahici bir devrim gerekiyor. Bu alanda önemli olacak konu, 2020 sonrasının yeni Postkapitalist Çağ’ında “birey” odaklı, “Yeryüzü benim çiftliğimdir” anlayışının aşılması bir zorunluluk gibi duruyor. “Ben” yerine “Biz” anlayışının yükselişi, kâr/madde odaklı değer sisteminin değişmesi gerekiyor. Doğada yaşam zincirlerinin kopmadan devam edebilmesi ve kendince değişime uyum sağlayabilmesi için, “el değmemiş doğal alanlar”ın genişlemesine izin verilmesi ve böyle eğilimlerin desteklenmesi gerekiyor. Yani bir gelecekten bahsedebilmek için, değil ağaç kesmek, belli bölgeleri el değmemiş doğal alanlar haline getirmek amacıyla insanların girişine kapatmak önem kazanıyor.

Yeter ki İnsanlar kendi soylarının geleceğini düşünerek doğru adımlar atsınlar ve daha mütevazi, daha az çalışılan ve betonu azaltılmış daha yeşil bir Dünyada yaşamaya karar versinler, mutlaka bir çok konuda düzelme olacaktır ve İnsan soyu da yeni tür uygarlıklarla varlığını sürdürecektir. Ama bunun için yönetimsel köklü değişikliklerin yanı sıra, deli gibi üretip tüketen kapitalist ekonomiye ve iklimleri mahveden fosil yakıtlara “Dur” denmesi şart.

Türkiye’nin İbn Haldun’cu anlamda ‘Asabiyet’ haritası ne alemde? (13)


Matematikçi/tarihçi Peter Turchin, İbn Haldun’un ünlü eseri “Mukaddime”de enine boyuna değindiği ‘Asabiyet’ terimini esas alan ‘Kliodinamik’ metodunu kurmuş olan kişi. “Tarihi, 20’inci yüzyılda “doğal” sayılan diyalektik linear gelişmeler ötesinde, döngüler üzerinden okumaya” odaklanan Kliodinamik, 2020 sonrasından başlayarak değişmekte olan Paradigmaya uygun bir “tarihe yaklaşım tarzı” olarak dikkat çekiyor. Daha 2012’de, “Maya Takviminin ve Dünanın Sonu” korkularını, “2012 bir şey değil, asıl 2020’den sonrası fena” diye yorumlamış biri Turchin. Tarihte sadece geçmişe değil, geleceğe doğru da bakabilmek için, zamanın ruhuna uygun yeni metodların giderek popülerleşmesi doğal. Astrolojinin (ve ülkeleri/tarihi esas alan ‘Mundan Astroloji’nin) polüler hale gelmesinin nedenlerinden biri de böyle bir şey.

Peter Turchin’in fikirleriyle ilgilenirken, son kitabı “End Times”ı ve kitap hakkında yazılmış bir eleştiri kitabını okudum. Turchin, karmaşık modeli ile toplumların tarihi süreçteki dinamiklerinin matematiksel modelini çıkarıp onları istatistikler üzerinden geçmişe ve geleceğe doğru yorumluyor. Tabii asıl konu, İbn Haldun’un ‘Asabiyet’ terimiyle, yani toplumların dayanışma/yardımlaşma/birlik dinamiğinin yükselip alçalması ile ilgili olunca, insanın aklına hemen, Francis Marion-Crawford’un geçen hafta okuduğum “1890’larda istanbul” kitabında da bahsettiği o terim yeniden geliyor: Rusların Dünyaya malettiği “Boğaziçi’ndeki hasta adam” terimi. 

Francis Marion-Crawford, 19’uncu yüzyıl versiyonuna şahit olduğu İstanbul’da, şehrin o muazzam canlılığını Galata Köprüsü trafiğini seyredip bir kez daha yaşarken, köprüye yanaşan vapurlar, kayıklar, geçiş ücreti ödeyip köprüden gelip geçen renkli kalabalığa bakıp, “İstanbul, ‘Hasta Adam’dan başka herşey” diyordu. İstanbul, Turchin’in bahsettiği o sağlıklı ‘Asabiyet’e rağmen büyük bir güç yitimi yaşadı -veya yaşadı mı? İstanbul, Turchin’in deyimiyle “her emperyal halkın sahip olduğu”, çok canlı özverili ve sağlıklı bir dayanışma/yardımlaşma kültürüne, yani ‘Asabiyet’e sahipti/sahip (Eski İslam kültürü, halkın ‘Asabiyet’ dinamiğini “batıl” saydığından, negatif bir faktör olarak kategorize ediyor). Turchin, sağlıklı ve güçlü ‘Asabiyet’in, daima bir tür merkez/odak teşkil ettiğini, imparatorlukların o merkez halklar etrafında şekillendiklerini anlatıyor. ‘Asabiyet’in korunması için, farklı komşu etnik/dini bütünlerle çatışma/gerginlik içinde olması gerekiyor. Emperyal halklar, ‘Asabiyet’ üreten çatışma sınırlarını kendilerinden uzaklaştırmak için genişliyorlar ve bir zaman sonra ‘Asabiyet’lerini (canlılıklarını) kaybediyorlar. Bu da sonun başlangıcı demek.

Turchin’i ilginç kılan, çok boyutlu bir matris gibi incelediği tarihin çeşitli döngülerine bakarak, mesela ABD’nin sonunu ilan etmiş olması. Öngörüsünü anlatmak için öne sürdüğü gerekçeler bir değil beş değil, oldukça çeşitli alanlardaki dönüşümlerle ilgili, tabii esasen bazı temel kurallara dayanıyor ve onlardan biri, “Elitlerin/zenginlerin sayısının, halkla oranlandığında, gereğinden fazla (finanse edilebilir olmak ötesi) artması.” Sunî bir şekilde zengin/elit artışı ve halkı birleştiren, ‘Asabiyet’in aşınması ile, elitler arasında ve yukarıdakilerle halk arasında ikilik çıkıyor. Hiçbir ülkenin hayrına olmayan gelişmeler.

Türkiye, Turchin’in dikkat çektiği “fazla elit üretimi”nden muzdarip (burada “Elit”ten, “sonradan hızla olma/görme yeni zenginler”i kastediyorum). Fransız İhtilali öncesi Fransa’sında, onca salgın hastalık ve felaketten çoğalarak çıkan “asiller”in göze batarak nasıl nefret objelerine dönüştüklerini Turchin kitaplarında ayrıntılarıyla anlatıyor ve bu elitlerle halk arasındaki sağlıklı ‘orantı’nın önemine dikkat çekiyor. Türkiye’yi Turchin’in karmaşık yöntemleriyle inceleyip denetleyecek/yorumlayacak yaklaşımlar henüz yok. Sol ve Sağ’dan olsun, hâlâ, “çağdışı”, “ileri-geri” gibi 1945 sonrasının linear kategorilerini temsil eden terimler kullanılıyor, veya tarih/sosyoloji/siyaset/mistisizm konularında inanılmaz derecede sığ Astrologların yorumlarına bel bağlanıyor. Yılbaşı programlarının baş konukları da Astrologlar, ama bunun çok anlaşılabilir bir nedeni var: Konulara linear eski anlayışlardan farklı olarak dönüşümlü/yeni bir yerden bakanlar şimdilik sadece onlar malesef. 

Türkler en son Van depremi sonrasında, muazzam bir dayanışma/birliktelik örneği gösterdiler, ama (devlete güvenemedikleri için) yardımların özel/kişisel bazda aylar boyu sürdürülmesi mümkün olmadı. İbn Haldun’un koca Mukaddime’sini adadığı ve sayesinde Turchin’in toplumların geleceği hakkında isabetli öngörüler yapabildiği ‘Asabiyet’, mesela Türkiye’de ne alemde? İbn Haldun Kuzey Afrikalı Müslüman bir düşünür. Konuyla (ve benzeri konularla) -yeni Çağın yeni paradigmasını gözönünde bulundurarak- ilgilenecek yeni ilimci/bilimci kadınlara adamlara ihtiyaç olduğu görünüyor…

Kuralları kendi cibiliyetine uyduramayanlar

Bugün, bir zamanlar "Alışırsınız alışırsınız" diye başlayan, "her kuralı kendi cibiliyetine uydurmak" zihniyetinin gençliğe sirayet etmiş cinsine ve ona karşı tavrın "pratiği"ne denk geldim... 
   Müdavimi olduğum Cafelerden birinde bazı kurallar var. Mesela denize bakan masalarda tavla oynamak yasak. Denize bakan masalarda insanlar, tavla şakırtısı dinlemiyor, okuyor yazıyor sohbet ediyor.
   Bir çift arka masalarda tavla oynuyordu, öndeki masalardan biri boşalınca, tavlalarını kapıp geldiler, garson da hemen başlarında bitti. 
    "Eğer tavla oynamak istiyorsanız lütfen arka masalara geçin efendim. Bu masalarda lütfen tavla oynamayın." 
   Çiftin erkek olanı, beni çok şaşırtan bir şey söyledi: 
   "Tamam dostum, sen görevini yaptın, biri birşey derse, 'uyardım' dersin. Biz ufaktan oynayacağız."
   "Ama efendim, burada tavlaya izin vermiyoruz." 
   Genç, "Tamam!" deyip tavlayı açtı ve kızla tavla oynamaya başladılar. 
   Bir dakika sonra başka bir garson geldi, aynı şeyleri söyledi, genç adam, tüm kibarlığıyla, "Tamam, uyarınız için teşekkür ederim" diyor, "şimdi bitecek zaten" deyip oyuna devam ediyor. 
   Cafe'nin sahibi geldi. 
   "Efendim, bu kahve 25 yıl önce açıldı ve o zamandan beri bu masalarda kimse tavla oynamadı. İlkemiz, bu masaları burada sakinliğin tadını çıkarmak isteyenlere ayırmak." 
   Genç, hâlâ, kibarca itiraz ediyor, yasağı "mantıksız" buluyordu. 
   Olay yan masamda yaşandığından, ben okuduğum kitaptan başımı kaldırıp gence, "Buraya yirmi yıldır gelirim, bu masalarda tavla oynandığını hiç görmedim" dedim. 
   Kız bana dönüp, "Saçma ama" dedi. Ben de, "Saçma maçma, buranın ilkesi böyle" dedim. 
   Cafe'nin sahibi masadaki açık tavlayı kapatıp aldı ve uzaklaştı.
   Çiftin tepkisi, tam umduğum gibiydi.
   "Terbiyesizlik bu" dedi genç adam. Dünyaya sadece kendi egoist perspektifinden bakıp bu yolda her kuralı kendine uydurmaya alışmış, diğer insanları ve ilkeleri takmayan insan türünün sefaleti.
   Kız , "Hesabı ödeyip gitsek mi?" dedi. 
   Neyse kuzu kuzu gittiler, umarım bir daha gelmezler.

Meteorologların paniği ve iklimler

Türkiye basın-yayını sade suya tirit “kim aday olucek” konusuyla “ilgilene”dursun, önüme düşen yabancı basın haber ve yorumlarından birinde, Akdeniz’de bu yıl gözlemlenen 2-6 derecelik ısı artışı, “Denize düşen ateş” diye niteleniyor ve meteorologların paniğinden bahsediliyor.
   Panik şu: Birçok canlı türünün hızla kaybolması mümkün, ama daha önemlisi, Atmosferde/Yeryüzünde mevcut olan enerjide ani boşalmalar olabilir, bu da, şimdiye kadar yavaş yavaş yaşanan değişimlerin hızlanıp büyük felaketlere neden olması demek. 
   Bir meteorolog, bekleneni, “bir tür tsunami” diye anlatmayı deniyor. Yunanistan, Atina’da, hava sıcaklıklarındaki artışlara göre halkı uyaran bir devlet dairesi açtı. Turistler için düşünülmüş bir aplikasyonda, “şehrin en serin yürüyüş rotası” da gösteriliyor. Gelecekte böyle şeylere alışmadan önce, aklı başında tüm kurbağaların bu cendereden dışarıya sıçramaları elzem.
   Siyasi anlamda global önlemler almak ihtimali henüz “masal” kıvamında ama Avrupa’da bu konuları en azından bangır bangır konuşuyorlar, burada “Allah kısmet eder de Muhalefette ‘değişim’ olursa”, sonra, belki bu işler de konu olabilecek. Bu yaz Kaş’da 42 dereceyi görünce, iklimsel bozulmaların Akdeniz sahillerinde “dayanma sınırına varmak üzere olduğunu düşünmüştüm, zira bir de nem var. Aynı ısı Kahramanmaraş’da, Gaziantep’de daha dayanılabilir durumda.
   Aslında tam da Güneş ışığından enerji elde etme ve ormanları cidden koruma zamanı. Meteorologlar, “Yaşananların, 30-40 yıl önce bilindiğini ve kamunun uyarıldığını” söylüyorlar. Ben kendi hesabıma bu konularda Türkçe 2003’den beri yazıyorum, daha öncesinde de 1980’lerden beri konuşuyordum. 
   Konu hakkında adımlar atılması bir yana, konuşulması bile hâlâ “lüks” sayılıyor. İklimlerin bozulmasından en çok etkilenen ve etkilenecek olan yerlerden biri de Anadolu. Konu hayat-memat meselesi. 
   2020’de arabalar sokağa çıkmayıp uçaklar uçmayınca, iklimler sadece altı ayda gözle görünür biçimde düzelmişti. Bu deneyimi yaşamış olanların kendi değerlerini hâlâ para/pul, dört tekerli gaz tenekesi ve orman kesip kesip beton dikme ile ölçmeleri “pratiği”, sadece sürdürülemez bir tür ruhsuzluğa ve kendi türünün sonuna işaret eder. Madde geçici, ruh ebedîdir.

Hazarlar ve Musevi kökenli Selçuklular

Selçuklu Save Cuma Camii, İran

Anadolu’yu Türkiye haline getiren 4. kuşak Selçuklular kadar, onların kökeni de ilginç. Bu hanedanlığa adını veren Selçuk Bey’in neredeyse bütün hayatını geçirdiği Hazar Hanlığı ve kültürü de önem kazanıyor, çünkü Selçuk Bey’in adı, “Hz. Musa’nın sepeti” anlamında, “Salcık”. Hz. Musa’nın (İbranice: Moşe) hikayesini herkes bilir. Firavun, Yahudilerin yeni doğan bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emredince, Annesi onu küçük bir sepete koyup nehre bırakır. Selçuklu’nun adı, Hz. Musa’yı koruyup taşıyan o sepetten gelir.

   Selçuk/Salcık Bey’in içinde büyüdüğü Hazar eliti gibi inançlı bir Yahudi olduğu anlaşılıyor. Oğullarına da bu yüzden Yahudi isimleri vermiş olmalı: Musa, Mikail, İsrail, Yunus… Ama Hazarlar’la Selçuklu ailesinin anlaşamadığı konu, Müslümanlaşan Maveraünnehr Göçerlerine/Türklere karşı tutumdu.

   Hazarlar (İbranice: Kuzarim), 7. yüzyılda kurdukları bağımsız Hanlıklarıyla Kafkasların kuzeyinde ve bugün onların adıyla anılan Hazar Denizi’nin kuzey kıyılarında üsleniyorlardı. Hazarlar, 8. yüzyılın sonundan itibaren Yahudiliği kabul ettiler ve Hazar Hanlığının dîni haline getirdiler.

   Hazarların sadece yönetici elitinin mi yoksa halkının da mı Yahudi dinini benimsediği konusunda net bilgi yok, ama Selçuk Bey’in babası ve Hazar Han’ının komutanı “Demiryaylı” Dukak/Dokak Bey’in de Yahudi olduğu anlaşılıyor, ama Selçukluların hükmettiği Göçerler esasen, klasik Türk inancını sürdürüyorlar. Bu inanca göre Asya’nın göçer kültüründe Tanrı/Tengri/Tengere (Çinlilerde: Tian), Ülgen diye de anılırken, Yer Tanrıçası Umay, yeraltı Tanrısı da Erlik’tir. Kamlar, Alemler arasında aracılık yaparlar ve eski sözlü mistik hikayeleri anlatır, kuşaktan kuşağa aktarırlar. Göçebe elitler ise, çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Hazarlarda da buna benzer bir durumun sözkonusu olduğu, halkın esasen eski Türk dinini yaşattığı söylenebilir, ama halkın yönetici elitten etkilenmesi çok normaldir ve elitin dini zaman içinde halka da mal olur. Hazar ülkesinde Hristiyanların, daha sonra Müslümanların da yaşadığı anlaşılıyor.

   Hazarların Yahudiliği kabul ettiği dönemde, Bizans (Doğu Roma) ile de çok iyi ilişkileri var ve bu iyi ilişkiler eski, Göktürk dönemine kadar uzanıyor (bu ittifak hakkında Blogda da bir yazı bulunuyor), zira Hazarlar da dev bir koalisyon ve Göktürkler’le akraba.

   Hazarlar, tüm Türk boyları gibi etnik tek bir gruptan oluşmuyorlar, aralarında eski İskitlerle akraba gruplardan tutun da (Buddha da İskit kökenlidir, “Sakyamuni” adı da oradan gelir), Oğuzlara, Peçeneklere kadar çeşitli halk grupları var ve Rusya bozkırını kontrol ediyorlar.

   Hazar Hanlığı, Göktürklerin 552’de Çin tarafından yenilip dağıtılmasının ardından ortaya çıkmış. Batı Göktürklerden daha sonra Bulgarlar ayrılıp, Dulo Hanedanlığı ile bağımsız bir halk haline gelmişler. Ama bu halkları ve ülkeleri kuranların hemen hepsi Aşina Hanedanıyla ilişkili.

   Avrasya’nın kuzeyinde, Sibirya’yı da içine alan “Arktik Bölge”yi de kapsayan kuzey ve Orta Asya, Güneyde Hint uygarlığı, Güneydoğu’da Çin uygarlığı, Güneybatı’da Fars uygarlığı ile komşu. Ve bu bölgeyi kontrol edip, tarih boyunca zaman zaman Çin’i, Hint’i ve İran’ı da yöneten Göçer kültürünün tarihte bilinen en eski/köklü Hanedanlığı Aşinalardır.

   Çingisli Moğol hanedanlığı ve onların Fars Vezirleri dönemi öncesinde, Aşinalar soyu birçok Hanlığın başında veya yanındaydı. Hazarlar da, Göktürkleri yöneten Aşina hanedanının yönettiği Hanlıklardan biri.

   Hazarlar, Arapların kuzeye doğru genişlemesini durdurmuşlardır. Aşina soyundan Hazar Hanı İrbiz, zamanın en gelişmiş Abbasi Ordusunu Hazar sahillerinde durdurup yenmiştir. Bu olay, Abbasilerin Çin’in Batıya doğru genişlemesini -günümüze kadar- durduran Türk ve Abbasi ortak ordusunun 751 yılındaki Talas savaşı kadar önemlidir.

   Hazarlar, Yahudiliği kabul ettikleri dönemde, tarihlerinin en güçlü dönemini yaşıyorladı ve Kırım dahil bütün kuzey Karadeniz sahilini, iç Asya’yı Aral Gölüne kadar kontrol ediyorlardı. Kontrol alanları, bugünkü İran’ın üç mislinden fazlaydı. Hazarlar, takıştıkları Doğu Roma ile, (mesela İmparator II. Justinian ile) akrabalık da kurdular. Bizans sarayına gelin giden bazı Hazar prenseslerinin adları Bizans İmparatorluğunun sonuna kadar yaşatılmıştır. Bizans döneminde Pera’da (bugünkü Beyoğlu’nda) yaşayan Yahudiler, Hazar kökenlilerdi.

   Doğu Avrupa’da Hitler tarafından soykırıma tâbi tutulan Yahudilerin de Hazar kökenli oldukları, artık daha emin olunan bir gerçek. Hazar Hanlığına, Kiev’li Ruslar son verdi, ama tarih esasen bir devamlılıktan ibarettir. Hazarların torunları, çeşitli ülkelerde yaşamaya devam ediyor.

Yeni bir mantalite ve zihniyete yolculuk (12)


Tarih boyunca yeni mantalitelerin ve zihniyetlerin ortaya çıkışı, çeşitli faktörlerin etkisinde çok boyutlu karmaşık bir konudur.

   Zihniyet değişimine yol açabilen faktörlerin başında, yaşam koşullarının değişimi gelir. İklimsel değişikliklerin, mantalitelerin oluşumu konusunda önemli rol oynadıkları söylenebilir (1). Bir toplumun yaşam koşulları, teknolojik ilerleme, ekonomik değişim, siyasi çalkantılar yoluyla değiştiğinde, bu durum zihniyetleri de bir değiştirebilir. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş ve Marx’ın moda ettiği deyimiyle ‘Kapitalizm’ çağının başlaması, büyük bir mantalite değişimi sayasinde gerçekleşmiştir ve o da kişisel mülkiyetin ve maddesel zenginliğin esas alındığı bir zihniyet sayesindedir. Nitel değer ve kalite yerine nicel çokluğun daha önemli sayıldığı zihniyetin toplumlara malolmasıyla insanlar, yeni yaşam koşullarına uyum sağlamak ve zihniyetlerini yeni dünyayla başa çıkacak şekilde yeniden düzenlemek adına, o zihniyeti benimsemişlerdir.

   Zihniyetlerin değişimi ardından topluma benimsetilmesi konusunda rol oynayan ikinci önemli faktör eğitimdir. Kitlelerin okullarda eğitilmeleri ve böylece ortak dil tarih ve düşünce biçimine sahip olmaları, hatta böylece ulus haline gelmeleri, zihniyet değişiminin ardından bunun halklara maledilmesiyle ilgili en önemli faktördür. İnsanlar eğitildiklerinde, becerilerini ve bilgilerini, Dünyayı yeni bir biçimde algılayabilecek şekilde geliştirebilirler. Bu da insanların çevrelerinde yeniden formatlanan dünyayı daha iyi anlamalarını ve yeni fikir ve düşünce biçimlerini iyice benimseyip onlar içinde yaşayan, hatta onsuz yaşayamayan insanlar haline gelmelerini sağlar, bu da zihniyet değişiminin artık gerçekleşmiş olduğunu gösterir.

   Doğanın etkisi dışında din, tarih boyunca yeni zihniyetlerin yaratılması ve değiştirilmesi konusunda en önemli rolü oynamıştır. Dinler, binlerce yıl, bir toplumun ahlak ve değerlerini şekillendirmek konusunda en önemli insan yapısı mental rolü oynamışlardır, ama ahlakın sadece din çerçevesi içinde işlemediğini artık biliyoruz. Dalay Lama bu gerçeği, “Ahlak su gibidir, din de onu renklendiren çay gibidir. Çaysız yaşanabilir ama susuz yaşanamaz” diye tarif etmiştir. Ahlak evrenseldir ve insanın doğuştan sahip olduğu hasletlerdendir. Elbette bozulabilir de, ama ahlak uzun süre dinlerle var olmuştur. Dinler gibi ideolojiler de modern zamanlarda mantaliteleri ve zihniyetleri etkileyebilen unsurlar haline gelmişlerdir. Eğer din değişir veya bir toplum yeni bir dini kabul ederse, -ki Anadolu’da tarih boyunca çokca yaşanmıştır- bu da zihniyette değişikliklere yol açabilmektedir.

   Yaratılmış zihniyetlerin değişmesi ve değiştirilmesinde rol oynayan faktörler arasında siyaseti de saymalıyız. Siyasi ideolojiler ve sistemler insanların zihniyetini şekillendirebilir.

   Zihniyetlerin değiştirilmesinde sanat da derin bir rol oynar. Sanat eserleri bir topluma ayna tutabilir, belli davranış kalıplarını, söz ve deyimleri, tarihi kişiliklerin ve olayların yeniden tarifini yapabilir. Örneğin Rönesans Döneminde Avrupa’da yeni sanat eserleri, insan bedeninin yeni bir şekilde, tıpkı antik Yunan uygarlığının gerçeğe yakın resim ve heykel tasvirleri gibi takdir edilmesine ve böylece yeni bir güzellik anlayışının doğmasına yol açmıştır. 

   Tarih boyunca yaşam koşullarındaki, eğitimdeki, dindeki, politikadaki, sanattaki değişimlerin hepsi ve doğal nedenlerin yol açtığı göçler, hastalıkların yol açtığı kitlesel ölümler, mantalite ve zihniyet değişiminde önemli roller oynamışlardır. İnsanları çok sayıda faktörün aynı anda etkilediği günümüz şartlarında köklü mantalite ve zihniyet değişikliğinin yaşanacağını söylemek için çok sayıda gerekçe mevcut. İçinde yaşadığımız zamanları belirleyen internet, kitlesel iletişim, iklimsel değişikliklerin neden olduğu göçler, tüm dünyayı etkileyebilen salgın hastalıklar, insanların tamamının okur-yazar hale gelmesi ve kendi fikirlerini üretme kapasitesinin artışı, dinden uzak etik değerlerin rüşdünü ispatlamış olması, popüler sanatın kitlelere malolması, kapitalizmin kategorik krizi ve hayatın merkezine ekonomiyi koyan anlayışların terkedilmeye başlanması, insanların zihniyetlerini değiştirirken, yeni yollar aradıkları bir dönemin de kapılarını açmış görünüyor.

Yaratıcının vazgeçilmezliği, Vasatın çaresizliği (11)


Sistemin kendi kriziyle başa çıkamadığı aşamada, sadece kendi azınlık plütokrasisini kollayan, yasa ve kuralları kandine göre işleten, diğerlerine, kontrol altında tutulan "lüzumlu kalabalık" muamelesi yapan muktedirler, giderek eskinin feodal (veya Asya'nın kuralcı) derebeylik-lerine benzemeye başladılar.

   Bu anlamda kapitalist sistemin, bozuldukça, siyasi anlamda eski feodalizme daha çok benzediği fikrini savunan entelektüellere karşılık, Postmarksistler, sistem bozuldukça mafyalaşmanın yaygınlaştığı tesbitini yapıyorlardı. Feodal toplumlarda, otoritenin kontrolü ve baskısı dışına çıkmak daha kolaydı, şimdi pek mümkün değil.

   Günümüzde modern feodalite, görece demokratik ortamlarda ortaya çıkmış teknolojik/rasyonel kaliteyi, kendi Vasatizmini tolere etmek için kullanmakta kısmen başarılı olurken, para ve makam adına Vasatizmin hizmetine giren kalite, kendi altını oyuyor.

   Uygarlıklar daima "daha iyiye daha güzele" doğru evrilmez malesef. Eski rafine Yunan heykellerini üreten antik uygarlığın ve icad ettiği demokrasisinin yerini ilkel Hristiyan ikonaları ve despot feodal krallık rejimlerinin alışını inceleyen çok iyi araştırmalar ve tarih kitapları mevcut günümüzde.

   Sonrasının "Beton çağı"nda da yıkılmış eski eserlerin taşlarının bakkal dükkanlarının inşasında nasıl kullanıldığını biliyoruz, ama bir taraftan da muazzam bir teknolojik gelişme, hatta dijitalleşme yaşandı. Bakkallar ve kasabalı esnaf siyaseti geri, ama çalışkan. Kalite ise ileri ama tembel. Gel gelelim yaratıcılık, daima tembellikle alakalı bir konu olmuştur (burada tembelliği kötü anlamda kullanmıyorum), Marx'ın damadı Lafargue tarafından yazılan "Tembellik hakkı"nı hatırlayalım; amacını başkalarının belirlediği daimi rutin iş, yaratıcılığın düşmanıdır.

   Vasatizm, varlığını kıskandığı (Existrenzneid) 'Özgür kalite'yi satın alıp "biat" ettirerek varlığını sürdürebileceğini sanırken, rutine daha uzak duran ve bu nedenle "çalışkan bakkallar"ın kontrolünden kurtulamayan rasyonel/yaratıcı kalite de özgürlüğünü yitiriyor. Bu iki benzemezin ucube birlikteliği denklemi de pek işlemiyor, başarılı olamıyor. Birbirine güvenmeyen bu iki kesimden Vasat olan, kuru ve meyvasız "çalışkanlığı" dışında sürdürülebilir bir şeye sahip olmadığından, kontrol altında tutmaya gayret ettiği bütünün evrimi/devrimi zorunlu gibi görünüyor.

   Sadece azınlık vasat bir zengin esnaf kesimiyle ve onlara özenen daha vasatları kollayan özelliğini modernleştirip dijitalleştirmiş çalışkan versiyonunuyla yola devam edilebilir mi? Böyle bir şey Çin'de bile yok, Orta Asya'da ise doğal gazla işletilebiliyor..

   İki kesim arasındaki böyle bir (Satrançta) 'pat vaziyeti'nin sürdürülebilmesi, ancak Pirus zaferleriyle mümkün, ama Vasatizmin kendi başına varolması mümkün olamadığından, kıskandığı ve asla vazgeçemediği yaratıcılığın, bilerek veya bilmeden Bakkalizme biat etmesini sağlaması "gerekiyor".

   Vasatizm, vergilerini ve yaratıcılığını kullandığı 'Nitelikli Çoğunluk' olmadan varolamıyor, kendisi de -özgür ruha sahip olmamanın verdiği zevksizlik/renksizlik nedeniyle- yaratıcılığın asgarisini bile üretemeyip anca "satın alıyor". Varlığını çok çalışmasına, yani nicel özelliklerine borçlu 'Niteliksiz Azınlık' vasatizmi, nefret ettiği ve can hıraş kontrol altında tutmaya çabaladığı 'Nitelikli Çoğunluk' olmadan yaşayamıyor, -ama tersi mümkün. Ve ithal vatandaş faktörü de bu denklemi bozamıyor...

   'Nitelikli Çoğunluk'un bu labil denklemi, işleyebilecek stabil bir denklem haline getirebilmesi için önce 'varoluş' ve 'bağımlılık' koşullarının bilincinde olması ve Muhafazakar esnaf siyasetinin elindeki tek avantajı da alıp -kendi koyduğu kurallarla- 'çalışması' (belli koşullarda çok çalışkan olmayı öğrenmesi) gerekiyor.

   Dünya giderek daha hareketli daha değişken ve karmaşıklık bir yer olmaya aday. Hayatın ve ruhun kalitesi "biat"la değil özgürlükle yükseliyor. İnsan doğası da biata değil özgürlüğe yatkın, -tabii nicel vasatı aşıp yükselmek istiyor, ama elalemin varlığını kıskanarak yaşamak istemiyorsa.

   Vasat, varlığını sürdürmek için ele avuca sığmayan yaratıcı/özgür akla ihtiyaç duyduğundan, tarih boyunca daima baskı ve tahakküme başvurmak zorunda kalmıştır.

Başmelek Mikail de, Denizli-Honaz'da tezahür ederek yaptığı rivayet edilen konuşmasında, "Cehaletin tanrısı şeytandır" demiş. Vasatizmin kötülüğe meyilli olması, cehaleti yüceltmesiyle ve aklı/yaratıcılığı üreten özgürlüklerle sorunlu olmasıyla ilgilidir, -zira özgürlükler işlerse, ona gerek kalmayacağını bilmektedir. Özgürlük Vasat için -tersinden- bir varoluş meselesidir.

Değişen kişisel fikir ve ruh hâline dair (10)


Hayatın ne kadar değiştiğini anlamak için sadece tarihe bakmak yetmiyor, her zamanın kendine özgü bir bakış açısının olduğu, insanların başka zamanlarda başka gözlüklerle geçmişe ve geleceğe baktıklarını da anlamak gerekiyor. Mesela o muazzam antik Roma ve Yunan sanatının taşa hayat verip inanılmaz güzellikte haykeller üreten ve eski Roma imparatorlarının nasıl yüz hatlarına sahip olduklarını bugün bile her sanatçının başaramayacağı ölçülerde mükemmel ve gerçekçi bir şekilde ifade eden bir sanatçılar devrinin ardından, iki boyutlu ilkel resimler üreten Hristiyan sanatının nasıl ortaya çıkıp eski mükemmel sanatlar devrini sildiğini anlamak için, insanların nasıl “fikir” değiştirdiklerine iyi bakmak gerekiyor. Bu konuda Catherine Nixey’in, “Klasik Dünyanın Hristiyanlar tarafından yıkılışı”nı anlatan “Kasvetli Çağ” adlı kitabı, önemli bir başvuru kaynağı olabilir. Aziz Augustinus, bu imhayı, “Paganların ve putperestlerin bütün bâtıl inançlarının yok edilmesi, Tanrı’nın istediği, Tanrı’nın emrettiği, Tanrı’nın ilan ettiği şeydir” diye ifade eder. Kitabın girişinde, Hristiyanların, Roma uygarlığının Suriye’deki yıldızı Palmyra’yı din adına 380’li yıllarda nasıl yok ettiği anlatılıyor. Aynı yıkımı 21. Yüzyılda da IŞİD yeniden yapmaya kalkmıştı.

   Ruh hallerinin değişim aşamasında, yeni gerçeklik algılarının hakim olmaya başladığı dönemlerde, daha öncesinden vazgeçmek hali, malesef böyle yıkımlara neden olobiliyor ve değişimin istikameti -bazılarının sandığı gibi- ille de daha iyiye daha mükemmele doğru değil, mutlaka “daha başka”ya doğru oluyor.

   Böyle önemli Değişim/Dönüşüm dönemlerinde akıntıya kapılmak yerine, değişen gerçeklik algısını kavrayıp ona bilinçli bir şekilde eşlik etmek için gerekli en önemli meziyet, insanın eskilerden benimsediği fikriyatı yeniden değerlendirebilmesi ve yeni koşullara durumlara göre yeniden kurgulamasıdır, -kısacası fikir değiştirmeyi bir eksiklik değil bir meziyet olarak anlamak ve algılamak gerekir.

   İnsanlar fikirlerini kolay değiştirmezler ve yaşadıkları olağanüstü zamanlarda bu yüzden büyük kafa karışıklıkları yaşarlar. Eski bildik alışıldık bilgilerin ve davranış kalıplarının artık işlemediğini kabul etmek zordur. İşte böyle zamanlarda fikir değiştirmek edimini bir karakter “meselesi” yapmadan işletmenin en kolay yolu, “Bilim insanı gibi düşünmek”dir. Eğer önünüze gelen verileri objektif bir şekilde kişiselleştirmeden değerlendirirseniz, değişen veriler ışığında farklı sonuçlara varırsınız ve bu da sizi rahatsız etmez. Bilim insanlarının fikir üretme prosesi böyle işler. Günümüzde insanlar kendi kişiliklerini fikirleriyle özdeşleştirmeye oldukça yatkınlar, bu da fikir değiştirmelerini zorlaştırıyor. Özgüvenli bir şekilde sorgulanması bırakılıp kanıksanmış fikir ve bilgilerin tuzağına düşmek yerine, kendini ve bildiklerini sorgulamayı izzet-i nefis meselesi yapmayan bir mütevazilik, yeni dönemin gerekli özelliklerinden biri sayılıyor. 

   Günümüzde akıl; bilmek ve öğrenmek kapasitesinin yüksekliği ile değerlendiriliyor ve IQ testleri türünden soyut ölçüler kullanılıyor. Ama herşeyin değişmeye başladığı ve gerçeklik algısının da değişmek zorunda olduğu zamanlarda yüksek IQ sahibi “akıllı” insanların yanılma payı malesef daha yüksek, bunun nedeni de, yüksek IQ sahibi olanların baktıkları yerde -çok şey bilmelerinin bir sonucu olarak- eski bildiklerine uygun daha fazla matris/şekil/form/veri görmeleri ve yorumlarını onlara göre yapmaları. Entelektüeller devrinin 20. Yüzyıl sununda neredeyse kapanıp 1990’lardan itibaren “uzmanlar” devrinin açıldığı, medyada entelektüeller yerine uzmanların boy gösterdiği günümüzde, uzmanların alışılmadık sıklıkta yanılmalarının nedeni de bu. 

   İnsanları can kulağıyla dinlemek, mütevazi olmak, yanlışlığı ortaya çıkmış fikirleri -başkaları tarafından- “kişiliğinin bir parçası” sayılabildiği halde savunmaya devam etmemek, karşınızdaki insanların da kendi fikirlerini sorgulamalarını kolaylaştıran iyi bir psikolojik etki yapıyor.

   Değişim, önce insanın kendisinde başlıyor. Toplumların fikirlerini zaman içinde değiştirmesi konusuna değinmeden önce, kendini değiştirmenin önemini kavramak gerekiyor.

Plütokratik ‘Türk Sağı’nın sonu ve yeni ‘Solculaşma’ (9)


Kapitalist sistemin neoliberal biçiminin krizi ile birlikte sistemde bir “vahşi kapitalizm” dönemi yaşandı, bunun en uç örneği kuşkusuz IŞİD’in yeniden kurduğu köle pazarlarıydı. Anlayış, akla gelebilecek her şeyin -ahlak etik kuralllarına bakılmaksızın, hukuku da eğip bükerek- paraya tahvil edilebilirliği mantığının en “ileri” boyutuydu, akabinde Dünya popülizminin zirvesi yaşandı. Kurallar/yasalar çerçevesinde hızla “para yapmak” oldukça zorlaşmıştı, çünkü eski usûl endüstrileşme hem daha az hem de daha uzun vadede “para getiriyordu”. Kolay ve hızlı para kazanmak, 1980’lerden itibaren esen neoliberal rüzgarlarda finans kapital üzerinden spekülasyonlarla ve hızlı al-sat işlemleriyle yapılabiliyordu, ama onun bile kuralları vardı. Daha hızlı kâr adına bu kuralları gevşetmenin çaresi iktidara yakın firmalar/holdingler ile hükümetlerin adeta “bütünleşmesi” idi. Plütokrasiler böyle ortaya çıktı. Muazzam bir yozlaşmayı da beraberinde getiren bu yapılar, sistemin bozulmasını oldukça hızlandırdılar. Plütokrasi ile özdeşleşen popülist Sağ ile (vahşice para yapmaya pek izin veremeyen) “liberal” Sağ; sistemin iki farklı versiyonu da olsalar, kendilerini kolaylıkla “ülkenin devletin sahibi” görebiliyorlar ve bu konuda tarihî “kanıt” üretmeleri de zor olmuyor. Ama bu süreçte çok şey değişti. Türkiye’de -hâlâ muktedir olduğunu zanneden- Sağ’ın, kendini ülkenin asıl sahibi sayan cüretkar tavırları ve hâlâ siyaset/toplum mühendisliğine soyunması, artık toplum tarafından “anlaşılır” sayılmayan ve itiraz edilen bir durum.

Tarihte her zaman köklü değişimler olmaz, belki yüzyıllar sürebilecek uzun dönemleri belirleyecek önemdeki süreçler yaşanmaz. Böyle zamanları, bazı gelişmelerin kaçınılmazlığından ve değişimlerin öyle veya böyle mutlaka gerçekleşmesinden anlarsınız. İçinde bulunduğumuz süreçte kapitalizmin hızlanan bozulmasını yavaşlatmak ve kontrol altına almak için, Sağ’ın popülist/ideolojik/plütokratik türünün tasfiyesi de, sürecin kaçınılmazlıklardan biri. Sistem bozulurken (ve henüz başka bir şeye doğru evrilmeden önce), bozulmayı hızlandıran siyasi yapılarının güçlenmesi zaten düşünülemezdi. O halde bu yapıların daha fazla mafyalaşıp yozlaşıp marjinalleşmesine ve ülkeyi dibe çekmesine izin vermemek, halk nezdinde önem kazanmış görünüyor. Asıl mesele sade “Kâr dürtüsü” olmaya devam etmesi halinde, o “liberal demokratik” Sağ’ın da yozlaşması mümkün, zira sisteme özgü “hızlı kâr” motorunun benzini çoktan tükendi. Türkiye’de İslamcılığın iflasından sonra Sağ’ın yeni merkezi olmaya azmetmiş milliyetçi Sağ’ın bile varlığını koruyabilmek için mecburen daha kamucu ve demokratik bir yaklaşımla “solculaşmaya” başladığı bir süreç yaşandı. Burada “solculaşma”dan kasıt, birilerinin marksist-leninist ideologlar olması falan değildir elbette, -onun yerine; hızlı kâr dürtüsünün özendirdiği ve Türkiye’de kolayca benimsenmiş olan “etik ötesi” gayrı-hukukî durumların kamucu yaklaşımlar lehine terkedilmesidir, rasyonel düşüncedir, kadın-erkek eşitliğinin gerçek anlamda kabulüdür, insan haysiyeti ilkesine mutlaka uyulmasıdır, vd. Günümüzde, geleceği belirleyecek Sol tandansın özü budur.

Yukarıda dikkat çektiğim, gelecekte postkapitalist özgürlükçü bir yere evrilecek olan ‘Solculaşma’ ile özdeşleşmiş olan etik/hukuk değerler yükseliyor. Bunları önemsemeyen milliyetçi/islamcı kökenli Sağ, hâlâ kendini “kadir-i mutlak” ve ülkenin sahibi sanadursun, ne kadar eskiyip bozulduğunu ve halk tarafından yavaş yavaş da değil, hızla terkettiğini henüz göremiyor olabilir. Halkın teveccühü, ‘Sol kökenli’ yeni değerleri yükseltmekle/içselleştirmekle doğru orantılı. O değerleri benimseyen Sağ partilerin Yeni Türkiye’de değişerek yer almaları ve belki başkalarının da değişerek yer alacak olması, Türkiye’deki asıl yarılmanın niteliğini de gösteriyor. Klasik kapitalist devir ile önümüzdeki yılllarda önemli kurallarının belirginleşmesi olası postkapitalist devir arasındaki yarılma, henüz fikir ve ilkeler bazında. Bu nedenle içinde bulunduğumuz dönemi “mental” bir Değişim/Dönüşüm Dönemi sayıyoruz. Sol kökenli ‘YENİ MANTALİTE’, özgüvenini tazeleyerek, Türkiye’nin bundan sonraki otuz yıllık (sonra nitel farklılığıyla, belki üçyüz yıllık) geleceğini, Değişim/Dönüşüm’ün “pratik” aşamasını belirlemeye hazırlanıyor.

Baron Ungern von Sternberg ve Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang


K
ahire'deki büyük piramidin içinde boş bir lahit vardır. Hiçbir zaman bir Firavunun mezarı olmadığı anlaşılan bu lahitin ve piramidin matematiğinin bir tür tarih kronolojisi içerdiğine dair fikir yürüten bilimcilerden biri, yirmi yıl kadar önce, kronolojinin, geleceğe doğru devam ettiğini anlayınca oldukça heyecanlanmış olmalıdır. Kronolojinin 2001 yılında son bulduğunu hesaplayan bu alimin -kendine göre- bazı sonuçlara vardığını görüyoruz. Mesela piramitte özellikle işaretlenen tarihlerden biri de 1913'tür ve o bunu, Avrupa'daki Türk hakimiyetinin sonu diye yorumluyor. Ama bizim konumuz, piramitte o yıllarda başlatılıp 1945 yılında sona eren -insanlık tarihinin 2001 yılına kadarki en karanlık çağının- iki çılgın savaşçısıyla ilgilidir.

Bunlardan birinin adı Enver'dir. Padişahın damadı, maceraperest, korkusuz, insan hayatına değer vermeyen, yüksek hedefleri olan, Türklerin üzerine bir karabasan gibi çöküp bugün de tam atlatamadıkları yenilmişlik duygusunun gözü kara intikamcısıdır. Kendini ve yanındakileri ölüme atmaktan çekinmeyen bir savaşçı. Ama kötü bir komutandır. Asla teslim olmayan ve tekbaşına kalsa da kafasının dikine giden biridir. Balkanlarda felaket yaşamış Türklere ikinci ve daha büyük bir felaket yaşattığı halde, Türk İmparatorluğunun kaybedilmesine neden olduğu halde, kahramanlığıyla ve gözü karalığıyla kendini Türklere sevdirmiş biridir. Enver, Türklerin modern tarihindeki kanlı ve yırtıcı yüzüdür. Enver, öfkeli bir savaş beyidir -tıpkı Baron Ungern gibi. 

Enver hakkında herkes birşeyler okumuştur, onu tanır. Ama Baron Ungern'i kimse tanımaz. Ben onu, Sibirya şamanlığı ve Orta Asya mistisizminin iki Dünya Savaşı arasındaki tarihini incelerken keşfettim. Hakkında birkaç kitap ve benim bildiğim/ezberlediğim çok güzel bir çizgi roman (Hugo Pratt, "Corto Maltese Sibirya'da") dışında pek literatür bulunmayan bu ilginç adam, Enver'in daha kırgın, daha kanlı ve daha gözü kara versiyonudur. Enver'i bilemem ama, Orta Asya'ya derinlemesine nüfuz edebilmiş biridir. Sadece şamanlığı ve eski kehanet yöntemlerini, Tibet/Moğol Budist mistisizmini değil, eski savaş yöntemlerini de bilen kültürlü biridir. Tek bilmediği, Enver'in de bilmediği şeydir: Zamanın kalitesi. İşte bu, onların hedeflerine/tarzlarına aykırı bir yönde ilerlediğinden ikisi de yenilmiştir. Bu önemli zaman faktörünü kendince bilip Baron Ungern'e anlatan ve ona yenileceğini söyleyen danışmanını (bir şamandır) öldürmesi de -Baron Ungern'in zamana meydan okumasıyla ilgilidir. Enver de böyleydi. Fakat bazen, bile bile ölmek de gerekebilir.

Bu olay, Türklerin ve Moğolların, 1913-1945 döneminde, savaşlar silsilesinin henüz çok yıkıcı olmadığı ilk zamanında yenilip, İkinci Dünya Savaşı'nın daha korkunç yıkımından kurtulmalarını da beraberinde getirmiştir. Doğru hareket, savaşa mümkün olduğunca girmeyip, savunmacı bir pozisyon belirlemek ve bir taraftan da yeni döneme göre değişmek olmalıydı. (Dünyada bu değişim, malesef sadece liberalleşme ve sosyalistleşme istikametinde olmuştur -ki ikisi de ehveni şer'dir) 

Enver'in özellikle ordunun değiştirilip yenilenmesinde çok önemli olumlu bir rolü vardır ve İngiltere'nin, Almanya'nın bile savaştan yorulduğu bir ortamda Türk Ordusunun savaş kabiliyetini koruması ve savaşa devam edebilmesi (sonra Kurtuluş Savaşını da yapabilmesi) onun bu ilk çabaları sayesinde olabilmiştir. 

Piramitlerdeki geçmiş ve gelecek kronolojinde ayrıntıları verilen bu olaylar zincirinde Türkleri ilgilendiren ilk kişi İsmail Enver'dir. Tek başına Türkistan'a gidip dünyaya kafa tutmaya kalktığı ve Samerkand merkezli bir Turan kağanlığı kurmayı hayal ettiği son mücadele yılı 1921'de, aynı kendi gibi dünyaya kafa tutan başka birini mutlaka duymuş olmalıdır. Sarı bıyıklı, vahşi bakışlı ateş gibi bir savaşçı: Baron Robert Nikolai Maximilian Ungern von Sternberg. Bu uzun adın soyu, Avusturya'dan geliyor. 1813 yılında basılmış bir kitapta, bu adamın dedeleriyle ilgili notlar bulduğumu söylemeliyim. Gözlerinin içine kimsenin bakamadığı bu savaşçı, Osmanlılar gibi yenilmiş iki imparatorluğun öfkeli oğludur. Tıpkı Enver Paşa gibi Asya'da intikam aramıştır. Hanlar hanı Çingis Han'ın ordusunu diriltmeye çalışmıştır ve bunda altı ay boyunca muvaffak olmuştur. Moğollar onun, uzaklardan onları korumaya gelen öfkeli ruh Yamsarang olduğunu düşünüyorlardı. son derece gaddar, kanlı bir savaşçı.

Kendine 'Ungern von Sternberg' diyen bu genç subay, Moğol şamanlarının, bilge Budistlerin ve Moğol savaşçıların, Çingis Han'ın pırıltısına sahip son savaşçı olduğuna inandıkları kişidir. O yüzden de dehşet uyandıracak kadar korkunç cinayetler işlemesine göz yummuş ama bir yerde onun gaddarlığına isyan etmişlerdir. 

Piramitlerin işaret ettiği korkunç çağın "hakkını" veren 'Kanlı Baron'dur Ungern von Sternberg ve bu lakabından gocunmadığı, tam tersine bundan gurur duyduğu da bilinmektedir. Çarın Askeri Akademisinden mezun olduktan sonra ilk görev yeri Sibirya'da Buryatların bölgesiydi. Orada ilk kez göçebe yaşamın özgür doğasını tanıdı ve göçebelerin gizemine de erdi. Bu, göçebelerin gücünü de anlamış olmaktır aynı zamanda.

Ungern von Sternberg, Avusturya'nın Graz şehrinde doğdu. Bir Rus sahil şehri olan Reval'da yetişti (şehrin adı, 1918 Şubatında 'Tallinn' diye değiştirilmiştir -Bugünkü Estonya'nın başkentidir). Birinci Dünya Savaşı'nın ardından hem birinci vatanı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu, hem de ikinci vatanı Romanov Çarlığı Rus İmparatorluğunu yitirdi. Genç Baron, Beyaz Ordu'nun komutanlarından Semyonov'dan ayrılarak, Beyazların komutanı Kolçak'ın emrinden çıktı ve Batı Uygarlığına karşı savaşmaya, Çin'de (Moğol kökenli) Mançu Hanedanlığını yeniden canlandırmaya karar verdi. Danışmanı baş şamanı ile yaptığı uzun bir ayinden sonra Moğolların ruhunu uyandırıp Çin'e ve Kızıl orduya saldırmaya karar verdi. Japonlardan silah ve teçhizat aldı, yardım gördü. Bu sırada Kore'deki bağımsızlık hareketini bastırmakla meşgul olan Japonlar, ona istedikleri kadar yardım edemediler. Ama Baron Ungern'in emrindeki birlikle Rus Ordusunu terkedip Moğol Ordusu haline getirmesi ve Moğolistan'a girmesi, tamamen Japonların lojistik desteği sayesinde olabilmiştir. 

Ungern von Sternberg, 1921 yılı başında Moğolistan'ın Çin işgalindeki merkezine girdi ve başkent Örgöö'yü aldı (Batıda bilinen adıyla 'Urga' şehri. 1924'den beri adı Ulaanbaatar'dır. 'Kızıl Kahraman' demektir). 13 Mart 1921'de bağımsız Moğolistan'da bir monarşi kurdu. Burada saygı gösterilmesi gereken bir tavırla kendini Han falan ilan etmeyip, o zamanlar Bogd Han adıyla tanınan Moğolistan'ın dini lideri Yepsundamba Hutuktu'yu, özgür Moğolistan'ın ilk hükümdarı olarak tahta çıkarmıştır. Çinlilerin esaretinden (hapisten) kurtardığı yeni hkümdar Bogd Han da Ungern von Sternberg'i, Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang'ın yeniden bedenlenmesi ilan etmiştir. Baron Ungern, burada Moğulların iç dengesine de dikkat etti. Mesela 1919'daki Çin işgalinden sonra bağımsızlık için mücadele eden Sovyet yanlısı sosyalist Moğol partisi de Baron Ungern'in tahta çıkardığı Bogd Han'a biat etmiştir. Çin işgalinden kurtularak büyük bir Moğolistan kurma ideali, başından beri Japonlar tarafından aktif bir biçimde desteklenmiştir. (Japonlar daha sonra Mançurya'da Mançukuo'yu da kurup son Çin İmparatoru Pu Yi'yi -bir Mançu olduğu için- Mançokuo Hükümdarı ilan etmişlerdi. Mançukuo, 1946'da savaştan sonra Çin'e verilmiş ve ortadan kalkmıştır)

Ungern von Sternberg, başta kanlı düşmanı olduğu Bolşevikler ve Yahudiler olmak üzere, eline geçirdiği düşmanlarını korkunç yöntemlerle öldürüyordu. Çarlık istihbaratı Çeka'nın karşı propaganda amacıyla uydurup yazdığı, bugüne kadar kötü etkisini sürdüren ve Hitler'e "ilham" veren "Siyon Protokelleri" kitabının Baron Ungern'i çok etkilediği kesindir. Ama gaddarlığı sonucu kendi adamlarının ve Moğolların güvenini kaybetti, nefretini kazandı. Kızıl Ordu, Baron Ungern'in kendi adamlarının da bilgisi dahilinde Örgöö'ye girdi. Baron Ungern, Enver Paşa'nın ölümünden onüç gün sonra 21 Ağustos 1921'de kendi subayları tarafından tutklanıp Kızıl Ordu'ya teslim edildi. Novanikolayevsk'de, askeri bir mahkemeye çıkarıldıktan sonra 35 yaşındayken kurşuna dizilerek öldürüldü. Baron Ungern ve Tacikistan'da savaşarak 40 yaşında ölen Enver, Türk ve Moğol'ların intikamcı kanlı savaş damarının iki önemli temsilcisiydi. 

Modern seküler Türklerin bitmeyen kimlik sorunu (8)


İslamcılık iflas edip İslamcıların tedavülden kalkacağı günler yaklaştıkça, dikkatler, onlardan boşalacak yeri dolduracak sekülerlere yöneliyor. İslamcılar gücü ellerine geçirmeden önce eğitimli modern seküler Türklerin (özellikle "X-Kuşağı"nın) "Batı karşısındaki aşağılık kompleksi" boyutundaki kimlik sorunu dikkat çekiyordu. İslamcılar buharlaşırken, sorunun tamamen aşılmadığı görünüyor. 2022 son haftalarda modern sekülerlerin müzmin sorunuyla yeniden karşılaşmak benim için "ilginç" bir deneyimdi. Konunun en acı veren çarpıcı yanı, bu sorundan muzdarip insanların fevkalade mutsuz ve karamsar olmaları. Sorun, bereket versin ürkütücü değil, zira internetle büyüyen ve Türkiye'yi önümüzdeki 20 yıl içinde bambaşka bir yere taşıyAcak olan "Z-Kuşağı"nın böyle bir sorunu bulunmuyor, çünkü internetten edindiği o eşitlikçi/zarif yanıyla çeşitli kültürler arasında bir üstünlük-düşüklük hiyerarşisi kurmuyor, kendini diğerlerinden değersiz veya değerli görmüyor.

   Türkiye'de 1990'lardan itibaren İslamcılığın yayılıp müritten âlâ "sadık" taraftar bulabilmesini İlluminati'ye, "Amarikan emm'peryalizmi"ne bağlayanlar da çıkacaktır mutlaka! Ama nasıl olup da insanların islamcılara böyle "bağlanabildiği", sekülerlerden neden bu kadar nefret edip uzaklaşabildiği henüz pek konuşulmuyor. Konjonktürel İslamcılar, "kültürümüzden uzaklaşıldı" deyip, o "uzaklaşılan" kültürü de "islamcı İslamı"na indirgeyip o önemli boşluğu asla dolduramadılar. Boşluk, kuru ideolojinin eski Sol'dan aparma terminolojisiyle, hat sanatı ve Ney kursuyla doldurulabilecek bir şey hiç değildi.

   Eğitimli orta halli modern seküler Türklerin yılbaşı programlarına kadar sızan "İngiliz hayranlığı", ne kadar iyi İngilizce konuştuğunu stand up komedilerde bile sergilemek çabası, "Londra'da ev sahibi olmak"la ölçülen sınıf atlamışlık göstergelerinin bir tür şehirli kültürüne dönüştüğünün ifadesi, inatla yeniden dikkat çekiyor. Aynı insanların İngilizleri "emperyalist" diye nitelemeye devam etmesi, Avrupalı akranları modernlerin her lafında "Türkleri aşağılama çabası ve düşmanlık" aramaları, yaşadıkları müthiş özgüvensizliği gösteriyor. Sekülerlerin bu onmaz ezikliğine karşın İslamcıların dikbaşlı tavrının halkta (mesela Almanya'daki Türklerde) karşılık bulması tesadüf olmasa gerek. 

   Eğitimli modern seküler Türklerin karamsarlıklarının altında, mürit tipli seçmenlere, altı yaşında evlendirilen kızlara bakarak, "bu gidişle, bu halkla asla Avrupalılar gibi olamayız" fikriyatı yatıyor. Elbette hiçbir zaman cümbür cemaat onlar gibi olunmayacak. Onlar gibi olmak şart mı? Asıl soru bu. Attila İlhan'ın "Kolejli kızlar neden mutsuz" yazısında, kolejli kızların mutsuzluğunu "Buraya fazlalar ama Batıya da yetmezler" diye açıklaması, kıstası sadece Batı olan eski zihniyetin kısır döngüsünü gösteriyor, -hem de o kızlar için değil büyük şair için. Hintliler böyle değiller mesela. Çin'e bile din, Budizm ihraç etmiş bir yer Hindistan ve kendi değerinin bilincinde. Özgüvenli. İngiltere'nin kıstaslarıyla oraya bakacaksak, Hindistan'daki sefaletin ve "eski feodal yapılar"ın, Türkiye'dekilerden çok daha "geri" olduklarını söyleyebiliriz. 

   Konunun özü galiba şu: Türkiye'nin kültürü İngiltere'den/Avrupa'dan ne daha düşük, ne daha ilkel, -sadece daha FARKLI ve orijinalliği nedeniyle de son derece değerli. Doğuya-Batıya hakim olan yeni zihniyet böyle bir şey ve çok daha sağlıklı. 

   Konunun diğer yanı, günümüzün eğitimli modern Avrupalılarının kendi kültürlerini diğerlerine "üstün" görmeyi büyük ayıp saydıkları halde eğitimli modern Türklerin bunu yirmi yıldır hâlâ görememiş olmaları. Yani, sosyal medyada trol boyutunda esip gürleyen cahil faşistleri saymazsak, eğitimli Avrupalının hele Türkiye'nin insanına yukarıdan bakması falan söz konusu değil. Bu tip üsttenci bakışlar 21'inci yüzyılda tarih oldu. Günümüzde başka kültürleri aşağılayan birinin eğitimli modern bir Avrupalıyla aynı masada kendine yer bulması imkansız. 

   Eğitimli modern seküler Türklerin artık kendilerini sevmeyi saymayı öğrenmeleri, dolduramadıkları o boşluğun "toptan başkası gibi olmak"la ilgili olduğunu nihayet anlamaları, önyargıları düşmanlıkları bir kenara bırakıp, dünyaya kendi gözleriyle bakmaları gerekiyor.