Mağduriyet psikolojisi ve toplumsal zehirlenme





'A
yrımcılık', bir terim olarak 16'ıncı yüzyıldan beri kullanılıyor (Diskriminierung/discrimination). Bugünkü anlamda kesin tarifinin, 19'uncu yüzyıl sonunda yapıldığını ve Latince 'discriminare' kökünden geldiğini biliyoruz. Türkiye'de 'Mağdur' ve mağduriyet kavramları da, 'negatif anlamda ayrımcılığa uğramış' olanları tarif etmek için kullanılıyor.


Ayrımcılık yapanlara karşı mücadele etmek, mağdurların sesi soluğu olmak ve onların eşitlik talebi için müadele etmek, aynı zamanda bir çağa damgasını vurdu. 'Eşitlik, özgürlük, kardeşlik' sloganı, 1789 Fransız İhtilali'nin olduğu kadar 1917 Ekim Devrimi'nin de temel şiarıydı. Ama ayrımcılık mağdurların iktidarı, hep çok kanlıydı. Fransa'da giyotinle can verenlerin, Sovyetler Birliği'ndeki siyasi 'temizlik'ler sırasında ve Gulaglar'da ölenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. 1864'deki intiharına kadar 20 milyon insanın ölümüne neden olan Taiping ayaklanmasının lideri Hong Xiuquan, Mao'nun hayranlık duyduğu 'halk önderleri'nin başında geliyordu. Hong, mağduriyet adına 'Hristiyanlığı yaymak için', Mao da ezilenlerin 'sosyalizmini kurmak için' onmilyonlarca insanın ölümüne neden oldular. 1962'de biten, sadece üç yıl süren 'İleriye Doğru Büyük Atılım' (Da yue jin) döneminde Çin'de 40 milyona yakın insanın öldüğü biliniyor.

Bu gerçeğin diğer yüzü; mağdurların yanında ve onların haklarını savunmak için örgütlü mücadele yürütenlerin, aynı zamanda demokrasilerin kurulmasında ve sağlamlaştırılmasında belirleyici etmen olduklarıdır -tabii iktidara gelmemek ve iktidar olmamak koşuluyla!.. Dünyada 1980'lerin ortasına kadar süren liberal dönemde demokrasinin ve sosyal devletin yükselişini, bu mücadeleye (ve Sosyalist blokla rekabete) borçluyuz. O muhalefetin (ve Sosyalist blok rekabetinin) zayıflayıp ortadan kalkmasıyla birlikte demokrasilerin de bozulmaya başladığına, sosyal devletin neredeyse bittiğine şahit olduk. 'Diskriminere' teriminin tüm modern türevleriyle kariyer yaptığı süre, kapitalist sistemin yaşam süresine tekabül ediyor. Bu dönemde, tarihin en derin sahici mağduriyetleri de ortaya çıktı. Fakat sorunların sosyo-ekonomik boyutunun tamamen gözardı edildiği ve eşitsizlikterin tüm tarihi rekorları kırıp döktüğü neoliberal dönemde aslolan, ekonomi üzerinden değil etnik/dini kimlikler üzerinden konuşmak oldu. Çözümsüzlüklerin nedeni, sorunların ifadesinde kullanılan etnikçi/dinci dilin yetersizliğiydi. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri de yapay mağduriyetler üretilmesiydi.

Tüm gerekçeler bir yana, -mağdur olmak demek, önce, insanın kendini mağdur hissetmesi demektir. Ve mağdurların sözcüsü olabilmek için kültürcü bir dil kullanarak- sanal ayrılıkçılık mağduriyetleri yaratmak gerekebilir. Sonuçta stereo tipler, önyargılar, sosyal ayrımcılık maduriyeti, sosyal psikolojinin ilgi alanına girmektedir ve 'bu alanın en önemli özelliği, değişken ve manipüle edilebilir' olmasıdır (Lars-Eric Petersen, Bernd Six, “Stereotype, Vorurteile und soziale Diskriminierung” 2008).
Günümüz dünyasında mağduriyetler yaratmak, siyasi bakımdan avantaj kazandırıyor, çünkü ayrımcılık mağduru olmak, ahlaki bir haklılık zırhına sahip olmak anlamına geliyor ve mağdura siyasi üstünlük sağlıyor. Üstelik bu anlamda mağdurdan yana olmanın 'political correctness' denen, şimdi neoliberalizmin sevdiği bir terim tarafından korunduğu da malum. İlk kez 1793'te bir Amerikan mahkemesinde (bir duruşmada) kullanılan bu terim, şimdinin etnikçi veya dinci yeni muhafazakarları tarafından, genellikle 'çoğunluğun yüksek değerlerine uymak' anlamında kullanılıyor -tabii burada, 'Azınlığın yüksek değerleri mi, yoksa çoğunluğun yüksek değerleri mi daha yüksektir?' diye bir soru da sorulmuyor. Çağdaş düşünürlerden Richard Bernstein 'political correctness' terimini, çoğunluk tiranlığıyla kıyaslıyor ve onu bir faşizm, fundamentalizm türü sayıyor (“The Rising Hegemony of the Politically Correct” New York Times, 27.10.1990).

Günümüzde, sözkonusu çoğunluk yüksek değerlerinden biri de ayrımcılık mağdurlarından yana olmak. Tabii bu olumlu meziyetin sahiden olumlu sayılabilmesi için, o mağdurların ve mağduriyetin gerçek mi yoksa sanal mı olduğuna bakmak önem kazanıyor.
Sanal mağduriyetler yaratmak, siyasi getirisi nedeniyle çok önemli. Sanal mağduriyetler yaratmanın en kolay yolu, sosyo-ekonomik gerçekler ötesinde bir dil kullanarak, insanların kendini ayrımcılık mağduru hissetmelerini sağlamak. Ve ikinci aşamada, onlar adına bir 'mağduriyetten kurtulma mücadelesi' yürüten taraf pozisyonuna sahip olmak. Bu sosyopsikolojik denkleme dikkat çeken Rainer Paris, eşitlik idealinin ve teriminin şimdi nasıl kötüye kullanıldığını anlattığı bir makalesinde, 'günümüzün eşitlikçilik takıntısı, bir tür açıkgözlülük/düzenbazlık/sinsilik öğretisi haline gelmiştir' diyor. (“Gleichheit. Ein systematisches Argument”, Merkur dergisi 08.2009)

Tüm eşitlik idealleri bir yana, toplumlarda varolan ve hep varolacak olan türden eşitsizliklerin niteliğine dikkat çekmek, sanal mağduriyetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayabilir. Önemli olan, eşitsizliğin doğal farklılıklardan, mesela yeteneklerin farklılığından, kalıcı/tarihi başarılardan vs. kaynaklanıp kaynaklanmadığıdır. Sağlıklı bir eşitliğin temel taşı, -hukuki eşitlik çerçevesi dahilinde- özgür düşünce ve hareketin bir sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkan doğal eşitsizliklerin uyum içinde bir arada yaşayabilmesidir. Başarılı projeler, genellikle ast/üst ilişkisinin kendiliğinden benimsendiği ve o ölçüde iyi iş bölümünün yapıldığı, başarı ve başarısızlıktan herkesin kendine pay çıkardığı ortamlarda yürür. Gönüllü ön koşul, taraflar arasındaki karşılıklı yakınlık, uyum, saygı ve sevgidir. En iyi örneğini aşk ilişkisinde görebildiğimiz bu tip doğal eşitliklerde, sosyal/mesleki/vs. açıdan eşit olmayan taraflar kendilerini o karşılıklı sevgi atmosferinde eşit hisseder. Bu tip doğal eşitliğin sorgulanması, genellikle aşkı ve sevgiyi de bitiren bir şeydir.

Neoliberalizmin hakim olduğu toplumlardaki yapay mağduriyetler, bu tip mutlu sosyal beraberliklerdeki -o zamana dek hiç sorun edilmemiş- çeşitli konuların subjektif/öznel eşitsizlikler üzerinden sorgulanması sonucu, doğal eşitlik ve sevgi ortamını bozar. Bu sosyopsikolojik atmosfer, hayatın tadını kaçırır, toplumda kesimler arasında karşılıklı güvensizlik ve kuşkuyu artırır. Daha önemlisi, toplumda sanal etnik/dini kimliklerin sanal mağduriyeti üzerinden ürtetilen kutuplaşmalara neden olur. Sonuç, bir tür 'toplumsal zehirlenme' durumudur. (age.)
Böyle bir atmosferin -mağdurlar dahil- hiç kimseye yararı olmadığı bir yana; sosyal birlikteliği ve ortak yanları öne çıkarmadan, her alanda sürekli eşitlik/eşitsizlik hesabı kitabı yapan, her pozisyonu kendi sanal mağduriyeti üzerinden değerlendirip sorgulayanların, tatmin ve mutlu olmaları da oldukça zordur.

Peki neoliberal dönemin gerçek mağduriyetleri ile sanal mağduriyetleri arasındaki fark nedir? Neoliberal dönem mağdurları, ancak derin sosyo-ekonomik farklılıklar üzerinden tanımlanabilirler ve bu tanımların etnik/dini bileşeni oldukça önemsiz görünmektedir. Tek önemli yanı, bu sorunların, etnik/dini kimlik diliyle ifade edilmeye çalışılmasından gelmektedir. Burada önemli bir yanılsama ve hayata bakışla ilgili bir sorun yattığı da söylenebilir. Sanal mağduriyet, subjektif/öznel önceliklere göre belirlenmektedir. İnsanlar ve sosyal gruplar arasında, bireysel/kitlesel başarıları, yetenekleri, becerileri vs. ilgilendiren farklılıklar her zaman vardı, şimdi de var, gelecekte de olacaktır.
Her toplumun -bu doğal/özgür eşitsizlikler üzerinden ortaya çıkmış- bir eliti bulunur (veya, uygar bir ülke olabilmesi için bulunmalıdır). Ve bu elit her zaman bir azınlıktır. Bu konu, doğal eşitsizliğin bir sonucudur.

Günümüzün modern toplumunda elit, üç ana başlık altında değerlendirilebilir: Siyasi elit, ekonomi/mülkiyet eliti, eğitimli/yaratıcı elit. Bunlardan üçüncüsü, en önemli elit çevredir, çünkü hem elit olmayan kesimle doğrudan ilişkilidir, hem de en kalabalık elit grubudur. En büyük firmaların bile borsa üzerinden birçok sahibinin olduğu bir dünyada; eğitimleri, kişisel yüksek becerileri, yetenekleri, yaratıcılıkları sonucu elit olmuş bu kesim, günümüz toplumlarının asıl elit sınıfı haline gelmiştir (Bildungsbürgertum/educated class). Bu durum Türkiye'de de farklı değil. Neoliberal dönemin sanal 'ayrımcılık mağduru' kesimleri, elitlerin yeteneğine/kapasitesine sahip olmadan, elitlerle eşitlik taleb eden özgün bir pozisyona sahip görünüyor. Rainer Paris, neoliberal dönemin bu karmaşık ve sağlıksız yaklaşımının nedenini, kendini ayrımcılık mağduru sayanların yanlış karşılaştırma yöntemine dayandırıyor.

İnsanların kendilerini diğerleriyle kıyaslamasından daha doğal birşey olamaz. Ama sağlıklı karşılaştırma anlık bir olaydır ve kendini -aynı ortamda- ondan üstün olanla kıyaslamaktır. Sağlıksız karşılaştırma ise, kendini, -başka ortamdaki- benzeri mağdurlarla kıyaslıyor. Ve 'o şu kazanımlara sahip olmuş, ben de olayım' mantığıyla hareket ediyor. Bu yaklaşım türü, kendi gerçeğinden kopuk bir sanal atmosfer yaratılmasına katkıda bulunuyor. Sanal mağduriyetler üreten yanlış kıyaslama, sanal olduğu için kendini pekiştirmek zorundadır. Ancak o zaman kalıcı olabilir ve bu nedenle duygusal/emosyanal bir yanı vardır. Gareze varan saldırgan bir kıskançlık benimseyerek, Alman filozof Max Scheller'in değimiyle bir halk kesiminin veya elitin varlığını bile kıskanabilecek 'Varoluşsal kıskançlık' noktasına kadar gelebilir (age.). Burada Scheller'in dikkat çektiği kıskançlık, mesela elitin sahip olduğu etkiyi/mülkiyeti/yeteneği/iktidarı kıskanmanın çok ötesindedir ve doğrudan onun varoluşunu kıskanmak durumudur. Sanal ayrımcılık mağduru, bu noktadan sonra, elit karşısındaki doğal yeteneksizliğinin/aciziyetinin onu huzursuz eden 'desteğini' de alarak, pozisyonunu pekiştirmek amacıyla kutuplaşma üretir. Kuruplaşmanın en 'rahat' tarafı, birçok konuyu tartışma dışına çıkararak otomatikleştirmesi ve duygusal yan için malzeme sunabilmesidir. Böylece, sanal mağduriyet psikolojisinin can verdiği en tehlikeli ve en huzursuz edici duygusal ortam da ortaya çıkar. Bu ortamın adı, 'Onun mutsuzluğu, benim mutluluğum' ortamıdır.

2008 ekonomik kriziyle birlikte başlayan dönemde, neoliberalizmin etkisini hızla yitirdiği görülüyor. Yani paradigma değişikliğinin, sanal mağduriyetleri de etkilediği açık. Etnik/dini kimlikleri esas alan 'sorun'ların kendiliğinden çözüm yoluna girmesi eğilimi de bunun bir işareti. Şimdi asıl sorun, galiba bu 'sorunlar'ı, etnik/dini sorun diliyle konuşmaya son vermek ve yeni bir dil bulmakla ilgilidir. Sanal etnik/dini mağduriyet dili, herşeyi kendi diliyle ifade etmek ister. Ama böyle sorunları çözmek için önce bu dille konuşmaya son vermek gerekir. Toplumsal zehirlenmeyi engellemenin ikinci ve daha önemli koşulu, toplumu birarada tutan sevgi ortamını korumak olmalıdır. Mesela toplumda en derin ortak noktalara kadar inerek oralarda bile kim ne kadar Kürt ne kadar Türk, aralarında ne hak/hukuk farkı var, ne kadar eşitler diye soran etnikçi bir dille, sevgi ortamı kurmak mümkün değildir.

Köklü siyasi değişimler dönemine doğru mu?





Z
aman, çok hızlı ilerliyor. Y
eni zaman kalitesinin, önemli bir olayla, 22 Temmuz Çarşamba günü, 21'inci yüzyıl boyunca yaşanacak 6 dakika 39 saniyelik en uzun Güneş tutulmasıyla başladığından bahsetmiştik. Onu 1 Ağustosta ikinci bir güneş tutulması izledi. Ardından Türkiye'de "Kürt açılımı" geldi. Bu konudaki barışma ve sorunu aşma isteğinin sonuna kadar desteklenmesi gerektiği konusu saklı kalmak koşuluyla, konunun PKK ve etnik kimlikçilik yörüngesinden çıkarılmasının önemini vurgulayalım. Gelişmeler, tahminlerden daha hızlı ilerliyor. Önemli olduğu için yineleyelim: Geçen yıl başlayan ve sonbaharda bir yılını dolduracak olan global ekonomik krizin düzelmeyip yeni bir aşamaya doğru ilerleyeceği ihtimali var. Ardından bütün dünyada patlayıcı bir atmosferin ortaya çıkabileceğini söylemek mümkün. "Umarız öyle olmaz" saçmalığının ve "Aman insanlar üzülmesin" polyannacılığının lüzumu yok. Artık biraz üzülsünler, üzülmeliler ve uyanmalılar...


Ekim 2008, -krizin başlangıcı- dünya tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Ekonomik krizin bütün dünya ekonomisini vurduğu, yeni bir paradigma değişikliğinin yaşandığı önemli bir tarihti. Mart 2009'dan itibaren ekonomi alanında belli bir düzelme görüldü, hatta bazı ekonomistler krizin dibi görüp yükselişin başladığını dahi söylediler. Fakat dünya ekonomisi, o günden beri bir spekülasyon balonunun üzerinde oturuyor.
Şimdi bu balonun patlama ihtimalinin yüksek olacağı bir döneme yaklaşıyoruz. Ağustos sonu ile Kasım arasındaki dönemde dünya ekonomisinde yeni bir kuvvetli düşüş olabilir. 60 Milyar Dolarlık bir bütçe açığının üzerinde oturan bir ülke için önemli bir durum olmalı. Bunun Türkiye ve reel kapitalist dünya için hiç de olumlu bir işaret olmadığı kesin -tam tersine. Anlaşıldığı kadarıyla 2009 sonunda dünyada, bugünkü neoliberal reel kapitalizmle yola devam etmenin imkansızlığı, sadece bazı entelektüeller değil, artık geniş kitleler tarafından da görülebilecek. Bunun bir "Temizlenme/Arınma" süreci olduğunu da hiç unutmamak gerek. 2010'un ilk yarısında gelebilecek ikinci bir darbe ile birlikte, 2024'de sona erecek Sürecin ilk ağır vuruşu yolda gibi . Sürecin sonunda, Dünya finas sistemi bugünkünden tamamen değişmiş olacağından (veya -bugünkü anlamda- ortadan kalkmış olabileceğinden), 2010'da dünyada köklü reformların başlangıç tarihi yaşanabilir, veya bunun ilk fundamental adımları atılabilir. Türkiye, ekonomik sarsıntılara bir yere kadar karşı koyabiliyor, banka sistemi eskisinden daha güçlü. Ama önümüzdeki zaman kalitesi, bu gücü aşabilir -ve buna karşı (özellikle ekonomi alanında) tam bir "Saldım çayıra Mevlam kayıra" mantalitesi hüküm sürüyor. Bu kez Mevlam kayırmayabilir!

Bu dönemin Türkiye'yi ve basını ilgilendirecek yanlarından birinin de; bir çok gizli-kapaklı olayın açığa çıkması olabileceğini söylemiştik. Dönemin kalitesi, gücü/iktidarı/hukuku kötüye kullananların açığa düşeceği bir döneme işaret ediyor.
Bir sonraki -
2010'daki- Güneş tutulmasına kadar sürecek olan bu dönemde, dünyanın çehresinin önemli ölçüde değişmesi için ilk tetikleyici olaylar veya ilk önemli, tayin edici adımlar atılmış olabilir. "Kürt sorununun çözümü" tartışmalarını -şimdilik pek doğru kulvarda ilerlememekle birlikte- bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Yerel ve global finans sistemlerindeki dalgalanmalar ise, miyop ekonomistlerin ülkeyi fena halde yanıltmasına neden olabilir. Çünkü bu dönemin başında kısa bir ekonomik düzelme, borsalarda yükselme görülebilir. Ardından düşüşlerin olması muhtemel. Buna galiba dikkat etmek ve yükselmeleri dikkatle izlemek gerekiyor.

ABD'nin bütçe açığı 1000 Milyar Doları aşmış durumda. Bugünün en saçma ve tehlikeli durumu, devletlerin -bütün bu borçlanmaların sonları olabileceğini bile bile- yeniden borçlanmak zorunda kalmalarıdır. Neoliberalizmin sınırları dahilinde başka bir çözüm bulmak zor. Bu nedenle neoliberalizmin dışında çözümler aramak şart. Neoliberal iktidarlardan acilen kurtulmak istemek, biraz da bunun için önemli. Onların alternatif arayışları, oldukça kısıtlı bir alana sıkışmış görünüyor. Türkiye'de Hükümetin bu alanda hiçbir şey yapmaması, çok daha vahim elbette. "Neoliberal Zorunluluk" sarmalı, devletleri bataklığa ve iflasa sürükleyebilir. Bütçe açığı hızı rekorlar kıran Türkiye de tehlike altındaki ülkelerden biri. Gazete başlıklarına çıkan o bütçe açığı sayılarının ne anlama geldiğini, halk sonbaharda ve gelecek yılın baharından itibaren acı bir şekilde anlayabilir.

Bu zaman kalitesinin diğer önemli konusu, devletlerin/ülkelerin iflası ihtimaliyle ilgili demiştik. İzlanda'nın ardından iflas etme ihtimali yüksek ülkelerin Yunanistan, Portekiz, İralnda, İspanya, Letonya ve ABD'nin Kaliforniya eyaleti olduğuna dikkat çekmiştik. Türkiye de tehlike altındaki ülkelerden biri, ama henüz bu ülkeler kadar zorda değil. Dünyada başta devlet kağıtlarının tehdit altına girdiği bu dönemde, devlet tahvilleri üzerinden tehlikeli yaşayan ülkelerin başında ABD ve İngiltere geliyor. Sistemin bir sonraki dönemde çökmesi halinde, dünyadaki Anglosakson hegemonyası kesin bir şekilde sone erebilir. Burada, İran dini lideri Hameney'in yaptığı "Mehdi geliyor" açıklaması dikkate alınmak zorunda. Bütün İslam ülkelerinin ordularının birleştirilmesini öneriyor Hameney. Hedefi de açık: ABD ve İsrail...
Bu ifade biçimi, dil ve mantalite bakımından fana halde Türkiye'deki "Kürt açılımı" söylemine benziyor. Ortak yanları şu: Evet, ortada bir sorun var, ama bu sorun ne etnik, ne de tek tek ülkelerle ilgili. Dolaylı olarak elbette Kürtlerle, ABD ve İsrail'le DE ilgili olmakla birlikte, sorunun özü onlar değil. Türkiye'deki bölgeler ve zümreler arası uçurumun (Kürtlerin yadsınmasından doğan eski sorunlardan yola çıkarak) -etnik bir dille- "Kürt sorunu" ilan edilmesi nasıl birilerinin kolayına geliyorsa, "ABD ve İsrail'e karşı savaş" demek de -aynı kafadaki- başka birilerinin kolayına geliyor... Bunun nereye varabileceğinden da haberleri yok: Yeni bir Dünya Savaşı'na... (Tabii günümüz koşullarında olabilecek bir Dünya savaşının yanında Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nın Bodrum tatili gibi kalacağını da söylemek lazım!)
Bu mantığa ve dile dikkat. Böyle iyi savaş olur, ama çözüm falan olmaz. Ve bu söylemi kullananlar sonunda yenilirler. (Yalnız işin daha da tehlikeli yanı, başında "yeniyor" gibi görünmeleri olabilir ve bütün İslamcı sazanlar da zil takıp oynar. O "moral"le Türkiye'ye Cehennem'i davet edebilirler). Sistemin elbette ABD ve İsrail gibi merkezleri vardır, fakat konuyu -hele bundan sonra- coğrafi ve tek tek ulusdevletler bazında ele almak çok yanıltıcı ve çok tehlikeli olabilir. Ayrıca İran, muhalefetin yükselen tehdidi altında. Sürecin sonunda İslamcı rejimin İran'da barınamayacağını belirtmiştik. İran biraz da bu nedenle savaş istiyor olabilir.

2009 sonunda kitlesel eylemler artıp, muhalefetin dozu, şimdiye dek olmadığı kadar şiddetlenebilir. İran ve Türkiye'de muhalefetin yükselişi, beklenen bir durum. Yeni trend, 2024'e kadarki dönemde "işini bilen vasat adamın kesin sonu" diye özetlenebilir. Çünkü idare-i maslahatçılıktan ve sığ bildik yöneticilik'ten çok daha fazlası gerekiyor bu dönemde. Bu şuna benziyor: Artık, önceki liberal/neoliberal yöneticilerden devralınmış malum kurallar ötesinde ve klasik vasat "muteber adam/aydın" olmak ötesinde özellikler gerekiyor. Kısaca, (mesela İslamcılarda) bulunmayan sahici kalitelere ihtiyaç var. Bu kaliteler: Özgür düşünce, çok yönlü yaratıcılık ve dünyayı iyi takip edip derinlemesine anlayabilen, analiz edebilen çok yönlü idrak kapasitesi... Yeni trend, aynı zamanda Anadolu'nun renkli ve yaratıcı uygarlık atmosferine uygun yeni bir demokrasi türünü de ortaya çıkarabilir. Yeniden konuşulmaya başlanan "Kürt Sorunu" teranesinin sahici mecraına oturtulup bu yeni demokrasi idealine bağlanması, tam bir başarı olur. Yeni demokrasi türünün (ki şimdilik adına 'demokrasi' demekle yetiniyoruz); ne Kemalist otokratik demokrasiyle, ne Menderes-Demirel liberal demokrasisiyle, ne de ANAP-AKP neoliberal post-demokrasisiyle alakası olabilir. Yeni demokrasi fikrinin ilk önemli nüveleri, bu dönemde ortaya çıkabilir.

Türkiye'nin etrafında olması muhtemel dört önemli olaydan birini yeniden ele alacak olursak:
Kuzey Irak'daki Kürt varlığı, ABD'nin bölgeden çekilmesinden sonra, Araplar tarafından fena halde hırpalanabilir demiştik. Bu ihtimal, giderek yükseliyor. Türkiye'nin, Kürtler nedeniyle Araplarla savaşMAması, Kürt-Arap düşmanlığını Türkiye'ye taşıMAması önemli. "Kürt Sorunu"nun aceleye getirilmesi "isteği", biraz da bu nedenle (ve Amerikalıların isteğiyle) gündeme gelmiş olmalı. Kürtler, ABD'nin Irak işgali sırasında sadece Arapların değil, Ortadoğu'da ve Dünya'da çok daha geniş bir kesimin düşmanlığını kazandılar. Bu günleri düşünmeleri gerekiyordu. Kürtlere karşı olabilecek muhtemel olaylar kısmen duruluncaya kadar Türkiye hem çatışmanın dışında durmalı, hem de Kürtlerin tek hamisi rolüne soyunmamalı -dikkatli olmalı. Neoliberal dönemin "Kürt Sorunu"nun, 1991'den beri ABD'nin iki Irak saldırısı ve Irak işgalinin 'Yan ürünü' olduğu unutulmamalı. Şimdi bu dönem (ve "Kürt Sorunu" teranesi, tıpkı "Ermeni Sorunu" gibi sona ermektedir). Bu nedenle, aceleye gerek yok. İran'ın son çıkışları, patlayıcı atmosferin şimdiden (biz yıl sonuna doğru bekliyorduk) etkimeye başladığını gösteriyor. Kürtlerin Türkiye ile birleşmesi, ancak Ortadoğu'daki onlara karşı düşmanlığın kısmen durulmasınan sonra olabilir. İslamcılara ve onların stratejik sığlık uzmanı Ahmet Davudoğlu'na uyup, Türkiye'yi "global aktör" varsayan teorilere "uygun" tavırlarla Ortadoğu'da Osmanlı emelleri beslemek Türkiye'yi oradaki bataklığa çekebilir. Kendini Osmanlı sanan AKP/Erdoğan'ın dış politikaları, şimdi çok daha tehlikeli olabilir. İran ise, oldukça tehlikeli bir dönemin eşiğinde. Şu andaki tavrına "Müslüman kardeşlerimiz" hamasetiyle yaklaşmak ve İslamcı İran rejimini desteklemek, Türkiye için de tehlikeli. 2010 Mart ortasına kadar İran'da herşey olabilir -İran da, bu tehlikeli durumu atlatmak için her şeyi yapabilir. Buna, İsrail'e saldırmak da dahildir.
Dünyada bir devir sona eriyor.
Türkiye'nin, yeni devrin yükselen yıldızı olabilmesi için, bugünün yanlış hesap edilmiş stratejik derinliksiz yayılmacı dış politika heveslerini bir kenara bırakmasında fayda var. Kong Fuzi şöyle der: "Çok güzel bir kuş bulup, ona sahip olmak istersen, bırak uçup gitsin. Geri dönerse senindir. Dönmezse hiç senin olmamıştır."
Kurulan Birliklerin en sağlamı, gönüllü olanlardır. Türkiye, bu süreci, insanların gönüllü olarak birlikte olmak isteyeceği bir çekim merkezi olmaya çalışmak için kullanmalı. Bunun için geleceğin kalitesine uygun alternatifler ve onlara uygun bir elit yaratmalı, Türkiye'yi; kendine her alanda fazlasıyla yeten, örnek bir yer haline getirmeli -bunun opsiyonlarını şimdiden cidden oluşturmaya çalışmalı.
Bugünün dünyasında parsa kapmaya çalışmanın artık pek bir anlamı yok. Bu, biten bir dünyadır. Biten bir dünyanın eski "jeostratejik!" çılgınlıklarına kapılMAmak, önümüzdeki dönemin en zor sınavlarından biri olacaktır. Yeni normlar koyan, özgüvenli bağımsız bir yaklaşım, geleceğin yükselen yıldızı olabilmenin de anahtarıdır. Bunun dışında da yollar var elbet. Bu yollar, ölümle kanser arasında bir seçim yapmak şeklinde özetlenebilir. Bunlardan biri, "fırsattır" deyip İttihatçılar gibi bir savaş kumarı oynamaktır -ki Ahmet Davutoğlunun defolu stratejik sığlığı ve cahil İslamcılar, buna uygun!- Oyunu oynayıp tam bir yıkım yaşamak ve Osmanlıdan beter olmak mümkün; veya kanseri seçip,
şimdiki gibi Avrupa'dan Amerika'dan gecikmeli kopyalar çekerek, daha uzun sürecek bir yıkım yaşamak da mümkün. Yok biz almayalım!
20'inci yüzyıl normlarına uygun her emperyal/hegemonyacı insiyatif yenilgiye mahkumdur -çünkü bu "jeolojik/jeostratejik" zift mantığına can veren fosil enerji kaynakları sistemi mecburen terkedilecektir ve üstelik para ve ücretli iş sistemi de kökten değişmek zorunda kalacaktır. Ama (sonraki aşamada) galiba en önemli değişiklik; duyup/okuduğu her bi boka inanan, bir tek kendi iç sesine inanmayan sözel insan modelinin -dünyaya hakim tür olarak- tedavülden kalkacak olmasıdır
.