Çağdaş faşizm İslamcılığın yenilgisi ve Türklerin yeni kaderi

Evrensel Değerlerden Yerel Değerlere, din ötesi mental köken (III)

Türkiye'de yaşanan değerler savaşını İslamcıların kaybetmesinin özünde, insan olmakla ilgili temel prensiplerden birine ters tutum almaları yatıyor. Geçtiğimiz 60 yıl boyunca Türkiye'ye giderek hakim olan ve ülkeyi adeta tılsımlayan "İslam" önyargısından sıyrılınca, Gezi isyanıyla birlikte bir temel prensip yeniden net bir şekilde görünür hale geldi: İnsanlar dinsiz yaşayabiliyorlar, ama ahlaksız/etiksiz yaşayamıyorlar. Bunu John Ruskin'in, "çok sayıda din var, ama ahlak tek" sözleriyle de ifade edebiliriz. Türkiye'deki İslamcılar, bu tezin zıddını temsil eden bir yaklaşımla, "değerler hesaplaşması"nı kaybettiler, çünkü ahlaklı olmak, dindar olmak gibi sonradan öğrenilen/edinilen bir şey olmayıp, insanın doğuşuyla birlikte edindiği insani özelliklerdendir. Ve bu haliyle tüm insan toplumlarını içeren sosyal yaşamın da temelidir, sadece "İslami yaşam" denen hastalıklı ilişkileri benimseyenlerin bir süreliğine de olsa birlikte yaşamlarını sağlayan kodeksten farklıdır.
İslamcıların "İslami yaşam" diye yaymaya çalıştıkları biat toplumu kuralları, kendisi dışındaki insanlığın değerlerine aykırı bir temeli esas aldığından, evrensel değerlere yenilmiştir. Kadının annelik duygusundan kaynaklanan "koşulsuz Merhamet", "koşulsuz Sevgi" ve "koşulsuz Empati" duyguları, ahlakın/etiğin ilk temel taşları sayılan iyiliğin, doğruluk/dürüstlüğün, sabrın, bağışlayıcı olmanın ve adil olmanın temelidir. İnsan olmanın ve evrensel insani değerlerin temelini oluşturan bu temel değerler üzerinde, diğer katmanlar yeralır: Alçakgönüllülük, Haysiyetli olmak (insan onuru) ve diğerleri. 
Bu değerler, aynı zamanda bütün dinlerin iç değerleridir ve tarih boyunca esasen dinler tarafından taşınmıştır, korunmuştur. Dinlerin bir de dış değerleri vardır ve bu her din için farklı inanç biçimleri, farklı ibadet biçimleri gibi yerel konulardır. Dinlerin dış değerleri ölümlüdür ve tarih içinde zamana ve coğrafyaya göre sürekli değişirler, ama iç değerler değişmez ve "neosekülarizm" diye adlandırdığımız günümüz sekülarizmi, dinin uzunca bir dönem taşıdığı bu değerlere sahip çıkar, ama bunun için dinlerin ölümlü dış değerlerine sahip çıkmak gerekmez, çünkü insanlık artık, sadece bir tek dinin dış değerleriyle kısıtlanamayacak kadar çok kültürlü ve çokyönlü hale gelmiştir ve iletişim aletleri sayesinde halklar arasındaki kültürel sınırlar da ortadan kalkmıştır. İnsani yüksek değerlerin temeli saydığımız Merhamet, Sevgi ve Empati duyguları da, buna göre yeni bir boyut kazanıp insanlığın tamamını kapsar hale gelmiştir. Boşuna da değildir, çünkü ilk kez küresel iklim krizi tehlikesi ile, insanlığın sorunlarının coğrafi sınırları aştığı, net bir şekilde anlaşılmıştır.     
Evrensel temel değerleri esas alan Gezi hareketi insanlığın desteğini alırken, ahlaka/etiğe dini üstün tutan islamcılığın evrensel yenilgisi, insanlığın önüne açılan yeni bir yükseliş çağının temel paradigmasını Türklere göstermiştir. Ama bu değerler savaşında Müslüman bir ülke olarak Türkiye'yi Dünya'nın en önemli ülkelerinden biri haline getiren özellik, iç değerlerini yitirmiş bir dinin "din ahlaktan önemlidir" düsturuyla nasıl şeytanileşebileceğini dünyaya teşhir etmek değildir sadece. Türkiye'nin önemi, insanın insan olmak ve insan kalmak iç prensiplerinin asıl öneme sahip olduğunu, "dinin şekilci dış değerleri"nin insanları esir almasına kararlılıkla karşı çıkmalarıdır. Bu aynı zamanda bir reddi de içermektedir. Doğumlu/ölümlü bir din, peygamberinden kutsal kitabına, yüzyılları kapsayan adetlerine kadar, insanları biata zorlamak için kullanıldığında, ona, toptan, dinlere can veren evrensel insani yüksek değerler adına karşı çıkılabilmelidir. Çünkü ancak bu yaklaşımla, gerçek (ruh sahibi) ve sahte (şekilsel) din arasında kesin bir sınır çizilebilir ve dinler kötüye kullanılmaktan kurtarılabilir.
Bugünkü haliyle aşılması gereken siyasi İslam, aynı zamanda Türklerin yüz yıllık aşağılık kompleksinin de somut ifadesidir ve onun aşılması mücadelesi, Gezi isyanı ile kazanılan yeni taze Türk özgüvenin geleceğe doğru gelişip kurumsallaşmasının teminatıdır. Arap Baharı sonrası Dünya'da biriki yıllık kısa bir zirve yaşadıktan sonra hızla irtifa kaybeden İslamcılık yokolmaya mahkumdur, çünkü İtalyan Faşizmiyle, Alman Nazizmiyle ve Stalin Bolşevizmiyle doğrudan akrabadır. Umberto Eco'nun son üçyüz yıllık süreçte ifade bulan ve "Kökfaşizm" diye andığı 14 özellikten bazılarını anmak bile, İslamcılığın, 21'inci Yüzyılın Faşizmi olduğunu ve diğer faşizm türleri gibi bir aşağılık kompleksinin ürünü olduğunu gösterecektir. Bu özelliklerin başında, "kutsal kitaplar, söylenecek herşeyi söylemişlerdir ve mutlak bilgiye erişmişlerdir, onların üzerine çıkılamaz, onlar tüm bilgiyi içerirler" mantığı bulunmaktadır. İnsanın tarihsel tekamülünün ve kutsalın, sadece kutsal kitaplarla mümmkün ve sınırlı olduğu iddiasındaki bu fikir, zamanında Aydınlanma düşüncesine karşı çıkan Kataolik Kilisesi'nin mantığını devam ettiren anlayıştır. Dinlerin toplumları şekilsel olarak doğrudan belirledikleri çağların sona ermesi ve insanın özgürleşmesine karşı gelişen bu kökfaşist refleks, sadece İslam toplumlarında değil, doğu Asya toplumlarında da farklı şekillerde ortaya çıkmıştır ve ortak özelliği kitaba tapmasıdır. Faşizm, Nazizm ve Stalinizm, kutsal saydığı kitapların cümle ve sözcükleriyle kısıtladıkları bir dünya kurup, buna itiraz edenleri "hain" ilan eden yapılardır. İslamcılık, İslam dininin kutsal kitabı Kur'an'ı, bir dogmanın temel kaynağı haline getirerek, kökfaşizmin en önemli özelliğini taşımaktadır. Mussolini eski Roma imparatorluğunun o ilk mükemmel halini günümüzde kurmaya kalkmıştır, Hitler de ari ırkın kusursuz imparatorluğunu kurmayı hedeflemiştir, İslamcılık da İslam'ın kusursuz ilk dönemini, zaman ve mekan ötesi bir yerden yeniden kurmak ister, çünkü bu üç ideoloji de, önderleriyle birlikte, Tanrı tarafından bu görev için seçildiklerini düşünürler ve emperyal karakterdedirler, yani tüm dünyaya hükmetmek ve "kutsal" saydıkları kendi ideolojik düzenlerini tüm dünyaya savaşla yaymayı hedeflemektedirler. İslamcılık bu kökfaşist özelliği "Cihad" fikriyle karşılamıştır. Kökfaşizm, sadece yayılmayı hedeflemez, Batıda Aydınlanma ile ifade bulan, (Doğuda ise ezildiği için ortaya çıkamayan) "özgür birey" olmakla ilgili tüm prensiplere de karşıdır. Nazilerin, Faşistlerin ve Stalinizmin kabul edemediği özgür birey, kendi kararlarını kendi veren ve beğenmediği şeyleri basın/yayın üzerinden eleştirebilen, hemfikir olduğu kişilerle özgürce örgütlenebilen kişidir. Özgür birey, diğer insanlar ile eşit olduğu düşüncesine sahip insandır; biat etmeyen, kafasına yatmayan şeylere itiraz eden insandır. Tüm Faşizm türleri ve İslamcılık, kendi içinde eleştiri kültürüne sahip değildirler, ancak kendi dışında sürekli icad etmek zorunda kaldıkları dış düşmanlara söverek, insanın bu özelliğini dışarıya yöneltmeyi hedeflerler.
İtalyan Faşizmi, Alman Nazizmi, Stalin Bolşevizmi ve İslamcı faşizm türlerinin ilk prototipi, Fransa'da Aydınlanma devrimine karşı kurulan ve 1898'de ortaya çıkan "L'Action France"dur. Bu hareketin amacı, modernleşmeyi durdurmak ve "Eski Hristiyan Toplumuna dönmek"tir, ama bu amacında kapitalizme karşı çıkmak falan yer almaz, sadece kral ve kilise idaresine geri dönülmesini, herkesin ileri geri konuşmamasını falan ister. 
Eco'nun üzerinde durduğu kökfaşist özelliklerinden bir diğeri, faşizmlerin mutlaka bir mağduriyet ve eziklik duygusundan türeyip intikam almayı amaçlayan yapılar olmalarıdır, kendilerine karşı Dünyanın toplanıp komplo kurduğunu düşünürler. Nazizm, haksız Birinci Dünya Savaşı yenilgisi ve Versay anlaşmasıyla mağdur olduğu gerekçesiyle, bunun intikamını almak amacıyla kutsal Alman halkının kutsal ülkesini yeniden kurmak için "Batıya karşı" savaşmaktadır. Nazizm, tıpkı Faşizm ve daha sonra Stalinizm gibi, "Batıya karşı" savaşmanın özünde, sadece Batı Emperyalizmine karşı savaşmayı anlamamışlardır, çünkü kendileri de emperyalisttirler. Karşı olunan "Batı"dan anlaşılan asıl değer, Aydınlanma sonrası ortaya çıkan "Özgür Birey"dir ve Faşizmleri yıkan da zaten o özgür birey olmuştur. Aynı şekilde İslamcılık da, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilip ezilen mağdur "İslam"ın "Batı'ya karşı" yenilginin intikamını alıp kutsal İslam düzeninin kutsal İslam coğrafyasında, sonra da tüm dünyada kurulmasını amaçlar ve diğer faşizmler gibi savaşını da kutsar ve hatta bu savaşı "Cihad" sayar, diğer faşizmlerden geri kalmayacak şekilde ölümü kutsar, insanlardan en yüksek fedakarlığı talep eder ve bu talep, süresiz/sonsuz bir "kutsal savaş"da, insanların hayatlarından vazgeçmeleri, ölmeleri ve öldürmeleridir.
Türkler, tıpkı diğer Müslüman ülkelerin İslam dinine inanan insanları gibi, "Batı tarafından yenilmiş olmak" düşüncesini bir türlü kabullenememek ve bu "yenilginin" rövanşını/intikamını almak gibi zehirleyici bir düşüncenin esirleriydiler. Oysa yaşanan, sıradan bir Doğu-Batı savaşı değildi. Bu eğer bir savaş olarak görülecekse, sadece İslam değil, Hint, Çin, Rusya, Afrika ve Güney Amerika da yenildi. Yaşanan, yeni bir sosyo-ekonomik düzenin, negatif ve pozitif yanlarıyla, Dünya'ya yayılma süreciydi. 
Müslüman ülkeler eski İslam Uygarlığının, Türkler de Osmanlı imparatorluğu'nun şaşaalı dönemlerinin özlemi ve Batı'ye yenilmişlik/aşağılanmışlık duygusunun ezikliğiyle, İslamcılığı kurdular. İslamcılığın kök örgütü "Müslüman Kardeşler" de, Hasan El Benna tarafından, Faşizm ve Nazizm ile eş zamanlı olarak, aynı dönemde, ortaya çıkmıştır. Batıya yenilmişlik duygusu yerine, imkansız sayılan bir zaferle yeni bir Cumhuriyet kurup, Batı'ya karşı bin yıllık savaşa son vererek onun yeni özgürlükçü değerlerini benimseyen ve onlardan tam azami yararlanarak özgün yeni bir düzen yaratmanın ortamını hazırlayan yeni Türkiye Cumhuriyeti fikrine karşı ezik İslamcı düşünce yıllar içinde irtifa kazandı. Çünkü Cumhuriyet eliti de "yenilmişlik" psikozunu aşamadı, kabul ettiği yeni "Batılı Değerler"i, evrensel insani yüksek değerlerle bağdaştıramadı ve onların üzerine kendi değerleriyle harmanladığı daha büyük birşey kuramadı, bu konuda en başarılı olan Japonları da görmedi. 
Türkler, yenilmiş değiller. Alacakları herhangi bir intikam, sürdürecekleri herhangi bir savaş yok. Batı düşmanları değil, mutlaka müttefikleri olmak zorunda da değil. Ama Dünya'nın her yerinde her köşesinde sahici dostları olduğunu ve bu kıymetli dostlukları -sadece evrensel insani değerler temelinde edinip koruyabileceklerini Gezi isyanı sırasında gördüler. Savaş değil dostluk ve dayanışma, sınırlamaka ve içine kapanmak yerine sınırları kaldırmak ve dışarı açılmak, Türklerin yeni kaderi. Türkler, nasıl olmamaları gerektiğini öğrendiler, şimdi ne ve nasıl olmaları gerektiğini yeniden tanımlamanın eşiğindeler.

Anlam krizi ve krizin aşılması hakkında

Evrensel Değerlerden Yerel Değerlere, din ötesi mental köken (II)

Türklerin özgüvenlerini kazandıkları aşamada kendi aralarında yaşadıkları değerler hesaplaşmasının malubu Müslüman muhafazakarlık, belli bir demokrasi geleneği ve tarihine sahip Türkiye'de bu kadar başarılı olabilmesini, sisteme ve zamanın kalitesine özgü iki temel faktöre borçludur. Bunlardan ilki, sosyal-devleti tasfiye eden neoliberal sosyo-ekonomik iklimde, ulusdevletlere özgü bütüncül makro-milliyetçi kimliği taşıyan milli ekonomilerin çözülmesi ve globalleşmenin yeni ikliminde alt kimlikleri ön plana çıkarmanın sosyo-ekonomik bazda kolaylaşmasıdır.
    Müslüman muhafazakarlık, bu süreçte zaman kalitesine uygun olarak İslamcılaşıp "Müslüman kimlik" anlayışının dönemsel yükselişinin daim olacağı sanısıyla milletler ötesi bir "Sünni-ulus" kurmayı denemiştir ve bu girişiminin sosyo-ekonomik imkansızlığını gözardı etmiştir. Bu girişimin son turfandaki zehirli meyvası, Suriye ve Irak'da uluslarötesi global cihadizmin kurduğu "İslam Devleti" oldu.
    1980 sonrası yeni bir modernleşme dönemi yaşayan Türkiye'deki neoliberal kimlikçilik, siyasi anlamda iki temel siyasi alana bölündü. Bunlardan ilki makro ve mikro milliyetçilik, ikincisi ise dincilik şeklinde tezahür etti. Bu anlamda Kürtçülük ve İslamcılık, Türkçülük ve Atatürkçülüğe göre "yeni", hatta "ilerici" diye sunulabilen şeylerdi. Ama Müslüman muhafazakarlığın son hâli İslamcılık, Türkiye'nin neoliberalleşmesiyle birlikte ortaya çıkan mikro-milliyetçi "Kürt kimlikçiliği" sorununa, milliyetçilikler ötesi bir çözüm ve alternatif olmak iddiasıyla yeniden irtifa kazandı.
    Dini duyguların milli duygulardan daha güçlü olduğu ve Türklerle Kürtleri birleştireceği savı artık tamamen çökmüştür ve Müslüman muhafazakarlığın sonunu hazırlayan ilk büyük iflası bu konuda yaşanmıştır. Bir tür "İslam sorunu" haline gelip marjinalleşen Sünnici Müslüman muhafazakarlığın, ideolojik zayıflığına rağmen Türkiye'de bu kadar başarılı olabilmesinin ikinci sofistike nedeni, neoliberal toplumların Soğuk Savaş ardından yaşadıkları yeni anlam krizidir. Sovyet bloğunun çöküşü, kapitalizm ötesi sosyalist yeni bir dünya kurmak fikrinin de çöküşü olarak algılandı. Kooperatist Sovyet tipi kapitalizmin ve Doğu Bloku'nun çöküşü, modern toplumlardaki "Hayatın seküler anlamı" anlayışına önemli bir darbe vurdu. Modern dünyanın dünyevi anlam anlayışı, "daha iyi, yaşanılabilir bir dünya için mücadele etmek" diye özetleyebileceğimiz seküler bir Sol altrüzmden/fedakarlıktan da güç alıyordu. Bu faktörün önemli bir darbe yemesi, aşkın/transandantal hedeflerin küçümsendiği bir neoliberal bireyselleşmeler/kimlikler devrini başlattı. Dincilik, işte anlam krizinin ortaya çıktığı bu aşamada devreye girip tüm zayıflığına ve ilkelliğine rağmen kendine geniş bir yaşam alanı bulabilmiştir.
    İslamcılığın günümüzde içi boşalmış, kimseyi ikna edemeyen bir tür eski Sovyet ideolojisi enkazına dönüşmesi ve yenilmesi, sistemin ürettiği anlam boşluğunu İslamcı ideolojiyle ve İslam dini ile doldurmanın da mümkün olmadığının anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Böyle büyük ve köklü idrak dönemleri, konjonktürleri ve paradigmaları da içeren "Zaman kalitesi" dediğimiz genel mental eğilimler dönemleriyle ilgilidir ve zaman, dinciliklerin ürediği toprağın artık hızla kuruduğu zamandır.
    Neoliberal dönemin kriz ideolojisi işlevi gören İslamcılık, Sol'dan devralmayı denediği "seküler mücadele" geleneğini kendince bir "Cihad"a veye "Hizmet"e dönüştürme aşamasında, her zaman, "Cumhuriyet elitinin milletin değerlerinden koptuğu" savını işledi. Burada kopulduğundan dem vurduğu "değerlerin" sadece vahabiliğe ve selefiliğe yatkın bir Sünni din eğitiminden ibaret olduğu anlaşılmış olsa da, anlam krizi ortada duruyor. Anadolu İslamına benzemeyen bu İslam anlayışının Türkiye'deki Cumhuriyetçi idealist Atatürkçü ilk-modernleşme dalgasının anlam kaybının ardından ortaya çıkması bir tesadüf değildi. Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki idealizm ve "Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak mücadelesi", idare-i maslahatçı Müslüman muhafazakarlaşmada boğulduktan sonra, laikliğin nasıl kuru bir hale geldiği keşfedildi -daha önce değil. Prosese, zaten bu nedenle "anlam kaybı" diyoruz.
    Kapitalist ülkelerdeki seküler anlam kaybı, sistemin kendi gelişme seyri üzerinde ortaya çıkan bir olgudur ama yaşanan anlam krizine rağmen Müslüman muhafazakarlığın bu krizi çözemediği, alternatif olamadığı, hatta "kuru laiklik"den çok daha hızlı bir şekilde kuruduğu anlaşıldı. Anlam krizinden çıkış, "dinlerin özünü de içeren yeni sekülarizm"i Türkiye için tarif etmekten ve Müslüman muhafazakarlığın yaşadığı mental alanı onun tekelinden kurtarmaktan, elinden almaktan geçiyor. Bu anlamda sadece kuru laiklik değil, İslam ve İslamcılık da aşılmak zorunda.

(Konu yeni bir yazıyla devam edecek)