2012 sonrasına doğru, demokrasiyi siyasî partiler tasallutundan kurtarmak

Tartışılmayan öyle önyargılar var ki -ben onlara "önyargı" demek istiyorum- artık mutlaka konuşulmaları ve fikren de olsa aşılmaları gerekiyor. Mesela, 'Demokrasi' diye birşey olabilmesi için ille de siyasi partiler mi olmalı? Partiler olmadan demokrasinin işlemediğini/ işlemeyeceğini söyleyen bir kural yok. -Tam tersi.
Son seçimlerde TBMM'ne iki Sol milletvekili girdi. Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü...
Bağımsız Milletvekili olarak seçilen bu iki yeni Milletvekili, iki büyük hayal kırıklığı oldular. BDP'nin parti disiplinini benimsediler ve hiç yoktan, aslında aktivisti olmadıkları bir partinin gönüllü olarak sultası altına girdiler. Onların durumlarına bakarak, Simone Weil'a hak vermemek elde değil. Weil'e göre siyasi parti kurumu şu üç temel nedenden dolayı iptal edilmelidir:
1. Siyasi Partiler, kollektif hırsların üreticisi ve taşıyıcısı haline gelmişlerdir.
2. Siyasi Prtiler, düşünce üzerinde kollektif bir baskı oluşturarak, fikirsel çeşitliliği önlemektedirler.

Dayanışmacı ekonominin temel ilkeleri hakkında

Kapitalizmin gerçek anlamda alternatiflerini konuşmak büyük ilgi uyandırıyor. Zaten asıl sorun da buradaydı: Bir zamanlar Magaret Thatcher'ın moda ettiği TINA "prensibini" kırmak... ("there is no alternative.")
Sistemin alternatifsiz olduğu yanlış kabulünü ortadan kaldırmak ve bunun da (sosyalizmler devrindeki gibi) kuru laftan ibaret olmayacağını görmek, insanları heyecanlandırıyor...
Şimdilik pek anlaşılmayan şey şu: Eski ideolojiler devrindeki gibi yukarıdan aşağıya yeni bir ekonomi kurulmayacak. İşte buradan, kapitalizmin alternatifleri konusunda asla unutulmaması gereken ilk ilkeye gelebiliriz. Bilinmeyen birşey değil: Özgürlük. Yani devlet dahil hiçkimse hiçkimseye yukarıdan aşağıya iş dayatamaz. İnsanlar ne yapacaklarını (piyasaya/devlete göre değil) kendilerine göre belirlemelidirler. Bu anlayış, daha baştan, ideolojik düşünceyi dışlar...

Arap devriminin yeni ivmesine Avrupa basınından yorumlar

Tahrir Meydanı yeniden hıncahınç. Sosyal paylaşım siteleri üzerinden haberleşip, yeniden meydanı doldurdular. Bu kez çok açık ve net, Mısır Ordusu'nun iktidarı sivillere devretmesini istiyorlar. Dün akşam (21.11.11) Geçici Mısır Hükümeti istifasını sundu. Tahrir Meydanı'na sert müdahale eden polis, 30'dan fazla eylemciyi öldürdü, 1700'ünü de yraladı. Ama mücadele sürüyor.
Hafta sonundaki kanlı protesto eylemlerine dikkat çeken Sol eğilimli İsveç gazetesi Aftonbladet, Mısırlı devrimcilerin, sadece eski Mübarek despotları yenileriyle değiştirmekle yetinmeyeceğini yazıp, asıl konuya geliyor: Devrimin konusu soba borusu değil, "Rejimi otoriter iktidar sahiplerinin elinden kurtarıp Halka vermektir. Ordu, dünkü Tahrir olaylarının da gösterdiği gibi, bu yolda bir engel teşkil etmeye başladı. İplerin perde arkasından çekildiği uyduruk bir gösteriş demokrasisinin istenmediği, Mısırlı generallere gösterilmek zorundaydı." Gazete, demokrasi aktivistleri, blog yazarları ve göstericilere uygulanan baskıların son bulması gerektiğini de yazmış. (21.11.11)

Asil Ruhlu İnsanlar olmak (3)

Yüce mutluluğa eişmek için 'Özgürlüğün' peşinde koşmak gerektiğini, insanın üzütü-sevinti dalgalanmalarından özgürleşmesi gerektiğini ve Asil Ruhlu İnsan olmak yolunda ilerlerken kendi doğasına sadık kalmasının öneminden bahsetmiştik. Ruhu özgür olmayanın asil ruhlu olamayacağını vurgulayarak konuya devam edeceğiz. Evcilleştirilmiş insanlar mı olacağız, yoksa Özgürleşmiş Asil Ruhlu İnsanlar mı?
Ruhu; zenginliğin, ünün ve zevkin kısıtlayıcı etkilerinden nasıl kurtaracağız? Onu asil duygularla nasıl yıkayıp arındıracağız ve 'Yüce mutluluk' tanımına doğru ilerlerken, daha yüksekte, ortak bir alanda kalıp oradan konuşmayı nasıl sağlayacağız? Konuya değişik açılardan devam ediyoruz. Amaç, bu konuda yeni bir kültür ve insanların birbirini tanıdığı yeni bir atmosfer oluşturmak...

(yazı hazırlık aşamasında)

Kapitalizme alternatifleri konuşurken değişenler ve "Ne değişmeli, nasıl?"

Kapitalizm deyince önce aklımıza, sürekli artmak zorunda olan bir para türü/cinsi gelir. Burada “zorunda” sözcüğünün altını çiziyoruz. Çünkü kapitalist para türü ancak bu sayede varolabiliyor (sistemin anafikri).
Kapitalizme alternatif sistemin ana fikri de "kâr" dürtüsüyle değil, "insani değerler" dürtüsüyle işlemesi olmalıdır. Bunun için biraz geriye bakmakta fayda var. Klasik Türk ekonomisi deyince benim aklıma Ahiler gelir. Anadolu'da Ahiliği kuran muzip Ejder Hace Nasreddin, halka doğru yayılan kalıcı bir refah için, kazancın ana kuralını da koymuştur: Paylaşmak. Paylaşmak ve yardımlaşmak çok önemsenmiştir. Gelir uçurumu asla bu günkü gibi olmamıştır dünyada. Anadolu Sultanının tebasıyla arasındaki gelir farkı, bugünün bir kasaba tüccarıyla topraksız köylüsü arasındaki farktan büyük değildi. Mütevaziliği emredip faizi yasaklayan Türk İslamı da, gelir dağılımında uçurumların oluşmasını yüzyıllar boyunca önlemiştir ve bunda başarılı da olmuştur, çünkü Anadolu’ya iki şey henüz (dışarıdan) gelmemişti:
1. Faizin çeşitli biçimleri üzerinden sürekli artan kapitalist para biçimi.
2. Bu para biçimini en ufak bir kuşku duymadan benimseyen, siyasi güç edinmek için kullanan Nakşbendilik ve Vahabilik (onun bu adı henüz taşımayan biçimi). Önce Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesine, derken büyük şehirlere gelen bu iki ithal Orta-Asya ve Arap akımı, baş düşmanları Türk İslamına en çok zarar veren şeyin, (o sıralar Anadolu’da sadece şehirli Hristiyanların bildiği) Kapitalizm olduğunu anladılar.
Türk İslamı paylaşımcılığı öğütlerken, onlar sadece sebolik bir fitze/zekatı öğütlemiş, ama daima zenginliği övmüşlerdir. Daha sonra kapitalist mantığın Anadolu’da yavaş yavaş Müslümanlar arasında da tutmaya başladığı 18’inci yüzyılda, bu dervişlerde herşeyi görürsünüz ama dervişliğin kadim “fakirlik” kuralını göremezsiniz.

Rusya'nın İran'a yapılacak askeri saldırıya karşı uyarısı ve ciddi savaş hazırlığı hakkında

Geçen hafta perşembe günü Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Alexander Lukaşeviç, dünyayı bir İran saldırısı konusunda uyarmıştı. En dikkat çekici olan, sert bir üslup kullanan sözcünün argümanlarıydı. Lukaşeviç, askeri müdahale için bir BM kararı istiyor ve ancak Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nden saldırı kararı çıkması halinde İran’ın cezalandırılabileceğini söylüyor.
BM'de konu gündeme geldiği takdirde başta Rusya'nın saldırıyı veto edeceği, herkesin malumu olmasına rağmen, uluslararası hukuk diye birşeyin olduğunu (yoksa da olması gerektiğini) hatırlatıyor. Gücün "kanunu" ile hareket eden "Saldırgan haydut devlet" mantığına karşı çıkıyor. İlginç olan, BM kararını şart koşan ve bunda yerden göğe haklı olan Rusya'nın, ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye-Suudi Arabistan koalisyonunun İran ve Suriye'ye eşzamanlı saldırısı halinde, hareketlenmesi ihtimalidir. Rusya, müttefiki lojistik dev Çin'in desteğiyle tekniğiyle, İran'a Suriye'ye olacak bir saldırı durumunda haketlenmek zorunda kalabilir.Bu hareketlenmenin yıllardan beri, garip/absürd gizli servis operasyonları şeklinde başladığını biliyoruz. Anlamsız görünen birçok olay, anlam kazanabilir.

Kapitalizmin alternatiflerini konuşmak...

Türkiye'deki aydınların bir zamanların onca Solcu afra-tafralarına rağmen ağızlarına dahi almadıkları "Kapitalizm" konusu, artık bütün dünyada tartışılıyor. Burada size kapitalizmin temel sorunlarından ziyade, sistemin bugünkü bozukluklarının herkese doğrudan yansımaları, yani pratik konular üzerinde duracağız. Merak etmeyin Marx'dan sözetmeyeceğiz. Oraya gelene kadar söylenecek çok şey var. Şimdi pratik hastalık semptomları ve onların aşılmasıyla ilgilenmek için, mutlaka Marksist olmak gerekmediğinin altını çizerek, herkesin bu tartışmada yeri olduğunu peşinen söyleyelim. Bunun için Dürüst ve önyargısız olmak yeterli. Amaç, bu konuları birkaç belgeli Marksist'in tekelinden -şimdiden çıkarmak. Konunun "sosyalizm iyidir" türünden peşin lafazanlıklarla ilgisi yok...

Yeni yazı dizisi

Türkiye'nin önündeki entelektüel daralmaya işaret eden zaman kaliteleri

Türkiye'nin önünde, Şubat ayına kadar etkiyebilecek bir tür "yükseliş" bulunduğunu ama bunun kötüye kullanıldığını ve vasat politikacıların kibrine kurban edildiğini yazmıştık. Bu dönemin etkisi sürüyor, ama politikacıların tehlikeli sesini kısacak üç önemli olay oldu. Bunların ilki, Mersin sahillerinde alçaktan uçan İsrail uçakları ve Obama'nın "dostça uyarıları" oldu, ikincisi (resmi verilere göre) 24 askerin ölüp, 18'inin yaralandığı Yüksekova/Çukurca saldırıları ve bir gün sonra gelen Van depremi/depremleri.
Bu üç önemli olay, Türkiye'yi etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Bugünkü (16.11.11) Cumhuriyet Gazetesi, Türkiye'nin İsrail'le koordineli olarak Suriye'ye saldırabileceğini yazıyor. İsrail'in İran'a saldırısıyla birlikte başlayacak bu operasyon gerçekleşirse, Türkiye çok büyük bir yalpalama sergilemiş olacak ve güvenilirliğine ikinci büyük darbeyi yiyecek. 1 Mart tezkeresinin geçmemesini sağlayan Meclis gibi bir meclis de yok. İşte tam da bu karar aşamasında ve böyle şeylerin enine boyuna konuşulması gereken bir ortamda, Türkiye'nin entelektüel kapasitesini daraltabilecek iki yeni zaman kalitesi devreye giriyor.

Mikroelektronik devrimin ve postmodern hayatın ev kültürüne etkileri üzerine

Ev kültürü önemli ölçüde değişti. Son değişikliklerle mutfağın evin merkezi haline geldiğini, yeni evlerde mutfağın çok önemsendiğini başka bir vesileyle anlatmıştık. Türkiye'de galiba en önemli yenilik, evlerdeki misafir odalarının ortadan kalkması olmuştu. Şimdi biraz daha farklı bir yerdeyiz. Son mikroelektronik devrim, birçok şeyi değiştirdi. Türkiye'de elektronik devrimin evlerdeki ikamet tarzına yansıması henüz pek hissedilmese de, işaretler -özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde- belirginleşiyor...
Şehirlerde son on yıldır artık iyice belirginleşen eğilim, dışarıda yemek yiyen ve zamanının çok büyük bölümünü evinin dışında geçiren insanlar. Bu insanlar dışarıda yemek yiyor, dışarıda eğleniyor, çalışıyor ve evini de yatmak için kullanıyor. Burada bir tür yeni göçebelikten ziyade, “yeni mağra yaşamı” sözkonusu. Yani hayat dışarıda yaşanıyor, evler de sadece dinlenmek ve uyumak için kullanılıyor. Diğer ilginç eğilim, eskiden evlerde yer tutan birçok alanın lüzumsuz hâle gelmesi. Eskiden müzik için amflikatör, pikap, kaset çalar ve kocaman plaklar vardı. Hepsi iPod’a sığıyor. Küçük kaliteli müzik Box’ları, büyüklerinden daha iyi. Ortada ne plak, ne film ne de kitap kalıyor. Hepsi, iPad ve benzeri aletlere sığıyor. Evde bir büro veya kütüphaneye gerek yok, çünkü laptop büro işlevini hakkıyla yerine getiriyor.

Lusitania transatlantiği ve 1917'de ABD'nin savaşa girişindeki rolü

John S. Smith, "Lusitania'nın batışı"
Titanic gemisinden beş yıl önce 1907 yılında inşa edildiğinde dünyanın en büyük gemisi olan Lusitania transatlantiği, 1 Mayıs 1915 Cumartesi günü saat 12.20'de New York'tan Atlantiğe açıldığında, tarihi değiştirecek bir yolculuğun başladığını henüz hiç kimse bilmiyordu.
Okyanusun öbür tarafındaki Liverpool Limanı'na doğru yola çıkan dev geminin mühürlenmiş deposunda, on küsür ton ağırlığında 8200 sandık dolusu her türden savaş mühimmatı bulunmaktaydı. Savaşa lojistik destek verenler, esasen Amerikan silah tüccarları ve Wall Street bankerleri olduğu için, Amerikan Hükümeti'nin Alman uyarılarına reaksiyonu, oldukça yumuşaktı. Amerikan Hükümeti İngiltere ve müttefiklerine sempati duyuyordu ama tarafsız kalmaya özen gösteriyordu.
Alman İmparatorluğu'nun Amerikan Büyükelçiliği, siyasilerin pek karışmak istemediği ama göz yumduğu savaş ticaretinin esasen "hür" Amerikan müteşebbislerinin ticari "meselesi" olduğunu bildiğinden, Amerikan gazetelerine 22 Nisan günü çarşaf çarşaf ilanlar vererek, yolcuları uyarmıştı. New York Limanı'nın transatlantik iskelelerine de asılan bu ilanlarda, Almanya'nın İngiltere ve müttefikleriyle savaş halinde olduğu, Büyük Britanya adaları etrafındaki Büyük Britanya bayrağı (Union Jack) taşıyan gemilere karşı saldırı yaşanabileceği uyarısı bulunuyordu.

Krizle birlikte Ekonomi Bilimi'nin ve bir zihniyetin çöküşü...

Üniversitelerde Alşimistlik fakülteleri yok, çünkü bilimden sayılmıyor. Sayılabilmesi için belli bilimsel kriterleri yerine getirmesi gerekirdi. Bu kriterlerin başında, en genel tarifiyle keşifler üzerinden sistematik bir şekilde genişletilebilen ve sınanabilen bir şey olması gerekir, bunun için de güvenilir kuralları olması gerekir.
Mesela "iki kere iki kaç?" sorusuna bilim "dört" der. Çünkü bunun bir kuralını koymuştur ve tarih içinde bunu sınamıştır. Bilim bu soruya bin türlü yanıt veriyorsa, ama yanıtlardan sadece biri "dört" ise, o şey bilim değildir. -Tıpkı bugünün "Ekonomi bilimi" gibi...
2008'de başlayan ekonomik krizi -tam tarihi bir yana-önceden tahmin edebilen "Ekonomist" sayısı, hiç yok denebilecek kadar azdır. Öyle ki, ekonomistler, deprem tahminleri yapan kahinler kadar, astrologlar kadar bile olamamışlardır. Dünyada kaç ekonomi fakültesi ve kaç ekonomi profesörü olduğunu düşünecek olursanız, durumun vahametini daha iyi anlarsınız. Ekonomistler, krizin çıkacağını önceden anlamak bir yana, krizin nasıl bir seyir izleyeceği konusunda da tam bir boşluk sergilemişlerdir.Yakın zamana kadar herkesin üniversitede "İşletme" okumak için çırpındığı bir dünyada içler acısı bir durumdur -ama çok öğreticidir.
Burada şunu rahatlıkla yazabiliriz: 2008'de başlayan ekonomik krizle birlikte, "Ekonomi bilimi" de çökmüştür ve artık bilimden sayılamaz. ("Ekonomi Bilimi"nin sonu derken, elbette önce, üniversitelerde öğretilen 'Neoklasik Ekonomi' "öğretisi"nin iflasından söz ediyoruz.)
Yazımızın konusu bu olmakla birlikte, olay çok daha geniş ve derin...

Desertec, Avrupa ve Kuzey Afrika'nın birleşmesi projesi ve düzen kurmak

Desertec, bir çok bakımdan dikkat çekici büyük bir proje. Sahra çölünde, dünyanın en büyük yoğunlaştırılmış güneş enerjisi reaktörlerini kurarak, güneş/rüzgar enerjisinin gerçek bir sektör haline gelmesini hedefliyor. Bir vakıf haline gelen Desertec, 2007'de (ilk 2003'de) Club of Rome tarafından başlatıldı, daha sonra çok sayıda firmanın katılımıyla ilk şeklini aldı. Fransa'nın aktif rol oynadığı ve geleceğin teknolojilerinin/hayallerinin devreye girdiği Desartec projesi, başta Kuzey Afrika ülkelerini ihya etmeyi ve Avrupa'yı petrol bağımlılığından kurtarmayı hedefliyor. Büyük hedefler. İlk hedefi, Avrupa'nın fosil kökenli enerji ihtiyacının yüzde 15'ini Desertec üzerinden karşılamak.
Akdeniz'in altından Avrupa'ya ulaşacak en modern kablo ağı, elektriği, sadece yüzde 3'lük bir kayıpla Avrupa'ya ulaştıracak. Tabii bu proje, Kuzey Afrika ülkeleri ile Avrupa'nın siyasi yakınlaşmasını ve 'Akdeniz Birliği' üzerinden AB benzeri bir yapıda örgütlenmesini de sağlamayı hayal ediyor. Ama projenin zayıf noktaları var. Önümüzdeki dönemde uygulamayı zorlaştırabilecek bu zayıflıklar, olaya bugünün mantığıyla yaklaşmakla ilgili.

İran'a Amerikan, İngiliz, İsrail saldırısının alâmetleri ve Türkiye'nin pozisyonu

Basında son günlerde, İran'a karşı büyük bir askeri operasyon yapılabileceğini ima eden haberler yeniden çoğaldı. Geçtiğimiz son iki yıl içinde yapılacakken ertelenen askeri operasyon konusunda yeni gelişmeler mi var? İran İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salih, geçen hafta Hürriyet Daily News’a verdiği bir mülakatta, “İran savaşa hazır” demişti. Gerçi bu sözü, “biz her zaman savaşa hazırız” mealinde sözlerle tamamladı, ama bu kez durumun daha farklı olduğu anlaşılıyor. Global sistemin siyasi "Merkezinin Merkezi"ni teşkil eden ABD, Büyük Britanya ve İsrail üçlüsü -bu üç ulusdevlet- İran’ı ne zamandır hedef tahtasına koymuştu. Savaşın sürekli ertelenmesi, boyutlarının giderek daha korkunç olabileceğini gosteriyor. Bu üçlü, şimdi İran’ın nükleer silahlara sahip olduğu varsayımını da içeren bir savaş planıyla geliyorlar. Yani atom silahlarının kullanılma ihtimalini de içeren bir savaş yaklaşıyor. ’Asıl Savaş’ın geçtiğimiz yıl, sıkı bir ajanlar savaşı formatında başladığı ve tarafların bu görünmaz savaşın gölgesinde pozisyonlar aldıkları, son hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğu biliniyor. Bu yaz gözlemlediğimiz son savaş alametleri, ABD'nin bu savaşı artık erlemeyeceği (erteleyemeyeceği) istikametinde, çünkü İsrail inisiyatif alıp savaşı başlatmaya muktedir.

Global sisteme karşı yeni isyan hareketlerine dünya basınından yorumlar

Macaristan'da yayımlanan Sol Heti Vilaggazdasag gazetesine konuşan sosyal bilimci Immanuel Wallerstein, Amerika'da çok etkili olan Occupy Wall Street hareketinin daha şimdiden büyük bir başarı kazandığını ve 1968 Hareketi'nden beri ABD'de yaşanan en önemli olay olduğunu söylüyor. Hoşuma giden de şu sözü oldu: "Hareketin daha önce veya üç yıl sonra değil de, neden şimdi başladığını, belki asla öğrenemeyeceğiz." (Bakın bu sözüne aynen katılıyorum!..) Dünyada fakirlik hızla artarken, toplumun sadece yüzde birinin, yani Wall Street'in inanılmaz ölçülerde zenginleşmesi, bu korkunç eşitsizlik, dünyanın her yerinde tepki görüyor. Gazete, Occupy Wall Street Hareketinin, daha şimdiden 68 Hareketi gibi büyük bir dalga yarattığını ve bir süre sonra durulsa bile, etkisinin uzunca süre devam ettireceğini, bunun 1968 gibi bir devrimci dalga olduğunu yazıyor. (24.10.11)

Jean-Luc Godard ile para ve kapitalizm üzerine

Sinemanın en büyük sanatçılarından Jean-Luc Godard'ın yeni filmi vizyona girmek üzere. Sanatçıyla yapılan son söyleşiyi, kısaltarak çeviriyoruz. (Die Zeit, 41/2011)


Parayla aranız nasıl Jean-Luc Godard?
Benim için tek başına bir amaç teşkil etmiyor, sadece araç. Alman işgaline karşı Fransız Direniş Örgütü Résistance'ın eski savaşçılarının yazdığı kitaplardan birinde paranın, 1943’e kadar bir değiş-tokuş aracı olduğu, sadece hayatta kalmak ve silah satın alabilmek için kullanılan birşey olduğu yazılı, Kâr etmek için kullanılan birşey değil.
Benim sorunum şu: Ben filmlerimin parasıyla geçiniyorum. Onun için film çekmeye devam etmeliyim.
Kendinizi kültürel bir Résistance’ın üyesi olarak görüyor musunuz?
Bu büyük bir laf.
Yeni film eserinizin başında, “Para, tıpkı su gibi kamusal bir maldır” deniyor.
Para elbette kamusal bir mal değil, ama öyle olmalı: Herkesin kullanabileceği bir değiş-tokuş aracı. Bizim sistemimizde bazıları parayı kullanıyor, bazıları hiç kullanamıyor. Sorun, birilerinin az diğerlerinin çok parası olması değil, bazılarının bu değiş-tokuş sistemine hiç girememesi.

Sistemi vurmak...

Son bilgiler, Global Sistemin zayıflıklarını iyice ortaya çıkardı. Arap Baharı, Amerikan Sonbaharı (Occupy-Wall-Street Hareketi) ve belki Yunan Kışıyla desteklenecek isyan ruhu, anonim grupların daha sofistike gizli operasyonlarıyla önemli başarılar elde edebilir ve sistemi çökertebilir.
Sistemin asıl zayıf yanı, artık tamamen sanal bir hal almasıyla ilgilidir. Bankaların en merkezinde yeraldığı "Sistemin Merkez Firmaları" AĞ'ı, Lehman Brothers benzeri yeni çöküşlere nereye kadar dayanabilir? Yunanistan'ın durumu, bu konuda tayin edici önemde görünüyor. Bugünkü haberler, Yunan Hükümeti'nin borç krizi konusunda bir referanduma gideceği yönünde. Bunun anlamı, Yunan Halkı'nın -büyük bir ihtimalle- AB'nin dayatmasına karşı duracağı demektir. Hükümetin bu kararına ilk tepki borsalardan geldi, ikinci tepki Yunan Meclisinden geldi!
(Bazı Bakan ve Milletvekilleri aşırı stres nedeniyle hastaneye kaldırıldı!)
Şimdi asıl sorun, sitemin çökertilmesi değildir. Asıl sorun, sistemin (yani -ilk elden- 'Finans sistemi'nin) çökmesinin ardından hangi kurumların nasıl kurulup nasıl ve niçin işletileceği, yeni bir sistemin nasıl kurulacağı ve bütün bunlar yapılırken barışın nasıl korunacağıdır...

Rusların Kuzey Kutbu'nda inşa ettikleri gizli şehir, hangi geleceğe hazırlık?

Efsaneler bitti mi?!..
Modern zamanlarda önemli bir rasyonel bilgi birikimi sözkonusu olduğundan, onların boşluğunu yakalayıp yeni efsaneler (söylenceler) üretilemiyor!
Mesela son Euro krizi esnasında AB ülkelerinin kendi aralarındaki gisli servis savaşları, neredeyse Soğuk Savaş dönemi Doğu-Batı zıtlaşmalarını aratmayacak ölçülere kadar gidip gelmiş. Türkiye kendi içine kapanmış vaziyette pek birşey görmedi, duymadı ama...
Son ilginç bilgi, Rusların Kuzey Kutbu'nda, kendi askeri ve bilimsel eliti için hazırladığı bir yeraltı şehri hakkında.