Atelier I



Porselen Bebek


(...)

1.6.



Zı Yi, Kızıl Korsan'ın neden bir görünüp bir kaybolduğuna kafa yormadı. Babasının kamarasında havada asılı vaziyette sobelenmeyi beklediğinden emindi. Hem odayı biraz karıştırınca her köşesinden ayrı bir hoşluğun fışkırmayacağı ne malumdu? Kamara yasağı belki de bu nedenle konmuştu. Babası oyun niyetine sadece o sıkıcı golf saçmalığını seviyor olamazdı, mutlaka taş gibi sert golf toplarından başka oyuncakları da vardı. Bazen masal seanslarını tam ortasında kesip, "Haydi artık uyku vakti" gibi şeyler söylediğinde, yarım kalan masalların kahramanları, uğurlu ejderler, uçuran peri tozu çiçekleri, herşeyi şekilden şekile sokan sihirli değnekler, peteklerinde en güzel tatlıları üreten hapşırıkçı bal arıları ve daha bir çok tılsımlı şeyin kaybolup gitmediğini, biryerlerde anlatılmayı beklediğini söyleyen, Li Amca değil miydi?
    Babası onları belki de kamarasında saklıyordu. Öyleyse, Zhi nan zhen'de yarım kalmış masallar, rüyalar ve gerçekler için bakılacak ilk yer, babasının kamarası oluyordu. Uzun siyah küllahlı uçan Çinli de mutlaka orada olmalıydı. Zı Yi bundan o kadar emindi ki, yatağında doğrulup mum gibi dimdik oturduğunda, hayatının tek amacı babasının kamarasına gidip, rüyasına giren Çinliyi ve diğer hoşlukları orada arayıp bulmaktı. Kararı ona güç ve cesaret vermiş, gözlerinden uyku mahmurluğunun son izleri de silinmişti. Ranzasından, kedisi Piti sessizliğinde inip serin parkeye parmak uçlarıyla dokundu. Ardında terli küçük ayak izleri bırakarak yürüdü.
    Zı Yi, çekingen bir kız değildir, hikayelerdeki olağanüstü olaylara, masallardan rüyalara geçiş yapan komik yaratıklara ve dadısı Hannah'ın "onlar gerçek değil" sözüne alışıktır. Ama sabun köpüğü gibi uçabildiği halde bu kadar gerçek görünen olağanüstü bir adamın varlığına kısacık ömründe ilk kez şahit oluyordu ve bu da uzun küllahlı garip adamı Zı Yi için önemli biri yapıyordu. Babasına ve Hannah'ya anlattığı, ama sevmediği anneliği Cindy'ye asla çıtlatmadığı kendi rüyamsı gerçeğinin ne kadar gerçek olduğunu, o adamın yardımıyla kanıtlayabilirdi. Annesi de uçuyordu, ama bu adam gibi havada kaskatı kesilmiyordu. Annesi, masallardaki peri kızları gibi pembe şeffaf bir pelerin takar, el ele tutuşup havalandıklarında pelerini belli belirsiz iki kanat gibi havada nazlı nazlı çırpınır, onları kristal dünyaların uçsuz bucaksız yeşilliklerine, masal krallarının oturduğu beyaz kuleli saraylara götürürdü. Bu adam onun elini tutmasa bile, uçup gitmeden pelerininin ucundan yakalayacak ve onu meraktan yanıp tutuşturan o ilk sorusunu hemen soracaktı.
    "Annem'i gördün mü?"
    Zı Yi buna sadece bir tek yanıt bekliyordu, o da "Evet" idi. Adamın kazara "Hayır" demesi türünden bir felakete hazır değildi, zaten bu aklının köşesinden bile geçmemişti. Ama helyum yutmuş balon tipi panayır kuklaları gibi havalarda gezen adamın varlığı bile, küçük kıza annesinin yaşadığı güzel ve komik dünyalara kanıttı.
    Havada bulut gibi yavaş hareket eden Çinliyle Arkadaş olurlarsa, "Adın ne", "böyle uçmayı nerede öğrendin", veya "Hıçkırık baloncukları mu yuttun", "mutluluktan mı uçuyorsun" gibi sorular da sorabilirdi elbette, ama önce annesini soracaktı. Annesinin Zı Yi'ye kaçgündür neden görünmediğini, rüyalarına neden girmediğini de öğrenmeliydi. Adamın bir işaretle yanıt vermesi, "Evet" niyetine göz kırpması bile yeterliydi. Sonra kaçıp gitmeden babasıyla konuşup, "Zı Yi doğru söylüyor, annesi gerçekten de yaşıyor" demeliydi. Bunu mutlaka söylemeliydi, hatta Hannah da duysa, ona da söylese iyi olurdu. Li Amca da, aşçı Tosbağa da, tayfalar da duymalıydılar. Aslında annesinin yaşadığını herkes bilmeliydi, belki o zaman annesi de uykudan uyanmışların dünyasında yaşamaya nihayet ikna olur ve geri gelirdi.
    Babasının kamarasında havada asılı vaziyette sobelenmeyi bekleyen kızıl pelerinli güleç savaşçıyı düşününce sevinçten içi titredi, yaşamayı beklediği sürprizi küçük avuçlarını birbirine değdirerek sessizce alkışladı.
    Zı Yi, kamarasının kapı koluna vücudunun tüm ağırlığını vererek asıldı. Ona itiraz etmeye yeltelenmeyen kapı rahat bir "klik" sesiyle açıldı. Parmaklarının ucuna basarak, Michael Jackson dansları yaparken takındığı ciddi ifadeyle dışarıya çıktı. yol halısını aydınlatan küçük gece ışıkları henüz söndürülmemiş koridorda kimseler yoktu. Hannah'nın kaldığı kamaranın kapısı açıktı ve ahşap çerçeveli lambozundan kımıl kımıl canlı deniz görünüyordu. Sudan yansıyıp kamaraların duvarlarında, tavanlarında oynayan sabah ışıklarını tutmaya çalışmak, Zı Yi'nin en sevdiği oyunlardan biriydi, ama henüz yatın içine düşmemişlerdi. Yasak kamaraya ulaşmak için, kısa koridorun sonundaki merdivenleri çıkması gerekiyordu. Onun azmi ve kararlılığı karşısında merdivenler daha bir kısalıp küçüldüler, çıkmasını kolaylaştırdılar. İskele alabanda tarafından, üst kat koridoruna vardığında, yat hafifçe sallandı. Zı Yi gülümsedi.
    Zhi nan zhen, onu ölü odundan ibaret bir nesne sananlarla hiç ilgilenmez, ama sevenlerine canlı olduğunu gösteren hoşluklar yapardı böyle. Li amcanın anlattığı üzere bu tekne, çok uzun yıllar önce Nanjing’de sihirbaz bir gemi ustasının yapboz oyunu olarak çırakları tarafından ona hediye edilmek niyetiyle tasarlanmıştı. Sonra gemiye musallat olan bir ejderin korkusuyla bundan vazgeçilmiş, çırakların planını da yetişkin ustalar hayata geçirmiş, parçalar biraz büyük tutulmuştu. Zhi nan zhen'in çocuklara göre düşünülmüş küçük yapboz parçaları, yetişkinlere göre kocaman kocaman yapılmış olsa da, birgün küçük Zı Yi gibi küçük kızların bozup yapabileceği bilmem kaçbin yapıtaşından oluşur hale gelebilmesi için tılsımlı bir mumla mühürlenmişti. Mühür Zhi nan zhen'in çok gizli bir köşesindeydi ve henüz kimse yerini bulamamış, açması için Zı Yi'ye göstermemişti. Mührü sadece küçük kızlar açabilir ve yatın parçalarını Lego yapıtaşları büyüklüğüne sadece onlar indirgeyebilirdi. O zaman Pekin'den aldıkları plastik sihirli değnek de işe yarayabilir ve bahaneyle yata bir dizi yeni hoşluk da eklenebilirdi. Mesela Piti için orta direğin tepesine bir balkon, özel bir kedi kamarası, ambarda gizli bir Totoro mağrası olabilir, kamarasının altı camdan yapılabilir, o da denizdeki balıkları seyrederek uykuya dalabilirdi.
    Tombul aşçı Tosbağa Yao, tenceresinin başına topladığı baharatlarla ortalığı tozutup büyücüler gibi sos hazırlarken, Zhi nan zhen'in, gece uykularında yıldızlı gökyüzünde uçabildiğini anlatmıştı Zı Yi'ye, hem de Hannah yanlarında yokken ve "Zı Yi, bu gerçek değil" beylik lafını duymadığı bir gün. Zhi nan zhen uçarken teknede bir tek kişi bile uyansa, utanıp hemen suya konuyormuş. Yao böyle demişti. Demek utangaçtı Zhi nan zhen. Küçük kız, kıkırdamamak için eliyle ağzını kapattı. Tekne, Zı Yi'ye şaka yapmaya bayılırdı, ama çok da ölçülüydü. Zı Yi'nin annesini gördüğü rüyalarından uyanıp uzun uzun ağladığı sabahlarda son derece sakin olurdu. Sallanmazdı. Kendini belli etmemeye çalışırdı. Minik kızın neşeli anlarında, "Hadi biraz dans" tipi ani şakalara meyilliydi. Bir keresinde Zı Yi'yi aniden sağa sola yuvarlamaya çalışmış, ama başarılı olamamıştı.
    Bir an durup, yengeçlerin tıkırtılarına, bilinmeyen deniz hayvanlarının tıpırdamalarına, peri ve deniz kızlarının kendilerini hatırlatmalarına, gıcırdamalara, gacırdamalara, deniz kaplumbağalarının ve aşçı Tosbağa'nın midesini aratmayacak türden guruldama seslerine dikkat kesildi. Demek ki Zhi nan zhen'in keyfi yerindeydi. Li amcadan öğrendiği gibi durup sağ yumruğunu sol avucunun içine bastırdı ve önüne doğru hafifçe eğilerek Zhi nan zhen teknesini selamladı. Kimseye görünmeden, hayatının ilk gizli operasyonunu başarıyla tamamlamak amacıyla yoluna devam etti. Geçen sene Hong Kong'a yaptığı seyahatinden bu yana artık kocaman bir kız olmuştu. Yatta ayakkabı giymemek, muslukların kapalı olduğundan emin olmak, kedisi Piti yattaysa asla güverteye çıkarmamak gibi bir çok şey biliyordu. Ama Piti Shanghai'de kalmıştı.
    Zhi nan zhen, ejder kanatlarına benzer üçyüzotuz metrekarelik üç seren yelkenini de şişirince pek güzel olurdu ve Zı Yi'ye kimsenin anlamadığı gizemli sözler söylerdi. Bu kez yelkenlerini açmamıştı, tayfalar da Boğaz'ı değil mutfakta Li Amca'nın kahvaltılık yufka açışını seyrediyorlardı. Zhi nan zhen Boğaz'da güneye doğru sessiz ama keyifle süzülüyordu.
    Küçük kız, pırıl pırıl cilalı ahşap merdivenlerden yukarıya, oradan da alçak tavan kapısını açıp güverteye çıkınca, cıvarna cinsinden sıkı bir rüzgar, kömür karası dümdüz saçlarını uçurup badem gözlerini örtmeye kalktı. O buna aldırmadan saçlarını gözünün önüden uzaklaştırmak için başını iki yana salladı, şortunun cebinden eksik etmediği küçük pembe saç lastiğini çıkarıp, saçlarını şıpınişi at kuyruğu yapıverdi. Bunu su kadar akıcı, sincap kadar tezcanlı ve Piti gibi çevik bir hareketle yapmıştı.
    Zı Yi, güvertede görüş alanına giren birilerini göremedi. Serin rüzgara aldırmadan, vardavelalara tutunarak küpeştede ilerledi. Sadece güverteden ulaşılabilen yasak kamaranın kapısına geldiğinde içeriye girip girmemek arasında tereddüt etti. Kamaraya girdiği anlaşılırsa, babasını kızdırabilirdi. "Ama sadece birazcık kızar" diye düşündü. Zı Yi, babasını güldürüp yatıştırmakta mahirdi. Yaptığı taklitlere, Zhi nan zhen'in bile gülmekten pusulasını şaşırdığını ve yönünü yeniden bulabilmek için geceyi bekleyip Kuzey yıldızı’nı aradığını söyleyen de Li Amcadan başkası değildi. Babası bu lafa çok gülmüştü. O halde korkacak bir şey yoktu.
    Zı Yi, yatın etrafında uçuşan martılara bakarken, babasını güldürmekten daha fazlasını hedeflediğini yeniden hatırladı. Denizin yüzeyindeki sabah pırıltısı onu bir an durdurdu, gözünü kısarak Kıpkırmızı güneşe baktı. Boğazın Asya yakası uzak ve karanlık, ama deniz aydınlıktı. Aslında olay, Li Amca'nın anlattığı küçük mavi balık hikayesindeki gibiydi. İnsan iyice neşelenince, deniz de neşelenir. Tüyden hafif Çinli savaşçının, bu dünyada havada durmak konusunda pervane böceklerinden veya sinek kuşlarından daha maharetli olabilmek için ne hangi sihirleri öğrenmek gerektiğini de sormalıydı. En önemlisi, onu başkalarına da görünmeye ve babasıyla konuşmaya ikna etmeliydi. Konuşurken yere basmadığı sürece yatta çizmelerini çıkarmasa da olurdu. Babasına annesinin yaşadığını, rüyaların aslında gerçek olduğunu anlatıp havada şöyle bir uçsa yeterdi. Tabii hemen yere konmamalıydı, hatta hiç konmasa, konuşurken hep havada dursa daha iyiydi. Kara küllahlı adam bunları yaparsa, rengarenk lolipoplarını ve bütün oyuncaklarını ona vermeye, Hannah'dan yeni öğrendiği "Let it be" şarkısı da dahil tüm İngilizce şarkıları onun için söylemeye hazırdı.
    Yı Yi, teknelerin pupa orta ve pruva direklerine takılı rüzgarla dolan ejder kanatlarına merakla karışık bir saygıyla bakmayı annesinden öğrenmişti. Rüzgarda çırpınan üçgen bir flamayı seyretti bir süre. Annesi onun elinden tutup rüyalarında defalarca seyrettirmişti pupa yelken giden cönkleri. Yelkenler bu kez açılmadığına göre şakacı teknenin herkes uyurken uçup gitmesinden korkmuş olmalıydılar. Kedileri Piti kaçmasın diye onu sokağa çıkarmayan Li Amca, Zhi nan zhen uçup gitmesin diye yelkenleri toplatmış olabilirdi. Gerçi böyle işlerle aslında Kaptan Ma ilgileniyordu.
    Asya yakasından görünen Güneş, alev sarısı ve kırmızısı parlak ışıklarıyla Zı Yi'nin gözünü aldı. Rüzgarda çırpınan kırmızı bir pelerin sesi duyar gibi oldu. Heyecanla arkasına döndüğünde uçan Çinliyle değil, Karadeniz’in derin mavisiyle karşılaştı. İçi pır pır, etrafına bakınıp yoluna devam etti.
    Cönk, sabah serinliğinde Tarabya sahilini gördüğünde, Zı Yi yasak kamaranın vişne rengi kapısının tam önünde duruyordu. Meyvalı yoğurt kaşığı gibi silinip parlatılmış pirinç kapı koluna iki eliyle tutunup bütün gücüyle asıldı. Kapı kilitli değildi. Babasının kimselere göstermediği mabedine gayrı-ciddi sabah gölgeleri gibi sessizce daldı. Buraya kadarki başarısının şerefine, babasından öğrendiği turna boksu hareketlerinden birini yapıverdi. Kazanmaya programlanmış saklambaç oyuncularının dikkatiyle süzdü kamarayı. Hayret! Havalarda gezinen kimsecikler yoktu.
    Burası diğer kamaralara göre daha kaba saba, eski ve loştu. Her köşesinde, ağır kapılı gömme dolaplar, çekmeceler, kitap yüklü raflar ve resimler vardı. Tam bir hayalkırıklığı yaşamaya ramak kala, olduğu yerde donup kaldı. Kamaranın hüzünlü yalnızlığının tek çekici yanı, onu birden sarıp sarmalayan kokuydu. Annesinin kokusu, küçük kızın içini derin bir sevgi ve heyecanla doldurdu. Annesinin de pembeli beyazlı şık elbisesiyle buralarda biryerde olabileceği fikri onu kendi bedeninin kalıbına adeta yeniden döktü. Ne olduğunu anlamaya çalıştığı o ilk anda annesiyle gördüğü rüyalar ve Çinli'nin havada tütsü dumanı gibi dalgalanan pelerini, Zı Yi'nin hayalinde Karahindiba tohumları gibi uçuştular.
    Hızla göz gezdirdiği kamarada, annesinin güzel kokusuna benzeyen o kokudan başka tanıdık birşey yoktu. Çinliyi görememek, canını sıkmak üzereydi. Babasının fena halde önemsediği bu aptal kamarada ondan saklanan ne vardı ki? Pekala gizli bir geçit, gizli bir bölme falan da olabilirdi, hani şu geceleri saraydan kaçıp oğlan çocuğu kılığında şehirde dolaşan prenses Kartanesinin odasındaki gibi.
    Kamaranın duvarlarına sabitlenmiş dolaplardaki eski kitaplar, koltuğun arkasındaki duvarda haritaya benzer eski resimler ve onların yanında asılı eski Çinli savaşçı minyatürleri, buraya hakim olan gece masalları gizemiyle gündüz düşleri hüznünün bekçileri gibi renksizdiler. Çoğu deri kaplı şömiz ciltli eski kitapların bazıları, Zı Yi'nin hiç görmediği kadar büyüktü. Dört ejder ayağının üzerinde yükselen ahşap masanın arkasında, odanın havasına uymayan kavruk kahve rengi modern bir dönerkoltuk, odadaki tek yeni eşyaydı ve üzerindekileri iyi göremediği masaya çıkabileceği tek yoldu. Küçük kız, havalı Çinliyi iyice yakınında hissetti. Etrafına bakındı. Görünürde kimsecikler olmasa da, hislerine kulak vermeyi seçti ve başını giriş kapısının üzerine doğru çevirdi.


    Havalı Çinli oradaydı. Beyazlar giyinmiş, giriş kapısının üzerinden Zı Yi'ye bakıyordu. Üzerini değiştirmak için ortadan kaybolup süslenmiş haliyle geri gelmişti. Uçan Çinli, yatar pozisyonda havada durmayıp, bir maun çerçevenin içinden ona bakıyordu. Giriş kapısının tam üzerinde ayakta, hareketsiz sabit bir resimden ibaretti. Zı Yi, resmin karşısında kımıldamadan yarım dakika kadar durdu. Onun gibi kurtlu bir kız için bu oldukça uzun bir süreydi ve kırdığı rekoru, henüz biriki sayfadan oluşan incecik kişisel tarihine derhal kaydedildi. Adamın resmi iyiydi hoştu da, kendisi neredeydi. Kimdi bu adam, neden beyaz yas rengine bürünmüştü. Annesi mi ölmüştü. Öldüyse neden gülümsüyordu?
    Zı yi, tabloyu incelerken, rüyasındaki Çinli de rüyasındakinden daha hareketsiz, ona bakıyordu. Gene uzun kaftan ve enli kemer takmıştı. Ardında askerleri, ayak ucunda koca bir pusulaya bakan iki subayı ve sayısız gemisi vardı. Adamın önünde uzanan uçsuz bucaksız denizde, ejder yelkenli dokuz direkli dev hazine gemileri, savaş gemileri, irili ufaklı cönkler, çektriler, sandallar, denizi tamamen kaplamış, ufka doğru uzanmaktaydılar.
    Adam sahiden ona mı bakıyordu, yoksa arkasındaki bir yere mi? Hayır. Ona bakmıyordu. Zı Yi, adamın nereye baktığından emin olmak için arkasına dönünce, burnunun hizasında, bulunduğu yere mıhlanmış ahşap masayla karşı karşıya kaldı. Sonra gözlerini yeniden adama çevirdi. Beyazlar giyinmiş Kızıl Korsan, gözünü bile kırpmadan daha yukarıya bakıyordu. Zı Yi, onun baktığı yeri görebilmek için başını biraz daha kaldırdı. Masanın arkasındaki yüksek dolabın tam ortasında, sunak şeklinde düzenlenmiş bir raf, rafın ortasında da sedef kakmalı bir kutu bulunmaktaydı. Babası o gıcır koltuğa oturduğunda başının üzerinde bir yerde kalan, yaşgününde Li Amcanın içtiği küçük şampanya şişesi kutusu boyunda bir kutuydu bu. Uçan baloncuk yutma şampiyonu güleç Çinli o kutuya bakıyordu. Zı Yi, gözlerini kutunun üzerindeki ejder tasfirinden ve onun parlak sedef kakmalarından ayırmadan yanaştı dönerkoltuğa.
    Bu şekle şemale sahip bir kutunun içinde, sihirli küçük bir gazoz olabilirdi. Şişenin içindeki baloncuklar da insana uçma yeteneği kazandırıyorlardı belki de. Cindy'nin geçen gece o şişelerden birini açarken gülerek söylediği gibi, kızlar için yetişkin gazozlarının bir yudumu bile uçmak için yeterli olabilirdi, ama o bunlardan içmek için daha çok küçüktü. Zhi nan zhen'in kırmızı yelkenleriyle birlikte gökte süzülebilmesi için onlardan kaç şişe içmesi gerekirdi? Zı Yi'nin geçen gün kutladıkları doğum günü partisinde, büyüklerin içtiği şampanya denen o gazoz şişelerinden kocaman birini açarken nasıl patlayıp hem Cindy'yi hem de Hannah'yı korkuttuğunu, tıpasının denize uçup kaybolduğunu hemen hatırladı. O çok korkmamıştı.
    "Yoksa Zhi nan zhen'i uçuran sihirli gazoz bu mu?" diye sesli sesli sordu kendi kendine.
    Beyaz kaftanlı kızıl korsan, kesinlikle o kutuya bakıyordu. Düz duvara tırmanan şehir dağcılarından daha hızlı tempoda koltuğun üzerine çıkıp kolunu yukarıya, kutuya doğru uzatan Zı Yi, annesinin kokusunu bu kez çok daha yoğun bir şekilde algıladı. Misket limonuyla mimoza arasında gezinen anaç ve sevecen koku, iki ucunda iki tütsülüğün yer aldığı rafa yaklaştıkça artıyordu. Minik kalbinin atışları hızlandı. Heyecanlı ve meraklı parmakları, bir saniye içinde kutunun erişebildiği sağ alt kısmında dokunulmadık yer bırakmadı. Yüksekte, Zı Yi'nin kendisine erişmesini pek de kolaylaştırmayan bir yerde duran şık kutu, hiç oralı olmadı. Zı Yi, iyice kaldırdığı kolu nedeniyle, kutunun tam göremediği alt kısmının oturduğu cilalı ahşap kaideyi kurcalarken, farkına varmadan küçük bir mekanizmayı harekete geçirdi. Kutunun ön yüzü, küçük bir kapı gibi ardına kadar açılıverdi. İçi koyu nar kırmızısı atlas astarla kaplıydı ve kırmızının tam ortasında beyaz bir şey vardı. Zı Yi, görüş alanını genişletmek için deri koltuğun üzerinde biraz geriye doğru çekilip, merakla rafın üzerindeki beyaz şeye baktı. Kutunun içinde, şişe veya beyaz vazodan çok, bowling kukasına benzeyen sevimli yüzlü, basit bir porselen bebek duruyordu.
    Zı Yi, bebeği görür görmez, güleç Çinliye sırtını döndü, hatta bir an annesini bile unutup bu garip oyuncak bebekle oynamak için dayanılmaz bir istek duydu içinde. Yüzünde donuk bir gülücükle sonsuzluğa bakan bebek, denizde oynayan güneş ışığı pırıltısına sahip çekik gözlü küçük kızın bakışlarını mıknatıs gibi üzerine çekip, saça takıldı mı asla çıkmayan çilekli cikletler gibi yapıştırmıştı porselen bedenine. Hem kutu hem de iki yanındaki iki porselen tütsülük, rafa sabitlendiklerinden Zı Yi'nin kurcalamalarıyla yerlerinden kıpırdamadılar. Zı Yi, annesinin kokusuna bu kadar yakın duran bebeği kıskanmak üzereydi ve küçük parmakları, küçük kediler gibi rafı, kutuyu ve içindeki porselen bebeği durmadan tırmalayıp mıncıklayıp durdu. Ayak parmakları üzerinde yeniden yükselip bebeğe doğru uzandı. Bu kez onu neredeyse tutuyordu.
    Porselen bebek öyle güzel gülümsüyordu ki, “Beni buradan alıp biraz oynar mısın? Ne olur!” diye yalvarıyordu adeta. Zı Yi buna kayıtsız kalamazdı. Porselen bebeğe doğru uzandı, onu gene tutamadı. Hareketli tek bir kısmı bulunmayan yirmibeş santimlik yekpare porselen bebek, kutusunun içinde, çukurlaştırılmış kaidesinin üzerinde hareketsiz duruyordu. Zı Yi, ayak parmaklarının üzerinde yeniden yükselerek bebeği kaidesinden alabileceğinden emindi. Bebeğin serin porselen tenine parmaklarıyla dokunabiliyor, ama tutmayı bir türlü beceremiyordu. Başını kaldırmadan kolunu iyice yukarıya uzattı. Şimdi bebeği hiç göremese de daha yukarılara, bebeğin birbirine bitişik bacaklarına uzanabiliyordu.
    Koluyla yukarı, daha yukarı uzandıkça, peynir gibi  beyaz göbeği iyice açıldı. Uçuk pembe tişörtünü her zamanki gibi aşağı çekiştirmeden, ayak parmakları üzerinde duruyordu. Bebeğin küt ayaklarını tam avucunda hissettiği anda Zhi nan zhen ona bir iyilik yapıp yunuslama küçük bir hareketle, ufaklığı porselen bebeğe doğru meyillendirdi. Zi Yi de, Pekin'de Hannah'dan öğrendiği hareketi denedi, ayak parmakları üzerinde iyice yükselip balerinler gibi yaptı ve bebeğin bitişik porselen bacaklarını tutuverdi. Onu öyle sıkı sıkıya kavramıştı ki, kendine doğru çekerken dengesini kaybetmesine rağmen elinden düşürmedi. Sol eliyle, hafifçe dönen koltuğun arkalığına sıkıca tutunarak dengesini sağladı ve bebeğin gülümseyen yüzünü burnuna doğru iyice yaklaştırdı. Başarısına sevinip, gamzelerini çukurlaştırarak gülümsedi. Boğazın sularına düşen Güneş şimdi daha parlak, rüzgarın sesi daha tatlı, martılar daha neşeliydiler. Cönk, böyle güzel anlarda yaptığını yapıp yeni bir şarkının ritmine uyarak yeniden sallandı. Zı Yi bu kez oralı olmadı.
    Kara gözlerini iyice açıp neredeyse şaşı baktığı bebeğin birbirine bitişik küt bacaklarını, minik pipisini, vücuduna yapışık hazırol kollarını, gülümseyen ağzını, yarık çekik gözlerini, küçük burnunu, grinin tonlarıyla canlılık katılmış, özenle boyanmış kapkara porselen saçlarını, sağ baldırına işlenmiş çift kıvrımlı küçük mavi ejderi merakla inceledi. Evet basit bir bebekti, ama garip bir çekiciliğe sahipti.
    Zı Yi, babasının döner koltuğu üzerinde ayakta porselen bebeği elinde evire çevire incelerken, giriş kapısının lambozu önünden bir gölge kaydı. Gözden kaçmayacak kadar belirgin gölge, yatın burnuna doğru hızla uzaklaştı. Gölgenin yatık kavun gibi geniş kafası, minicik bir çenesi vardı. Zı Yi telaşlandı. Porselen bebeği hemen yerine koymalıydı. Onu kutusuna doğru uzattı. Ama kutunun bulunduğu raf ve üzerindeki mermer ahize, sanki daha bir yükselmiş veya Zı Yi'nin boyu bir anda kısalmıştı. Gene balerinler gibi yapmaya çalıştı ama telaşı buna engel oldu. Bebeği kırmızı astarlı kutuya koyamıyordu.
    Zı Yi dışarıda yeni bir silüet görüp Hannah'ın bozuk Çincesini işiyince, Bebeği kutusuna koymaktan büsbütün vazgeçip sandalyeden parkenin üzerine atladı. Elindeki bebeği arkasına saklayıp, sessizce kamaranın kapısına yöneldi. Dışarıya çıkmadan önce dışarıyı dinledi. Güvertede gezinen birilerine işaret eden hiç bir ses duymayınca kapıyı aralayıp burnunu dışarıya çıkardı. Kimsecikler yoktu işte.
    Rüzgâr Zı Yi'nin yüzüne annesinin parmak uçlarıyla dokunup, sevinçli anlarında yaptığı gibi saçlarını karıştırdı, Güneş de Zhi nan zhen yatının pembe T-shirt'lü küçük yolcusunu sıcacık aydınlattı. Demek ki porselen bebeği kamarasına götürebilir, onunla orada oynayabilir, sonra bir vakit, çaktırmadan kamaraya getirip gene yerine koyabilirdi. Zı Yi, hayatının ilk gizli planı ve ilk gizli operasyonunu yapmış olmanın heyecanıyla bebeği göğsüne bastırıp geriye döndü ve birden şaşkınlıktan donakaldı. Hannah, mide bulantısı yüz çizgilerine yansımış çizgi film vampirleri gibi bembeyaz yüzüyle onu süzüyordu. Gözlerinin etrafındaki gri halkalarla ve oyuncağını kaybetmiş kızlardan farksız ağlamaklı yüz ifadesiyle, gerçek değil suretmiş gibi bir hali vardı. Zı Yi porselen bebeği, hemen arkasına saklayıp suçlu suçlu sırıttı ve kötü rüyalarından fırlamış gibi karşısında duran dadısına yakalanmadan kaçabileceği tek istikamete doğru, yatın burnuna doğru olabildiğince hızlı yürümeye başladı.
    Güvertede korkuluklara, vardavela dikmelerine tutuna tutuna, yakalamacılık oynayan kızların gergin ama keyifli halini sinirli gülücüklerle süsleyerek yalpalamadan yürüyordu. Hannah, ufaklığın peşini bırakmadı ve sarhoşlar gibi güvertede "s" harfleri çizerek ona yaklaştı. Yakalanacağını anlayan Zı Yi, Güneşe doğru yürümeye devam etmedi. Oyunu kaybedince mızıkçılık yapan çocukların halini takınıp, güverteyi çepeçevre kuşatan vardavelelara yaslandı, suratını asıp başını eğdi. Böylece küpeşteden denize doğru biraz sarkmış, dadısının da yüreğini ağzına getirmiş oluyordu. Çocuğu denize doğru yaslanmış halini görüp korkudan iyice beyazlaşmış Hannah'la aralarında sadece birbuçuk metre vardı ve pupa bumbasının dibinde, Güneşin tam karşısındaydılar. Zı Yi, Hannah'ın o halini komik bulmasına rağmen gülmedi. Porselen bebeği arkasında sımsıkı tutan minik kızın minik topukları küpeştenin en dış çizgisini aşınca, Hannah'ın gözleri biraz daha büyüdü, Zı Yi'ye doğru uzanan sol eli gözle görülür bir şekilde titredi.
    Hannah, çok renkli kırçıllı ince kazağıyla, yardım etmek için değil, adeta yardım istemek için uzattığı sağ koluyla küçük kıza biraz daha yaklaştı. Onu bir hamlede tutabileceği yakınlığa ulaşmak üzereydi. Gözleri  Zı Yi’de, son derece dikkatli ve yavaş hareket ediyordu. Kızıla çalan sarı saçları rüzgarda darmadağın olan saçlarını gözünün önünden çeken Hannah, birden durup doğruldu. Gözlerini Zhi nan zhen'in süzüldüğü istikamette bir yere dikti. Hannah tarafından yakalanmayı bekleyen Zı Yi buna bir anlam veremedi, ta ki sağında yabancı birinin durduğunu hissedip ürperinceye kadar. Küçük kız başını, Güneşin önünde duran uzun boylu silüete çevirdi. Onu korkutan kişinin babası olduğunu anlayınca şaşkınlıktan ağzı açıldı. Zı Yi, babasını ilk kez yabancı biriymiş gibi algılıyordu. Babası, daha önce hiç şahit olmadığı bir şekilde ciddi ve kızgındı. Wang Wei'nin arkasından hafifçe yana doğru eğilip Zı Yi'yi süzen Cindy, tiksindirici bir böcek görmüş gibi şaşkın ve çekingen bir ifadeyle bakıyordu küçük kıza.
    Dış görünümü aynen babasına benzemekle birlikte bir türlü tanıyamadığı soğuk adamın karanlıktaki gözlerine gözlerini kısıp dikkatle bakan Zı Yi, orada tanıdık bir sıcaklık göremedi. Babasına ne olmuştu? Neden böyle yabancıydı? O artık babasının prensesi değil miydi? Hani Zı Yi gülünce kiraz çiçekleri açıp, bulutlar koyuncuk koyuncuk başının üzerinde uçuşuyordu, hani kırlangıçlar onun için dans ediyorlardı? Zı Yi'nin gözleri, gölgenin karanlığına alışınca, babasının yüzünü müzede gördüğü duygusuz taş heykellerden birine benzetti. Güneş soldu, gök bulandı, deniz üşüyüp ürperdi. Zı Yi, arkasına sakladığı porselen bebekle birlikte vardevelalara iyice yaslanıp Boğaz'ın derin mavisine biraz daha sarktı. Boğaz akıntısının tam üzerinde asılı duruyordu.
    "Elinde ne var bakayım senin?"
    Bu sorunun sesi de tonu da soranı da Zı Yi'ye yabancıydı. O an, elinde tuttuğu ve babasının nedense çok önem verdiği bu şey artık kesinlikle umurunda değildi. Küçük at kuyruğu rüzgarda sallanırken, babasının neden değiştiğini anlamaya çalışıyordu. İçinden yakıcı bir öfke dalgası yükseldi. Evet bebek onun elindeydi işte, ne vardı yani? Şu aptal şey, ondan daha mı değerliydi?
    "Zı Yi, ne var elinde?"
    Bay Wang bu kez sesini yükselterek, ciddi olduğu zamanlarda önemli şahsiyetlerle konuşurken kullanmaya özen gösterdiği mükemmel Han Çincesiyle sormuştu. Zı Yi kaşlarını çatıp başını çevirdiğinde, Kaptan Ma'yı, enişeli bir yüzle ona bakan Li Amcayı ve olayı uzaktan izleyen tanıdık yüzler gördü. Hepsi de üzgün görünüyorlardı.
    "Zı Yi, onu bana ver."
    Elini kızına uzatan Bay Wang'ın sesi bu kez tehditkardı.
    Zhi nan zhen'in sallanmayı bıraktığı, rüzgarın tamamen kesildiği, Boğaz’ın derin bir hüzünle karardığı an, mürettebatın ve civarda görünüp görünmeyen bilinip bilinmeyen herkesin ve her şeyin, küçük kızın ne yapacağını merak ettiğini anladı. Hayatında ilk kez, adlarını henüz bilmediği öfke ve intikam duygusunun, damarlarında ateş gibi gezindiğini hissetti. Boğaz'ın serin yüzeyinden havalanan martılarından biri güverteye konacak gibi derin bir pike yaparak Bay Wang’ın dikkatini dağıttığı anda Zı Yi, boğazından sımsıkı tuttuğu porselen bebeği, Boğaz’ın sularına bırakıverdi. Ne babası ne dadısı ne anneliği ne de tayfalar, martının cesur hareketine bakmaktan, denize düşen porselen bebeği göremediler. Zhi nan zhen'e çarpıp yarılan dalgalar ve yeniden peydahlanan rüzgarın uğultusu, porselen bebeğin sulara gömülürken çıkardığı sesi susturdu.
    Porselen bebekle birlikte, öfkesinden de kurtulan küçük kız, yüzünde hınzır bir gülümsemeyle, arkasına sakladığı elini, babasına bir Kung-fu darbesiyle vurur gibi hızla öne uzatıp açarak gösterdi.
    "Bak, yok!"
    Sevilen insanlardan alınan öcün gönüllerde bıraktığı o uyuşturucu zehrin aldatıcı tadı bir saniyede geçti. Zı Yi'nin içini kaplayan karanlık hüzün, minik yüreğini daralttı. Yeni yeni filizlenen o bilinçli inceliğini unutup, hayatının ilk büyük yenilgisini, gökyüzüne haykırdı. Yüksek sesle, bağıra çağıra, köylü çocukları gibi burnunu çeke çeke ağlamaya başladı. Ağlarken "Anne" diye haykırışları, Yeniköy sahiline ulaştı. Zı Yi'nin ağlamasını duyan İstanbul, suyun yüzünde ilerlerken arkasında koyu bir kırışıklık bırakan sert bir rüzgar gönderdi. Avrupa sahilinden kopup öfkeyle yaklaşan rüzgar, sancak tarafından hışımla dalınca, Zhi nan zhen sinirli sinirli sallandı, Zı Yi  hariç güvertedeki herkesi ıslatıp, biryerlere tutunmak zorunda bıraktı.
(…)

2.2.

İstakozu sıkı sıkıya saran kabuğu gibi koyu pembe renkli ev kıyafetiyle mutfağa geri geri giren Bora'nın ayakları çıplak, yaz boyunca uzattığı dalgalı saçları karmakarışıktı. Kıçıyla iterek açtığı mutfak kapısına çarpmamak için bir an durdu. Misafire çay sunar pozisyonunda iki eliyle tuttuğu tepsinin üzerinde dayısının kütüphanesinden yürüttüğü küçük boy eski Varlık yayınları romanları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi yalıları kitabı ve Beyoğlu'ndan aldığı Corto Maltese cildi vardı. Sayfaları çevrilecek kahvaltılık malzemeyi uzun mutfak masasının üzerine bırakırken, mutfağın ıssız yalnızlığı, sahil yolunu aşıp denize doğru genişledi. Evin ses ve abartılı neşe kaynağı Nihan'ın olmadığı mutfak, balıksız akvaryumlardan daha anlamsızdı ve akşamdan kalma kızarmış mezgit kokusuna yabancı absürd bir yerdi. Dayısı, sabah erkenden nemli havanın planktonları arasına karışıp kapı aralığından dışarı sızmayı denemiş ve gene başaramamış olmalıydı.
    Elinin ayarını tutturamayan, evden çıkarken kapıyı gürültüsüzce kapatmayı asla beceremeyen, tavlada istediği zarı atamayan, hımbıllığıyla Aylin gibi bir kızı elinden kaçıran Halil'den iz yoktu. Kuyruk çırpıp hızlanırken bile parlak gümüş renki istavritler kadar sessiz olabilen Nihan'dan çok farklıydı o. Evin elektrikli koyu bulutlarını Bora'ya hissettirmemek adına kötü piyeslerin oynandığı ahşap ev, büyük alkışlar sonrasının boş tiyatro salonları kadar sıkıcıydı. Halil'le Nihan, yaz başından beri, arada güvenlik mesafesi tutan kediyle köpek gibiydiler. Bora'nın henüz bir ad koyabilecek kadarını görüp yaşamadığı aşk mevzuatının ince harflerle yazılmış dipnotlarında, karşılıklı saygı sınırını aşmayan, nadiren ses yükselten, her ses tonunun bin türlü anlam ifade edebildiği, sessiz ültimatomların çekildiği, sönüp küllenmiş aşkların soğuk sinir harbiydi bu. Aynı dünyayı paylaşan iki kişinin birbirine mahkum olduğu ana fikrine sadık kalınan, tavladan farklı, satrançtan hallice, sıkıcı bir pat vaziyeti.
    Bora, uzun mutfak masasının önündeki ahşap sanralyeye lütfen ilişti, tepsiyi masanın üzerine bıraktı ve üzerindeki büyük boy Corto Maltese cildini, tam ortasından, kabuğu soyulmuş portakal yumrusu gibi yarıp, kapatmamak üzere açtı. Corto denen bu adamın, yeryüzünün 20'inci Yüzyıl başındaki en heyecanlı devrinde, sahil gezintisi yapar gibi dünyayı arşınlamasına hastaydı. Söğüş salatalık ve domates, vişne reçeli, beyaz koyun peyniri, eski kaşar, ev acukası ve otlu tereyağına değil, kahvaltılıkların küçük kayık tabaklarında gezinen gözleri, çizgi romanın siyah-beyaz resimlerinin arasından bir Çin cönküne takıldı.
    Minik kayık tabaklar, masanın uçuk mavi naylon örtüsünün üzerinde, küçük limandaki balıkçı motorları gibi yanyana duruyorlardı. Kahvaltı, evin gündemindeki konuların tamamına zıt, absürd bir istisna formatında masanın üzerinde yayılmış, güya onu bekliyordu. Ocaktaki çaydanlık ve demliğin altı kapanalı yıl olmuştu. Bora, dayısı gibi çay müptelası değildi. Evde kahvaltısı her zaman önüne konsa da, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan hanım evlatları gibi olmamaya özen gösteren bir yan geliştirmişti. Ama bu özelliğine üstün özel anlamlar yüklemeye yatkın havalardaydı. Parmak uçlarıyla dokunduğu demlik, sıcak ve canlı değil, karanlık bir dükkanın deposundan yeni çıkarılmış süs eşyaları kadar soğuktu. Isıtmak yerine, çaydan vazgeçti.
    "Yenge?"
    Sadece bir refleks. Evde kimse olmadığını çoktan anlamış olmasına rağmen kendi sesini duyup günün gerçekliğine yumuşak iniş yapmak için gönderilen ilk sinyal. Yengesi evde değildi elbette. Evde bir yaşam belirtisi niyetine Radyoyu açtı ve duyduğu ezginin etkisine girmeden önce parmaklarını şaklattı. Hareketli bir parçadan önce orkestrasına açılış ritmini veren solo müzisyenler gibiydi. Bora, kendini müziğin içinde kaybetmeye çalıştıysa da bunda başarılı olamadı. Etrafındaki sessizliğin, alışık olmadığı ürkütücü yanı, kahvaltısını başlamadan bitirdi.
    Yeniköyün herkesi imrendiren sahile yakın ahşap evlerinde, Açık Radyo'dan yükselen yanık Ella Fitzgerald sesinin kaplayamadığı sessizlik, ürkütücü boyutlara sıçrayabilirdi. Bora'nın sorusuna martılar da yanıt vermeseydi, evden hemen çıkıp gidecekti. Martılar, belki de laf olsun diye anlamsız ve huzursuz çığlıklar attılar. Her zaman duyulmadık türden, korkuyla viyaklamayı andıran bir sese dönüşen çığlıklardı bunlar. Şehiriçi otobüslerinin harıltısı veya sokak satıcılarının kavruk sesleri değildi. Ankara'daki mahallenin sokak gürültüsü yoktu Yeniköy'de. Asla konuşmayan, uzun kara sakallı garip bir lahmacuncu dadanmıştı son günlerde ve kırçıllı sesiyle "Simitçov" diye ünleyen Ankaralı Kara Hasan'ın ince çıtır simitlerinden değil, hamur gibi acaip lahmacunlar satıyordu. Halil lahmacun denen nesnenin eskiden hep böyle hamur gibi yumuşak imal edildiğini, oval sandıklarda satıldığını, yeğeniyle dalga geçerek anlatmıştı. Nasıl bilmezdi insan bu beyaz lahmacun sandıklarını? Kara sakalın, kalıbına uymayan tiz bir kadın sesiyle "Lokuum" diye bağırdığını duyduğunda, adamın sergilediği mum gibi güleç sessizliğini, kadın gibi ince sesinden utanmasına vermişti. Ama martılar Cennetten kovulmadılar, onlar utanmazlar.
    Bora, çok yakınından gelen martı çığlığını duyunca, Nihan'ın yasaklarını takmayıp buzdolabının üzerindeki eski Phillips marka radyonun sesini iyice açtı. Açık Radyo'dan mutfağa, Fitzgerald'ın kıpır kıpır "Think"i yayıldı ve hareketli caz melodisi, bu kez Bora'nın erişim alanındaki herşeye dokunup, onun üzerinde ritmik dans hareketlerine neden oldu. Amerikan stepçilerinden gördüğü ayak oyunlarını oturduğu yerden taklit etti. Bedeninin kımıldamadığı, bacaklarının özgürlüğünü yeni kazanmış gibi yürüyüp gittikleri bir dans stili hayal etti. Ayaktaki dans versiyonuna, annesinin sinir olduğu, "sakatlar gibi gezinme karşımda" diye çıkıştığı halde ciddiyet katsayısını fazla yükseltmeyip kahkahalarla sonlandırdığı bir rahatsızlık hâliydi bu. Çizgi roman albümlerinde dans etmeyen Corto Maltese'nin kahvaltı masası üzerine yayılmış resimlerinde, kımıldamadan katıldığı ritmik hareketler, şarkı bittikten sonra kısa bir süre daha devam etti. Bora, sadece resimlerine baktığı albümün sayfalarını çevirmedi.
    Adı, kokmayan balığa çıkmış da olsa, akşam kızartılıp sabaha hafif bir iz bırakan mezgit, sabah sabah hiç hoş değildi. Balıklar temiz suda yaşamadıklarını anlayınca ilk iş olarak oradan ayrılırlar. O da bir kuyruk çırpıp odasına döndü. Gecelerin balık kızartılmış evlerine en hoş halini veren, rakının dipten gelen karanlık ve sofistike anason kokusudur. Bora, bu meretin kokusunu ve muhabbetini sever ama asla ağzına koymaz, daha doğrusu rakı denen şeyi içemez. Denediği ilk gece, akşamcılık özentisinin de son gecesi olmuştur. Rakının kokusuyla barışıktır, çünkü diğer içkiler gibi sinsi değildir rakı. Bu içki her nerede içilirse içilsin, havaya imza atıp iz bırakacak kadar dobradır. Ama rakının kendisini, gerçeğini, içildikten sonraki halini sevmez Bora. O bira içer.
    Babası ilk kalp krizinden sonra rakıyı bıraktı, dindar biri oldu ve annesini terketti. Aşık olanlar kafayı çektikten sonra ağlayıp sızlar ve devrilip sızarken, dayısının Aylin'den sonra içkiyi bırakıp cin çıfıt biri haline gelmesi, Bora'nın anlamadığı ve anlamayı da düşünmediği bir yetişkin deformasyonuydu.
    Saat onbire on kala, ne kadar çok uyumuşum diye geçirdi içinden. "Saat kaç?" diye sordu kendine.
    On dakika içinde İstinye deniz otobüsleri iskelesinin önünde olması gerektiğini hatırladı ve içinde kırmızı sirenler çaldı, ambulansların mavi ışıkları yanıp söndü. Gerisin geriye döndüğü derli toplu odasında, fırlayıp çıktığı yatağının üzerinden etrafını kuşbakışı taradı. Çok sevdiği beyaz keten gömleğini göremedi.
    "Nerde lan bu" diye başlayıp okkalı bir küfürle sona ermeden noktaladığı sorusuna, oda tık demedi. Sadece Açık Radyo yeni bir şarkı anons etmekle yetindi. Gene caz, gene Fitzgerald.
    Bora, tertip-düzen hastası yengesine kızdı. En son o ütülerken gördüğü gömleğini kim bilir evin hangi önemli köşesine asmıştı.
    "Gömleğimi ne yapmış bu kadın ya? Kimbilir nerede. Ara da bul şimdi" diye söylendi.
    Perihan'ın karşısına kirli T-Shirt ile çıkamazdı. Küçük arka odaya fırtına gibi daldı. Elini attığı tüm çekmeceler ve dolaplar açıldı, içindeki eşyalar, odayı çiçek seraları gibi renklendirdi. Cansız, ama Nihan gibi tertipliydiler. Havlular, elbiseler, çoraplar, iç çamaşırları, gömlek ve pantolonların yıkandığı çamaşır tozu parfümü, akşamdan kalma hüzünlü balık kokusunu, yumuşacık sahte bir bahar kokusuyla örttü. Bora gömleğiyle birlikte keyfini de, geniş konsolun alt çekmecesinde, katlanmış vaziyette bulup alelacele giydi. Hızla banyoya daldı, büyük aynada saçlarını düzeltti. Önleri de uzun olan saçlarının gözlerinin önüne düşüp buklelenmesi hoşuna gidiyordu. İri kara gözleri ve uzun kirpiklerinin onu bir kız çocuğuna benzetmemesi için, çenesindeki seyrek sakallarını tamamen kesmeyip, oval yüzünde her zaman bir sakal gölgesi kalmasına dikkat ediyordu.
    Perihan'ı ve zifiri gece mavisi 1968 model üstü açık Plymouth otomobilini kaçırmamak adına evin eski taş merdivenlerini ikişer üçer atlayarak indi, günün aydınlığına koşarak çıktı. Ne radyoyu kapatmış, ne de kahvaltı masasının üzerindeki kitapları kitaplığa koymuştu. Nihan'ın evde bu yüzden estirebileceği sert akşam rüzgarları bu gün pek aklına gelmedi. İstanbul'da sokağa çıkanların yüzüne vuran ses ve gürültü bu kez nefesini tutmuştu. Mahalle, Bora'nın hiç alışık olmadığı kadar sessizdi. Sokağın başında buraların tekir kedisi Minnoş, garip sükuneti özellikle bozmak ister gibi adsız bir sokak kedisine diklendi ve polis sirenini andıran bir sesle tüm kedilere maydan okudu. Bora, dışarıya attığı ikinci adımında duyduğu kedi çığlığıyla sokağın günlük gerçeğine hemen adapte olabilirdi, ama mahallenin mülayimi diye tanınan, kendini her çocuğa mıncıklatan tekir kedi, masallardaki Anadolu vaşakları boyutuna doğru irileşip vahşileşmişti. Karşısında duran haşin sokak kedisi de ondan pek farklı değildi. Kedilerin tüyleri manyetik alandan yeni çıkmışlar gibi kabarmıştı. Fütursuz bir gaddarlıkla her an birbirlerine girebilecekken, işi tadında bıraktılar. Minnoş'un kriptonlu süper kediye dönüşerek yolunu kestiği diğer iri kedinin ağzında, sudan yeni çıkmış kadar canlı küçük bir balık çırpınıyordu.
    Bora, diklenen kedilerin yanlarından geçerken Minnoş, eski tanışıklıklarının hatırına iyice yumuşadı. O yanlarından geçtikten sonra, zıtlaşma, düşük bir tonda devam etti. Birkaç adım sonra, yerde çırpınan bir balık daha gördü Bora, sonra bir balık daha. Kaldırım parke taşlarının üzerinde, nereden düştükleri belirsiz on kadar canlı balık güneşte sinyal lambaları gibi göz kırpıp parlıyorlardı. Görünürdeki son balığın başında durup, bu meretlerin nereden geldiklerine kafa yormasına ramak kala ortaya çıkan bir sarman, yıldırım hızıyla gelip önündeki balığı kaptı ve ilk bahçe duvarının ardında kayboldu. Kireçburnu'na yanaşan balıkçı motorlarından canlı canlı balık alıp ara sokaklarda satan arabalı seyyar satıcılar çok erken saatlerde işe çıkarlardı, ama Bora gibi geç kalkmış bile olsalar, sesleri sedaları mutlaka duyulurdu. Ortalıkta arabasını ittirerek dolaşan seyyar balıkçı falan görünmediğine göre birisi kedilere cömertlik yapmış olmalıydı, yoksa gökten balık mı yağmıştı? Bora ıslıkla "Summertime"ı çalmaya başladı ve adımlarını müziğe uydurdu. Radyo programını, kaldığı yerden devam ettiriyordu. Okulda arkadaşları ona boşuna "Ayaklı radyo" demiyorlardı.
    Bora'nın gözünde Perihan, televizyon dizisinde oynadığı ezik kız "Feride" ile kıyaslanmayacak kadar koyu kırmızı, safkan bir kadındır. Yeniköy Spor kulübünde üslenen Jön Cemal'i ve gençlerin kendi aralarında uçuk devrimci planlar konuştukları biralı sahil sohbetlerini saymazsak, yüzüne aşina olunan bir televizyon oyuncusunu Yeniköy sahilinde üslenen gençler grubuna çeken şeyin ne olduğu da meçhuldür. Ay ışında Avusturya Konsolosluğu binasının dev gölgesini nereye düşüreceğini şaşırdığı beyin fırtınası gecelerinde, Perihan'ın aykırı kısa cümleleri dışında önemli bir düşünsel katkısına da şahit olunmamıştır şimdiye dek. İnternet üzerinden yapılan etkinliklere pek katılmaz, kısa kuru mesajlarla günü kurtarır, aktif gençlere sessiz destek verir bunu mutlaka hissettirir Perihan. Her fırsatta söylediği gibi Yeniköy hastası olsa, yalılarda oturan işadamlarıyla veya sanatçılarla takılaması gerekir, ama o mahalleli gençlerle takılmayı tercih ediyor.
    Kız resmen ünlü bir artistti ve Yeniköy'ün tanınmış sanatçılarıyla değil, sokak süpürgeleriyle çıkıyordu. Spor klübünün müdavimi ve eski futbolcularından altmış yaşını devirmiş krampon Hüdai'nin fikri bu yöndeydi. Dört kişilik grubun Perihan'ı Yeniköy'de mahalle kızlarından biri gibi kabullenmesi, nedense en çok ona batıyordu.
    Perihan, ünlü dizi oyuncusu havaları atan bir kız değildir. İnsan içine çıkmaz, kuytu masaları ve tenha köşeleri sever. Dişi karizmasını kullanarak grubun gençlerini mahallenin özenilen gizemli abileri haline getirmesi karşılığında, meraklılardan ve istenmeyen dostluk girişimlerinden korunmak ister. Bu görev de Yeniköy'de bizzat Jön Cemal tarafından üslenilmiştir.
    İri burunlu atletik yapılı, şeytan tüylü Cemal'ın elleyip koklamadığı Yeniköy'lü kız kalmadığı efsanesine Bora pek inanmasa da, Perihan'la Cemal'in sevgili oldukları, inanamadığı kadar bellidir. Perihan, balıkekmek hattı mahallinde, kayıkların sahilde yan gelip yattığı Avusturya Konsolosluğu'nun önünde, sadece grubun illegal kıyı laflamalarına, sahil romantizmine mi fit olmuştur? Grubun en genci olarak bu soruya evet diye cevap vermeyi isterdi. Perihan, Cemal'le düzüşmesinin hatırına mahallenin diğer çocuklarına katlanıyor da olabilirdi pek ala, ama Bora buna da ihtimal vermiyordu. O daha sofistike bir gerekçe arıyordu. Perihan'ı kıskanıp kıskanmadığını kendine sormuş olsaydı, "Evet" deme ihtimali yüksekti. Geceleri odasına çekildiğinde, Perihan hakkında kendi kendine sorup yanıtladığı sorulardan geriye genellikle erotik hayaller kalıyordu ve Bora sabahları tahrik olmuş vaziyette uyanıyordu.
    Cemal'in yokluğunda çocukların kendi aralarında anlattıkları arasında, balıkçı Aydın'ın oğlu Bahadır ve bilgisayar kurdu Kerim'in de Perihan'la yattığı hikayeleri vardı. Bora bunların sadece laf ve nemli yaz rüyalarından ibaret olduğunu kendi pratiğinden biliyordu. O da Perihan'la "yakınlaşmış" mahiyette algılanmak için, spor klubü cengaverlerinden küçük Metin'e ima yoluyla havasını atmıştı. Saçları iki saniye arayla sürekli sol gözünün üzerine düşen ortaokullu Metin, Bora abisini yüksek dozda saygıyla dinlemiş ve hiç sesini çıkarmamıştı. Sessiz bir tasdik türü. Bora bu saygının, çocuğunun ailesinin Nihan'larla görüştükleri gerçeğiyle de desteklendiğinin farkındaydı. Çok inandırıcı olup olamamak fazla önemli değildi. Kendini başkasının yanında bir anlığına Perihan'ın sevgilisi gibi hissetmek yeter de artardı bile.
    Bora, bülbüller gibi şakıyarak, Perihan hakkında kimsenin bilmediklerini yalan-yanlış anlatmanın keyfine varabilirdi. Bu özel durum sayesinde Nihan'dan bazı yeni imtiyazlar koparabilir, mesela evden çıkarken bir süre sokak kapısını iki kere kilitlemek zorunda kalmaz, evde ille de terlik giymez, veya odasını mutlaka havalandırıp sonra da pencereyi kapatmayı unutmamazlık etmezdi. En çok da diş fırçasını kullandıktan sonra çamaşır makinasının üzerine değil, mavi bardağın içine koymak cinsinden angaryalardan kurtulurdu belki. "Yenge, şu seyrettiğin kız var ya, onu iyi tanıyorum. Spor arabasıyla Kilyos'a gidip filmlerdeki gibi kumsalda yürüyoruz" diye hava atmak isterdi aslında.
    Bora, günün birinde Perihan'ın onunla sevişebileceği ihtimalini içeren ateşli hayallerin ve umutların esiri olmasaydı, bu güzel kadın hakkında tam bir destan anlatabilirdi Nihan'a. Aşktan şaftı kaymış dayısı da mutlaka dinlerdi böyle gerçeksi şehir hikayelerini. Halil'in peşinde Sharlock Holmes gibi dolaşan yengesinin, Perihan'la tanışmak için aynı işgüzarlıkla Bora'nın peşinde dolaşması ihtimali, Bora'yı susturan bir numaralı nedendi. Belki bir gece muhabbetin tam ortasında balıkçıların oraya damlayıp, "Ben Bora'nın yengesiyim" diye Perihan'la tokalaşmaya, Selfie çekmeye kalkardı, her yerden duyulan kahkahalarıyla konsolosluk polislerini bile sarabilirdi başlarına. Nihan, olmadık sorularıyla ünlüydü. Bakarsın Perihan'ın kaç para kazandığını veya set dışında en son hangi artistle öpüştüğünü sorup, Bora'nın Perihan'ı da içeren Yeniköy hayatına burnunu sokardı. Bir zamanlar tiyatrocu olmak isteyip, seyircilikle yetinmek zorunda kalan birinden, herşey beklenirdi.
    Bora'nın çocukluğunu komşu kadınlara anlatırken, elindeki kahve fincanını tığ işi dantelli örtünün kenarına bırakıp, bu "akıllı oğlan"ın küçükken yatağına işeyip onu nasıl isyan ettirdiğini el kol hareketleri eşliğinde konu ederek gülmesi, kadınları da güldürmesi, Nihan'ı korkulacak kişiler listesinin üst sıralarında bir yere oturtmuştu zaten. Daha geçen yılın Mayıs ayıydı, Gezi olayları patlamadan biriki hafta önce yaşadığı bir karabasandı, unutulacak gibi değildi. Bora keşke bu kadar meraklı biri olmasa, kadınların kendi aralarında konuştuklarını merak edip misafir odası kapıları dinlemese, Nihan'ın, gün arkadaşları için "onlarla çok yakınım" dediği şeyin, böyle "ailevi" abuk sabuklukların ortaya dökülmesini kapsayıcı bir çenebazlık olduğunu duyup kulaklarına inanmasaydı. Bora'yı hâlâ çocuk sayan çocuksuz bir kadının çocuk sevgisi nesnesi ve bu garip ailenin çakma çocuğu olmak, bazen dayanılmaz bir hal alıyordu, ama yaz tatillerinde Ankara kasvetinden kurtulmak için buna bile değerdi. Bora vesileyle, "anne yarısı" saydığı Nihan'a son bir yıldır "komşu teyze" gözüyle bakmaya başlamıştı.
    Bedenine bilerek isteyerek bol gelen bembeyaz yakasız gömleğinin eteklerini, istakoz kabuğu rengi pantolonunun içine tıkıştırdığı halde, beyaz keten, rüzgarda yelken gibi şişip dalgalandı. Eylül güneşinin aydınlığında, İstinye iskelesinin kıyısına sığınmış amatör balıkçıların yanında, dizginleyemediği düşüncelerinin itelemesiyle huzursuz kısa voltalar attı. Balıkçılar, iskelenin kenarını doldurmuşlardı. Balık mevsimi açılır açılmaz sahilde adeta insan zinciri oluşturan bu garip İstanbullu türüne hiçbir zaman alışamamıştı. Denize olta fırlatıp duran keyifsiz balıkçılar da Bora gibilere alışık değillerdi. Bereketli bir gün olmadığı, boş balık kovalarından belliydi. Sığ balık cehennemine açılan yuvarlak plastik kovalarda sıçrayıp can çekişirken ağızlarını açıp kapayarak insanoğluna sövüp sayan esir balık sayısı, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı ve sessiz çırpınışlarını kimselere duyuramıyorlardı.
    Mavi plastik su bidonunu bıçakla ortadan ikiye ayırarak elde edilmiş bir balıkçı kabının içinde, kaya balıklarının ıslak ve yapışkan kahverengisinden beter çamur gibi bir balık canını teslim etmek üzereydi. Boğaz'daki balıkçı kovaları ve tezgahlarında hiç görmediği sivri dişli balık, dört parmak derinliğindeki deniz suyu içinde can çekişirken, orta boy iki istavrit, son enerjilerini, onun korkunç dişlerinden uzak durmaya harcıyorlardı.
    "Köpek balığı gibi dişleri var yahu."
    En yakınındaki balıkçı Bora'ya dönüp, "Bugün deniz sanki kurudu. Sabahtan beri buradayım, üç tane balık tuttum, biri de bu. Kova boş görünmesin diye kedilere de atmadım" dedi.
    "Ulan onu hangi kedi yer ki."
İri yarı ikinci balıkçı, dudağına yapışık sigarasından bir nefes çekip yarım ağzıyla güldü.
    Bora, balığın iğrenç dişlerine takılmıştı. Adam, yamuk malını öven sahtekar satıcıların dilenen haliyle sözlerine devam etti.
    "Ne balığı olduğu belli değil."
    Adamın sol yanındaki balıkçı, oltasını yeniden fırlatmaya hazırlanırken, dudaklarının bir parçası gibi duran sigaranın dumanına kıstığı gözlerini Boraya çevirip, "Piç balık işte" dedi yüksek sessle. Yüzünü çarpıtmasına bakılırsa gene gülmeye çalışıyordu.
    "Bu yenmez abi" dedi bir diğer balıkçı. Saçları yağlı, tıknaz biriydi.
    Bora balığa yeniden bakıp, ciğerlerinde tuttuğu nefesini boşaltırken, kendi kendine konuştu.
    "Aynı piranaya benziyor."
    "Aynı neye?"
    Bora sesini yükselterek tekrarladı.
    "Pirana."
    "Hiç duymadım."
    Bora adama değil kendine hayret etti. Balıktan anlamazdı, ayrıca Brazilya'nın tropikal tatlısu balığının Boğaz'da ne işi olabilirdi ki? Amazon nehrinde turlayan bir balık cinsinin tuzlu Boğaz sularında yaşaması gibi olaylara, anca ucuz korku filmlerinde rastlanırdı.
    "Benziyor, ama pirana değildir, merak etme."
    Oltayı denize fırlatan balıkçı, "Neyini merak edecek? Olsa olsa Karadeniz balığıdır o" deyip sigarayı dudaklarından aldı. Adamın ağzından çıkan sis bulutu gibi sigara dumanı, bir an yüzünü örtüp hemen kayboldu. Daha ufak tefek kargaburunlu balıkçı, Karadenizlilerle ne alıp veremediğin var diye soran bakışlarla baktı yanındakine. Çirkin balıkların Karadenizliliği iddiasını kendine dert edinebilecek ölçülerde Karadenizliydi. Trabzonspor renklerini taşıyan atkısıyla, sabahın köründen beri buralarda olmalıydı. Baca gibi sigara içen kaslı balıkçıya dik dik baktı, ama bir Karadenizli yanıtı vermek cesaretini kendinde bulamadı. İçinden geçen ters sözlerin ve küfürlerin zehirli etkisini misinesiyle makaraya hızlı hızlı sararken, "Tövbe estafirullah" gibi birşeyler söylemekle yetindi. Bora, iki balıkçı arasındaki yeni gündemi teğet geçen bir laf ile aradan çekildi.
    "Yok. Piranha bir Brazilya balığı."
    Karadenizli, denizden çıkan oltasının ucundaki parlak zümrüt yeşili yosunu çıkarırken, "İstanbullu götü ısırmak için uzun yol gelmiş." deyip gevrek gevrek güldü. Bu bir cevap değil, dünyaya sigara dumanı arasından bakan geniş omuzlu uzun boylu balıkçıya cevaben gıyabında söylenmiş bir kendi kendini tatmin cümlesiydi. Bay adale, lafı duymadı. Bora da, voltasını uzun tutup adamların yanından uzaklaştı.
    Almanlardan daha dakik olmakla övünen Perihan, üstüste çifter farlı açık hava Plymouth'uyla birlikte, Boğaz vapurları gibi tam saatinde iskeleye yanaşacaktı gene. İçindeki huzursuzluk, adını koyacak ölçüde artınca, arabanın geleceği İstinye istikametine doğru birkaç adım attı. Kısa boylu ince belli artistin, İstanbul trafiğinde dakik olmayı nasıl becerdiği, bunun için ne yaptığı, Bora'nın merak ettiği konulardandı. Perihan daha önce üç kez, tam dediği saatte, yelkovanın oniki çizgisine yapıştığı anda balkabağına dönüşen tüm masal tipi arabalara meydan okurcasına ortaya çıkma becerisine sahip bir hayal prensesiydi işte. Boynuna taktığı köpek balığı dişi demin gördüğü pirananınkilerden farklıydı. Kaplan köpek balığının, yarısı tırtıllı sivri uçlu dişleri, ana rahmini paylaştığı kardeşlerini ana rahmindeyken parçalamaktan geri durmayan sek gaddarlığın sembolüdür. Perihan da o dişi kim bilir neden takıyordu.
    Yeniköy Spor Kulübü'nde denize kıçını dönerek oturan angutları hiç aklına getirmeden, gözü İstinye tarafında, sırtı denize dönük, sahil yolunu kesiyordu Bora. Cep telefonunu kurcalamadan ve alete yeni indirdiği oyunlardan hiçbirini açmadan beklediği o birkaç dakika içinde piranhaları, köpek balıklarını, Minnoş'un irileşmiş öfkeli halini ve nihayet Perihan'ın iri portakal büyüklüğündeki göğüslerini düşündü. Aniden zil zil çalıp onu irkilten ses, "Jaws" filminde denizden fırlayıveren köpek balığının yaptığı etkiyi yaptı üzerinde. Bu kez televizyon kumandasını sımsıkı kavramak yerine, arka cebindeki telefonuna sarıldı. Omlet yapmak üzere aldığı yumurtalardan civciv çıkanların şaşkınlığıyla baktığı telefonu, acı bir alarm sesiyle çırpınıp duruyor, ekranında Perihan'ın adı görünüyordu. Acaip bir gündü doğrusu. Ona ömr-ü hayatında sadece bir kez sms göndermiş olan Perihan'ın numarasını telefonuna kaydetmekle yetinmeyen Bora, numaraya bir de bu zırıltıyı eklediğini o zaman hatırladı. Nasılsa asla aramaz beklentisine göre programlanmış abuk telefon sesi, iskelenin önünde balıkçıların da dikkatini çekti. Perihan arıyordu. Hem de tam buluşma saatinde.


    "Neredesin yakışıklı?"
    Bora, bu şuh sese, hiç de istediği gibi gülerek ve kendini Yeniköylü Cemal'in küçük kopyası havalarına sokarak cevap veremedi. Huzursuzluğundan, alarm şokundan ve Perihan'ın sesini telefonundan ilk kez duymanın heyecanından kısa bir tutukluk anı yaşadı ve çekingen bir tonda "Selam" deyip sustu.
    "İskelenin orada mısın?"
    Bora sesini toparlamaya çalışarak, "Ben iskelenin önünde sizleri bekliyorum, neredesiniz?" diye sordu ve yanıt beklemeden devam etti.
    "Kilyos'a gidiyoruz değil mi?"
    Heyecanını belli eden hâli yüzünden kendini aptal gibi hissetti. Elbette Kilyos'a gitmeye karar vermişlerdi, bunu kıza yeniden sormaya ne gerek vardı ki? Boğazını temizledi, sesinin özgüvenli tonuna yaklaşmak üzereydi. Oynadığı televizyon dizisinden bahsetmeyi sevmeyen Perihan'a, aklına ilk gelen, "Son bölümde gene çok iyiydin" yalanını söyledi. Yalandı, çünkü dizinin son filmini seyretmemişti.
    Telefonun öbür ucundan, iltifat kabul eder tonda bir soluk sesi bile sızmadı. Perihan, repliğini ezberleyenlerin kayıtsızlığıyla, "Biz Yeniköy'de kırmızı yalının yanındayız, oraya gel" deyip kapattı. Emir kipi. Bora kendini, kaynar suya atılmayı bekleyen karidesler kadar çaresiz hissetti bir an. Kurduğu ikinci cümlesinin sonunda, kapalı telefonla konuştuğunu anlayıp, kadınlar dünyasından ve gruptan dışlandığı hissine kapılmamak için kendini zor tuttu.
    İstinye iskelesinin yanında telefonunu kapatan Bora, yılın her günü buralarda oturan gençlerden biri olsaydı, sahile yakın demirlemiş hızlı ve küçük sahil koruma hücumbotlarının acil durumlar dışında Yeniköy'de asla durmadıklarını, sahile demirleyecekleri tuttuğu zaman da Büyükdere girişindeki askeri limana yanaştıklarını bilirdi. Kendi düşünceleriyle bu kadar meşgul olmasaydı, Yeniköy sahilinde bir "Çin teknesi" lafıdır gittiğini, o uyurken deprem olduğunu falan da duyabilirdi. Sahilde bir tek martı görünmüyordu ve yanındaki memur kılıklı balıkçıya "Bugün martılar nerede lan" diye soran kırk yaşlarındaki oltacının yanındaki şapkalı göbekli gül bıyıklı adamın, "başımıza taş yağacak" diye biten uzun yanıtı da Bora'ya ulaşmadı. Adam, safariye çıkar gibi giyinip üçüncü dünya ülkelerine tatile giden yaşlı Batılıların geniş kenarlı zeytin yeşili lejyoner şapkalarından takmıştı. Pilot tipi güneş gözlüklerinin üzerinden açık renk çipil gözlerini memur kılıklıya dikerek, Yeniköy'e gelen garip Çin yelkenlisinin balıkları ürküttüğünü söylerken, Bora yanlarından uzaklaşmıştı.
    "Oraya gel."
    Kırmızı yalı diye bilinen Afif Ahmet Paşa Yalısı'na kadar bir depar, ona iyi gelir, hem sakinleşir hem de kafası açılırdı. Boğaz'da sahil yolunda seyrederken arabada müzik dinleme seanslarının ona hiçbir şey söylemeden değiştirilmesi, dışlanmışlık duygusunu depreştirmiş, huzursuzluğunu artırmıştı. Unutulmasını, grubun en genci olmanın dezavantajı sayıp kabullenmeyi tercih etti. Bilgisayarların ruhuna nüfuz edip, olmadık sitelere sızabilme becerisine sahip olmasa, onu aralarında tutarlar mıydı? Bu sorunun yanıtından emin değildi.
    Sahil yolundan hızlı adımlarla sekerek yürümeye başladı. Köybaşı caddesinde, herzamankinden daha fazla otomobil, dolmuş ve otobüs görünüyordu. Dikkatini hemen siyah bir Chevrolet kamyonet çekti. 1953 model bu aleti, Sait Halim Paşa yalısı karşısındaki oto galerisinde görmüştü. O satılmamış mıydı? Gene aynı galeride sergilenen, 1970'lerden kalma kavuniçi bir Mustang yanından geçip kırmızı yalı istikametinde yoluna devam etti. Satılık galeri arabalarının suç işlemiş katiller gibi satış mahalline geri dönmüş olma ihtimalini reddedip, kafasını rahatlatmak adına Corto Maltese'deki cönkü düşündü. Sonra eski model Dodge bir kamyonet ve 1960 model asker yeşili bir tosbağa Volkswagen, ona kendilerini göstermek ister gibi yavaş yavaş yanından geçip, yürüdüğü istikamette yollarına devam ettiler ve Mua dondurmacısının kavşağına girerek görüş alanından çıktılar. "Tam Perihan'ın araba sevdasına göre, bir gün" diye düşündü.
    Bora parkı geçip, sahil yolunun karşısında, mahallenin köpek çetesinden Mango, Zeytin ve Karamel'i, yol kenarındaki kahvelerin önüne gene devrilip yatmış, ölü gibi uyurken gördü. Geceleri kurta dönüşmenin eşiğinde, kadınlara havlayıp korkutarak efelik taslayan, hatta çocuk düşürten mahalle köpeklerini bu vakitler dört ayak üzerinde ayık vaziyette hiç görmemişti. Bu kez gene, içi doldurulmuş ölü hayvanlar kadar cansızdılar. Karamel'in uzaktan ona doğru bakan kara mat gözleri, aslında ona değil, sanki eni kunu ölümün karanlığına bakıyorlardı. Bora'nın gözüne bu kez, köpeklerin biriki metre yakınında oturan kahve sakinleri takıldı. Saçlarını sakallarıyla birlikte üç numaraya vurmuş otuz yaşlarında biri, başını neredeyse otuz derecelik bir açıyla yana eğmiş, karşısındaki Mona Lisa gülücüklü kıza el kol hareketleri eşliğinde birşeyler anlatıyordu. Dört kişilik başka bir grup karşılıklı değil, yanyana oturmuş, birbirlerine bakmadan konuşuyorlardı. Hallerindeki gariplik, yüzlerindeki abartılı ciddiyetten kaynaklanıyordu. Adamlardan biri başını çevirip gözlerini soğuk bir kararlılıkla Bora'ya dikti. Adamın yansıttığı ürkütücü kasvetli duyguyu biryerlerden hatırlıyordu ama nereden. Karnı, yumruk yemeye hazırlanıyormuş gibi kasıldı. Bu bakış hiç hoşuna gitmemiş, adamı daha önce hiç görmemişti. Tökezledi. Annesi olsaydı, "Nazar" derdi şimdi. Dayısının getirdiği yeni Bodrum sandaletinin sağ tekini taktırdığı kaldırım taşına küfrü bastı. Türkiye'nin ilk kadın başbakanının yalısını hızla ardında bıraktı, Pembe yalının önüne geldiğinde koşmaya başlamıştı.
    Köybaşı caddesinden kuzeye doğru ilerlerken, Yeniköy çıkışındaki son yalı, 1850'lerde matbaacı Stephan Damatyan tarafından yaptırılan Afif Ahmet Paşa yalısıdır. Kırmızı pencere kepenkleri ve İsviçre evleri gibi dik çatısı vardır. Bu haliyle Yeniköy'deki diğer yalılara benzemez. Yanında mini balıkçı limanıyla komşudur. Bora'nın grup elemanları geceleri yüzleri denize dönük konuşurken, görüş alanlarına giren tek yalı, bu güllü lokum kutusudur. Ona "Kırmızı Yalı" deyip, yağmurlu deli havalarda sahil yolunın karşı yakasında yamaçta asılı duran kiliseye bitişik Villa Park kahvesini üs tutmalarına rağmen, yıllarca Irak Konsolosluğu olarak kullanılıp artık boş duran "Kırmızı Yalının orada" buluşmak lafı, grubun kod adıdır. Bu laf edildi mi, akıl-fikir melteminden beyin fırtınasına, oradan şehir efsaneleri ve siyasi dedikodulara, derken eylem örgütleme fikirlerine kadar her rüzgar türünü estirirlerdi birlikte.
    Yalıya varmadan, Perihan'ın dört gözlü Plymouth'unu Emek Kahve'nin önünde, profesyonel dolmuş şöförü ustalığıyla park edilmiş vaziyette buldu. Arabayı sahil yolunda böyle park halindeyken hiç görmemişti. Perihan, üzerine titrediği arabasının bejrengi branda tentesini de açık bırakmıştı. Merakının katmerlenen etkisiyle kendine gelen Bora, uzun adımlarla Kırmızı Yalı'ya doğru yeniden hızlandı.
    Yeniköy balıkçısını geçince sahil yolunun deniz tarafında, Avusturya Konsolosluğu'nun karşısında toplanmış yirmiden fazla erkeğin arasındaki iki kadından biri Perihan'dı. Etraflarında konsolosluk polisleri de vardı ve herkesin yüzü denize dönüktü. O kadar sap arasında hiç kimsenin Perihan'ın memelerini kesmemesine şaşırabilirdi, ama grubun sessiz ciddiyeti buna engel oldu. Perihan dahil herkes, denizle fazla ilgili görünüyorlardı. Sahil yolundan geçen arabalardaki başların sallabaş oyuncak araba köpekleri gibi denize doğru dönüp hareket ettikleri, daha iyi bir görüntü yakalamaya çalışmak için yavaşladıkları da eklenirse, ortada önemli birşey döndüğü çok belliydi ve Bora, olayı kaçırıyordu. Sahilde Playmuth ile ile turlamak varken bu saatte sahil lafazanlığı da ne demek oluyor diye düşünmeyi bırakıp koşmaya başladı.
    Sahildeki kalabalığa iyice yaklaştığında, tüm merakına rağmen omuzlar arasından denize değil, önce Perihan'a baktı. Yüzü denize dönük duran genç kadın, saçlarını atkuyruğu yapıp başının arkasından sırtına sarkıtmış, sıcak havaya uymayacak şekilde dik yakalı kısa bir deri ceket giymişti. Bora'nın garibine giden, Perihan'ın daracık siyah taytına ve dişi bir uzunluk ölçü birimi gibi pergellere özenip bir bacağını öne atmış vaziyette duran düzgün bacaklarına rağmen, bu kez rol yapmıyor olmasıydı. Grubun diğer üyeleri, Cemal, Bahadır  ve Kerim de onun birkaç metre uzağındaydılar. Bora'nın gelişini hiçbiri görmedi. Bu karede bir tek Aylin eksikti, onun nerede olduğunu da Perihan'dan başka kimse bilmiyordu.
    Bora yanına vardığında Perihan duruşunu değiştirip, televizyon artistinden ziyada Yeniköy'ün kendi halinde renksiz yalı sakinlerine benzedi. Onu ulaşılmaz kılan artistik halesini yitirince, Nihan'ın mat ve neşesiz gün arkadaşlarından farksız güzel bir ev kadınına dönüşüvermişti. Pırıltısını yitirmiş haliyle Perihan'ı kendine hiç olmadığı kadar denk ve yakın hissetti.
    Bu küçük kalabalıkta gözünden kaçan, sahildeki kalabalığın arasında ruh gibi ifadesiz yüzlerle denizi dikizleyen Çinlilerdi. Kalabalık büyüdü. Bir zamanlar Boğaz'da Kireçburnu'ndaki Memduh Paşa yalısını mesken tutmuş da olsalar, Çinlileri Yeniköy sahilinde dizilmiş Boğaz'a bakarken görmek alışıldık bir durum değildi. Ama Bora, Perihan'ın ulaşılmazlık halesinden soyunmuş hali dışında herhangi bir şey görecek durumda değildi ve sadece oradakilere uymak için başını denize doğru çevirdi. İlk gözüne çarpan, suyun yüzünde birbirini izleyerek dalan üç garip yüzgeç oldu. Çok hızlı hareket eden iri yüzgeçler, bir yılanın gövdesine dahilmiş gibi kayarak dalgaların arasında kayboldular. Suyu halkalandırıp dalgalandırmadan ve en ufak bir iz bırakmadan, fişi çekilmiş üçboyutlu hologramlar gibi yokolan görüntüye, gözlerini kırpıştırarak uyandı. Bora, hayal görüp görmediğinden hemen emin olamadı. Akıntıyla sürüklenmemek için arada bir ters yönde palet çırpan iki dalgıç, Bora'nın gördüğü şeye şahit olmamanın rahatlığıyla yeniden daldılar. Sahilde adamları seyreden kalabalık, Bora'nın gördüğü yüzgeçlere hiç bir tepki vermedi. Bora telaşla dönüp, sahildekilerin yüzlerine baktı. Perihan dahil kimsenin yüzünde herhangi bir olağanüstülüğe şahit olmuşların hayret ifadesinde iz göremedi. Açıktaki sahil koruma botu, hayalet gemiler gibi sahipsiz ve hareketsiz, biraz önce durduğu yerde duruyordu. Bottakiler arasında da herhangi bir telaşlı kıpırtı yaşanmamıştı. Dalıp çıkan çok sayıda dalgıcı farkedince, denize doğru yürüme isteğine kapılan Bora, etrafındaki insanların renksiz yüzlerinde, kaderci bir kayıtsızlıklık ve bilincinde olmadıkları bir korkunun izlerini gördü. Bir de Yeniköy'e dışarıdan geldikleri belli olan takımelbiseli genç adamlar ve çekik gözlü yabancılar vardı.
    "Neye bakıyorsunuz?"
    Perihan istifini bozmadan işaret parmağını dudaklarına götürüp susmasını işaret etti. Bora yüzünü denize dönüp diğerleri gibi gözlerini suya dikti. Biraz sonra, sahil koruma gemisinin on metre kadar önünde, denizin içinden orta boy meteroloji balonu büyüklüğünde bir hava kabarcığı yükseldi. Suyun yüzeyini kabarttığı için, içine dalgıçları alabilecek kadar büyük olduğu görülüyordu. Etrafına sular sıçratarak sessizce patladı ve suyun yüzeyinde şekilsiz dalgalar oluşturdu. Perihan, "Gördün mü?" diyerek gülümsedi. "Depremden sonra, öğleye doğru balıkçılar görmüş. Arada çıkıyor böyle. Ne gazı olduğunu araştırıyorlar."
    Dudaklarını öpecekmiş gibi büzüştürerek başını yana eğdi ve iki eliyle Bora'nın gömleğinin yakalarını düzeltti. Siyah ojeli ince parmakları genç adamın yakalarında gezindi. Bora bu kez hiç bir şey hissetmedi. "Deprem" sözü, kulağında çınlayıp yankılandı. Ne depremi? Deprem falan hissetmemişti. Perihan'ın yüzüne, kıvrık kirpiklerine, renksiz beyaz tenine, büzülmüş dudaklarına ve düzgün kaşlarına bakarken, annesinin kimbilir kaç kez anlattığı hikayeyi hatırladı.
    Bebekken yaşadığı ve hiç hatırlamadığı Gölcük dapremiyle tüm Marmara'nın beşik gibi sallandığı gece o kadar çok ağlamış, o kadar çok zırlamış ki Bora, o zamanlar teyzesinin oturduğu koca dairede kimseyi uyutmamış. Gecenin en derin saatlerinde depreme Bora sayesinde yarı uyur yarı uyanık vaziyette yakalanan aile, kendini binadan dışarıya zor atmış ve Pisa kulesi gibi hafif yan yatan binaya bir daha da girmemiş. O hengameden sonra rahatlayıp mışıl mışıl uyuyan Bora'nın depremi önceden bildiğini, mezgitleri kızartırken Nihan yeniden anlatmıştı geçen gece. Annesi hep anlatırdı. Daha sonra Türkiye'de yaşanan onca depremin hiçbirini hissetmemiş olmasına rağmen varsa da yoksa 1999 depremiydi. Deprem gecesi ağlayıp zırlayarak kimseyi uyutmayan bir bebek görüntüsü geldi gözlerinin önüne. Havayı tekmeleyip kollarını çırparak alacakaranlıkta ağlayan bir bebek.
    Kalabalığın on metre açığındaki dalgıçlar, daha önce göründükleri yerin yirmi metre kadar uzağında Kırmızı Yalıya daha yakın bir yerde parlayan suyun yüzeyine çıktılar. Biri deniz gözlüğünü çıkardı, birbirlerine yaptıkları el kol hareketleri, aralarında konuştuklarına işaret ediyordu. Bora, onu denize doğru yaklaştıran rüzgarın yumuşak itişlerine uyarak, kıyıdaki beton pervaza iyice yaklaştı. Sandaletlerinin burunları, sahili yalayıp duran dalgaların üzerindeki boşluktaydı. Her an denize atlamaya hazır birine değil de, sahilde tehlikeli oyunlar deneyen cesur çocuklara benziyordu. Gözleri denizin sığ kıyısındaki yeşil yosunlarda, aklı depremde ve gördüğü gündüz düşündeydi.
    Bir ejder. Evet, bir ejdere benziyordu gördüğü. Şimdi hatırlayamadığı bir filmde, belki de bir çizgi romanda görmüştü. "İmkansız" diye düşündü.
    Perihan'ın bahsettiği depremin ne zaman olduğunu, şiddetini kimseye soramamıştı. Gözleri Kerim'i aradı. Yeniköy grubunda kendini en yakın hissettiği kişi, İTÜ öğrencisi bilgisayar kurdu sıska arkadaşıydı ve o da yoktu, ama biraz önce genç bir Türk bahriye subayıyla konuştuğunu anlatan Cemal, Perihan'ın omzuna değecek kadar yakınındaydı. Bora, Cemal'le göz göze gelince, onlara depremle ilgili soru sormaktan vazgeçti. Beton pervazın ucuna yanaşan kara gözlüklü adaleli bir Çinli, bakışlarını dalgıçların daldığı yerden ayırmadan, ellerini cebine soktu. Dalgıçları büyük bir dikkatle izliyordu. Kırmızı Yalı'nın önünde birbiri ardından dört dalgıç daha su yüzüne çıkt. Bora'nın yanında duran Çinlinin yazlık açık gri ceketi, kalın omuzlarını ve göğüs adelelerini gizleyemiyordu. Mavi kot pantolonu ve beyaz tişörtüyle, yaz tatilinden yeni gelmiş genel müdür kibriyle başını kaldırıp etrafına bakındı ama önündeki yosunların dalgaların gelgitleriyle salınışını seyreden uzun saçlı düşünceli ergenle ilgilenmedi.
    "Orada bir şey var."
    Adam, sebepsiz havlayan sokak köpeğine bakar gibi baktı Bora'ya.
    "Burada başka birşey arıyorlar. Araştırma falan değil bu. Bu bir... bir..."
    Parihan'ın şuh sesi bu kez her türlü kişisellikten uzak ve mat bir tonda sordu.
    "Bir ne?"
    Bora, yüzünde çarpık bir gülücük iziyle Perihan'a ve Camal'e döndü. Gene omuzları birbirine değecek kadar yakın duruyorlardı.
    "Bilmiyorum ama önemli birşey olmalı" deyip sırıttı. "Belki de kayıp bir ejderi arıyorlardır."
    Perihan ve Cemal onun sözlerini duymamazlıktan geldiler. Asker traşlı koyu gri takım elbiseli genç bir adam, cep telefonunu açtı ve gözlerini Bora'dan ayırmadan, ciddi bir ifadeyle konuşurken, bir taraftan da dudak okuyuculardan sakınan politikacılar gibi sağ eliyle ağzını gizledi. İnce ve adeleli bedeni, ince uzun yüzü, üzerindeki siyah takım elbiseye rağmen, atılmaya hazır bir yarış atının olağan gerginliğine sahipti.
    Bora'nın yanında elleri cebinde kendini beğenmiş bir kendiliğindencilikle dikilen Çinli, sahildeki güneşgözlüklü diğer iki Çinliye yanaştı, onlarla kısık sesle birşeyler konuşup, biraz ileride, sahildeki parkta duran diplomatik plakalı siyah bir Audi'ye doğru yürüdü. Sahildeki park alanı, Yeniköy otogalerisinin antika arabalarıyla doluydu. Chevrolet kamyonet de Mustang da oradaydı. Parkta unutulmuş, kkırk yıldır sahibini bekler vaziyette başka antika arabalar da vardı ve aralarındaki koyu kırmızı Murat 124, şaka gibi yesyeniydi ve içinde oturan bir adamla birlikte, hemen yola çıkmaya hazır görünüyordu. İki Çinli Bora'yı gözhapsine alıp birkaç dakika inceledikten sonra daha zayıf ve kısa olanı gözlüklerini çıkararak Bora'ya doğru yürüdü. Yüzüne yakışan içten gülücüğüne uygun akıcı bir Türkçeyle, "Merhaba" dedi. "Buralarda mı oturuyorsunuz?"


(…)

3.4.


Nanjing limanına bakan odamın penceresinden, yağmurun altında kaderlerini bekleyen zavallı tekneleri seyrediyordum. Çöl sarısı Yangtse nehri, dev bir ejderin kuyruğu gibi kıvrılarak sessiz sedasız doğuya, altıyüz Li uzaktaki denize doğru akıyordu. Gökyüzünün kül grisi, umutsuzluk olup limandaki gemilerin üzerlerine yağarken, bütün tekneler kaderlerine razı olmuş kurbanlık koyunlar gibi uysaldılar. Rüzgarsız karanlık bir yağmur, tarifsiz bir tehdit gibi şehrin üzerine çöküp, Nanjing'in sesini kısmıştı. Çok canım sıkılıyordu. İmparator Yongle'nin öldüğü yaştaydım ve kendimi hiç iyi hissetmiyordum.
    Altmışdört yaş. Yi Ching'in sonuncu hegzagramı Wei Dsi'nin de numarası. Acaip bir sayı. Mükemmelliğe ulaşmadan önceki son durağın bu işaretle betimlediğini hatırlatan doktorumu huzurumdan tekme tokat kovmamak için kendimi zor tutmuştum. İnsan yaşlandıkça daha bilge olmuyor, sadece daha temkinli oluyor.
    Ukala doktorumun yorumuna göre, Dönüşümler kitabının son işaretini geride bırakarak Tanrı'yı işaret eden Kien'e dönen bedbaht İmparator Yongle, mükemmelliğine açılan kapıdan geçerek sonsuz huzura ermişmiş. Bu durakta ölünce, bir sonraki durağa geçilip mükemmel olunuyormuş. Adamın samimiyetimi kötüye kullanarak sohbet niyetine anlattığı saçmalık buydu. Mükemmel olmayı isteyen de kim? Bana ölümü hatırlatan doktor müsveddesini o an astırmayı bile düşündüm. Bilgiçliğimin azdığı günlerdi. Çok okuyordum ve adam, Tang devrinin büyük tıp üstadı Sun Simiao'yu utandıracak bir cüretle, "Beş periyot altı Ki" ilkesiyle hiç bağdaştıramadığım abukluklar yumurtlayıp duruyordu. Aklınca beni kızdırıyordu, ben de kızıyordum. Ne de olsa hastaydım ve öfke bana iyi geliyordu. Bir tür eski zaman terapisi.
    Peygamberdevesine benzeyen Yunnan'lı sıska Moğol, güya bu diyarda bilinen en iyi doktordu, ama üzerime konduramadığım ölümü iliğime kemiğime kadar hissetmemi sağlayacak ince laflar bulmakta mahirdi. Beni öfkelendiren asıl konu ise, sayesinde nisbeten iyileşip ayağa kalkmama rağmen, onca sohbet malzememiz arasında benim bile bilmediğim ölüme duyarlı bana özel yanımı keşfedip, güya beni iyileştirmek adına kurcalayıp durmasıydı. Batıl inançlarım olmamasına rağmen, özenle sakldığım ve bazen yanımda taşıdığım en kıymetli dünyevi hazinemi kaybedebileceğimi de hatırlatıp aklımı almayı ve beni fena halde öfkelendirmeyi başarıyordu.
    Düşüne düşüne kararan bir hastayı iyileştirmenin en iyi yolu onu kızdırmaktır. Öfke, karaciğerle ilgili bir konudur, yani ahşap elemente dahildir. Düşünceli ve içine kapanık olanın dalağıyla zoru var demektir, dalak da toprak elementiyle bağlantılı olduğuna ve bitkilerin ahşap dünyası toprağı aşabildiğine göre, öfke de düşüncelere dalmış olanın karabasanını aşar. O zamanın tıbbı böyle derdi. Doktorumun beni bile bile öfkelendirmesinin ve bunun için bazen aptal hizmetkarlarımı kullanmasının nedeni de böyle bir abukluktu.
    Bitki toprağı delip çıkar, toprak suyun yolunu keser, su ateşi söndürür, ateş metali eritir, metal de odunu keser, bu döngü böyle devam edip gider. Bunlar, sarayda öğrenip unuttuğum, son günlerimde hatırlayıp yeniden merak saldığım şeylerdi. İnsan yaşlanınca çocukluğunu daha iyi hatırlıyor, hatırladığı şeyler ille de oynadığı oyunlar, sevdiği koyunlar olmuyor. İnsan bir sonraki hayatına manen, çocukluğuna dönerek hazırlanıyor olabilir. Ben de çocukluğumu ve Ming Sarayı'nda öğrendiklerimi bir bir hatırlayıp anlatıyordum. Açıkcası etrafımda bilgiç zorbalığı estiriyordum.
    Eskisi gibi Çin'in deryalara hakim güçlü adamı olsaydım, beni kızdırıp duran peygamberdevesi kılıklı çarpık doktor döküntüsü için kafayı bozup fantastik bir ölüm türü de düşünebilirdim, hatta ona Türkler gibi "Kırk katır mı kırk satır mı" diye sorabilirdim. Adam akıllıydı, böyle sorular soramayacak kadar güçsüz bir amiral eskisi olduğumu biliyordu ve kıvamında tuttuğu laflarıyla güya beni iyileştirmek adına öfkelendirip duruyordu. Bir ara, adamın sözlerinden ziyade, çürütülmüş yüz yıllık yumurtaya benzeyen iri ademelmasına ve pörtlek çipil gözlerine sinirlendiğim de oldu, ama doktorumu cezalandırarak ölüm korkumu pekiştirmek yerine, birilerine bağırıp çağırmakla yetiniyordum. O da ona kızdığımı anlayıp defolup gidiyor ve bir süre ortalıkta görünmüyordu. Hayatımın sonunda, durmadan ölümü düşünen aksi bir ihtiyar olup çıkmıştım.
    Yi Ching'in birinci işareti, bedenlere can üfleyip harekete ilk ivmeyi veren yaratıcı gücü anlatır. En sevdiğim kısmı da, işaretin beşinci Yang'ının "Gökte uçan ejder" diye başlayan yorumudur. Ejder kanat çırpa çırpa göğe öyle bir ihtişamla yükselir ki, evrenin gizli yaratıcı gücü, varolan ve olmayan herşeyi yeniden düzenleyip tazeler ve mükemmelliğe eriştirir. Ama ejder çok da fazla yükselmemelidir, yoksa kanatları tutuşur. Hani derler ya, "Çok yükseklerden uçan, en derinlere düşer".
    Ejder kanatlarını açınca Gökyüzü genişleyip aydınlanıyor, bulutlar taftalanıyor, Güneş gücünü konuşturup bitkilere ve hayvanlara ipek iplikleri gibi uzattığı ışınlarıyla akla hayale sığmayan güzellikte çiçeklerin açması için gerekli o ilk nedeni ulaştırıyor, çeşit çeşit komik ve sevimli hayvanlar peydahlandırıp, dağlara taşlara uyumlu şekilleri, renkleri veriyor, mesela denizi mavilendiriyor, çavlanların üzerinde oluşan gökkuşaklarıyla doğayı olağanüstü bir cennete çevirip tüm hayatı neşeyle dolduruyor. Sonuncu işaretten ziyade birinci işareti severim, tabii işin içine ölümü karıştırmamak şartıyla.
    Yi Ching bir yana, ölmeden önceki son yıllarımdan beri ejderlere sempati duyuyorum. Biz denizcileri uğursuzluk getirmekle suçlayıp aşağılayan yeni saraylılar, görmedikleri bir ejderden bu kadar çok korkuyorlarsa, onlara uğursuzluk getiren ejder pekâlâ beni ve denizcileri koruyor olabilir. Sayısız insanın inandığına benim de inanmamam için bir neden yok. Ejderler tarafından korunma fikrine yavaş yavaş ısındım.
    Kışkırtıcı anlamlar yüklenmedikçe Wei Dsi işareti, aşağıda soğuk bir Yin ile başlayıp, yukarıda sıcak bir Yang ile sona eren, birbiri peşi sıra Yin ve Yanglardan oluşan kendi halinde altı tane çizgiden ibarettir. Karışıklığın düzene dönüşmesini, çalkantının durulmasını falan anlatır. Benim hayatım başlı başına bir çalkantı, hatta fırtına, bora. Kunming'in yalnız kamı Barlıbay'ın ateşe atarak benim için çatırdattığı koyun kürek kemiği üzerinde yazılı kaderimi okuduğu çocukluk günlerimin üzerinden geçen yüzlerce yıl sonra bazen hayatım bana, insan bedeninden canlı canlı bin parça et kesip alan işkencecilerin son parçayı da kesip alana kadar kişiyi hayatta tutan maharetlerinin ürünü sonsuz bir azabmış gibi geliyor. İnsanların neden en fazla yüz yıl yaşayıp öldüklerini de daha iyi anlıyorum. Çektiğim azab ne zaman sona erecek? Yoksa iyimserliğimi takınıp, porselen bir bedende de olsa, yüzyıllardır yaşamaya devam ettiğim için kendimi şanslı ve imtiyazlı mı saymalıyım? Fani dünyanın bedensel acılarını duymayan, asla hasta olmayan, bedenen hiç yorulmayan, keskin gözlü ve hassas kulaklı bir gözlemciyim. Kurtulamadığım fani hayatım ruhsal bir işkence mi, yoksa Zhi nan zhen'in kaptanı Ma'nın beğendiği filmler için bloguna yazdığı gibi "görsel ve işitsel bir şölen" mi? Bitmek bilmeyen hayatımın bana iyi mi kötü mü geldiği, hangi ruh haliyle yaşadığıma göre değişip duruyor. Onca zaman sonra, konforlu ve eğlenceli gerçeği tercih etmeyi öğrendim, ama bu tercihe göre davranmak her zaman kolay olmuyor.
    Çocukken, soyluların giydiği ipek giysilerin prens Zhu Di'nin geniş bedenine yakıştığını düşünürdüm. Yan Prensi henüz tahtı ele geçirmemiş, yeğenini alaşağı etmemiş, neşesini yitirmemişti. Çocuksu gülücüğü ve kırmızı yanaklı güzbüzlüğüyle ışıldadığı günlerde, köylüler gibi ayaklarını kaldıra kaldıra yürür, ellerini dizlerine koyup  otururken, müzisyenlerin çaldıklarına parmaklarıyla tempo tutarak eşlik ederdi. Tahtı ele geçirdikten sonra da sadece imparatorların giymesine izin verilen altın sarısı yumuşak ipek kaftanı, rüzgara kapılmış buğday tarlaları gibi dalgalanırdı. Eskiden Zhu Di hakkında iyi şeyler duymak bana iyi geliyordu. O büyük bir İmparatordu.
    Metal-Sıçan yılını geride bırakıp, Metal-Öküz yılına girdiğimiz, şimdinin hesabıyla 1421 yılının 2 Şubat günü, ben yeryüzü ve gökyüzünün o güne dek gördüğü en büyük yelkenli gemi filosuyla denizlere açılırken, Yongle de davet ettiği otuza yakın hükümdarın önünde gururlu ve sevinçliydi. Babası Hongwu'nun ikiyüzbin işçiye yirmi yılda yaptırdığı, dünyanın en büyük başkenti Nanjing'de büyük bir şenlik düzenletmişti. Dünyanın dörtbir bucağından gelen konuk krallar, tören kıyafetleriyle çiçek tarlası gibi renkli bir bütün oluşturuyor, Çin'in gücü ve ihtişamı karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Yongle, her biri küçük bir şehir gibi donatılmış dev cönkleri ve onlara eşlik eden sayısız gemiyi, bir çocuk sevinciyle uğurladı.
    Biz Yangtse nehrinin ağzından denizlerin sonsuzluğuna karışırken, İmparator da büyük bir şenliğin ardından Pekin'e dönmüş. Aynı günlerde Pekin'de yaşananlara benzer olayları Türkler'in de yaşaması, şimdi beni eskisinden daha çok ilgilendiriyor. Mart ve Nisan ayları, Türklerin Trakya'daki başkenti Edirne'de de renkli etkinliklere sahne olmuş. Bunu çok sonra eski ajanım İranlı bir tüccardan dinlemiştim. Bayezid'in paramparça olmuş ülkesini yeniden biraraya getiren akıllı cesur şehzadesi Mehmet de, kırkına merdiven dayamış bir baba olarak oğlu Murad'ı yeni evlendirmiş.
    Yongle o günlerde, yeniden inşa edilen Pekin'de Yasak Şehir'de, üzerine titrediği sarayının çatısını yeniden yaptırmakla meşgulmüş, her gün inşaatı teftiş edip ustaları ve işçileri gerip duruyormuş. Mayısın ilk günlerinden birinde, daha önce Aksak Timur'un bindiği ve onun oğlu Şahruh Mirza'nın Yongle'ye hediye ettiği atla gezintiye çıkmış. Uzun yeleli güzel hayvan, usta binici Yongle'ye bir atın edebileceği en büyük hakareti edip, onu üzerinden atmış. Gençliğinde Moğol at cambazlarını aratmayacak  kadar sıkı bir binici olan Zhu Di'yi yere atabilmek, her babayiğit atın harcı değildir. Bu bile, Kong ailesinden gelen İmparatorluk kahininin önceden haber vermesi gereken önemli olaylardandır, çünkü imparatorun hayatını tehlikeye atan bir durumdur. Sadece Kong değil, hiçbir falcı ve bilgenin önceden tahmin edemediği, yeterince aykırı bir olay. İmparator buna öyle kızmış ki, Şahruh'un İranlı elçisini neredeyse öldürtüyormuş. Adamın oracıkta kellesini kaybetmesini, Yongle'nin gizli şura üyeleri yalvar yakar önlemişler. Çakal soylu cellatlar, işkencelik takım taklavatlarını hazırlayıp, imparatorun vereceği ölüm emrini boşuna beklemişler.
    Yasak Şehir'le birlikte Yongle'nin aklını başından alan yangın ne zaman aklıma gelse, nedeni hakkında yepyeni bir hikaye anlatmaya hazır oluyorum. Ama ilk duyduğumda, sadece kötü bir tesadüften ibaret olduğunu düşünmüştüm. Bu hikayelerden hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunun bir önemi kalmadı. İstanbul Boğazı'nın dibinde yeni kaderimi beklerken, porselen bedenimde sürdürdüğüm hayatımı İstanbul'da sonlandıracağıma, hatta bir sonraki hayatımın burada başlayacağına inanmaya başladım. Bu inancımın ilk kıvılcımı, Wang'ın İstanbul'a gideceğini gülümseyerek söylediği ve Li'ye beni Zhi nan zhen teknesine götürmesini emrettiği gün çakıldı. Anılarım aydınlanıverdi. Hayatımın gizli kalmış yanı İstanbul, baharda peydahlanan minik mavi kır çiçeği tohumu gibi açıverdi. Kutumun içindeki olağan karanlığımda duyduklarımı hayal dünyamın renkleriyle yeniden kurgularken, İstanbul'un Altın Boynuz'unda sayısız yelkenli geminin kızılçam ormanı gibi uzanan direklerini ve Wang'ın çocuksu gülümseyişini görebiliyordum.


    Ben ve adamlarımın Nanjing limanından güle oynaya uğurlanmamızdan üç ay sonra. 9 Mayıs günü gecesi, sağnak bir yağmur başlamış. Yongle'nin yepyeni sarayının çatısına çatallı bir yıldırım düşmüş. İranlı bir ajanımın daha sonra anlattığına göre ateş sarayı birden öyle bir sarmış ki, sanki bütün Çin'i aydınlatacak kadar kandil yanıyor gibi olmuş. Ateşin ışığı şehrin tamamını gündüz gibi aydınlatmış. Harem ile birlikte yaklaşık ikiyüzelli bina o ateşle kül olmuş. Çok sayıda saraylı yanarak can vermiş. Tulumbacıların, mühendislerin ve askerlerin tüm çabasına rağmen, ertesi gün öğle vaktine kadar yangın kontrol altına alınamamış. Sadece saray değil, İmparatorun tahtı, hazinesi, gözdeleri de yanmış. Daha da kötüsü, Yongle'nin en sevdiği odalığı, o manzara karşısında korkudan ölmüş. Ortada ejder falan yok tabii, ben de bir tekini bile görmedim. Ejder, yangının olağanüstü oburluğuna bir anlam yüklemek isteyen kasaba hayalperestlerinin uydurması sadece. Açıkcası, yaşadığım sürece o yangının bir ejder tarafından çıkarıldığına asla inanmadım. Yaşadığım sürece...
    Yasak Şehir yanarken, Yongle hiç durmadan dua etmiş. Sonra, kabuğuna çekilmiş kaplumbağalar gibi sakinleşip suskunlaşmış. Derin bir depresyona girmiş. Üzüntüden hastalanmış. Çin sarayına derin bir yas sessizliğinin çöktüğü o mayıs günlerinde, Türk Sultanı Çelebi Mehmet de Edirne'de derin bir melankoliye kapılmış. Yongle gibi hiçkimseyle konuşmuyormuş. Ay sonuna doğru durumu ağırlaşıp yatağa düşmüş. Mehmet, kırk yaşına basmadan 26 Mayıs günü hayata veda etmiş. Çocukluğu hâlâ gözümün önünde, doru tayının üzerinde, tercümanım nakkaş Mehmet Siyah Kalem'in sözlerini dikkatle, tam bir yetişkin adam gibi dinliyor. Onun yaşlarındayken ben de çok metin bir çocuktum.
    Sesi soluğu kesilen Yongle, yıldırımın düştüğü o gün ve sonrasında, başına bunların neden geldiğini düşünmekten yorgun düşüp mü suskunlaştı, yoksa başına gelenlerin nedenini tüm açıklığıyla anladığından mı? Kahin Kong gibi, kendi öleceği günü bile vakti saatine kadar önceden söyleyen, Yongle ve benim kaderim hakkında detayları önceden kayda geçiren kişi, bu olay hakkında hiçbir şey söylememiş, tek bir imada bulunmamıştı. Yongle ile bir daha buluşup iki laf edemediğimizden, içine düştüğü durum hakkında bildiklerim, ikinci elden dinlediğim muğlak hikayelerden ibaret. Eskiden saatlerce konuşur, dertleşir, planlar yapar, onun dışkısına bakarak sağlık kontrolü yapan iki büklüm saraylı yaşlı hadımlara kahkahalarla gülerdik. Tahtı yeğeninin elinden zorla alırken verdiğimiz büyük mücadelede içtiğimiz su ayrı gitmedi. Kader birliği etmiştik. Her şey bir yıldırımla sona erdi.
    Aşırı üzüntü, akciğerin yaşam enerjisi Ki'nin çoğunu yiyip bitirir ve böylece akciğerde oluşan sıcak Ki boşluğunu, dışarıdan gelen yabancı soğuk Ki doldurur. İnsan çok kederliyken, dışarıdan soğuk Ki'nin bedene girmesine izin verilmemelidir, bu da hadım saray doktorlarının işi elbette. Yongle'nin doktorları, imparatorun durumuna sonradan aydılar ve hiç olmazsa onun Mehmet gibi hemen ölmesini önleyebildiler. Şimdi Nanjing'deki o zamanın saray doktorlarından birini bile hatırlamıyorum, ama onları Çin yılının ilk hayvanı akıllı Fareler gibi değil, yaşlı kanalizasyon sıçanları olarak hatırlamaya meyilliyim.
    Karaciğerdeki düşük sıcak Ki oranı, gözlerin kararması demektir. Karanlık düşüncelere dalan, ışığı gerçek hayattaki parlaklığıyla algılayamaz. Göz, tüm organların aynasıdır ama onca doktordan biri bile cesaret edip imparatoru karabasanın karanlığından kurtarmak için cesur adımlar atamamış, hepsi kelleyi kaybetmekten korkmuşlar. Yongle çok öfkeliymiş tabii. Cesur adamlara böyle kritik zamanlarda ihtiyaç vardır ve çok değerlidirler. Yongle kör olmadı elbette, ama çok güvendiği kalp gözü Peking'de kapandı. İçini soğuk bir karanlık kapladı. Dünyası bir daha da aydınlanmadı zavallı dostumun.
    Yongle'nin dua ederken adamlarına neden bir tek söz söylemeyip, sıradan bir emir bile vermediğini veya veremediğini, neden birden durgunlaşıp bambaşka biri oluverdiğini, yaşam sevincinin onu neden terkettiğini bilmek isterdim. Kahin Kong'un ona çizdiği muhteşem hayat rotasının geleceğe doğru nasıl süreceğini söyleyip hep haklı çıkmasının ardından verdiği yangın falsosu, dostum Zhu Di'nin geleceğe ve kendisine olan güvenini bir anda yerle bir etmiş olmalı. Hayatta kendisini hangi olayların beklediğini önceden bilen Yongle'nin hayatı, elindeki planda hiç gösterilmeyen bir yangınla hükmen sona ermiştir.
    Kahinin,  Yasak Şehrini yokedecek büyüklükte bir yangından söz ettiğini ve bunun kayda geçirildiğini hiç hatırlamıyorum. Ne kadar gizli tutulursa tutulsun, akılları baştan alan cinsten bir yangınla ilgili yazılmış herhangi bir kehanet asla görmezden gelinmez, asla gizli tutulamazdı. Ajan teşkilatının başı bendim, bunu mutlaka bilirdim ve Yongle de başına gelecek felakete karşı hazırlıklı olurdu.
    Yan prensi neşeli Zhu Di'nin kötü bir suretine dönüşen Yongle'nin yaşam enerjisi, su tutmayan çatlak vazoya dönen bedenini yavaş yavaş terketti. Ben denizlerden Çin'e döndüğümde, İmparator hayata küsmüş, haremindeki kadınlarına hiç el sürmeyen bir hayalete dönüşmüştü. Ölen odalığını büyük bir aşkla seviyordu, ona bağlanmıştı. Onsuz dünyasında diğer kadınlara yer yoktu, hepsini silip atmıştı hayatından. Kimselerle konuşmayan, kimselere görünmeyen, varlığıyla yokluğu şüpheli bir varlık hâline gelen Yongle'nin aklını yitirdiğini sanan ve manen öldüğüne inanan saray kadınları, harem ağalarını yataklarına almışlar. Onlarla sevişmişler. Veya bu da kötü niyetli birilerinin imparatorun kulağına fısıldadığı bir fesatlıktı, bilemiyorum. Yongle bunları o haliyle nasıl duydu ve anladıysa, öfke krizine girip haremindeki bütün kadınları teker teker kendi elleriyle öldürmüş. Ama böyle dipsiz bir öfke bile onu karabasanından uyandırmaya yetmemiş.


    Pekin'e, yeni İmparatora gönderdiğim hizmetkarım, yol kıyafetiyle, kapının dibinde rüzgarda kalmış ıslak hayvanlar gibi titriyordu. Bu kez Yongle'nin yaptığını yapıp benim de öfke sınırımı aşarak, onu öldürtmemden korkuyor olmalıydı. Sadece o değil, diğer hizmetçiler de korkuyorlardı. Korku, gözle görülür, elle tutulur bir hal almıştı. Denizlere açılmak özel izin gerektirdiğinden beri Nanjing'in bezgin denizcileri, martılardan farksız, sedece balık peşinde koşar olmuşlardı. Ben onları seyrediyor, ölümü düşünüyor, hizmetkarlara öfkeleniyor ve Pekin'den gelecek seyahat izni haberini bekliyordum. Bu izin, bana son bir hayat öpücüğü olup, hayatımı biraz daha uzatabilirdi. Reddedilmeyi beklemiyordum.
    Hizmetçimin olumlu bir haber getirmediği, onun arz-ı endamından önce evde esen tedirginlik rüzgarlarından belliydi, güya farketmemiştim, ama öfkeden köpürmek üzereydim. Domuz burcu insanı akıllı olur, hizmetkarım da akıllıydı, ama artık burcunun hayvanı domuza benzemiyordu. Yolculuk onu yıpratmış, iyice zayıflatmıştı ve ben buna gülecek durumda değildim. Adam zayıflayınca daha dişlek, daha iri gözlü garip biri olmuştu ve bana ecelimle ölümümü tebliğ etmeye gelmiş tıknaz bir masal kahramanına dönmüştü. Yüzlerce yıl boyunca o haliyle birçok hayalimde ve rüyamda rol alacağından habersiz olsa da, getirdiği haberin benim için ne kadar ağır olduğnun farkındaydı.
    Efendim Zhu Di'nin torunu İmparator Xuande'den yurt dışına seyahat izni istemek gibi bir gaflette bulunmuştum. Son bir deniz seyahati. Tek isteğim, son bir kez eskisi gibi denizlere açılmaktı. Mekke'ye hacca gitmeyi bahane olarak uydurmuştum. Ne de olsa atalarım Müslümandı ve Yongle, bir cami yaptırmam için beni cesaretlendirmişti. Torunu Xuande'nin bir istisna yapıp benim bir cönk ile okyanuslara açılmama göz yummaması için bir neden görememiştim. Yanılmışım. Ming imparatoru, Yongle için fethine önemli katkıda bulunduğum Pekin'den bana bir yanıt vermeye bile tenezzül etmedi. Buna öfkemin derecesi ne olmalıydı? Kapının kenarında yiyeceği zılgıtı bekleyen zayıf domuzun titremesine bakılacak olursa, bu kez malum ve makul ölçümü kaçırmalıydım.
    Gözlerim karardı, etrafımda kıvılcımlar uçuştu. Kalbim güvercin kalbi gibi hızlandı. Sonra o yangın, gene o lanet olası yangın geldi aklıma. Tanık olmadığım, sadece hayalimde gördüğüm Yasak Şehir yangını, Jianwen'in sarayıyla birlikte yanışına benziyordu. Gördüğüm yangını, görmediğim yangının yerine geçirerek gözümde canlandırıyordum. İki yangın da bir ve aynıydı benim için, şimdi de öyle.
    Bedenimden soğuk bir ter boşandı. Kaderimin ölüme uzanan ürpertici fırtınası başlamıştı. Bu kez kıvılcımlar daha gerçek, karanlık daha koyuydu. Ölümümün yaklaştığını tüm kesinliğiyle hissedince tepeden tırnağa ürperdim. İçimde devasa bir itiraz kasırgası koptu. Ölmek istemiyordum, ama neden yaşamak istediğimi de bilmiyordum. Hemen ayağa kalktım. Pekin'den gelen hizmetkarımın yerde titreyen hâli, evdeki tütsü dumanı kıvamındaki boğucu atmosfer ve derin sessizlik, derimin gözeneklerinden içeri suikast zehiri gibi sızdı. Bana birşeyler söylemeye hazırlanan hizmetkarımın sırtındaki bol kıyafet, rüzgarda uçup önüme konmuş ipek şallar gibi şekilsizdi. Adam titredikçe eriyip ufalıyor gibiydi.
    Yerde iki büklüm, hızlı hızlı nefes alıp veriyor, bana söylemek istediği sözcükleri zengin kelime hazinesini eşeleyip bulmaya çalışıyordu ama korkudan bir türlü beceremiyordu. Gücünü aklından alanların, aklın tükendiği yerde bedenlerini koruyabilecek güce sahip olmadıklarının farkına varmalarıyla yaşadıkları paniğin tezahürüne şahit oluyordum. Ben onu dış görünüşüne aldırmadan sadece akıllı biri olduğu için seçmiştim, tıpkı Yan Prensi Zhu Di'nin aynı gerekçeyle beni kendine yardımcı seçtiği gibi. Titremesini bir türlü durduramayan adam bana ölüme giden yolu göstermesi için kesinleşmiş kaderim tarafından seçilmiş bir işaretti. Bunu anlamak, huzursuzluğumun içinde bir anlığına da olsa sakin bir ada gibi yeşillenip genişledi. Kuşkuların tamamen kaybolduğu kesinliklerdendi. Ölüm artık çok yakınımdaydı ama beni korkutamıyordu. Garip bir rahatlama hissettim. Kendimi toparladım. Sanki sözlerle ifade edemediğim önemli bir hedefime ulaşmak üzereydim. Moğol kamı Barlıbay'ın ve kahin Kong'un kehanetleri geldi aklıma. Bir sonraki hayatım için bana vaad edilmiş olanı hatırlayıp biraz olsun rahatlamaya çalıştım, ama sonra Yongle'nin başına gelenleri düşündüm. Kahinler, geleceği biliyorlar mı, yoksa başkalarının inancının gücünü kullanarak geleceği kendilerince şekillendirmenin sırrına mı vakıflardı. Bir sonraki hayatım için bana verilmiş sözler gerçekleşecek miydi? İnancım sarsılmıştı bir kere. Ölmekten galiba bu yüzden korkuyordum.


    "Çin'den çıkışlar ve her türlü gemi seyahati yasaklandı efendim."
    Hizmetkarım, "İmparatorun kuğu şarkısı şu meyanda" gibi resmi bir dil de kullanmamıştı. Kuğular zaten şakımaz. Yongle'nin torununun bana söyleyecek bir tek sözünün bile olmadığını, bana vermesini beklediğim iznin de bu vesileyle güme gittiğini bu kısa cümleyle öğrendim. Huzurumdan bu kez sadece bir el hareketiyle kovduğum hizmetçim, ben sormadan ayrıntıları anlatmamaya karar verip isabet etmişti. Kuru ve net, kişisellikten uzak, üstelik formaliteye aldırmayan bir doğrudanlıkla en kısa cümlesini kurup susmuştu. Yongle Timur'un atına nasıl hiçbir şey yapmayıp ahıra yollamakla yetindiyse, günahsız adama ben de kötü söz söylememeli, onu huzurumdan kovmamalı, hatta adamın dürüstlüğü ve sadakatini takdir etmeliydim, ama o an bunları düşünecek durumda değildim. Ağrılarımı gidermek için hergün bedenime splanıp beni kirpiye çeviren akupunktur iğnelerinden ve anlamsızlaşan hayatımdan bıkmıştım. Nihayet herşey sona eriyordu.
    Akıllı domuz huzurumdan geri geri çıkarken gördüğüm bir vizyon, neredeyse günlük hayatımın gerçekliği kadar gerçekti. Pörtlek gözleriyle bana bakan Peygamberdevesinin hayalini, kuşkuya meydan bırakmayacak bir kesinlikle gördüm. Elleri, o böcek gibi çatallıydı, üzerime doğru geliyordu ve yüzündeki ifade, endişe ile oh olsun hınzırlığı arasında, anlam veremediğim bir belirsizliğe sahipti. En düşük ihtiyaçlarını hiç bir yüksek değer tanımadan karşılamayı kendinde hak gören ve bu haliyle günah tanımayan ilkel dünyasından doktorluğu sayesinde benim dünyama sızabilmiş akıllı bir Peygamberdevesi. Ben ölürken o aşağılık herif beni kurtarmaya mı yoksa öldürmeye mi gelecekti? Yatıyordum ve iki yanımda nar gibi korlarla doldurulmuş iki mangal duruyordu. Ateşin şavkı, ağlamaklı hizmetkarlarımın yüzünde nar çiçeği rengi geçişler yapıyor, gözyaşlarını parlatıyordu. Yattığım loş odanın duvarları bana yakın, paravanlar gibi inceydiler. Mangalların ateşi, havayı yutan Yasak Şehir yangını gibi nefes almamı güçleştiriyor ve beni boğuyordu.
    Gözlerim yeniden karardı. Bayılmanın eşiğinde huzursuzlanıp yeniden öfkelendim. Öfkelenmeyi ilkel bir refleks haline getirdiğimi orada anlamama rağmen etrafımdakilere bağırıp çağırdım ve hemen dışarı çıkmak istediğimi söyledim. Vizyonumdaki oda evimdeki küçük akupunktur odasına benziyordu. Uşaklarım sesimi yükseltmemden pek etkilenmediler. Anlaşılan Yongle gibi kılıcımı alıp onları doğramamı beklemiyorlardı ama gene de korkuyorlardı. Beni saran çaresizliğimi yakıp kül etmeyi deneyen öfkemin ateşi iyice yükselince korkudan aptallaştılar. Beni giydirmesini emrettiğim yaşlı uşağım, emri anlamayıp, avcısının önünde donup kalmış tavşanlar gibi boş boş yüzüme baktı. Diğerleri, onu görüş alanımdan şık bir nezaket perdesinin ardına saklayarak çıkardılar. Hemen, istediğim mütevazi sokak kıyafetimi getirip bana giydirdiler. Tek isteğim kapağı bir an evvel dışarıya atmak, ölümümle ilişkilendirdiğim bu evden hemen uzaklaşmaktı. Güya, ölümümden kaçıyordum.
    Neredeyse şehrin heryerinden görünen porselen mabedi evimin pencerelerinin birinden gördüğümde, Yongle'nin annesi için yaptırdığı dokuz katlı ince uzun binanın yağmurlu havaya rağmen nasıl pırıldadığına şaştım. Her gün gördüğüm mabedin bu özelliğine hiç dikkat etmemişim, ilk kez görmüş gibi ağzım açık kalmıştı. Kararıp duran dünyamı daha da karartan yağmurun ortasında nasıl da ışıldıyordu. Evet oraya, görüş alanımdaki en aydınlık yere gidecektim. Etrafımdakilere, beni oraya götürmek için derhal hazırlanmalarını emrettim.
    Ben evden dışarı çıkar çıkmaz güneş, dirilten bir hoyratlıkla gözümü aldı. Bunu iyiye yordum. Gelişigüzel yürümeye başladım. Adımlarım kısa, dikkatli, zayıf ama özgüvenliydi. Binmekten vazgeçtiğim tahtrevanımı taşıyan dört uşak, beni ve üç adamımı sessizce takip ettiler. Hiçbiri konuşmuyordu. Güneşte pırıldayan ıslak sokaklarda, canımı dişime takıp porselen mabede doğru yürüdüm. Pek inançlı biri değilimdir, ama kaybettiğim huzuru orada bulacağımdan emindim. Yürümek bana iyi geldi. Telaşım da benim gözümde trajikomik bir çabaya dönüştü. Kendime gülüp yavaşladım. Galiba ölümü düşünmeyen eski normal halime dönüyordum. Evimden ve bana hatırlattığı ölüm fikrinden uzaklaşmak hoşuma gitmişti. Nihayet etrafımdaki kımıl kımıl hayatın farkına vardım.


    Sokaklar tam bir curcunaydı. Malını metheden balıkçılar, çömlekçiler, ördek satıcıları, sebzeciler, kumaşçılar, sokakta elbise diken terziler, kumar oynayan denizciler, dinmeyen bir sokak haralagürelesi ve sonu gelmeyen bir canlılık şehri doldurmuştu. Nanjing Minglerin başkentiyken yarım milyon nüfusuyla tüm dünyanın dilindeydi. Evde çıt çıkarana bağırıp çağıran ben, kalabalığın curcunası içinde yeniden sakinleşip uysal koyunlara döndüm. Çok geçmeden, içkiyi fazla kaçırmış sarhoşlar gibi yalpalayınca sevincim de kursağımda kaldı. Yanımda yürüyen, dağlar gibi sakin uzun ak saçlı bahçıvanım kolumdan tutup düşmemi engellemeseydi, çamurun içine kapaklanıp madara olabilirdim. Biriki adımlık neşem, sıcak hamam taşına damlayan su damlası gibi buharlaştı. Dikkatimi keşişler gibi nefesime topladım. Hayır, düşmeyecektim ve öfkelenmeyecektim. Yoluma devam ettim. Bana yakın yürüyen  uşaklarımdan ikisi bana dokunma mesafesinde, üçüncüsü de arkamdaydı. Tahtrevanımı taşıyanlar biriki adım geriden geliyorlardı. Yaşlı bahçıvan, gereğinde silah gibi kullandığı uzunca değneğini Dao rahiplerinin âsâsı gibi tutmuş, hemen sağımda yürüyordu.
    Canlı çiçek buketi gibi ayaklarından birbirine bağlanmış bir tavuk demetinin yanında durdum. Köylülerin mango sattığı bir standın önünde, yerde hareketsiz duruyorlardı. Beni tanıyamayan satıcı, hemen pazarlığa tutuşmak istedi ama genç uşağım kolunun tersiyle adamın bana fazla yaklaşması engelledi. Satıcının söylediği sözleri dinlemedim, ne dediğini anlamadım. Gözlerimi, yerde pinekleyen bembeyaz tavuklara dikmiştim. Beni rahatsız eden düşüncelerim gene yakama yapıştılar.
    Önce Zhu Di'nin oğlu, sonra torunu, hayatıma anlam katan şeyleri, ruhsal bir işkence gibi benden birer birer kesip alıyorlardı. Hayat enerjim Ki, soğukta kalmış sıcak bedenlerden yükselen ter buharı gibi terkediyordu beni. İstisna tanımayan kayıtsız şartsız deniz seyahati yasağı, bedenimin merkezine toplanan son Ki enerjimi, son bir keskin bıçak darbesiyle saray fıskiyesi gibi kıpkırmızı fışkırtıyordu. Ruhuma yediğim bu son darbeye bedenimin dayanamayacağı belliydi. Bembeyaz tavuk demetini seyrederken bildiğim dünya gözlerimin önünden siliniverdi ve onun önünde başka bir dünyanın sureti belirdi. Evimde gördüğüm vizyonu yeniden görüyordum. Hizmetkarlarım gene etrafımda ağlaşıyorlardı. Bu kez Peygamberdevesinin hareketleri ve mimikleri daha bir insandı ve endişeliydi.
    "Gidin, defolun" diye tısladım. Tavuk satıcısı, sesimdeki yılan kesinliğinin ve öldürücü ciddiyetin kurbanı olmamak için eğilerek selam verdi ve geri geri uzun bir mango sergisinin arkasına geçip eğilerek bekledi.
    "Defolun odamdan" diye bağırdım ve kollarımı sinek kovalar gibi salladım. Dengem cidden bozuldu. Ben düşmeden yaşlı bahçıvan yeniden yanımda bitti, çelik pençeleriyle beni sağ kolumdan tuttu. Diğerleri de gelmişti. Utanılacak bir durumdu. Onu gururlu bir sarhoş gibi itip, mango tezgahına tutundum. Hizmetçilerim, beni düşmeden tutmak üzere hazır bekliyorlardı. Bereket versin sergi devrilmedi, bir tek meyva bile yere düşmedi. Üzerimde gezinen güven verici güçlü eller beni tahtrevanıma oturttular, perdeleri çekip kapatarak beni kendimle başbaşa bıraktılar. Hiç ses çıkarmadan, onların beni tahtrevana kapatmalarına izin verdim. Birçok meraklı hemen etrafımızı sardı. Kalabalığın, bütün adlarımı fısıldadığını duyuyordum. Sanki dağ taş beni anıyordu. Islak sokak "Ma He", pazarda dolaşan Budist rahipler "San Bao", satıcılar "Chang He" diyorlardı. Hatta bana annem gibi "Mahmud" diye seslenenler bile vardı aralarında. Seslar, Çin operasında tüm oyuncuların aynı anda şarkı söylemesi gibi uyumlu bir kanon oluşturuyordu. Adımın yer aldığı fısıltı cümlelerinin birini bile anlamasam da, beni hizmetçi elbiseleri içinde bile tanımaları hoşuma gitmişti. Tahtrevanım hareketlenip, içerisinin kızıl alacakaranlığı üzerime çöktüğünde, hizmetkarlarımın koşturduklarını anlayıp rahatladım. Hayır, eve dönmüyorlardı. Emirlerime uyarak beni porselen mabede götürüyorlardı. Kafileye komuta eden bahçıvanım doğru karar vermişti. Bilincim yerindeyken verdiğim emre sadık kalmış, vizyonumun etkisiyle zırvaladıklarımı dikkate almamışlardı. Kuruyup ölmüş yaprakların sonbahar hışırtılarını hatırlatan fesat fısıltı rüzgarından uzaklaşırken, bu kadar çok insan tarafından algılanmanın, fani hayatımda son kez başıma geldiğinin zerrece bilincinde değildim.
    Tahtrevanım sallanarak porselen mabede doğru koştururken, gene her zamanki karabasanlarımdan biri beni esir almıştı. Bütün dünyayı dolaşıp çizdiğim dünya haritaları, onca stratejik bilgi, tuttuğum gemi günlükleri, başka diyarlarında gördüğümüz acaip hayvanların ve bitkilerin resimleri, herşey ama herşey, büyük bir titizlikle birer birer yok ediliyordu. Belgeler ve notlar tek tek gözümün önünden geçip geçip yırtılıyor, ateşe atılıyor, yakılıyor, yırtılamayan parşömenler de ustura gibi keskin ince bıçaklarla iplik kalınlığında lime lime edilip çuvallara dolduruluyordu. O belgeler, benim için ölümsüzlük demekti. Hiç çocuğum olmamasına rağmen beni geleceğe taşıyacaklarına, beni unutturmayacaklarına inanmıştım. Yazı kalıcıydı, ama işte hepsi ortadan kaldırılıyordu ve İmparator, büyük bir titizlikle bu bilgi birikiminin yok edilişini koordine ediyor, denetliyordu, üstelik bu hayal değil gerçekti. Sadece kötü bir rüya olmasını ne kadar isterdim. Ben ölünce hayatımdan geriye ne kalacaktı? Bazen aklıma anlamlı hiç bir şey gelmiyor, çıldıracak gibi oluyordum.
    Yeniden nefes alabilmek ve aklımı başıma toplayabilmek için son bir deniz yolculuğu yapmama izin verselerdi, Çin'i saran bu yasakçı karabasandan kurtulmak için aklıma belki yeni fikirler gelirdi. Ama imparatoru ikna edip izin almadan gidemezdim. Aldığım terbiye, sadakatim ve o an aklıma gelen daha bir sürü bahane, beni Nanjing'e demirlemişti. Kaderin çizdiği asgari çizgilere sadık kalmalıydım. İzinsiz seyahat etmek dürtüsü, bunun bir ihanet olacağı düşüncesinin duvarlarını deli dalgalar gibi dövüyor ama ondan bir tek çakıl taşı bile düşüremiyordu. Şimdi izah etmekte zorlandığım aptalca bir itaat ve sadakat duygusu, benliğimi tamamen esir almıştı.
    Önümdeki kızıl karanlık perde açıldı. Şehrin ortasındaki porselen mabed, dokuz katlı dev bir vazo gibi gözümü aldı. Göğün aydınlığını yakalayıp, sayısız porselen tuğlasına, kitemitine, merdivenine, pervazına, süslemesine, resmine, heykelciğine hapsetmiş gibiydi. Onun muhteşem görüntüsü beni yeniden büyüledi. Büyük bir haksızlığın kurbanı olup yok yere öldürülen annesinin anısını bu şekilde şereflendirdiği ve beni de inşaatın baş sorumlusu seçtiği için Yongle'ye içimden teşekkür ettim. Kendi aramızdaki o güleç haliyle Zhu Di gözümün önüne geldi. Bana bu mabedi yaptırmamı emrederken, "Dünyada eşi benzeri olmamalı, güzelliğin, saflığın ve ruhsal arılığın bu dünyadaki sembolü, Dünyanın yeni harikası olmalı" demişti.
    Annesi, Moğol bir odalıktı. Zhu Di erken doğunca, babası İmparator Hongwu, kadının çocuğu başka birinden peydahladığını düşündüğünden, ona demir etek giydirilmesini emretmiş. Kadıncağızı işkence ederek öldürmüşler. Hongwu, kendi çocuğu olmadığından kuşkulandığı halde, oğlu Zhu Di'ye kıyamamış. Çocuk büyüdükçe babasının küçük bir kopyasına dönüşünce, oğlunun annesini haksız yere öldürttüğünü anlayıp çok üzülmüş. Saray doktorları çenelerini açmakta gene geç kalmışlar ve çocukların bazen erken doğduğunu imparatora, ancak o sorduktan sonra anlatmışlar. Zhu Di, babası Hongwu tarafından İmparator ilan edilen yeğenini devirip Yongle adıyla tahta çıktığında, annesi için bu porselen mabedi yaptırmayı aklına koymuştu. Onu doğuran kadına olan sevgisini, borcunu, vefasını ve babasının gaddar cehaletini, Göğe ancak bu şekilde affettirebileceğini umuyordu.


    Güneşte pırıl pırıl parlayan porselen mücevheri görünce annemi hatırladım. Kunming'deki tiyatronun önünde vedalaşmadan ayrıldığımızda ben bir erkek çocuktum ve beni daima o halimle hatırlamasını ve ayrıldıktan sonra başıma gelenleri asla öğrenememesini dilediğim annemi bir daha hiç görmedim ve buna üzülmemeye alışmıştım. Karşımda, bir anneye hediye edilebilecek en güzel bina duruyordu. Kendimi hemen toparladım. Etrafımıza biriken Buddha rahiplerine başımı çevirip bakmadım. Beni alalade tahtrevanım ve giysilerime rağmen hemen tanımışlardı. İnce uzun narin mabedin önünde ince uzun boyumla yeniden hayat belirtisi gösterince, uşaklarımın yüzü güldü. Mayıs böcekleri gibi hareketlendiler. Tahtrevandan kendim indim. Yüksek tavanlı giriş katına, mağrur bir komutan gibi değil, ona banzemeye çalışan soluk benizli yaşlı bir saray hizmetkarı gibi girdim. Sekiz köşeli yapı, bana o an yabancı gelen bir sükunete sahipti. Birkaç adım sonra demir çarık giymiş gibi yavaşladığımda, uçuk yeşil yeşim taşından yapılmış merdivenin tam ortasındaydım. Bir üst kat bana Pekin kadar uzak geldi. Gene de canımı dişime takıp merdivenleri çıkmaya devam ettim.
    Mabede her nedense yanlış zamanda damladığımı, rahiplerin kendi aralarındaki fısıldaşmalardan anladım. Şehrin önemli şahsiyeti bendenizi reddedemezlerdi elbette, ama bu ziyaretime sevindikleri hiç söylenemezdi. Merdivenleri, nefes almak için denizin dibinden suyun yüzüne çıkmaya çalışan acemi yüzücülerin paniğiyle bütün gücümü kullanarak, ancak yavaş yavaş çıkabiliyordum. Porselen duvarlardaki zevkli işlemeler, özellikle türlü çeşitli ejder resimleri, tasvirler, sayısız Buddha figürü, dikkatimi çekmeyi başaramadılar. Halbuki mabed yapılırken her detayla ilgilenmiş, bu işten büyük bir zevk almıştım. İlk kata, uşaklarımın yardımıyla ulaştım. İyice ağırlaşan ayaklarım, artık beni taşımak istemiyor, bana itaat etmiyorlardı. Merdivenin başına yığıldım. Koltuk altlarımdan tutan iki uşağımı görmediğim halde, üzerime çöken karanlığa aldırmadan, "Beni eve götürün" diyebildim.
    Beni eve götürmediler. Porselen mabedin ikinci katında bir döşeğe yatırdılar. Yatağımın etrafını hemen yüksek paravanlarla çevreleyip küçük bir odaya dönüştürdüler. Yarı baygın halimle gözlerimi açtığımda, iki yanımda yanan iki mangal ateşini, ağlamaklı hizmetçilerimi ve odaya hışımla giren Peygamberdevesini gördüm. Yapmacık endişesi, sakar acelesi ve badi yürüyüşüyle ürkütücü değil komikti. Ölümüme koşa koşa gelişim de komikti. Tüm korku ve endişelerim uçup gitti. Doktordan bozma Yi Ching yorumcusu Peygamberdevesi müsveddesinin yanıma yaklaşmasına ve benim altmışdördüncü yaşım hakkında her hangi bir imada bulunmasına fırsat vermeden, yüzümde bir gülücükle öldüm..


(…)