Türkiye'de kadın bilinçlenmesi ve dini yapılanmalara rağmen modernleşme tercihi (7)


Altıncı yaşındaki bir kız çocuğunun, babası tarafından yirmidokuz yaşındaki bir tarikat müridiyle evlendirilmesi ile gündeme gelen konuya verilen tepkiler, Türkiye'nin toplumsal bir eşiği aşmakta olduğunu gösteriyor. Din üzerinden meşrulaştırılmış pedofili malesef yeni bir şey değil, ama modernizmi ve onun yasalarla garanti altına aldığı insan haklarını tanımayan kitâbî/dogmatik katı bir İslam anlayışının adeta "dokunulmaz" ilan edilmesinden sonra şimdi yükselen tepki çok önemli. Din kisvesine bürünmüş pedofili, din zırhına rağmen dokunulabilir hale geliyor ve üstelik modernleşmenin ne kadar ciddiye alındığını da gösterilmiş oluyor.

2022 yılı Aralık ayında yüzleşilen bu olayda, geleceğe doğru Türkiye'nin mantalitesini belirleyecek iki temel konu yeniden görünür hale geldi: 

Bunlardan birincisi, gösterilen tepkilerin, son elli yılda ortaya çıkmış, geleneksel Anadolu İslamı'na yabancı, modern yasaları tanımayan ahlak/etik ötesi "din"e artık tolerans gösterilmeyeceğinin ilanı mahiyetinde olması; İkincisi, kadınların yükselen gücü ve cesareti.

Bu olayda, kız çocuklarına tecevüzü "meşru" görebilen, modernleşmeye yabancı/düşman bir "din" anlayışı ve böyle korkunç durumlar üzerinden bile kitâbî "kudsiyet" devşirebilen ve "kutsiyet"ine bir de utanmadan "saygı" bekleyen, insanlıkla bağının koptuğunun farkına varamamış, ama kendi kadınları sayesinde bunu artık anlamaya başlayan "aşırı dindar" bir kesim sözkonusu.

Dişi değerlerin yükseldiği, kadın bilinçlenmesinin önemli bir rol oynadığı, kadınların kendi aralarında kurdukları -o malum siyasî/kültürel kutuplaşmalar ötesi- kadın olmanın özel ve güzel yanı ve gücü sayesinde gerçekleşen bir ifşa bu. Mağdur kadının herşeyi göze alarak büyük bir cesaretle, kendi insan ve kadın haysiyetini annesinin babasının "dînî değerleri" üzerinden belirlediği "kültürel" değerlere karşı savunduğu, üstün tuttuğu bir durum sözkonusu.

Olayın ne kadar büyük olduğunun tam farkına varılmadı. Avrupa'da Katolik Papazları arasında görülen pedofili olaylarının ne kadar yaygın olduğu sonradan ortaya çıkmıştı. Türkiye'de pedofilinin İslamî kesimlerde ne kadar yaygın olduğu da gene mağdur kadınların özgüvenli güçlü duruşu ve özgür kadınlara ulaşmasıyla ortaya çıkabilir.

Modernleşmeye karşı çıkarak "korunmak" istenen ve adına "Geleneksel aile değerleri" denen şeye pedofili de dahil idiyse, kadın bilinçlenmesinin net bir sonucu olarak insan doğası ahlakı ve vicdanı, yapay kudsiyet kazandırılmış "böyle değerler"in yaşamasına artık izin vermeyecek gibi görünüyor. Buradan, modernleşmenin, Türkiye'de sadece tutmakla kalmayıp yeni bir ivme kazandığı da söylenebilir. Türkiye'de 16'ıncı Yüzyılda başlayan ve 19'uncu yüzyıldan itibaren Anadolu İslamı'nın yerini alan kitâbî katı İslam anlayışı, modern zamanlarda teolojik politika tarafından adeta yeniden tarif edilip siyasallaştırılarak özel bir "bize her şey mübah" kodeksine dönüştürülmüştü.

İnsanların ruhsal gereksinimlerini artık karşılayamayan tarikatlerin cemaatlerin 1800-2020 devri maddeci/maddiyatçılığının en uç vahşi neoliberal örnekleri haline gelmeleri sonucu, büyük ölçüde ekonomize edilmiş tarikat/cemaat yapılanmalarının fikren/ruhen aşıldığını gösteren bir halk tepkisi mevcut. Dînî değerler"in laiklik tarafından çizilen sınırları, resmen tâbi olunan hukuk tarafından, modernizmin dışında yaşama sınırlarını pedofiliye kadar "genişleten" kesimlere "hatırlatılacak" gibi görünüyor.

Türkiye son on yılda çok değişti. Halkın tüm kesimleriyle modernleşmenin yanında saf tuttuğu ve anti-modern yapıları artık sadece görmemezlikten gelmekle yetinmeyip, onları modern kalıplar içine yerleşmeye zorlayacağı bir eşik aşılmak üzere. 

Anti-Modern dinci yapılar maddecilik üzerinden modern lükse açılırken sisteme uyum sağlayarak modernleşiyor ve bu modernleşme, bireyleşme ve kadınlık bilincinin güçlenmesi şeklinde önce kadınlarda hayat buluyor. Sınır tanımayan evrensel kadın bilinçlenmesi, islamî yapılar içinde de yeni ve dinamik,  dönüştürücü bir rol oynuyor.

Türkiye'de anti-modern islamî yapıların yaşamaları bir yana, hayatta kalmalarının bile zorlaşacağı bir dönemin başlamakta olduğu söylenebilir.

Yeni Çağ'a yeni parametreler (6)


Bütün devrimlerin kanıtladığı gerçek, birçok şeyin değiştiği halde insanın değişmediği midir? Yirminci Yüzyıl devrimlerinin en çok atıfta bulunduğu Karl Marx'ın bu fikri yanıltıcı mı, yoksa bir konunun değişmezlerini ifade ederken kullandığımız "Parametre" ile kastettiğimiz, insanın değişmez doğası mı?

   Tarihte belli gelişmelerin zincirleme sonuçları ile birlikte hemen her yerde yaşanan değişimleri eskiden "devrimler çağı" diye yorumlamak adettendi, tabii ki devrimlerin bilincinde olan ve hatta devrimler yapmak adına yola çıkan çevreler için böyleydi. 19'uncu Yüzyıl başından itibaren iyice görünür olan madde odaklı yeni uygarlık, eskisinden çok farklıydı, Dünyayı da ona göre şekillendirdi. Bir zaman sonra Demokrasi kurmak için devrim yapmak gibi bir durum pek görülmeyen bir şey olduğu halde, yeni bir yaşam tarzı kurarak gerçek bir devrimi insanlığa benimsetmek ve sahici yenilikleri hayata geçirebilmek için demokrasiler, önemli bir gereklilik. Günümüzün iklimler krizi eşiğindeki Dünyasında, insanların yaşam tarzları sonucunda kirlettikleri iklimler, bozulan ekonomiler ile zaman içinde kendilerine dolaylı olarak devrim gibi gelişmelerle dayattıkları yeni bir yaşam biçimini benimsemeleri, doğalarına pekâlâ uygun. Eski yaşam ve yönetim biçimlerinin gidip yenilerinin geleceği dönemi, pandemiyle birlikte nitel bir kırılmayı temsil eden 2020 yılıyla başlatıyoruz.

   Geçtiğimiz dönemin temel özelliği, herşeyin maddeci bir yararcılık üzerinden kalitesine göre değil nicel çokluğuna, yani sayılarla ölçülebilirliğine göre "değerlendirilmesi" idi. Nicelliğin nitelik sayıldığı bir dönemdi. Nicel mülkiyete tamah eden, çokluğu yükselten, sayılarla ölçülemeyen sevgi, aşk gibi konuları "hayatın maddi gerçekleri"ne uydurup içini boşaltan radikal maddecilik devri, yeni bir çağda tahtını başka bir anafikre teslim etmeye hazırlanıyor ve biz buna Parametre değişikliği diyoruz.

   Eski yaşam biçiminin insanları yalnızlaştırdığı, toplumları giderek atomlarına yani bireylerine indirgediği, maddesel ifade biçimleri sonucu uzmanlaşmaların artarak bütüne bakışın yitirildiğinden bahsederken, konunun aynı zamanda "anlam yitimi"ni içerdiğini de anlıyoruz. Anlam, insanları birleştirici sosyal özelliklere sahiptir ve yeni çağın getireceği anlamdaşlık, yaşamdaşlık, ortaklaşma, bir önceki madde odaklı Dünyadan farklı bir sosyal mantalite üretecektir. Yoğun veri akımı sonucu birbirinden çok farklı değerlendirilen gerçeklerin anlam ile şekillenip toplumsallaşacağı, anlamın akıldan daha önemli sayılacağı bir dönem. Kuantum fiziğinin gözlemci bakış açısına özel anlam yükleyen ama bu yaklaşım tarzının bir türlü günlük hayatın pratiğinde ifade buldurulamadığı pandemi öncesi dönemin aşılması sürpriz değil. 

   Yeni paradigmanın dayattığı bazı konulara şimdiden aşina olunduğu da bir gerçek. Rekabet yerine birlikte hareket etmek ve ürün pazarlamak yerine ortak ağlar kurmak ve paylaşmak, aynı göz hizasında konuşmak ve eşitlik, yeni parametrelerin ifadesi. Toplumun kendini ifade biçimi olmaktan çıkıp bir piyasa ürünü haline gelen kültür de, insanın doğasına daha uygun bir hale gelmeye aday.

   Herşeyi düalizm çerçevesinde değerlendiren, kutuplaştıran ataerkil mantalite yerine, çatışmayıp birbirini tamamlayan koruyucu yaratıcı çoklu yapıların yükselişi, Türkiye'de de anlaşılıyor ve Yeni'nin kendini ve Dünyayı nasıl şekillendirmeye başladığı, dişi değerlerin nasıl önem kazandığı daha net görülüyor. Eski ideolojiler de, içinde doğdukları yaşam biçimleri ile birlikte değişiyor ve bazıları etkin hayata veda ediyor, mesela İslamcılık bunlardan biri. Yeni Çağa göre değişerek yeni bir şekil ve anlam kazanan ideolojilere, adının ve klasik tanımının değişmekte olduğu Sol ideolojileri sayabiliriz. Komünizm/sosyalizm'in yerini, adına Türkçe "Müşterekleşme" de diyebileceğimiz "Komonizm"in geçmesi, bol üretimden ziyade orijinalliğin, yaratıcılığın önem kazanması kuvvetle muhtemel. 

   Zor zamanlarda dayanışmayle birlikte toplum yararı ön plana çıkar, bu da Sol'un yeni bir şekilde, zamana uygun yeni bir yorumuyla yeniden yükseleceğini ve geleceğin siyasetinde temel paradigmalardan biri olacağını gösterir.

Çin'de bile engellenemeyen özgürlük talepleri (5)


Pandemi sonrasının yeni koşullarında öne çıkan özgürlük fikri ve talebi, yepyeni ifade biçimleri ile her yerde görünür hale geliyor. Önümüzdeki yüzelli yılı belirleyecek nitel mental değişim ve onun sistemsel/yaşamsal ifadeleri, İran'dan sonra Çin'de de görünüyor.

   Çin'in güçlü lideri Xi Jinping, 'Sıfır-Covid' politikası ile büyük bir başarı kazanmış, pandeminin en etkili olduğu dönemde Dünyada örnek gösterilmişti. 2022'nin Kasım ayında Covid vakaları yeniden görülmeye başlayınca, Çin'de aynı Covid politikasına geri dönülerek çok sert uygulamalara geri dönüldü. Karantinadaki insanlara doktor, itafiye gibi yaşamsal hizmetlerin ulaştırılmaması gibi olaylar bu kez tepki çekti.

   Çin'de protesto eylemleri genellikle yerel gösteriler şeklinde olur, yerel yolsuzluklar veya haksızlıklar eleştirilirken, bir taraftan da Çin Komünist Partisi'ne bağlılık mutlaka ifade edilir. 1989'daki Tienanmen gösterileri dışındaki gösterilerin özelliği hep böyleydi. Bu kez gösteriler ülke çapında. Ülkede "resmen" fikir ve basın özgürlüğü mevcut, ama basın ve sosyal medya öyle sıkı kontrol edip denetleniyor ki, mesela günümüzün Çin Z kuşağı, bir zamanlar Kültür Devrimi gibi binlerce insanın öldüğü bir olayın olduğunu ne okulda öğreniyor ne de internette ve sosyal medyada okuyabiliyor.

   Çin halkı, modernleşen her halkın yaşadığı aşamalardan geçti. Yoksul bir halk önce kendi açlığı-tokluğuyla ilgilendiğinden demokrasiye önem vermez. Demokrasi isteği, belli bir refah seviyesine ulaşmış kesimlerde ortaya çıkar. 1990'lı yıllardan itibaren refah, Çin'de ulaşılabilir hale geldi. Günümüzde, yüzlerce milyon Çinli, müreffeh yaşıyor ve bunu tüketici alışkanlıklarından izlemek de mümkün. Çin'de lüks, ilk elden iyi yemek demektir. Muhteşem Çin mutfağı, tüketimin ilk kalemini oluşturuyor. Oraya en son gittiğimde "Deniz hıyarı" yemek modaydı ve ithal bir üründü. Hem bu kadar müreffeh bir halk olacak, hem de bunlar demokrasi istemeyecek... işte bu mümkün değildi. Nitekim gösterilerde, hem "Demokrasi" hem de "Tek Parti yönetiminin sonu" talep ediliyor ve bunlar ülke çapında yapılıyor.

   Twitter, Facebook, Wikipedia ve daha bir çok -Türkiye'de herkesin ulaştığı- site yasaklı. Onların yerine Twitter'ın Çin versiyonu Weibo ve WeChat var. Sosyal medya yapay zekayla o kadar sıkı denetleniyorlar ki, protestocuların bu gösteriler sırasında o denetimi aşmaları ve protestoların devlet kontrolündeki sosyal medyada bile yayılması, yetkilileri oldukça ürkütmüş görünüyor. Yapay zeka belli kelimelere tepki verdiğinden, göstericiler söylemek istediklerini -kendi uydurdukları- sözcüklerle ifade edip yasakları aşıyorlar. Mesela Başkan Xi'nin adı yerine "Muz kabuğu" yazıyorlar, Çince aynı işaretler kullanarak yazıldığından, okuyan hemen kimin kastedildiğini anlıyor. Çinliler, Dünyanın en kalabalık ve en dinamik internet ağına sahipler Birmilyardörtyüzbine yakın internet kullanıcısının yüzde otuzu VPN kullanıyor. Çin bu VPN imkanlarını düzenli olarak kapatmasına rağmen yenileri açılarak yapılıyor.

   Mao'dan sonra ülkenin en güçlü ikinci yöneticisi haline gelen Xi döneminde, yoğun dijital kontrol altındaki bir halkın böyle tepkiler verebilmesi hiç beklenmiyordu. Pandemi sonrasında daha da belirginleşen yeni özgürlük taleplerini engellemek artık Çin'de bile mümkün olamıyor. Özgürlük ve Demokrasi talepleri, 20'inci yüzyılın ideolojik soyut söylemlerinden farklı olarak, eşitlikçi bir ekonomi ve buyurgan otoriter yönetimlerin iptali talebini öne çıkarıyor. İnsanlar kendi hayatlarının devlet otoritesi tarafından tanzim edilmesine karşı çıkıp, kendi istedikleri gibi şekillendirmek istiyorlar. Halkı ikna etmeden, yukarıdan aşağıya buyurgan yöntemlerle gelen dayatmalar büyük tepki görüyor. Günümüz şartlarında özgürlük taleplerini şiddetle bastırmak, ateşe benzin dökmek etkisi yapıyor.

   Tarih insanlığı, otoriter yolsuz plütokrasilerin hayat bulamayacağı yeni bir yere doğru yönlendiriyor ve gidişatı engellemek pek mümkün görünmüyor.

Yunanlı bir entelektüelin gözünden 'Küçük Asya Felaketi' ve kendini eleştirmek (4)


Herşey, bir eleştiri haline getirilebilir, mesela George Bernard Shaw için tiyatroda uyumak da bir eleştiri biçimidir, ama bilinçli sistemli eleştirel yaklaşım, artık Dünyaya malolmuş modern hasletlerden biridir ve özeleştiri halinde, entelektüel mütevaziliğin önemli bir unsurudur. Fransa'da yayımlanan "Lettre International" dergisinde 'Yunanlıların Küçük Asya Felaketi' hakkında bir yazısı çıkan Yunanlı tarihçi Antonis Liakos'un kendi ülkesine eleştirel yaklaşımı da bu çerçevede değerlendirilebilir. Türkiye'de Kurtuluş Savaşı'ndan bahsederken arada eleştirel cümleler de kullanmanın gördüğü tepkiyi, modernleşmenin ne kadar benimsenip ne kadar benimsenmediği sorusuna konu etmek mümkün.

   Liakos, Yunanistan'da büyük bir travmaya neden olan "Küçük Asya Felaketi"nin, 1922'deki savaş yenilgisi ve hezimetinden ziyade, Anadolu'dan Yunanistan'a göçmek zorunda kalan insanlarla birlikte gelen sorunlar yumağı olduğuna işaret ediyor. Liakos yazısında Yunan Ordusunun 18. Tümeninin yaptığı katliamı anlatan bir asker günlüğüne, Aydın'da Türk mahallesinin nasıl yok edildiğine yer veriyor. Aydın Türklerin eline geçince, bu kez Türkler Rumların yaşam alanlarını imha ediyorlar. Liakos, Ankara'ya ilerleyen Yunan ordusunun önüne gelen Türk yerleşim birimlerini nasıl yakıp yıktığını, Türk ordusu önünden Ege'ye doğru kaçarken de yakıp yıkmaya vakit bulamadığı köyleri, ekinleri, tarlaları yaktığını anlatıyor. Bu tavır, modernizme daha uzak bir yerde duranlar için, "kendi ülkesinin büyük kusurlarını ve hatta suçlarını ifade etmekten geri durmayan, özeleştirel bir entelektüel mütevaziliği" değil de "Yunanistan'ın suçlarının itirafı" sayılabilir. Kurtuluş Savaşı'nın üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen benzeri bir tavırla Türklerin Rumlara yaptığı mezalimden de bahseden tarihçilerin Türkiye'de ne kadar büyük tepki çekebileceğini, entelektüel mütevaziliğin özeleştirel yaklaşımlarının büyük tepki görebileceğini, hatta böylelerinin "hain"likle suçlanabileceğini söylemek abartılı olmasa gerek.

   Batı'nın kendine has özellikleriyle ortaya çıkmasında, tepki duyduğu Doğu Roma'nın kilise ve kralı birbirinden ayırmayıp tek kişide birleştiren özelliğinin önemli payı vardı. Bu özelliğin Osmanlı'da da aynen sürdürüldüğünü, Sultan ile Halife'nin aynı kişi olduğu, en sonunda ikisini birbirinden ayırıp Halifeliğin Meclis yönetiminden farklı bir kurum olarak yaşatılması deneyinin işlemediğini biliyoruz. Doğu Roma'ya has sistemin varislerinden Yunanlıların, Batıda ifade bulmuş eleştirel özeleştirel yaklaşımlarla daha barışık hale geldikleri görülüyor. Gerçi orada da mesela muhafazakarların ve din adamlarının aşırı milliyetçiliği, modern entelektüel tavrı zorlaştırıyor olmalı, tabii Türkiye'deki kadar değil, üstelik bu zorluk, ülkede bitmekte olan milliyetçi-muhafazakar eski İslamcı zihniyetten gelmiyor sadece, Yeni Türkiye'yi kurmaya hazırlanan Seküler kesimlerin Atatürk ve Kurtuluş Savaşı devri hassasiyetlerinden de kaynaklanıyor. Böyle "Hasasiyetler" çok, özellikle de din konusunda. 

   Türkiye, 1980 sonrası "islamî muhafazakarlaşma ve Sol'un imhası" diye özetlenebilecek kırk yıllık dönemini ardında bırakmaya hazırlanıyor. Türkler belki AB'ye üye olmayacaklar, belki Batılı sayılmayacaklar ve bundan şikayet de etmeyecekler, ama Batı'yla alakasız Hintliler Koreliler Japonlar Singapurlular kadar eleştirel ve özeleştirel düşünceye yakın olacaklar, zira bu konu, yeni fikirler üretilmesiyle, düşünce kapasitesinin genişletilmesiyle, düşündüğünü iyi ifade edebilmekle ve nihayet fikir özgürlüğünün ciddiye alınmasıyla ilgili. Dünya kalitesini yakalayabilmek için gerekli.

   Liakos yazısında, Kurtuluş Savaşı döneminin Yunanistan Başbakanı Venizelos'un Anadolu'dan çekilirken "taş taş üstünde bırakmadık" şeklindeki itirafına yer verirken, Anadolu'nun işgali sırasında Avrupalı "sömürgeciler"in "Yunanlıların Türklerden biyolojik olarak daha üstün" olduklarını anlattıklarını ve Yunanlıların bunun etkisinde kaldıklarından da bahsediyor. 1920'ler, Avrupa'da ırkçı faşist hareketlerin yeni yeni yükselmeye başladığı, kendini eleştirinin "ihanet" sayılıp, kültürün sanatın fikrin sistemli bir şekilde ezileceği cinnet döneminin başlangıcı. Karanlıklara giden kapıları sıkı sıkıya kapatmanın yolu, fikir ve sanat özgürlüğünden, eleştirinin her türüne açık olmaktan ve özeleştirel olmaktan geçiyor.

Batı'nın kimlik krizi ve Türkiye (3)


Uygarlık, ister Mezopotamya'da, ister Çin'de ister Batı'da ortaya çıkmış olsun, sonuçta 'yeni ve başka' bir fikirdir ve bir öncekinden daha iyi ve daha gelişmiş bir fikir olmak zorunda da değildir. Yoksa, Yunanlıların üç boyutlu gerçekçi muhteşem heykeller yaptıkları bir çağın ardından, ikonalardaki iki boyutlu ilkel resimlere indirgenmiş Ortodoks Bizans sanatına neden döndüklerini açıklayamazdık.

   19'uncu Yüzyılın başında ortaya çıkan Batı'nın ana fikrini, 1776'da İngiltere'nin Amerikan kolonisi Virginia'da ilan edilen "İnsan ve Vatandaşlık Hakları" bildirgesi oluşturur. Benzeri başka bir bildirinin 1789'da Fransız Meclisinde okunmasını sağlayan Lafayette, Amerikalılarla İngilizlere karşı savaşan bir Fransız, onu bildiriyi okumak konusunda cesaretlendirip destekleyen de genç ABD'nin Paris Büyükelçisi Thomas Jefferson idi. Batı'nın kökleri, elbette 11'inci Yüzyıldan 13'üncü Yüzyıla, Latin Kilisesinin Ortodoks Kilisesinden ayrılmasına, hatta Antik Yunan'da "Polis"in, yani bugün anladığımız anlamda modern şehrin ve okul dediğimiz kurumun ortaya çıkışına, Roma hukukunun doğuşuna kadar uzanır. Günün muhafazakar Batılıları için Batı terimi, Avrupa kökenli halklar ve bu tarih için kullanılır, yani Avustralyalılar, Yenizelandalılar, tabii Kanadalılar ve Amerikalılar da Batı sayılır ama Batı'yı bir uygarlık yapan düşünce ve değerlerinin Avrupa'da kabulü bile ikiyüz yıla yakın sürmüştür, mesela Almanya ancak 1948 sonrasında Batılı olmuştur. ABD ile İngiltere ve Fransa'nın birlikte "Batı" sayılması anlayışı da 1890 yılına dayanır.

    Batılı değerler; İnsan Hakları, seküler/laik yönetim, temsili demokrasi, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, bireysel hürriyetler ve özel mülkiyeti esas alan kapitalist yaşam biçimi demektir. Bu değerler içinden, artık ille de Batılı sayılmayan, günümüzde Asya'nın da esas aldığı ve geliştirdiği modern değerlerin süzülüp ön aldığına dikkat çekmek gerek. Bu fikirlerden ilki, sürekli büyümek zorunda olan kapitalist sisteme uygun olarak, sürekli yenilenmek (inovasyon) ve keşifler icatlar yapmaktır. Bu konuda Çinlilerin ne kadar başarılı olduklarını söylemeye gerek yok. Burada inovasyon, kültürün ve dinin kısıtlamalarına takılmadan yoluna devam eden önemli bir faktördür. İkinci önemli fikir, özeleştiri yapabilmek ve kendini eleştirerek düzeltebilmek ve bunu şeref haysiyet meselesi yapmamaktır. Bu özelliğin, modernleşmenin diğer bir türü olan sosyalist ülkeler coğrafyasında özellikle benimsenmiş olan bir avantaj olduğunu Asya'da görüyoruz. Üçüncü özellik, eski toplumlardan farklı olarak kadınların erkeklerle eşitlenme çabasıdır. Asya bu konuda hâlâ Batı'dan oldukça geri olmasına rağmen kadınlar arayı hızla kapatıyorlar. Bu üç özellik, mutlaka Batılı olmasa da Batı'yla rekabet edebilen bir Doğu'nun ortaya çıkabilmesinde etkili olmuştur. 

   Son yıllarda Avrupa ve Amerika'da dikkat çeken popülizm, Batı içinde bir kimlik krizinin işareti. 2017'de Trump'ın Varşova'daki konuşmasında yaptığı Batı tanımı, Batı'yı Huntington gibi Batı Avrupa kökenli devletlerin ulusal sınırlarına indirgeyen kültürcü bir sınırlama. Ryzard Kapuscinski'nin dediği gibi Batı "tarihiyle bağı kesilince kimliğini yitirecek" ise, duvarlarını yükseltip kendi içine kapanarak yerel bir kültüre mi dönüşecek, yoksa tarihine kökenine bakmadan Batıda ifade bulmuş olan değerlerini esas alarak evrensel bir rol oynamaya devam mı edecek? 

   Artık Batılı ülkelerden çok Batılı halk kesimlerinden bahsetmenin daha doğru olabileceği bir zaman söz konusu. Türkiye'de hem Batılı laik bir kesim yaşıyor, hem kendini ille de Batılı saymayan ama giderek daha modernleşen seküler bir kesim. Türkiye'de bir de, modernliğin eleştirel ve özeleştirel yanıyla alakasız, kadınlarla sorunlu, son elli yılda ortaya çıkan şekilsel islamî yaşam biçimini önceleyen ve buradan Osmanlı devrine atıfta bulunan üçüncü bir kesim daha yaşıyor. Bunların ilki zayıfladı, ikincisi sürekli genişliyor, üçüncüsü ise son yıllarda büyük bir hızla eriyor. Batı'daki kimlik krizi Türkiye'de de yaşanıyor.

Cumhuriyet'in 99'uncu yılını kutlamak (2)


Kazanılan bir savaşı büyük zafere dönüştüren, onun hiç beklenmedik yer ve zamanda imkansızlıklardan devşirilmiş özel kalitesidir. Onca yenilgiden sonra, tamamen parçalanıp işgal edilmiş yorgun bir ülkenin olmayan ordusunu yeniden kurup bir de zafer kazanmak ve Anadolu'yu 15. Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanmış Fetret devrinden sonra ikinci kez birleştirerek, 20'inci Yüzyılın ilk büyük halk destanlarından birini yazmak, çok özel ve çok güzel bir durumdur.

   2023'de Cumhuriyet'in yüzüncü yılı kutlanacak. Yüzüncü yıl kutlamaları modern zamanlarda ortaya çıkan yeni bir adet. Eskiler, mükemmelliğin bir adım öncesi demek olan doksandokuzları da kutlardı ve doksandokuzlar, dikkatin henüz dağılmadığı, işin henüz bitmediği, ama zaferin aşağı yukarı kesinleştiği son kritik tehlikeli aşamayı temsil ederler, tıpkı Dönüşümler kitabı Yijing'in altmışdördüncü işareti Wei Ji ile anlatılan (未濟) durum gibi; Yijing'deki ifadesiyle, "Bir durumun sona erdirilmesinden önceki son hali". Bu işaretle artık kesinleşen ve şimdiden kutlanmakta olan, herkesin bildiği ama henüz pek dile getirmediği "Atatürk'ün İslamcılar üzerindeki zaferi"dir. 

   Dönüşümler kitabının 64'üncü işareti Wei Ji, aynı zamanda bir uyarıdır, zira "Düzensizlikten Düzene Geçiş'in henüz tam anlamıyla gerçekleşmediği"ni gösterir. İşaret, zorluklardan bahseder, güç birliği gerektiğini, çok dikkatli olunması gerektiğini söyler. Çin'de "Buz üstünde yürüyen tilki", bir dikkat timsalidir ve burada da "tilki gibi dikkatli olunması" tavsiye edilir, buna bu diyardan eklenecek söz, "Tilkiyi yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmek" olabilir, yani artık en son aşamaya gelinmiştir. Wei Ji, Dönüşümler kitabının en son işaretidir.

   Yijing, adı üzerinde bir Dönüşüm kitabı olduğundan, 64'üncü işaretin ardından birinci işaret "Kiën"e, yani 'Göğe' döner ve bu da tam bir Yaratıcılık patlamasını ifade eder. Göğün insanlara amaç anlam ve ilham verdiği, pırıltılı yepyeni bir dönemin başlangıcı.

   Atatürk'ün 1980 darbesi sonrası laikçi militarizmin sembolü haline getirilmek istendiği dönemde İslamcılık, Atatürk'e karşı sözümona bir ideolojik savaş başlatmıştı. Bu savaş sırasında klasik Kemalizmin kurumları yenildi, islamcılar tarafından teslim alındı, ama ideolojilere sığmayan Atatürk, yeniden canlanıp halkın kalbini kazandı, gençliğin yeni idolü haline geldi ve bunu artık hayatta olmamasına rağmen zamanlar ötesi özgün sahici tazeliğiyle başardı. Gençlik, O'nun gibi, hiçbir milletten aşağı kalmayan birinci sınıf organik Dünya Vatandaşı olmak istiyor. Atatürk, eski usul siyasi çizgiler ötesi bir yerden, zamanla uyumlu bir şekilde ülkenin özgürlükçü modern ruhu olarak yeniden iktidara yürüyor; Fransız usulü katı laiklik yerine kutsal kitaplardan alıntı yapabilen sekülerliği benimseyerek, Türkiye Cumhuriyet'inin 100. Yılının Atatürk'e uygun şekilde kutlanmasını ve O'nun isteyebileceği istikamette ilerlemesini sağlayan Kürtlerin hakkını vererek ilerliyor. İslamcıların Ortadoğu'da yok edilmeleri konusunda Kürtler başrolü oynamışlardı. Gençlik bunları da görmezden gelmeyecek gibi görünüyor.

   Türkiye'de Sağcı zevat kendini daima ülkenin sahibi olarak görür, diğerlerine de ya marabası gibi ya da bu diyarların yabancı sığıntısı gibi davranmayı "normal" sayardı. Türkiye'yi kısa istisnalar dışında 70 yıldır yöneten Sağ'ın devri hükmen sona erdi. Bu gerçeğin, 2023 den itibaren tescil edileceği, mühürlenip onaylanacağı süreç hızla yaklaşıyor. Herşeyin eski hamam eski tas aynen devam edeceğini düşünenleri oldukça zor bir dönem bekliyor. Daha şimdiden hemen herkes, tek başına kimsenin "sahip", ülkenin de "mal" olmadığını anlıyor, anlamayanlar da anlamak zorunda kalıyor. Doksandokuzun dikkatli ve diri tazeliği, kendini zafer sonrası rehavetine bırakmadan kutlamalara başlamayı, saçı saçmayı, dilek dilemeyi ve içinden geçilen olağanüstü tarihi zamanların tüm yeni özellikleriyle sahip oldukları müstesna güzelliğin hakkını vermeyi gerektiriyor.


Ali Caydı ve doksan yaşına basmanın hafifliği (1)


  Hiçbir şartta sarsılmayan daimi sevgi atmosferine mutluluk diyoruz ve mutluluk, engin gönüllü özgüvenli bir toleransla üretilebilen bir şey. Bu özelliklerin yaşayan bir örneği olan Ali Caydı için böyle. Öğrenmek tutkusu, asla sarsılmayan iyimserliği, bazen zayıflık sanılabilecek ölçülerdeki mütevazılığı, onu İzmit'in yaşayan bilgelerinden biri yapıyor. Kimseyle kırgınlık yaşamamış engin hoşgörüsü şaşırtıcı. Altı yabancı dil konuşan ve bu dillerde edebi alıntılar bile yapabilen hafızası inanılmaz. Kuşkusuz herkes az ya da çok böyle özelliklere sahiptir, ama bu özellikleri falso vermeden doksan yaşına kadar  taşıyabilmek, gerçekten çok ender bir durumdur. 

  1931 ekim ayında Bulgaristan'da bir köyde doğdu, yeteneklerini keşfeden entelektüel Bulgar bir ailenin yardımıyla Sofya'da Mimarlık okudu. 1951'de tarlalarda doludizgin koşturduğu çok sevdiği atı ve köpeğinden mecburen ayrılarak Türkiye'ye göç etti. Doğum tarihini değiştirip Cumhuriyet'in kurulduğu 29 Ekim gününü seçti. Konya'nın Ilgın ilçesine yerleştirildiler ama o ilk fırsatta İstanbul'un yolunu tuttu. Sofya'da öğrendiği Fransızcasını ilerletip kendi kendine İngilizce öğrenmeye başladı.

  Lise mezunu gençlerin mumla arandığı 1950'lerde, İzmit'in köylerinde öğretmenlik yaptı. Kandıra Hastanesinde memurluğa başladıktan sonra, onsekizindeki Nevin Hanım'la evlendi. Bu arada Karamürsel'de bir Amerikan üssü kurulmuş, Konya'daki ailesi de İzmit'e yerleşmişti. Ali Caydı, Kefken'de tanıştığı bir Amerikalı ile ilk İngilizce pratiğini yaparken, İngilizcesinin Karamürsel'deki üste çalışmaya yetip yetmeyeceğini anlamak istiyordu. Onu yeterli bulan Amerikalı'nın, Karamürsel üssü komutanı ve albay olduğunu, çalışmak üzere hava üssüne gittiğinde öğrendi.

  Birbirine sesini bile yükseltmeyen, günümüze kadar daima el ele kol kola gezen Ali ve Nevin çiftinin kurdukları yoğun mutluluk atmosferinde ilk çocukları ben Selçuk doğdum. Ali Caydı'nın kendi kendine dil öğrenme geleneğini sürdüren ve Çince dahil beş dilde konuşup yazabilen kızı Sümer de aileye sonradan katıldı. 

  Ali Caydı Karamürsel üssünde tercümanlık yaparken işçilerin haklarını da savunuyor, ama işçiler Amerikalılar tarafından muhatap alınmıyorlardı. Arkadaşları ile Ankara'ya giderek zamanın Çalışma Bakanı Bülent Ecevit ile görüştü. Ecevit onlara, bir sendika kurmalarını önerdi. NATO üslerinde çalışanların sendikası TÜNATOS böyle doğdu. 1960'lı yıllarda kurulan ve işçi haklarını savunan İşçi Partisi TİP, Karamürsel'deki sendikacıların dikkatini çekti. Ali Caydı TİP'in Karamürsel'deki ilk ilçe başkanı seçildi. 

  1971 darbesi sonrasında işinden olup, başka bir işte çalışması da engellenince mecburen yurtdışına gitti. İsviçre'de çalışırken bir yıl içinde İtalyanca öğrenip Türk işçilerin tercümanlığını yaptı. Çocuklarının önce İtalyanca değil Almanca öğrenmesini tercih ettiğinden Almanya'ya geçti. Ali Caydı, Wertheim kasabasındaki Amerikan üssünün memur kadrosuna alındı ve buradan, kalite kontrol müfettişi olarak 1990'ların başında emekliye ayrıldı.

  Ali Caydı, yaşadığı kasabada, Türklerin Alman makamları ile ilişkilerinde kendisine sıklıkla başvurulan akil kişisiydi. Kasabada düzenlenen bir Yabancılar Gecesi'nde Almanca Türkçe ve İngilizce yaptığı konuşmadan sonra Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD'nin teklifiyle Wertheim'da partinin ilk Türk üyesi oldu. Main-Tauber Bölgesinde Alman vatandandaşlığına kabul edilen ilk Türk vatandaşı Ali Caydı idi. 

  Emekli olup İzmit'e dönünce Balkan Türkleri Derneği toplantılarına katılıyordu. O dönemde CHP'nin teklifiyle parti üyesi oldu ve partinin İzmit eğitim komisyonunda çalıştı.

  Ali Caydı, eski alışkanlığını sürdürüyor ve Koceli basınını, ulusal basını günü gününe takip ediyor. İstanbul'dan getirdiğim yabancı dergileri büyüteciyle tarayıp, başlıklarını benimle tartışmayı da ihmal etmiyor. 

  Ali Caydı, pusulanın şaştığı en çalkantılı zamanlarda bile doğru yolu bulmayı sağlayan Kutup Yıldızı gibidir. Sözle değil, hissettirerek yol göstermeyi tercih eder.

Doksanıncı doğum gününüz kutlu olsun sevgili Ali Caydı. Sağlık ve sıhatle nice yıllara.


Sizi sevgi ve saygıyla anıyoruz, yeni yaşınızı kutluyoruz...


(Bu yazım, geçen yıl 30 Ekim günü Demokrat Kocaeli Gazetesi'nde yayımlandı. Babam Ali Caydı'yı malesef Şubat 2022'de kaybettik...)

Kültürel çölleşmeye sessiz tepki


Türkiye'yi İslamcılar dönemini ebediyyen aşmaya zorlayan faktörler var. Bunlardan biri, İslamcıların "Kültürel hegemonya" terimi altında değerlendirip son vermek istedikleri modern Türk kültürü. Türkiye'nin uzun modernleşme süreci boyunca oluşmuş ve anlaşılır nedenlerle esasen Batı orijinli olan modern kültürün, İslamcılar tarafından Batının bir hegemonya aracı olarak algılanması ve kısıtlanması, bu kültürle şekillenmiş ve onu yaşayan/kullanan insanlar tarafından bir "Eğlence sorunu" olarak algılanıyor.

Modern kültürün sunduğu eğlence ve kültürel gereksinim, ayrım yapmadan hem genç hem de yaşlı kuşağı islamcı zihniyetten soğutan "ilginç" faktörlerin adı konmamış en önemlilerinden.

Eskiden kasabalara bile tiyatrolar, hatta sirkler gelir, giyinilip kuşanılıp buralara gidilir, sonra onca kahkahanın üzerine kadınlı erkekli gruplar halinde çay bahçelerine inilip mutlaka birer çay içilirdi. Henüz gelir uçurumu bugünlerdeki gibi "uçmuş" değildi, insanlar birbirlerinden kopmuş değillerdi. Kasabada şehirde yaşayan işçi de bir avukat veya doktor gibi tiyatroya sinemaya çay bahçesine gidebiliyor, gazetesini kitabını alabiliyordu.

Çocukken kim olduğunu henüz bilmediğim halde, Demirel'le dalga geçen bir oyunda neredeyse bayılıncaya kadar güldüğümü ve annemin beni defalarca "sessiz ol" diye uyardığını hatırlıyorum, -hayatımın ilk anılarındandır.

Hafta sonu Babamın elinden tutup zamanın en orijinal mizah ve karikatür dergisi Akbaba dergisi almaya gittiğimizi de unutmadım. O gazeteleri Cumhuriyet ve Akşam'ı okurken (TİP'in en renkli milletvekili yazar Çetin Altan Akşam'da yazardı) ben de büyük bir zevkle Akbaba'nın karikatürlerine bakardım. Akbaba dergisi, şimdinin kavruk tırıl Leman dergisinin büyük boy çok siyasi bir versiyonuydu ve galiba Aziz Nesin de orada yazıyordu, dergi tüm Türkiye'de satılıyordu. Akbaba dergisinin karikatürleriyle ulaşılmış yüksek sanatsal kalite ve o orijinal stiller, artık yok malesef.

1970'lerde İstanbul'da Taksim meydanı, kitap sergilerinden geçilmezdi. Bugün arayıp bulamadığınız tüm Marksist klasikleri, ünlü filozofların beylik kitaplarını, en yeni yerli ve çeviri edebiyatı, akıl hafzala almayacak envai çeşitlilikte dergiyi, kulübeden daha ufak gazete bayiilerinden, sergilerden alabilirdiniz. Bayiiler dergileri saçaklarına mandalla tutturur, böylece tamamını bir bakışta görebilirdiniz. Hepsi de satılırdı.

Sadece Beyoğlu, Nişantaşı, Kadıköy bölgesindeki tiyatroların haddi hesabı yoktu, hepsinde de envai çeşit oyunlar oynanır, salonların hepsi dolar, birkısmı kapalı gişe oynardı. İstiklal'e çıktığımızda hangi sinemaya gideceğimizi şaşırırdık çünkü çok çeşitli film gösterilirdi ve dünyada vizyona giren yeni ve iyi filmler, sadece Amerikan ve Türk filmleri değil Fransız ve İtalyan filmleri de Fitaş'dan SinePop'a, Emek'ten Alkazar'a kadar heryerde oynar, salonlar daima dolardı.

Türklerin mizah ve karikatür geleneği o kadar güçlüydü ki, rahatlıkla İspanya'nın eleştirel sertliği ile ve hatta İtalya'nın estetiği ile rekabet edecek çeşitlilikte ve düzeydeydi. Aynı dönemde mesela Almanya'da böyle bir şey yoktu. Gırgır, dünyanın en büyük mizah dergilerinden biriydi ve bunu sadece Türkler değil, mesela Almanya'da tanıştığım karikatürist ve çizgi roman çizerleri de bilirdi.

Televizyon da, on yıl öncesine kadar taşrada yaşayan insanlar için gerçek bir eğlence kutusuydu. Mesela Yılbaşı programları ve çaktırmadan sonuna kadar çıkması beklenen oryental dansözler, "Örövizyon" yarışmaları, ama özellikle mizah/hiciv kabare programları önce televizyondan sonra videodan takip edilirdi ve galiba (hiç seyretmedim ama) televizyon dizileri de daha iyiydi.

Mizah ve Hicivin "hakaret" kategorisine sokulup doğrudan ve/veya dolaylı olarak sistematik bir şekilde birbiri ardından ekranlardan kaldırılmasını, karikatürlere açılan davalar ve davaları ima eden baskılar dönemi izledi. Ve bugün bile inanmakta zorlandığım bir şey oldu: O devasa muazzam karikatür ve mizah kültürü sustu.

Türklerin 20'inci Yüzyılda oluşturduğu ve küçümsenmesi mümkün olmayan eğlence kültürü; gazinosundan konserine, tiyatro-kabaresinden televizyonuna, mizah dergilerinden kitabına edebiyatına kadar kavruk güdük bir hale geldi ve bundan kimse memnun değil, -hiç kimse...

Konu eğer, "Solun/Batının/zartın/zurtun kültürel hegemonyasını kırmak" idiyse, buna alternatif bir "yeni kültürel hegemonya" inşa edilmesi gerekmez miydi? Öyle ya, madem bunlar Batılı, ayıp, günah, "kültürümüze aykırı", ahan da orada bin yıllık Türk kültürü/folkloru/masalı...

Hem internetle büyümüş Gençliğin, hem de Zeki-Metin diyaloglarına gülen, Gırgır okumuşluğu olan kuşakların sahiden de hemfikir oldukları konu: İslamcılığın, "Bâtıl/günah/zart/zurt" saydığı modern Türk kültürünün yerine koyabileceği hiçbir şey -evet, hiçbir şeyinin olmadığını görmeleridir.

Toplumlar eğlencesiz yaşayabilir mi, yani selefiler gibi sadece Kur'an okuyup ağlamakla (ve kalan zamanlarda da VPN üzerinden gizli gizli başka ülkelerden yayınlanan yabancı dizileri izlemekle) yetinebilir mi? Artık Arap ülkelerinde bile kimse yetinmiyor. Kültür, hayatın tadı tuzu biberi. Günlük eğlence kültürünün "Bâtıl kültürel hegemonya ürünü" sayılıp, yerine bir şey koymadan dolaylı yollardan yasaklanması, toplumdaki burukluğu ve memnuniyetsizliği artırıp, o yasakları üretenlere karşı kalıcı bir nefrete dönüşür. (Neden böyle olduğunu başka bir yazıda anlatacağım).

Tabii İslamcılar da "alternatif" üretmeye çabaladılar, adına "mizah dergisi" dedikleri şeyler çıkardılar. İleride bu dergilerin psikologlar tarafından inceleneceğini, bu konuda araştırmalar yayımlanabileceğini söyleyebiliriz (zira bu dergilerde yapılanlar mizah değil, kötücül 'Schadenfreude'. Ve kültür üreten ve tüketen modern insanın varlığını kıskanmanın 'Existenzneid'ın ifadesi). Bu dergiler mizah olamadıkları için okunmadılar.

2000'li yıllarda yayımlanan ve -nedense- çok satılan islamî romanları da incelemiştim, bunlar da sözün en kestirme ifadesiyle "garip" idiler. Ve tabii, bunların en "kalitelisi" sayılan Necip Fazıl gibi, başka dillere çevrilebilecek kalitede değildiler (çevrilip başka ülkenin insanlarına sunulabilecek kaliteye sahip olmak, her zaman kriterdir).

Şimdiye dek Türkiye tarihinde hiç bir kesime "nasib" olmamış devasa öçülerde kaynak kullanmalarına rağmen, sona ermekte olan İslamcılar devrinden geriye otantik, Dünyada kendine münhasır bir kalite arzeden orijinal hiçbir -ama hiçbir- kültürel eser kalmıyor. Bu devirden geriye kalan, herkesin aşina olduğu bir tek şarkı, müzik parçası bile yok, resim zaten yok,  onca betona rağmen mimarî de yok, malesef bi hayli 'yok'...

Türkiye'de yaşanan kültürel çölleşmeyi, Dünya'da da internet çağına has bazı azalma ve değişimlerle açıklamak hiç mümkün değil ve bu durum, hele şimdi bir de ekonomik sıkıntıların iyice kendini hissettirdiği atmosferde çok daha net hissediliyor. Burade alenen, insanların neşelerini kaybetmeleri gibi korkunç bir durum söz konusu ve herkes, bu durumun bir daha asla yaşanmamak üzere aşılacağı günlere hazırlanıyor, o günler hızla yaklaşıyor. Sonrasında herkesin çok eğleneceğini ve bu keyifsiz garip dönemden kurtuluşu eğlenerek kutlayacağını söyleyebiliriz! -bu net.

Norbert Trenkle ile Rus-Ukrayna savaşı bağlamında sistem krizi ve kapitalizm ötesi çözümler hakkında


Selçuk Salih Caydı: 
Rusya'nın saldırı savaşı Türkiye'de de çok önemsenen bir konu. Ancak birçokları savaşı, Rusya'nın "kötü Batı"ya karşı savunma savaşı olarak okuyor. Bu anlatıyı hem aşırı sağ hem de geleneksel sol kullanıyor. Nasıl oluyor da bu kadar birbirine benzemezler, aynı noktada buluşabiliyorlar? 

Norbert Trenkle: Putin "kötü Batı"ya ve sözde Batılı değerlere karşı gürleyerek, "geleneksel anti-emperyalizmin meşru varisi" pozu verebiliyor. Bu yüzden hem sağdan hem soldan destek alabiliyor, Küresel Güney'deki birçok insan kendini onunla ve onun savaş politikalarıyla özdeşleştiriyor.

Anti-emperyalizm, bir zamanlar sömürgecilik ve sömürgecilik sonrasının muktedirlerine karşı mücadelelerle ilişkilendirilirdi ve bu bağlamda kuşkusuz haklı bir mücadeleydi. Zira dünyayı kendi aralarında paylaşıp yönetenler, Batılı güçlerdi. Eski sömürgeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bile oralarda kendi çıkarlarını acımasızca savunanlar, başta ABD olmak üzere Batılı güçlerdi. Bu nedenle, Soğuk Savaş bağlamında Sovyetler Birliği, bir taraftan kendi emperyal çıkarlarının peşinde koşsa bile, ulusal kurtuluş hareketlerinin doğal müttefiki sayıldı. Rusya'nın emperyal çıkarlarının peşinde koştuğu gerçeği, "sosyalizm" ve özgürleşmenin ideolojik himayesi altında gerçekleştiğinden, kolayca gözden kaçırılabiliyordu.

Eski Doğu blokunda hayat bulmuş olan ve adına 'Reel sosyalizm' dediğimiz düzen, hiçbir zaman özgürleştirici bir proje olmadı, onun yerine, devletin daima bir kalkınma ajansı olarak merkezi rol oynadığı, kapitalist modernleşmeyi sonradan yakalamanın farklı bir biçimiydi. Küresel Güney'deki birçok ülke de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra benzer bir yol izledi ve kapitalist merkezlerden daha bağımsız olmaya çalıştı. 1970'lerde ve 1980'lerde bu girişimler hemen hemen her yerde başarısızlığa uğrayıp kısa bir süre sonra da Sovyet imparatorluğu çöktüğünde, milliyetçilik ve köktendincilik giderek daha fazla ön plana çıktılar; "sosyalizm"in bıraktığı ideolojik boşluğu doldurdular ve kendi aralarında, tüm siyasi akımların en düşük ortak paydası gibi bir şeyi temsil eden anti-emperyalizm konusunda hizalandılar. Rus savaş propagandasının bugüne kadar dayandığı nokta tam da budur. Putin rejimi son derece otoriter ve açıkça gerici olmasına rağmen, "Batılı güçlere" karşı hâlâ bir müttefik olarak görülüyor.

 

Putin'in "Batı"yı çürümüş ve kültürel anlamda yozlaşmış diye tanımlayıp, onun karşısına geleneksel "Rus kültürü" ve "Hıristiyanlık değerlerini koyduğu söylemi nasıl bir rol oynuyor, kulaklara nasıl bu kadar cazip geliyor ve etkili olabiliyor?

 

Burada söz konusu olan, modern kapitalizmin tarihi kadar eski olan "Batı'nın çöküşü" anlatısıdır ve günümüzde, Reel Sosyalizmin çöküşünden sonra başlayan sosyal ve politik çatışmaların kültürcü çatışmalar haline getirilmesi bağlamında değerlendirilebilir. Kapitalizmin (Liberal ve Reel Sosyalist olmak üzere) iki farklı çeşidi arasındaki rekabet, daima sistem içi bir rekabetti ve Reel Sosyalist düzenin çöküşünden beri de bir kültürcü çatışma şeklinde ifade buluyor. Kültürcü anlatı, Avrupa'da, özellikle Almanya'da, zincinlerinden boşanmış kapitalist dinamiğin neden olduğu ve hâlâ neden olmaya devam ettiği genel güvensizliğe ve tedirginliğe bir tepki olarak 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştı. Ama doğrudan bu dinamiği ve neden olduğu olumsuz etkileri eleştirmek, mesela doğanın tahribi gibi veya kitlesel yoksullaşma gibi olumsuz etkilerini eleştirmek yerine, sözkonusu dinamik, "kültürel dekadans" adıyla yeniden tanımlandı. Bir karşı-imge yaratmak adına, toplumlarda derin kökleri olan ve bozulma tehlikesine karşı korunması ya da yeniden canlandırılması gerektiği düşünülen eski kültürler ya da dinlerden müteşekkil yeni tasavvurlar kurgulandı. Bu da, günümüze kadar gelen, dünyadaki tüm milliyetçi, etnikçi ve dinci köktenciliklerin ideolojik temelidir. Her türden köktencinin gözden kaçırdığı şey ise, "Batı karşıtı" fikirlerinin de doğrudan Batı'dan ithal edildiği gerçeğidir.  Örneğin, Hindistan'daki Hindu milliyetçilerinin veya İran'daki mollaların kendi kültürel ve dini kimliklerinde ısrar edip, Avrupa'da ortaya çıkmış kültürcü kalıpları kopyalamaları, ister istemez ironiktir. Günümüzde Putin, "Batılı dekadans"a karşı savunmak istediği "Büyük Rus İmparatorluğu" mirasına sarılsa bile, hâlâ, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan ve onunla birlikte tüm dünyaya yayılan modernizm karşıtı gerici düşünce geleneğinin bir parçası. Tam da bu nedenle Putin rejiminin özellikle Avrupa ve ABD'de sağcı ve aşırı sağcı partileri ve akımları desteklemesi, kendi içinde tutarlı. 

 

Öyleyse Putin Ukrayna'ya neden saldırdı? Rusya'nın yayılma hevesleri bir taraftan da, küresel güç dengelerinin Batı lehine değişmesiyle ve özellikle NATO'nun doğuya doğru genişlemesine karşı verdiği tepkiyle ilgili değil mi?

 

Ukrayna'ya yönelik saldırıyı, her şeyden önce, otoriterliğin ve siyasi/dînî sağın küresel saldırısının bir parçası olarak değerlendiriyorum. Putin rejimi, dünyadaki hemen hemen tüm otoriter yöneticiler için bir rol modelidir. Şu anda kendilerini yükselişte görüyorlar, çünkü Batılı güçlerin piyasa ekonomisi ve demokrasinin himayesinde yeni bir dünya düzeni yaratma girişimleri, berbat bir şekilde çökerek başarısızlığa uğradı. Bu nedenle, Ukrayna'ya karşı savaşın, NATO ve ABD'nin saldırgan eylemlerine bir tepki olduğu da doğru değil. NATO'nun doğuya doğru genişlemesi 2004'te sona erdi. O zamandan beri, hiçbir yeni üye kabul edilmedi ve Ukrayna ile Gürcistan'ın kabulü, en azından 2008'de Merkel hükümeti tarafından veto edilerek engellendi. Dolayısıyla Putin rejiminin, kendisini bir NATO saldırısına karşı savunmak zorunda kaldığı iddiası sadece propagandadan ibaret.

Asıl konu, bambaşka. Bizzat ifade ettiği üzere Putin, Sovyetler Birliği'nin çöküşünü "20. yüzyılın en büyük felaketi" sayıyor. Bunu anlamak için sözü tekrarlayarak "tadına" varmanız gerekiyor. Tarihin bugüne kadarki en kanlı ve en şiddetli yüzyılında, Sovyet imparatorluğunun nispeten barışçıl bir şekilde sona ermesinin, yüzyılın en kötü şeyi olduğunu söylemiş oluyor. Bu ifade, Putin'in ve onu çevreleyen, çoğu eski Sovyet gizli servisi çevresinden ve güvenlik aygıtından gelen iktidar seçkinlerinin fikriyatına önemli ölçüde ışık tutuyor. Putin, eski dünya gücü konumunun kaybını son derece derin bir rahatsızlık olarak hissediyor ve bu nedenle onu en azından bir dereceye kadar yeniden inşa etmek için bastırılamaz bir dürtü tarafından yönlendiriliyor. Pratik olarak imkansız olsa da, şimdi Ukrayna'da ve daha önce mesela Suriye'de olduğu gibi buna tevessül etmesi bile çok büyük acılara neden oluyor.

 

Öyleyse Ukrayna'ya saldırı neden şimdi gerçekleşti? Bahsettiğin huzursuzluk uzun zamandır zaten mevcuttu.

 

Bence Ukrayna'ya yönelik saldırının şimdi gerçekleşmesinin üç ana nedeni var. Birincisi, Putin Batı'yı zayıflamış bir jeopolitik konumda gördü; Batı'nın geçen yıl Afganistan'dan neredeyse panik halinde çekilmesi bunu doğrular nitelikteydi. Putin, zamanın uygun olduğuna inandı, ama Batılı güçlerin sert ve kararlı tepkisine de aynı nedenlerle oldukça şaşırdı. İkincisi, Putin, Hakimiyetinin ekonomik anlamda tehdit altında olduğunu düşünüyor, çünkü gücü, hammadde ihracatına, özellikle petrol ve gaz ihracatına dayanıyor. Oysa, enerji arzının yakında yenilenebilir enerjilere çevrilmesi ile gücünün de temelden sorgulanabilir hale geleceğini görüyor. Emperyal hedeflerine ulaşmak istiyorsa, günümüzün ekonomik temeli geçerliliğini yitirmeden, harekete geçmelidir. Bunlara ek olarak üçüncüsü, Rusya içindeki muazzam toplumsal bölünmelerden kaynaklanan gerilimler var. Bu koşullarda bir fetih savaşı, adı böyle konulmasa bile, halkı yanına çekmenin her zaman iyi bir yoludur, böylece bir milliyetçilik dalgası yaratılır ve güç gösterisi yapılır. Bu konu, 2014'te Kırım'ın ilhakı sırasında iyi işledi. Neden yeniden işlemesin? Şimdi Putin'in askeri ve siyasi anlamda yanlış hesap yaptığı artık açıkça görülür hale gelmiş olsa da, artık kolayca durdurulamayacak bir dinamiği harekete geçirmiş bulunuyor.

 

Putin, iktidar gücünü kaybetmekten korkuyor gibi. Askeri bir yenilgiden de korkması gerekmiyor mu?

 

Putin için askeri bir yenilgi elbette felaket demektir, çünkü bir yenilgiden siyasi olarak sağ çıkamaz. Şimdi bunu önlemek için elindeki tüm araçları seferber ediyor ve tüm doğu Ukrayna'yı ilhak ederek Kırım'a bir kara koridoru oluşturma hedefine odaklanıyor. Rus askeri makinesinin boyutları düşünüldüğünde, oldukça gerçekçi bir hedef. Ancak göstergeler, savaşın devam edeceği yönünde, ve bu, halkın acılarının daha da artacağı anlamına geliyor. En başta, gücü kaybetme korkusu, dediğim gibi, bu savaşı başlatmak için önemli bir nedendi. Her otoriter rejim gibi, Putin rejimi de sürekli olarak kendi halkının ona isyan edebileceğinden korkuyor. Son yıllarda muhalefeti bastırmak, korkutmak veya ülkeden kovmak için elinden gelen her şeyi yapmış olsa da, bir rejim sıkı sıkıya kapatılınca, paranoya güçleniyor. Bu, tüm otoriter rejimlerin genel özelliğidir; otoriter olanlar her yerde "komplo kokusu" alırlar ve eski müttefiklerin de sıklıkla kurban edildiği yeni "temizlik" operasyonları yaparlar.

Rusya örneğinde paranoyaya, komşu ülkelerdeki protesto hareketlerinin Rusya'ya "bulaşma korkusu da buna dahil. Aynı nedenle Putin, iki yıl önce başı belaya giren Belarus diktatörü Lukashenko'nun yardımına koştu ve bu yılın başlarında Kazakistan'da insanlar sokaklara döküldüğünde hızla Kazakistan'a müdahale etti. Ama Ukrayna'daki görece canlı sivil toplumu çok özel bir tehdit olarak algılıyor, çünkü bu ülkenin bağımsızlığını reddediyor ve onu "Büyük Rusya"nın bir parçası sayıyor. Bu yüzden orada kendi kafasına uygun bir düzen kurmak, yani direnen her şeyi ortadan kaldırmak istiyor. Örneğin, Ukrayna'nın büyük şehirlerinde aykırı cinselliğe açık canlı toplulukların olması, Putin için bir skandal, çünkü doğal ya da Tanrı vergisi olduğuna inandığı "cinsiyetler hiyerarşisi"ni sorgulayan bir durum. Bu konuda, İslamcılarla, Hıristiyan köktendincilerle veya faşistlerle, dünyadaki tüm otoriter ve gerici güçlerle hemfikir. Bunların hepsi, cinsel kimliklerini, feministlerin ve aykırı hareketlerin tehdidi altında hissediyorlar ve bu hareketlere, panik ve şiddet karışımı tepkiler veriyorlar.

 

Bu bağlamda, otoriterliğin küresel bir saldırısından bahsediyorsun. Demokrasi çekiciliğini yitirdi mi?

 

Dünyadaki tüm büyük protesto hareketleri hâlâ demokrasi ve özgürlük değerlerine atıfta bulunuyorlar. Burada sorun, asgari bir toplumsal eşitlik olmaksızın demokrasinin işleyemeyeceğinde. Ancak, modern kapitalizm, yüksek üretkenliği nedeniyle üretimde giderek daha az işgücü gerektirdiğinden ve aynı zamanda sermaye artışı esas olarak finansal piyasalarda gerçekleştiğinden, giderek daha fazla insan "gereksiz" hale getirilmekte ve sosyal alanda marjinalleştirilmekte. Bu insanlar, kendi çıkarlarını savunmak için neredeyse hiç bir imkana sahip değiller ve siyasi anlamda temsil de edilmiyorlar. Bu nedenle otoriter akımlar da her yerde yükselişte. Onlara ancak asgari düzeyde sosyal güvenlik vaat ediyor ve dünyayı dost ve düşman diye bölerek kolektif kimlikler inşa ediyorlar. Böylece "halkın", yani büyük çoğunluğun temsilcisi gibi davranabiliyor ve iktidar olmak taleplerini demokratik anlamda meşrulaştırabiliyorlar. Günümüzde çoğu otokrat, sürekli olarak sivil özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünü çiğnerken ve utanmadan kendilerini zenginleştirirken, bir taraftan da "demokrasi savunucuları" olarak zuhur edebiliyorlar.

Buradaki büyük dram, otoriterliğe karşı çıkan sivil toplum güçlerinin bu siyasi stratejiye karşı koyacak çok az şeye sahip olmasıdır. Çünkü sivil özgürlükler için mücadele etmelerine rağmen, genellikle canalıcı toplumsal sorunlara çözümler bulamıyorlar. Bu nedenle, onları, "normal insanları" umursamayan, küçük bir seçkinler grubunun temsilcileri olarak karalamak kolaylaşıyor. Öznel anlamda pek çok durum için kesinlikle doğru değil, ancak nesnel anlamda liberal demokrasi, artık her zamankinden daha çok, bir küresel azınlık meselesi; zira çoğu ülkede artık sosyal dengeyi asgari ölçülerde sağlamayı dahi başaramamakta. Aşırı toplumsal kutuplaşma, esasen, küresel kriz kapitalizminin nesnelleştirilmiş dinamiklerinden kaynaklandığından, ona liberal siyaset araçlarıyla karşı konulması mümkün değil.

 

Öyleyse, Putin yönetimindeki Rus devletinin otoriterleşmesi veya Bonapartist şekillenmesi, kapitalizmin ilerleyen kriz sürecinin kaçınılmaz bir sonucu mu? Böyle bir devlet, krizi kontrol altına alabilir mi?

 

Bu, kaçınılmaz bir gelişme değildi. Farklı bir yol izleyen başka devletler de var. Durum, aynı zamanda toplumsal güç dengesine de bağlı tabii. Rusya'da, 1990'ların aşırıya kaçan özelleştirmelerine ve krizine tepki gösteren güçlü bir güvenlik aygıtı vardı. Putin, o aygıtla birlikte oligarkları ehlileştirmeyi ve onları devletin hizmetine sokmayı başardı. Onların işlerini bozmadı, ama rejime karşı gelmemek kaydıyla arsızlık düzeyindeki yüksek kârlarını toplamaya devam etmelerine izin verdi. Ancak ekonomide ve altyapıda bir miktar istikrar da sağlandı, böylece maaşlar ve emekli maaşları yeniden zamanında ödendi, Rusya'da yaşayan insanların büyük çoğunluğu bir dereceye kadar hayatlarını rahat idame ettirebildiler. Bu, Putin rejimine bugüne kadar süren geniş bir halk desteği sağladı; herkes onu göklere çıkarıyor olmasa bile, en azından halkın büyük bir çoğunluğu, Putin'i ona alternatif olanlardan daha iyi buluyor, ehven-i şer sayıyor.

Bu anlamda Putin rejiminin Rusya'daki krize geçici bir çözüm bulduğu söylenebilir. Ama bu çözümü daha ziyade, 2000'lerin başında yaşanan 'Kapitalizmdeki canlanma' bağlamında değerlendirmek gerekir; önemli ölçüde finansallaşma tarafından harekete geçirilip yönlendirilen inşaat sektörüne dayanıyordu. Hatta o zamanlar Rusya'nın Çin, Brezilya ve Hindistan ile birlikte –BRIC ülkeleri adıyla– ekonomi alanında bir dünya gücü olma yolunda olduğu bile söyleniyordu. Gerçekte, Rusya'nın görece ekonomik başarısı, esas olarak dünyanın hammadde ve enerji tedarikçisi haline gelmesine dayanıyordu. Ama bu aynı zamanda Rus rejimin Aşil topuğu. Rus hammadde ve enerjisine olan talep çökerse, Rus ekonomisi de sarsılır. Putin şimdilik Avrupa'nın ve özellikle Almanya'nın Rusya'ya bağımlılığını silah haline getirebiliyor, ancak birkaç yıl içinde bu da sona erebilir. Çünkü temel enerji ihtiyacının yeniden yapılandırılması Batılı hükümetlerin vaat ettiği ölçüde hızlı ilerlemeyecek bile olsa, hala başka ülkelerden edinebilecekleri kaynaklar arıyorlar -ve kaynak aradıkları ülkeler de genellikle Rusya'dan daha az otoriter olmayan ülkeler. Savaş, her şeyden önce, genel enerji talebinin de düşmesine neden olacak büyük bir dünya ekonomik krizini tetikleyebilir.

 

Fakat Rus otoriterizminin ekonomik temeli çöktüğünde ne olur?  Toplumu gereğinde zor kullanarak bir arada tutan 'Post-kapitalist otoriter devlet' gibi bir şey mümkün mü?

 

Böyle bir durumda Rusya'da ne olacağını tam olarak tahmin etmek zor. Ancak hammadde ihracı Rusya için ekonominin temeli olmaktan çıkarsa veya riskli bir alan haline gelirse, Rusya'da kapitalizm çökmeyip, aksine, yeni bir kriz aşamasını yaşayacaktır. Sözde oligarklar etrafında gruplanan çeşitli mafya grupları arasındaki çatışmaların yeniden ortaya çıkması ve daha sonra geriye kalan mevcut kamu zenginlikleri için birbirleriyle amansız bir mücadele içine girmeleri mümkündür. Şu anda Rus devleti, bu mafya gruplarını kontrolü altında tutuyor - tabii bu arada devlet bürokrasisi mensupları da her şartta kendilerini zenginleşmeye çalışıyorlar. Ekonomi açısından kritik koşullar altında bile bugünkü durumun devamını garanti edecek kadar güce sahip olmaları mümkün. Ancak çeteler ve devlet arasında paylaşılabilecek ganimet küçüldükçe, paylaşmak çok daha zor ve itilaflı hale gelecektir. Öyle bir durumda devlet, 1990'larda olduğu gibi, yeniden o çıkar çatışmalarının cepheleri arasında kalabilir. Ekonomik temelin aşınıp eridiği her yerde dünya çapındaki eğilim böyle. 

Ekonomi gitgide daha istikrarsız hale gelirse, işin başında belirli bir düzeyde istikrarı garanti edebilecek tek otorite devlettir. Bunu da çıkar çatışmalarına açıkça şiddetle müdahale ederek ve protestoları ezerek yapıyor. Öte yandan devlet, tüm bu çıkar çatışmalarının üzerinde yer alan toplum dışı bir varlık da değil, bilakis, bizzat kendi eylemleri, toplumsal güç dengelerinden önemli ölçüde etkileniyor. Sonuç olarak, bu nedenlerle, devlet aygıtının her zaman içten çürümesi söz konusu ve daha sonra devlet aygıtının çetelerden birine veya bir şekilde birbirleriyle anlaşmak zorunda olan çok sayıda çeteye yem olması mümkün.

Bu anlaşmaların daha sonra ayrıntılı olarak nasıl ilerleyeceği ülkeden ülkeye değişir. Kural olarak, her çete belirli bir sosyal taban oluşturmak için bir kesim müşteriye hizmet etmek zorundadır. Bunun iyi bir örneği, her biri yalnızca kendi destekçilerine hizmet veren, bir taraftan da ülkenin hazinesini talan eden gruplar arasında bölünmüş Lübnan devletidir. Elbette bunun post-kapitalizmle hiçbir alakası yok. Kapitalist biçimlerin hepsi hala ortada ve eylemin kâr amacı aynen devam ediyor ve esas olan, suç yoluyla da olsa parayı çoğaltmak. Post-kapitalizm yerine, kriz içinde çürüyen bir kapitalizmden söz etmek daha doğru.

 

Bu gidişatı durdurmak hâlâ mümkün mü? Liberal demokrasi, yukarıda söylediğin gibi, artık bir perspektif olmaktan çıkarken, devletin otoriterleşmesine ve mafyalaşmasına karşı ne yapılabilir?  Alternatifler var mı?

 

Otoriterizm ile kıyaslandığında Liberal demokrasi kesinlikle çok daha iyi bir alternatif. Sorun şu ki, liberal demokrasi, dünyanın giderek daha büyük bir bölümünde artık maddi bir temele sahip değil. Çünkü liberal demokrasi, ancak toplumun bireylerinin çoğunluğuna, sermayenin değerlendirilmesi amacıyla iş gücü olarak ihtiyaç duyulduğu ve bu insanların kendilerinin siyasi anlamda temsil edildiklerini gördükleri yerde işleyebilir. Liberal demokrasi esas olarak, kapitalizmin üretimde kitlesel iş gücüne dayandığı çok özel bir tarihsel evresinin siyasi biçimidir. Ancak bu aşama geri dönülmez bir şekilde sona ermiştir ve bu nedenle liberal demokrasinin temelleri, halen belli ölçülerde işlediği ülkelerde bile aşınmaktadır.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, günümüz kapitalizmi insan emeğine giderek daha az bağımlı hale geliyor ve bu nedenle, parasının miktarını artırmak amacıyla giderek daha fazla insanı (ekonomi bağlamında) "gereksiz" hale getiriyor. Faaliyetlerini sürdürebilmek için bir yandan da Yeryüzünün gittikçe daha fazla kaynağını gasp ediyor ve Yeryüzünün daha büyük bir kısımını işgal ediyor. Günümüzde, gezegenimizin bir tür yeni bir kolonizasyonu ile karşı karşıyayız; "Ekolojik dönüşüm" işareti altında, aslında hiç de öyle olmayan, sadece küresel bir azınlığın üretim ve tüketim modelini birkaç yıl daha güvence altına almayı amaçlayan bir durum söz konusu. Bu gelişmeden en çok zarar görenler elbette Küresel Güney'de yaşayan insanlar. Bununla birlikte genel bir eğilimden bahsediyoruz. Toplumların sosyal bölünmesi, ekolojik yıkım ve otoriter eğilimler her yerde el ele yürüyor. Tam da bu nedenle, çözüm için, kapitalizmin ötesine uzanan küresel bir yanıta ihtiyaç var.

Burada engel teşkil eden tek sorun, geleneksel özgürleşme kavramlarının, bunlar arasında özellikle de ihtiyaç zamanlarında hâlâ devleti kurtarıcı olarak gören türlerinin modasının geçmiş olması. Devleti kurtarıcı olarak görenler, sağcı otoritarizmden çok da iyi olmayan sol bir otoriterizmin çıkmazına sürüklüyorlar. Bütün bunların yerine, piyasa ve devlet ötesinde yeni bir özgürlük perspektifine ihtiyacımız var.

 

Sözünü ettiğin perspektif nasıl bir şey?

 

Ben 'Müşterekleşme' (Commonism) fikrine büyük sempati duyuyorum. Böyle bir toplumun temeli özel mülkiyete dayanmıyor. Özel mülkiyet yerine, hiç kimseye ait olmayan, ancak herkes tarafından ortaklaşa kullanılmasına izin verilen 'Müşterekler' ('Comon'lar) var. Tabii ki bu, tamamen farklı bir sosyal ilişki biçimiyle el ele yürüyor. Kapitalizme özgü sosyal ilişki biçiminin özü, başkalarını sınırlama ve dışlamaya dayanan özel mülkiyettir. Yani, "Benim olan benimdir ve onunla istediğimi yaparım" fikridir. Bunun anlamı aynı zamanda, "sosyal anlamda tanınmam ve yüksek yer edinmem, -sadece nitelikli iş gücüm aracılığıyla bile olsa- yalnızca özel mülkiyetimle mümkündür" anlamına geliyor. Ama hangi türden olursa olsun o "özel mülkiyetim" de sadece satabildiğim, pazarlayabildiğim zaman işe yarıyor. Başka bir deyişle: Özel mülkiyet, toplumsal bağların mal/meta hareketi (alımı-satımı) üzerinden tarif edildiği toplumların temelidir. Genel bir rekabet hakimdir, çünkü her kişi diğerlerinin çıkarlarına karşı kendi özel çıkarlarının peşinde koşar.

Müştereklere, yani 'Common'lara dayalı bir toplumda bu durum oldukça farklıdır. Burada işbirliği/kooperasyon, sosyal ilişkilerin temel biçimidir; sosyal zenginlik her zaman diğer insanlarla birlikte yaratılır ve paylaşılır. Tabii burada "sosyal zenginlik" kavramı, serveti yalnızca paraya tahvil edip parayla ifade eden kapitalist toplumun anladığından çok daha geniş bir anlam içerir. 

 

Bu oldukça ütopik bir yaklaşım olmuyor mu?

 

Bence ütopik değil, çünkü tüm toplumsal hareketlerde 'Commoning' yani 'Müşterekleşme'nin en çeşitli biçimlerini, müştereklerin yaratılması olayını zaten görüyoruz. 'Müşterekleşme', genellikle geçici bir ilişki olarak, ya da bir hareket kendi çıkarlarını kabul ettirip piyasa ve devlet kategorilerinde kabul gördükten sonra ortadan kaybolan bir ilişki biçimi şeklinde zuhur ediyordu. Mesela, eski işçi hareketinde böyleydi. Ama kabul görmesinin giderek zorlaştığı aşamada, müşterekleşme tamamen farklı, merkezi bir anlam kazanıyor ve birlikte yaşamın ve hayatta kalmanın temeli haline geliyor. Bunu dünya çapında birçok toplumsal harekette görüyoruz. Buradaki büyük sorun, müşterekleşmeyi iyi ve sürdürülebilir bir temele oturtmak için gerekli ölçüde yeterli kaynağa ve sosyal serbestliğe genellikle sahip olmamalarıdır. Çünkü kaynaklar, özellikle toprak, büyük ölçüde kapitalizm tarafından işgal edilmiş, yani özel mülkiyete dönüştürülmüştür. Ve özel mülkiyet, gezegenin daha fazla yok edilmesi anlamına bile gelse, şiddetle savunulmaktadır.

Bu nedenle, bugün müşterekleşme kaynakları için verilen mücadeleler, potansiyel olarak toplumsal mücadelenin merkezini temsil ediyor. Bu mücadele sayesinde ekolojik yağma durdurulabilir, aynı zamanda yeni ve özgürleşmiş bir toplum geliştirilebilir. Şimdilik, küresel bir perspektiften bakıldığında bu mücadeleler hâlâ azınlıkta ya da sosyal nişlerde yer alıyorlar. Bu nedenle, onları diğer mücadelelerle, özellikle de otoriterleşmeye karşı ve her türlü sosyal dışlanmaya karşı verilen mücadelelerle birleştirmek önemli. 'Müşterekleşme' fikri, ancak ondan sonra, Marx'ın deyimiyle, "maddi bir güç"e dönüşebilir.


Medyascope, 21 Ağustos 2022


Almanca orijinal versiyon:

https://www.krisis.org/2022/das-putin-regime-ist-ein-vorbild-fuer-fast-alle-autoritaeren-machthaber-in-der-welt/

 

Bir ideolojinin sefaleti ve Rus popülizmi


Hani şu klişe vardır ya, "Tarih tekerrürden ibarettir" falan diye üst perdeden hükümlere varan?!.. İnsan bazen "acaba mı ki?" demeden duramıyor, çünkü koca koca politikacılar, tarih boyu bile bile aynı "hata"ları yapıyorlar. Tabii bilinçli yapılınca bunun adı "hata" da olmuyor, "kendi varlığının zıddına/tersine hareket etmek" gibi bir şey oluyor, sonuçta sapılan belli istikametler o ülkelerin alenen aleyhlerine işliyor, mesela "Yeni Osmanlı" bu tür bi "şey". 

"Biz bundan kelli Osmanlıyı yeniden kurucaz, Osmanlı olucaz" demek, eski Osmanlı coğrafyasında kurulmuş 24 ülkenin devletine, "Bak gene geldik, burları biz yöneticez, siz ufaktan toz olun" demektir ve bunu Azerbaycan'dan Yemen'e, Bosna'dan Cezayir'e, oradan Sudan'a kadar hiç bir ülke kabul etmez. "Yeni Osmanlı", bütün bu ülkelerle bir şekilde kapışmayı göze almak, hepsine birden meydan okumak demektir. Şimdi aynı şeyi Rusya yapıyor...

Rusya'nın Putin öncesindeki eski Başkanı ve şimdinin Milli Güvenlik Konseyi şefi Dimitri Medvedev, Rus Facebook'u VKontakte'de zehir zemberek bir yazı yazıp (veya yazdırıp), eski Sovyet coğrafyasının en geniş sınırlarıyla tek birleşik bir ülke (Rusya) olarak yeniden kurulmasını istedi. Bunu yapmayı deneyebilecek askeri güce sahip "Kutsal Rus Dünyası" idealinin yanında "Yeniden Osmanlı" hülyası; Rusya'mım askeri kabiliyetlerine sahip olmayan Türkiye için, kum havuzunda yaz tatili oyunları sayılır. Böylece Rusya da Finlandiya'dan Moldova'ya, Moğolistan'dan Kazakistan'a, hatta bir süre işgal ettiği İran Azerbaycanı'na ve buraların Erzurum'una kadar bir dolu ülkeye ve bölgeye "Biz gene geliyoruz" demiş oldu. Ama bu "hata"dan -laf bazında- dönmesi, Türkiye'deki gibi yılları ve de yılları almadı, sadece 10 dakika sürdü. Ardından, her popülist Sağ iktidar gibi Medvedev'in celallenmesine, alışıldık türden bir "izahat" geldi: "Hacker'lar Medvedev'in hesabını ele geçirdiler, bu yazıyı da onlar yazdı, Medvedev değil."

Yani ABD seçimlerine bile karışıp maydenoz olabilecek kadar "ileri" Hacker "teknolojisi"ne sahip bir ülkenin en önemli iki-üç kişisinden birinin hesabını ele geçiren bilgisayar korsanları, bi yazı koyup on dakika sonra hesabı geri vermişler! -tabii buna inanmak istediği için inanan da bulunur.

Konu, bir tür "Dış Dünyanın reflekslerini ölçmek" denemesi gibi, veya zamansız öten danışman horozun sesini kesme hızını test etmek amaçlı bir manevra da olabilir, ama niyeti göstermesi bakımından önemlidir.

Rusya'da çok ilginç şeyler oluyor, -daha doğrusu oluyordu da, artık daha göstere göstere oluyor ve bu da, haliyle dikkat çekiyor...

Daha dikkat çekici olan, Ukrayna Otosefal Ortodoks Kilisesi'nin İstanbul'deki Dünya Ortodoksluğu'nun onursal başkanlığına, Ekümenik Patrikhane'ye 27 Temmuz'da bir mektup göndermiş olması ve mektubun bu diyarın basınında nedense hiç duyulmamış olmasıdır. Ortodoks Ukrayna Metropoliti, Rus Ortodoks Kilisesi patriği Kirill'i İstanbul'a şikayet ediyor ve onu, Putin'in milliyetçi "Ruskiy Mir" (Rus Dünyası) ideolojisini savunmakla suçlayıp İstanbul tarafından soruşturulmasını (ve mahkum edilmesini) istiyor. Putin'in 2001'de tarif ettiği Bu ideolojiye göre, Rus ulusu ve Rus devletinin dünyada ve ortodoks kilisesinde imtiyazlı "yüksek" bir yeri vardır. Ukrayna kilisesi, bu ideolojinin etnik bir teori olduğunu, Rus Ortodoks Kilisesi'nin, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısını da bu "üstün Rus" pozisyonundan "haklı" saydığını anlatıyor. Rus Patrik Kirill, Ukrayna'nın Rusya'ya ait olduğunu söylüyor. Ruskiy Mir ideolojisine göre Lenin büyük bir hata yapmış ve Rus İmparatorluğu topraklarını cumhuriyetlere ayırarak Rusya'yı zayıflatmıştır. Bu ideoloji, bir "Rus Uygarlığı"ndan söz eder ve bunun temelini de Ortodoks Hristiyanlık dini sayar, Kiev hükümdarı Vladimir'in 10. Yüzyılda vaftiz edilmesiyle başlatır. İdeoloji, bugünkü Rusya'yı, esas olarak Belarus ve Ukrayna'yı ve tabii daha sonraki Sovyet coğrafyasını da kapsayacak şekilde düşünmektedir. Temeli "Ortodoks Hristiyanlık inancı" olan Ruskiy Mir (Rus Dünyası), kendine bir ortak kültür, ortak tarih ve ortak değerler yaratmıştır ve bu değerlerin başında "Vatan sevgisi", "geleneksel aile" gelmektedir. İdeoloji, Batı'nın ruhsal ve ahlaki çöküş yaşamakta olduğunu söyler. Batı, kültürel kimliğini ve Hristiyanlığını terketmiştir. Rus Ortodoks Patriği Kirill'in deyimiyle Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı, "Tanrı'nın gerçekliği için günaha karşı (...) İyi ile Kötü arasında bir savaştır, (...) Günahı bir yaşam biçimi haline getirenlere (Onur yürüyüşü düzenleyen eşcinsellere) karşı" bir savaştır.

Ortodoks Hristiyanlığın onursal başkanlığı sayılan İstanbul Parikhanesi'nin Kirill'e karşı böyle bir soruşturma açması ve Rus Ortodoks Kilisesini uyarması pek olası görünmüyor; onu mahkum etmesi ise çok zor, zira en başta Sırp Ortodoks Kilisesi'nin böyle bir şeyi desteklemesi pek mümkün değil. Ayrıca Suriye'deki Ortodoks Hristiyanları temsil eden Antakya Patrikhanesi de, belki İskenderiye'deki Patrikane ve belki başka Partikhaneler de "üstün Rus" menşeyli bu tehlikeli duruma müdahale etmekte zorlanacaklardır. Burada, Rus yönetiminin bir şekilde kendiyle "hemfikir" hale getirdiği büyük ve önemli bir Partikhane, Rusları üstün millet ilan eden bir devlet ideolojisi ve onu sahiplenen Rus Patrikhanesi söz konusu.

Şimdi elbette Rusya'yı "haklı" bulan birileri de mutlaka çıkacak ve "Antiemperyalizm şeysi"nden falan bahsedenler olacaktır. Ama, aşırı Sağ ve de milliyetçi popülizm türlerinin nasıl da birbirlerine benzediği ve nasıl acınası bir çıkmaz sokakta oyalandıkları da anlaşılacaktır. Mesela böyle bir "şey"in ilerletilmiş ve "en geniş sınırlar"a oynayan sınır tanımaz haliyle, -sırf "Rus müttefik" diyerekten- Çin tarafından otomatikman destekleneceğini sananlar aldanır. 

Çin Komünist Partisi ÇKP'nin kongresi yaklaşırken, Çin'in Dünya'da ulaştığı onca prestiji, teknik ve  ticarî ve de parasal/kârsal başarısını böyle bir Rus saçmalığı için neden tehlikeye atması "gerektiği" sorusu havada. Zamana oynayan, yüzlerce yıllara uzanan planlar programlar yapan Çin'in, Putin'in "Büyük Rusya" oyununda ona alenen destek olmakta bir çıkarı yok, -tam tersine. Çin, olağan gelişmelerin sonucu olarak zaten Dünyanın en büyük "ökönomi"si olmaya aday, birçok alanda ABD'yi şimdiden geçmiş durumda. Ayrıca "Büyük Rusya" iseolojisi, Çin'in kendine Sibirya'da yeni tarım alanları oluşturmak ve buralardaki demografiyi Çin lehine değiştirmek türünden planlarına ters. Müreffeh Çin demek, en başta "çok iyi yemek" demek (Türkiye'deki gibi "çok sayıda beton sahibi olmak" demek değil). Çin'in Orta Asya ile iyi ilişkileri var ve Asya'nın devasa bir kısmını haybeden Rusya'ya hediye etmeye, pek niyetli olmasa gerek.

Bugünkü Rusya, zayıflayan "Batı"ya karşı, Sağ'ın en klasik "muhafazakar" biçimine ve "Üstün Rus" hakimiyetine dayanan post modern bir imparatorluk kurmayı hayal ediyor, ama çokuluslu eski imparatorluklar fikriyatının bile çok gerisine düşen bir anlayışla, sadece eski Sovyet coğrafyası ülkelerine değil, hem Batı'ya hem de Doğu'ya meydan okuyor, -üstelik henüz bunun pek farkında da görünmüyor. Yenilgiye tahammülsüz bir ideolojik inat için ve de Dünya için oldukça tehlikeli bir durum. Bundan kurtulmanın yolu, demokrasiden yana net tavır koymak ve çok can yakmış olan şu "alçak milletler ve yüksek millet" tipi ideolojiler saçmalığını artık tedavülden ilelebet kaldırmaktır. Özgürlüğün ve eşitliğin yeniden önemsendiği ve önemseneceği Dünyada bu mümkün.

Teknoloji ile sahnede ölümsüzleşmek


Yeni nesil belki bilmez ama bir zamanlar ABBA diye isveçli bir pop grubu vardı ve rekor denecek uzun süreler şarkı listelerinin en başında yer almıştı. Kurucularının adlarının başharflerinden esinlenen ABBA grubu 1972'de doğdu. Agnetha Fältskog ve Anni-Frid Lyngstad şarkıları söyler, erkekler Benny Andersson ve Björn Ulvaeus de piyamo ve gitarla onlara eşlik ederdi. Daha önce İsveçli hiç bir grup, dünya pop listelerine girememişti. Eurovisyon şarkı yarışmasını ABBA İsveç adına "Waterloo" şarkısıyla kazanınca, ABBA devri başladı. Mamma Mia, Fernando, Dancing Queen, Money Money Money, hala dinlenen şarkılarının sadece en tanınmışları. En son 1992'de "ABBA Gold" albümünü çıkardılar, şarkılarından ikisi baz alınarak müzikal filmler çekildi, ama ABBA yaşlandı. Yeniden bir konsere çıkacak fiziğe sahip oldukalrını düşünmüyorlar malesef, ama onların bu çekincelerine bir çare bulundu ve bu çare, gelecekte bir çok sahne sanatçısının nasıl ölümsüzleştirilebileceği hakkında yüksek teknoloji ürünü ilk örneği sunuyor. 

Londra'da ABBA konseri. Salon dolu. Sahne açılıyor ve ABBA sahneye çıkıyor. Sinemadaki "Star Wars" kültünün yaratıcısı George Lucas'ın çalışanlarının inanılmaz yoğunluktaki çabası sonucu ABBA, 160 kameranın ABBA'nın dört üyesini her açıdan çektikten sonra ekranda gençleştirip, karanlık salonda dünyanın en büyük projeksiyon sistemi ile 65 milyon piksellik görüntüyle gerçek boyutlarıyla sahneye çıkınca, salon neredeyse yıkılıyordu. 1981'deki görünümlerine göre "güncellenen" ABBA, şarkıları sahiden de söyledi, ama görüntüleri gençliklerine "tercüme" edildi. Ayrıca fonda şarkılara uygun dekorlar devreye girdi ve konser, ABBA'nın en başarılı konserlerinden biriydi. Yeni değerler üretmekte zorlananlar için eskileri yeniden yüceltmek, geçici de olsa bir çözüm ama bir gerçeği değiştiremiyor: İnternet öncesi çağın yıldızları ile günümüzün megapikselli sanatçıları arasında sahici ilgi farkı var.

Türkiye'de modernleşme döneminin kanlı bıçaklı iki ana siyasi çizgisi ve birinin son demi


Modern zamanlarda ortaya çıkan ulusdevletlerinin tamamı, çeşitli etnik ve dînî halk gruplarının zamanla kültürel bir homojenleşmesi ile paralel gelişme göstermiş yapılardır. Elbette bazıları bu sürece kendince avantajlı bir yerden başlamıştır ve daha uzun bir süre içinde oluşmuştur, mesela ABD böyledir. Avrupa kökenli halkların bir karışımı ve kapitalist sistemin etkisiyle homojenleşerek Beyaz, Protestan Hristiyan, Anglosakson faktörün esası teşkil ettiği bir sosyolojik yapıya dönüşmüştür (gerçi şimdi bu değişiyor, Hispanics ve Siyahiler giderek daha belirleyici oluyorlar, ama kültürel konum esasen henüz değişmiş değil). Tarih içinde zaten başka nedenlerle homojen kalmış Japonya, (ve Kore) gibi Asya ülkeleri de sistemin homojenleştirici özelliklerini sistem içinde sağlam ve zengin bir yer edinebilmek için kullanmışlardır.

Türkiye, kapitalizmin dayattığı kültürel homojenleşmeyi Osmanlı döneminde, "Millet kompartımanları"nda milliyetçileşmeler ve kendi içinde homojenleşmeler olarak yaşamıştır. Mesela Anadolu'da Hristiyan Rum köyleri Türk köylerinden çok daha modern ve (modernleşme anlamında) uygar iken, Türk köyleri daha iptidai, sadece din eğitimiyle yetinen, dış dünyayla ilişkileri sınırlı yerlerdi. Hristiyan köyleri ise modernleşmenin getirdiği okula önem veren, yeni hijyene, dünyada (yani Batıda) olanlardan haberdar yerler olarak ortaya çıkıyorlardı.

Modernleşme sürecinde ABD'de nasıl "Kuzeyliler" ile "Güneyliler" ayrımı çıktıysa ve bunun etkilerinin bugün bile tamamen silinmediği vaki ise, Japonya'da da ülkeyi Batılı ülkelere açanlar (açmak zorunda kalanlar) ile buna karşı olanlar arasındaki zıtlaşma tarih boyunca çeşitli kesimlerin (hatta Japon mafyası Yakuza'nın) siyasi yaklaşımlarında görülür. 19'uncu yüzyılın başından itibaren modernleşmenin bugünlere uzanan tipinin gelişmesi başlarken, modernleşme karşıtları bazı ülkelerde sadece yenilip etkisizleşmekle kalmamış, tamamen tarihten silinmiştir, mesela Çin'de. Ama modernleşme konteksi içindeki eski zıtlaşmalar, farklı partiler içinde kendilerine yeni ifade biçimleri bulmuşlardır. Türkiye, modernleşmenin eski merkezini teşkil eden Avrupa'nın hemen yanıbaşında bu gelişmeyi başından itibaren izlemekle birlikte -ki bu bir yerde zorunlu bir durumdur, çünkü mesela III. Selim Napolyon'un modern ortusunun ne kadar etkili olduğunu görüp modern Nizam-ı Cedid ordusunu kurarak bu konuda ön almıştır- daima sert bir modernleşme karşıtı direnişle karşılaşmıştır. Bu konuda Türkiye yalnız değildir, benzeri durumlar bu bölgede diğer ülkelerde de, ve tabii Rusya'da da yaşanmıştır (İran'da da, Arap diyarında da vd.) ama modern Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu ve Çin'deki gibi "modernleşme düşmenı Gelenekçileri" tamamen tasfiye etmiş gibi görünürken, bu kesimler, özellikle -ABD dayatması Sovyet korkusuyla- çok partili rejime geçildikten sonra adeta yeniden doğmuşlardır.

Türkiye'de modernleşmenin Atatürk öncesindeki son Osmanlı devrinde milliyetçileşmeler istikametinde "İttihat ve Terakki" çizgisi üzerinden devam ettiğini görüyoruz. Bu hareket, dünyadaki tüm benzeri milliyetçi hareketler gibi dini pek önemsemeyen bir hareketti ve giderek gelenekselden uzaklaşarak Avrupa'yı örnek alan bir modernleşmeden yanaydı. Doğru ya da yanlışlığı bugün tartışmalı olsa da, o dönemde bu, genel trendi teşkil ediyordu ve son Çin imparatoru Pu Yi bile (Japon üniformasına benzeyen) üniforma giyiyor, özel hayatında melon ingiliz şapkası takıyordu. Bu çılgın dönemde gelenselliği savunan ve modernliğe karşı çıkanların durumu genellikle çok acıklıdır, mesela Türkiye'de (Çin'de çok akıllı geleneksel düşünürler de Mao dönemine kadar yaşamıştır ve yazdıkları da hâlâ okunur kıvamda entelektüel pırıltı taşır), ama bunların pek entelektüel değeri bulunmaz. Bu dönemde Türkiye'de modernleşmeye karşı direnişi ve geleneksel yapıyı savunan fikriyatın ifade bulduğu yapı, "Hürriyet ve İtilaf Fırkası"dır.

Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran subaylar, devlet adamları ve entelektüeller esasen "İttihat ve Terakki"nin ya devamı, ya da onun da temsil ettiği modern milliyetçiliğe yakın olanlardır. Çin'de modernleşmeciler gelenekçileri tamamen yok ettikleri halde Türkiye'de bu yapılmamış, engin bir bağışlayıcılık ve hoşgörü ile "Hürriyet ve İtilaf" zihniyetinin yeniden hayat bulup güç kazanarak Türkiye'nin yönetimini ele geçirmesine -demokratik teamüller dahilinde- izin verilmiştir. Ve tabii demokrasinin bir modernleşme ürünü olduğu ve zaten modernleşmeye karşı olan bir kesimin gücü eline geçirdikten sonra demokrasinin kurallarına uymayabileceği ihtimali pek düşünülmemiştir.

Son Padişah VI. Mehmet Vahdettin'in son Damat Ferit Paşa Hükümeti, "Hürriyet ve İtilaf Fırkası" hükümetidir ve bu -bugün İslamcılar ve türevleri tarafından temsil edilen- çizginin neyi savunduğu anlaşılırsa, bugün, Osmanlı'nın uzatmaları oynayan gelenekçi son karikatürünü daha iyi anlamak mümkün olacaktır.

Cumhuriyet kurulmadan önce, I. Dünya Savaşının sonundan itibaren bu gelenekçi kesim, Türkiye'nin Hindistan gibi bir İngiliz sömürgesi olmasından yanaydı. Bu konu tayin edici önemdedir, -zira mesele İngiltere'nin mi Fransa'nın mı Almanya'nın mı sömürgesi olmak seçiminden ziyade, sömürge olmak veya olmamakla ilgili bir durumdur. Sömürge olmayı kabul etmek demek, Türklerin bu bölgedeki bin yıllık özgür ve özgün devlet/uygarlık kurucusu olmak ambisyonlarını sona erdiriyordu. Yani Türklerin, Almanlar İngilizler Fransızlar Ruslar gibi kendi başına buyruk bağımsız bir halk olmak özelliğini teslim edip ikinci sınıf bir halk ve ülke seviyesine inmeyi kabul ediyordu. İttihatçıların devamı ve/veya başkalaşmış yeni versiyonu "Müdafa-i Hukuk" hareketi ise, baştan itibaren, ikinci sınıf bir halk olmayı kabul etmeyen bağımsızlıkçı bir fikriyatı temsil ediyordu. Bazıları bu farkı küçümsüyor ve Sultan'ın da nefes alabildiği takdirde bağımsızlıktan yana olabileceğini söylüyor ama bu, hiç öyle "pragmatizm" kaldırabilecek bir kunu değildir.

İkinci konu, artık tüm dünyada ekonomiyi belirleyen kapitalizmin homojenleştirici etkisi istikametinde atılan adımlarda Cumhuriyeti kuracak olan kesimlerin bu yeni kültürel homojenleşmeden (yani yeni makro milliyetçilikten) yana tavır almasıdır. Çanakkale savaşından itibaren iyice belirginleşen "Türklük bilinci", Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nda bulunmaz. Bu çevrenin en önemli adamı Mustafa Sabri Efendi, sarayın sondan bir önceki Şeyhülislamı olarak Mısır'da 1954'de ölmeden önce Yunanistan'da "Türklüğümden istifa ediyorum" diyen yazılar yazmış, Türklere (ve tabii Atatürk'e) hakaret eden yazılar yazmış, Milli Mücadele'ye karşı çıkmıştır. İkinci önemli konu, bu zat-ı muhteremin ve fikirdaşlarının kendilerini "Müslüman" olarak adlandırıp Türklerden nefret etmeleridir, ve Mustafa Sabri, Araplara olağanüstü hayranlık duyar, İslam'ın dili olarak Arapça'yı yüceltir, Türkçeyi küçültür, değer vermez.

Üçüncüsü, elbette çok önem verdiği din konusudur. İstanbul'un anahtarını İngiliz subaylarına eğile büküle hiç çekince koymadan teslim eden Sultan Halife Vahdettin'in bu diyardaki en önemli üç özelliği bu kadar kolay işgalcilere adeta hediye etmesi karşısında Hilafetin kaldırılmasına muhalefet Ankara'da çok cılız kalmıştı -tıpkı bugün İslam'a olan saygının olağanüstü ölçülerde düştüğü ve deistlerin ateistlerin sayısının patladığı gibi. Mustafa Sabri'nin Hilafet'in ilanına karşı tavrı, ülkedeki herkesi -Ankara Hükümeti'ne biat ettikleri için- "Kafir" ilan etmek olmuştu. Bu sırada elbette yurtdışındaydı. İngilizler Vahdettin'e kaçabilmesi için HMS Malaya savaş gemisini ayarlamışlardı, Mustafa Sabri'ye "Mısır'a kaçabilmesi için" anca bir yük gemisinde yer buldular.

Bu "anlayış" da günümüze dek hayatta kalmış görünüyor, yani Cumhuriyet Vatandaşı, artık devletin dini olmadığından (yani hükümet ve vatandaşları dîne tâbi olmadığından) "kafir" sayılabilirler. Bu da onlara karşı kafirlere davranıldığı gibi davranılmasını "dînen meşru" sayar.

Buraya kadar konuştuklarımız, Türkiye'nin 20'inci Yüzyılın en başından itibaren bugünlere kadar gelen ve Türkiye'nin ASIL iki siyasi çizgisini temsil eden bu iki ana partinin yani "Hürriyet ve İtilaf Fırkası" ile "İttihat ve Terakki Fırkası" arasındaki farkın sadece "fikirsel" farklılıklar olduğunu gösteriyor sanılmasın. Asıl önemli ve nedense gözardı edilen konu, bu iki çizgi arasında bir tür iç savaş yaşanmış ve gelenekçi "Hürriyet ve İtilaf" cephesinin bu savaşı kaybetmiş olması gerçeğidir.

Damat Ferit Hükümeti bu çizgiyi temsil ederken, kendi çizgisinde nereye kadar ısrarlı olduğunu göstermek üzere işgal kuvvetlerinin yanında yer aldığında, Mustafa Sabri, "Hürriyet ve İtilaf Fırkası"nın başkanıydı. Bu parti, Anadolu'da işgale direnen milliyetçi Türk kuvvetlerinin yenilmesi için sadece Yunan kuvvetleriyle ittifak yapmakla ve onlar için dua etmekle kalmamış, İzmir'de 1922'de son anda ilan edilen Rum "İyonya Cumhuriyeti"ne memur da olmuşlardır, yani Anadolu'daki Milli Hükümet'e tam bir düşmanlıkları söz konusudur. Ayrıca Milli kuvvetlere karşı kurulan Hilafet Ordusu Kuva-yı İnzibatiyye de Yunan kuvvetlerinin bir kolu gibi bağımsızlık hareketine karşı savaşmıştır.

Unutulmaması için yeniden dikkat çekmek gerekirse: Bugünkü modern Türkiye, bir iç savaş sonucu kurulmuştur ve savaşı, işgal kuvvetleriyle birlikte hareket eden "Hürriyet ve İtilaf Fırkası" çizgisi kaybetmiştir, yani konu sadece "fikir ayrılığı" falan değildir. Türkiye, bu çizginin en son versiyonunu ve böylece modernleşmeyle sorunlu son "gelenekçi" -olmak iddiasındaki- bir siyasi anlayışı aşmaya hazırlanırken, aşacağı yanının NE olduğunu iyi anlamaya ve ona göre davranmaya ihtiyacı var gibi görünüyor.