Yip Man ustanın ABD ile kültür savaşı


2020 yılında Çin esasen pandemi ve ABD ile aralarındaki ticaret savaşı üzerinden çok konuşulduğundan, kültür konusu gölgede kaldı, oysa 2019'un son günlerinde Hong Kong'da jübilesi yaılan ve ardından tüm dünyada gösterime girmesi planlanan "IP Man 4: The Finale", Çin'in ABD'ye global kültür anlamda da açıkça meydan okuduğunu gösteren belki de ilk filmdi. Baştan sona Çin'de Kantonca, Mandarin ve İngilizce dillerinde çekilen ve teknik bakımdan büyük Hollywood prodüksüyonlarından bir farkı olmayan film, ardında net bir kültür politikası olduğunu düşündüren belli adımlarla geldiğinden şaşırtıcı değil, ama ABD ile keskinleşen sürtüşmenin sadece ekonomi ve jeopolitik ile alakalı olmadığını gösteriyor. 

   Çin sineması 1970'lerde sadece Hong Kong sineması demekti ve Mao Zedung'un bile bu filmleri keyifle seyrettiği biliniyordu ama Çin Halk Cumhuriyeti'nde dünyaya sayrettirilebilecek filmler üretilmiyordu. Ülkenin dışarıya doğru açılmaya başladığı seksenli ve doksanlı yıllarda kültür konusu henüz çok önem verilen bir alan olmasa da 21'inci yüzyılın başından itibaren Çinliler, onlardan önce aynı yollardan geçip kültürlerini globalleştiren Japonların yolundan gittiler ve mesela Sony'nin yaptığı gibi ABD'de film şirketleri satın aldılar. Yakın zamana kadar hayranlıkla izlediğim bir ustalıkla, ABD'de çekilen ve giderek daha Çin temalı olan ama başrollerini popüler Amerikalı aktörlerin oynadığı Çin ortak yapımı filmler, giderek "Çin'in ihtişamını dünyaya göstermek" gibi bir rol üslendiler. Batıda "Fantastik kurgu" ile oluşturulan canavarların, imparatorlukların, masal diyarlarının Çin'de binlerce yıllık sahicilerinin olduğu, bir o kadar çok ve de orijinal masal kahramanlarının bulunduğu giderek daha ustalıkla anlatılıyor. 1960'lı yıllarda başlayan "Kültür Devrimi" ile kendi organik kültürünü imha eden Çin, Hong Kong (ve dış Çinliler) üzerinden yeniden başladığı kültür mücadelesini gene Hong Kong üzerinden sürdürüyor ve bu kez artık Hollywood'a bile gereksinim duymadan, aynı yüksek teknik kalitede polüler cumartesi gecesi eğlenceliğini, kendi kültür kodları ve hatta klişeleriyle birlikte dünyaya sunuyor. Filmin kötü adamları artık Amerikalılar, hem de Amerikalı ırkçılar, iyi adamı ise taa Çin'den gelip Amerika'da faşist Amerikan başçavuşlarını pataklayan Wing Chun dövüş sanatı ustası Yip Man.


   Ünlü Kung Fu ustası ve sinema starı Bruce Lee'nin hocası Yip Man (1893-1972), Çin'de büyük saygı duyulan bilgelerden biri ve hayatından esinlenen çok sayıda film bulunmakta. Çinli dünya starı Donnie Yen'in başrolünü oynadığı son film, gene aynı başrol oyuncusuyla çekilen dört filmlik serinin sonuncusu. Artık yaşlılık belirtileri gösteren Donnie Yen, çok sakin ve mütevazi olan, yaşlarken de kendine "usta" denmesinden haz etmeyen Yip Man'ı başarıyla oynuyor, Kung Fu'nun özel bir türü olan Wing Chun'u ve ustanın talebesi Bruca Lee'nin kendine has Jeet Kune Do stilini filmde izlemek mümkün ama Çinlilerin hem de Amerika'da karşılarına çıkan Amerikalı faşist askerlerin Japon Karate'si ile dövüşmeleri, Çinlilerin Japon düşmanlığının belki Mars'da bile süreceğini gösteriyor. Filmin en çarpıcı diyaloğu, ABD'de doğup büyümüş Çinli bir kız öğrencinin, onu Çinli olduğu için aşağılayan Amerikalı sarışın kız öğrenciye "Aptal sarışın" demesi ve Çinlilerin Amerikan kültürünü öğrenmeleri ve Amerikada yaşayan (beyaz Hristiyan) Amerikalılar gibi olmaları gerektiğini söyleyince, "Siz de burada göçmensiniz, Amerika'nın gerçek sahipleri siz değil Kızılderililer" demesi. Bu sözü üzerine temiz bir sopa yese da tesadüfen okulda bulunan Yip Man duruma müdahil oluyor ve Çinli kızı öfkeli beyaz öğrencilerin elinden kurtarıyor.

   Filmin en trajikomik yanı, San Francisco Çin mahallesindeki derneğin Bruce Lee'nin Amerikalılara Kung Fu öğretmesiyle sorunlu dernek müdavimi dövüş sanatı okulları. Amerikalı Karate ustaları tarafından bir güzel pataklanıp Yip Man'dan yardım isterken, bir taraftan da Amerikalıların aşağı bir insan türü olduğunu, onlara asla güvenilemeyeceğini söyleyip duruyorlar. Filmde Doğu'ya has çifte standart çok kötü sırıtıyor. Çinlilerin Amerikalılara karşı ırkçı ve aşağılayıcı ifadeleri/düşünceleri pek sorun edilmiyor ama aynı şeyi Amerikalılar yapınca beyaz perdede damızlık iri hayvanlar şeklinde gösteriliyorlar. Filmde Doğuya has "Zavallı madur" arabeskliği de var elbette ve bütün bu klişelerden geriye kalan, Amerikan ordusuna Kung Fu öğretmek için çırpınan Çin asıllı genç bir Amerikan subayı oluyor ama onun amaçları da milliyetçilikten uzak değil. Bu genç adam, Amerikalıların Japon Karate'si ile yetinmeyip yüksek Çin Kung Fu'sunu da öğrenmeleri için çırpınıyor ve bu isteğini de Yip Man, karate ustası iri kıyım bir başçavuşu hastanelik etmesiyle kabul ettiriyor. Yani Amerikalıların Çin kültürünü kabul etmeleri için eşek sudan gelinceye kadar dayak yemesi gerekmiş oluyor.

   Çin sinemasında, Batılıların "Boksörler ayaklanması" adıyla bildiği ve 1900'de başlayan "Adalet ve Ahenk Grupları Hareketi" dönemini konu edinen sayısız film vardır. Bu dönemde, Başkent Peking'i ve bazı limanları kontrol eden, işgal altında tutan ve Çinlileri durmadan aşağılayan İngiliz Amerikalı Fransız Rus vd. devletlerin vatandaşlarını yumruk ve tekmeyle döverek öldüren Kung Fu savaşçısı gençler peydahlanmıştı. Bir tür isyan olan bu hareket, Çin'i içgal altında bulunduruan çok sayıda Batılı ülkeye karşı başarı da kazandı, zamanın Hükümdarı dul İmparatoriçe Cixi tarafından da desteklendi. Dövüşçü gençler tamamına yakını Hristiyan misyoneri olan 200 beyazı ve Hristiyan olmuş 32.000 Çinliyi öldürdüler. Hareket, sadece beyazlara değil, onların kültürüne ve dinine karşı da bir isyandı. Güncel Yip Man filmi ise, Amerika'daki Çinlileri -ve Afrika kökenlileri- aşağılayan iri kaba beyaz ırkçı Hristiyan Amerikalıları evlerinde pataklayan bir anlayışla, eski Kung Fu geleneğine iyice yabancılaşmış da olsa, bir itiraz filmi gibi algılanmak istiyor ama aşırı milliyetçiliği ve (bugün Trump tarafından temsil edilen) Amerikayı şeytanlaştırıp pataklayışı, hiç de demokratlığından değil. Irkçılığa karşı "mücadelesi" şekilci ve sahte duruyor. Filmde çerez olarak bulunan Afrika kökenli "ezilen" bir kaç Amerikalı da "inandırıcılık adına" filme sonradan dahil edilmiş gibiler. Çin kültürünün tüm derinliğine rağmen günümüzdeki siyasallaşmış versiyonuyla her yerde kendi kültür kodlarını dayatmaya meyilli olduğunu görüyoruz. Her savaş filminde Alman öldürmelere doyamayan Amerikan kahramanları bu filmde yok, olanları da öfkeyle kalkıp zararla oturuyor, filmin sonunda hastaneyi boyluyor.

Suudların 2030 Vizyonu hakkında


Petrol Çağı sona eriyor. Bu gerçeği umursamayan nadir ülkelerden biri de Türkiye ve Dünyanın gidişatını belirleyecek böyle ciddi konularla hiç bir seviyede ilgilenmeyerek, aslında Dünya Ülkesi olmak özelliğiyle alakasız bir elit tarafından yönetildiğini de göstermiş oluyor. Bu tesbit, sadece muktedir politikacılar için değil, muhalif politikacılar ve entelektüeller için de geçerli.  

   Suudiler kendi siyasi hedefleri doğrultusunda, özellikle 1970'lerdeki petrol krizinden beri çeşitli yardım kuruluşları üzerinden dünyanın her yanında islamî vakıfları, cemaatleri, partileri ve çeşitli ülkelerdeki cami projelerini desteklediler. Türkiye'de Rabıta üzerinden -bugün ülkeye hakim olan- "Müslüman Kardeşler" tipi siyasallaşmış neoliberal "müslüman kimliği" dairesinde modern cemaatçiliğe yaslanan yeni bir İslam türünün Sünni toplumları "kültürel" anlamda (Suudlara uygun islamî ölçekte) dönüştürüp belirlediği bir zaman dilimi yaşandı. Türkiye'nin bin yıllık müslümanlık anlayışının dönüştürülmesi ve siyasallaştırılarak muktedir bir teolojik politik plütokrasiye bağlanması 1970'lerin başından itibaren günümüze kadar süren, "antikomünist" Türk elitlerinin Sol'a karşı seçimiydi/tercihiydi.

   11 Eylül 2001'de New York'daki İkiz Kulelere ve diğer ABD hedeflerine saldıranların beşi hariç hepsinin Suud vatandaşı olması, Suudi Arabistan'ın bol keseden seksen ülkede dağıttığı paraların, cihadcı gruplara da verildiği gibi haklı bir kuşku uyandırdı. Bu kuşku, Suudların Suriye savaşında müttefiklerinin "doğru tarafı"nı seçmeleri nedeniyle bir süreliğine görmezden gelindi ama er geç gündeme gelecekti. 


   Suudlar o kadar beklemediler. 2015'de, Kral Salman'ın kurduğu yeni "Aid and Relief Centre" ile yardımların daha şeffaf yapılmasını sağladılar ve gelişmekte olan Müslüman ülkeleri desteklemeyi hedefleyen yeni bir amaç edindiler. Bu değişimde Rusya'nın Suriye savaşında devreye girmesi ve savaşın sonucunun görünür hale gelmesinden daha önemli neden, aynı yıl düşen petrol fiyatlarıydı. Ama asıl önemli değişiklik, Batı'da yetişmiş yeni nesil Arap soylularının ve iyi eğitimli gençlerinin, Suudların yaşlı elitini ikna ederek -Suudi Arabistan gibi tutucu bir yerde- petrol çağı sonrasını esas alan yani bir ekonomi ve o ekonomiye uygun yeni bir toplum modeli önermeleri olmalı. Konunun önemi, gençlerin toplaşıp yaşlı adamlara birşeyler anlatmaları, sonra da işlerine evlerine dağılmaları değil, önerilerini bir de kabul ettirmelerinden geliyor. Konu oldukça net bir kuşak değişimiyle ilgili.


   Böyle durumlarda kuraldır, bir konunun bol bol konuşulması ile o konuda somut adımlar atılması, daima iki farklı şeydir. Türkiye'de de laf bakımından ölçüsüz efor sarfedildiği halde, onca lafın nefesinin bile bir tek kuru yaprağı kımıldatmadığı konular ve dönemler çok. Arabistan'da da bu istikamette hareket etmek isteksizliği belirgin olsa da, ortada sağlam bir plan ve o istikamette hareket eden kurumlar/kesimler var görünüyor.


   Suudi Arabistan'da sinemaların otuz küsür yıl sonra yeniden açılması, kadınlara yalnız otomobil kullanma izni gibi kadınları önceleyen yenilikler, ülkedeki kadın çalışan oranını yüzde otuza çıkarmak hedefiyle uyumlu.


   Yeni genç Suud eliti, ülkeyi 2030'a kadar petrol bağımlılığından kurtarmak gibi yüksek bir hedef belirlerken, esasen memurluktan başka iş yapmayan Suud vatandaşlarını da daha çok iş hayatına çekmeyi ve özel teşebbüsü desteklemeyi, eğlence sektörü kurup geliştirmeyi planlıyor. 


   Suudi Arabistan nüfusunun üçte biri yabancılardan oluşuyor ve çoğunluğunu Hindistan, Pakistan, Bangladeş kökenli yabancıların oluşturduğu bu insanlar, Suudi Arabistan'ın neredeyse çalışan nüfusunu temsil ediyor. Vergiden muaf Suud vatandaşlarına ilk kez katma değer vergisi kondu, yurtdışında yaşayan iyi eğitimli Araplar yüksek maaşlarla ülkeye çekildi. Kuzeyde aynı zamanda bir tür Silicon Valley projesi olan "Neom" kuruluyor, tamamen otomatik işleyen bir şehir. Elli boş ada, yeni bir tür turizm için açılıyor, bu bile başlı başına bir yenilik.


   Suud vatandaşlarının yüzde 70'i otuz yaşından küçük ve gençler, yeni genç Suud elitini destekliyorlar. Kuşaklar değişimi orada da kendine özgü bir yerden yürüyor. Türkiye'de genç kuşağın ülkeyi devralması siyasi bir önderlikten ziyade bir mantalite değişimi üzerinden yaşanıyor ve yeni Türkiye sessiz sakin adımlarla adım adım yaklaşıyor.

Peyo'nun Küçük Prens'i ve Afacan'ı

 Çocukluğumdan beri hayranı olduğum "Küçük Prens" çizgi romanının yazarı ve çizeri Peyo ile yeniden meşgul olduğum Hamburg'da, onun başka bir kahramanının daha olduğunu, "Benoit Brisefer"in çizgilerinden anladım. Belçika'nın Dünya popüler kültürüne yaptığı muazzam çizgi roman katkısının en önemli isimlerinden biri Pierre Culliford'dur. "Peyo" takma adını kullanan bu büyük sanatçı, daha sonra çok meşhur olan "Şirinler"in de mucididir ama biz en önemli eserine dönelim.

Türkiye'de çok kötü samanlı kağıda küçük boy siyahbeyaz basılan "Johan et Pirlouit" (Küçük Prens) Almanya'da "Johann und Pfiffikus" renkli ve büyük boydu. Hemen elime geçen, Türkçesini okuyup okumadığım tüm albümleri edindim ve onun tekniğini örnek alarak ben de çizmeye başladım.

Peyo, bir çok iyi ve orijinal sanatçının başına geldiği üzere yayıncı bulmakta uzunca süre zorlanmış. Küçük Prens'in son haliyle alakasız ilk versiyonu 1946'da, daha sonra da 1949'da Le Soir gazetesinde yayınlanmış ama Belçika'nın kült çizgi roman dergisi/magazini "Spirou"da yayınlanmamış. Nihayet büyük çizerin Küçük Prens'i 1952'de, Türkiye'de "Sipru" adıyla bilinen dizinin ve ilginç hayvan "Marsupilami"nin babası Belçikalı dev André Franquin'in devreye girmesiyle Spirou dergisinde yayımlanmaya başlamış. Franquin, "Tenten"in yaratıcısı Hergé ile birlikte Avrupa çizgi romanının hâlâ eşitler arasında ikinci atası sayılıyor. Spirou dergisi Peyo'ya bazı şartlar koymuş, mesela Küçük Prens'in sarı olan saçları siyah olmalıymış vs. Sanatçının şartlara itirazsız uyduğunu biliyoruz.

Küçük Prens, albümlerde kökeni belirsiz, ailesiz, oldukça genç biridir. Peyo'nun tüm tipleri sevimli olduğundan, şiddet ifadeleri çoğu kez sessizfilm parodilerine benzediğinden en heyecanlı maceralar bile her yaştan okura hitab ediyor.

Küçük Prens'e 1954'den itibaren Yeni bir yol ve macera arkadaşı gelmiş: "Afacan", Türkiye'deki adı buydu. Afacan at veya eşeğe değil, "Biquette" adlı inatçı ve savaşçı komik bir keçiye biniyor (Türkçe'ye "Karakaçan" diye çevrilmişti yanılmıyorsam) ve pek zevkine düşkün biri. İpin ucunu kaçırıp fazla içip sapıtıyor, çok yiyor ve çalamadığı kocaman sitarını tımbırdatıp zangırdatarak herkesi isyan ettirecek kadar kötü şarkı söylüyor. Küçük Prens'den daha ilginç ve komik Afacan tipinin keşfiyle birlikte "Küçük Prens" dizisi çizgi roman klasikleri arasındaki yerini aldı. Bu dizinin Türkiye'de hakkıyla, orijinali gibi renkli albümler halinde yayınlaması çok hoş olurdu. Ve tabii Türkiye'nin Spirou dergisi "Doğan Kardeş"in de yeniden yayınlanması çok daha güzel olurdu. Türkiye'de çizgi romanın yeniden canlandığı bir dönemde, Türkiye'nin -çocuklara da hitab eden- böyle bir dergiye ihtiyaç var. Yapı Kredi Yayınları Doğan Kardeş'i 2000'li yıllarda yeniden yayınladığında, dergi bir yetişkinler dergisi olarak ve pahalı kağıda renkli basılıyordu. Eski formatın daha çok ilgi göreceğini düşünüyorum.

"Les Schtroumpfs" (Şirinler) ilk kez Peyo'nun 1958'de çizdiği "Sihirli Flüt" albümünde, hikayenin bir parçası olarak göründüler. Spirou dergisi genel yayın yönetmeninin dikkatini çeken tipler için Peyo'dan ayrı hikayeler çizmesi istendi ve benim bir tekini bile sonuna kadar okumadığım ama bugün en ünlü Peyo ürünü "Şirinler" dizisi doğdu. Peyo'yu 1992'de kaybettik, ama oğlu aynı takma isimle onun anısını ve eserlerini bir stüdyo'da yaşatıyor. Peyo yaşarken onun asistanlığını yapan ve her biri ayrı bir usta olan çizerler bu stüdyonun ayrılmaz parçası olmaya devam ediyorlar.

Peyo'nun yarattığı ama pek tanınmayan süper çocuğu Benoit Brisefer'in hikayelerini de okudum ama bunlar daha çok çocuklar için düşünülmüş güzel maceralar. Peyo'nun pek tanınmayan en hoş karakterlerinden biri de kara kedi "Poussy"dir. Karnı ve patileri beyaz sevimli kedinin maceraları ilk kez 1949'da yayınlandı. 1955'den itibaren her biri yarım sayfalık ikiyüz kadar macera daha çizen Peyo'nun kedisine daha sonra Spirou dergisi sahip çıktı. Peyo'nun izniyle kedinin otuz kadar yeni macerası 1992'ye kadar başka çizerler tarafından Peyo stüdyosunun şıkardığı "Schtroumpf Magazin" için çizildi.

Peyo'nun klasik eserleri, yeniden Türkçeye kazandırılmalı.

yazı sihirbazı Arno Schmidt

İtirazın adı haline gelmiş sanatçı olmanın türleri arasında şöyle bir gezinecek olursak Arno Schmidt, galiba bildiğimiz yakın tarihin en orijinal yazı sihirbazlarından biridir, hatta tektir. Bu kadar orijinal olabilmek, kendince sağlam bir irade ve mücadeleci ruh gerektirir. "Dili iyi ve doğru kullanmak gerekir" diyerek orijinal olmak iddiasındaki pedantizmi piposuna ufalayıp dumanını tüttürerek içen, büyük savaştan sonra kurulan Federel Almanya'ya da Nazi Almanyası gibi acımayan, "çevrilemez" denen James Joyce ile takışan, ondan "daha çevrilemez" inanılmaz eserler yazan bir dev Arno Schmidt. 1946'da yayınladığı "Leviathan" uzun öyküsünün ardından bir edebiyat ödülü alıp yazar olarak yaşamaya karar verip tüm normları altüst eden bir sanatçının Türkiye'den de çıkabileceği ihtimali güzel bir fikir olabilirdi.
Arno Schmidt'i Türkçe'ye çevirebileceğimi düşünerek bu zor işi bana öneren ressam Frank Grüttner'i de burada sevgi ve saygıyla anayım.
Kütüphanemizde onun Doğu Berlin izlenimleri üzerine kurduğu "Das Steinerne Herz" (Taş kalp) adlı romanını yeniden bulunca buraya not düşmek şart oldu.
Arno Schmidt'in, yeni bir edebi düz yazı stili icad edip o formda yazdığını söyleyebiliriz. İnsanın kendi monologlarını ve ruh halindeki değişimleri realist bir şekilde ifade edebilmek adına bir tür "Raster tekniği" kullanmıştır. Grafik-design ile ilgilenmiş olanlar bilirler, "Bilgisayar devri" (yani bu benim için 1980'lerin ikinci yarısından bu yana  sadce Apple demek) öncesinde çizgi roman ve karikatür hazırlarken arkası yapışkan raster filmler vardı, onlar çizimin üç boyutlu görüntüsü için kullanılan gri alanlar için kullanılırdı ve raster noktalardan oluşur, iri noktalı raster daha koyu, küçük noktalı raster daha açık bir gri ton verir, bunlar açıktan koyuya giden şekillerde de yapılırlar tabii. Arno Schmidt, işte böyle bir tekniği yazıda kullanır ve mesela monologlarda cümleler yerine sözcükleri tercih eder, üstelik bu sözcüklerin bir kısmını da dil-mil takmadan kendi uydurduklarıdır. Onları kendince anlamak, okurun işidir! İnsanların aklı hep başka yerlerdedir, eh bunun da yazıda bir şekilde ifade bulması gerekir. 
Arno Schmidt elbette çok okunan bir yazar değildi, ama büyük saygı duyulan ve okumaya çabalayan, okumanın bir maceraya dönüşmesini seven, okumak için çaba gösteren okurun gizli hazinesiydi. Alman okur onun hakkını vermiştir. Alman edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. Hayatı boyunca kıt kanaat yaşamış, yazdığı kitaplar bazı eleştirmenler tarafından "saçmalık" ilan edilmişse de daha sonra bu eleştirilerin geri alındığı da olmuştur. İrlanda'ya yerleşmeye karar verip Heinrich Böll'ün bu konuda büyük yardımlarına rağmen "düzenli geliri" olmadığından İrlanda tarafından kabul edilmemiştir. 
1977 yılında, Almanya'nın Osman Kavala'sı Jan Philipp Reemtsma'nın kendisine 350 bin Mark vermesi ile maddi sıkıntıları nihayet son bulmuştur. O zaman Nobel ödülü alan yazarlara verilen bu meblağı aldıktan iki yıl sonra hayata veda etti ama Alman edebiyatının ölümsüzleri arasında yerini aldı.

Örnek bir çizgi roman: "Mermaid Project"

Türkiye bir çizerler ve karikatüristler Cenneti. İslamcılığın her haltı yasak ve günah sayarak kütürel alanı çölleştirmesi devrinin sonuna yaklaşırken, ülkede çok sayıda yeni ve de taze "graphic novel" yayınevi -yani sözün tam anlamıyla 'Çizgi Roman' yayınevi- dikkat çekiyor. Bu alanda dünyada çıkan kaliteli eserleri Türkçeye kazandıran yayınevleri, okurlara iyi kitaplar sunarken, Türk çizgi roman yazarları-çizerleri henüz yeterince görünmüyor. Çizgi roman dünyasına 1980'lerden beri ilgi duyan bir okur (ve eski çizer) olarak, daha önce Twitter'da bahsettiğim beş ciltlik "Mermaid Project"den burada da bahsetmiş olmak istedim. Leo ve Corine Jamar tarafından yazılan ve Fred Simon tarafından çizilen bu romanı ilginç kılan, bugün "gelecekte olabilir" diye düşünülen varsayımları fikren devam ettirerek, gerçekçilikten pek uzaklaşmadan yeni bir distopik dünyası resmi çizmesi. Geleceğin dünyasında petrol tükendiğinden metan gazı üretilmekte, bunun için de planktonlar kullanılmaktadır, beyaz ırkın dünya hakimiyeti sona ermiştir, Fransa'da Kuzey Afrika kökenliler çoğunluktur, ABD de bir üçüncü dünya ülkesidir ve Hispaniklerin çoğunluğu teşkil ettiği bir yerdir. Gerçi yazarlar, beyazların yerini alan yeni çoğunluğa yeni davranış biçimleri düşünmemiş, onları sadece esmer ve müslüman Fransızlar halinde düşünmüşler ama fonda, malum Batılı refah yerine daha bir taşralı havası görüyoruz. Asıl konu, gen manipülasyonu ve beyazların yeniden dünya hakimi olması için çalışan beyaz kötü adamlar. Evet bu hikayenin kötüleri beyazlar. Hikayeyi anti kahraman çelimsiz beyaz ve de sarışın bir sivil kadın polis anlatıyor. Bu kızın cinsel bir çekiciliğe sahip olmaması yazarlar tarafından özellikle istenmiş.
Çizgi romanlar adı üzerinde asıl güçlerini -bildiğimiz romanlardan farklı olarak- çizgilerinden aldıklarından, hikayenin ne tür çizgilerle anlatıldığı daima önemlidir. Ben daha çok, net, gerçekçi ve detaylı çizimleri savdiğimden, bu çizimleri beğendim. ayrıntılı çok güzel fon çizimleri var ve ayrıntılarda kaybolmadığınız, bütünü daima görebildiğiniz bir bütüncül çizim stili benimsenmiş. çizer Fred Simon'un özelliği, gerçekten oldukça basite indirgediği tip çizimlerinde yüzlere çok farklı duygu ifadelerini az ve öz çizgiyle kondurabilmesidir. Bu önemli çizer meziyeti, tamamı altı yılda hazırlanmış "Mermaid Project" albümlerine özel bir derinlik katıyor. 2010'da ilk çalışmalarına başlanan Albümler, çizgi romanın Fransa'daki en önemli yayınevlerinin başında gelen Dargaud tarafından, son cildi 2016'da olmak üzere, sırayla yayınlandı. 
Çizgi romanı çok önemsiyorum ve Red Kit'in çizeri Morris'in deyimiyle "Dokuzuncu Sanat" çizgi romanın Türkiye'deki yazar-çizer ve okur geleneğine çok yakıştığını, Yeni Türkiye'nin bu dalda harikalar yaratabilecek kapasiteye sahip olduğunu düşünüyorum.

Yarasanın laneti...

Kazıklı Voyvoda Vlad Drakul'dan, kötülüğün ifadesi vampiri yaratan İskoçyalı yazar Bram Stoker, kont Drakula'sını yarasaya dönüştürüyor. Yarasaların tarih boyunca uğursuz sayılmaları boşuna değil. Yarasa, Corona tipi virüslerin yaşadığı ve çoğaldığı, ama yarasaya bir şey yapamayıp sadece bedenini deney babında kullandığı hayvan. Yarasaların çok güçlü bir bağışıklık sistemi var ve bunu, uçabilmesine borçlu olduğu sanılıyor. Yarasa uçarken öyle zorlanıyormuş ki, vücut ısısı 41 dereceye kadar çıkıyormuş. Bu direnç, virüslerin bedenine zarar vermesini önlemekle birlikte onlara ev sahipliği yapmaya devam ediyor.
Sıçanları ınsanlardan yumuşak patili kediler uzak tutuyor ve Veba denen lanetin insanlardan uzak kalmasını sağlıyor. Yarasaların da insanlardan uzak durması gerektiği geleneği ananesi düşüncesi fikriyatı paranın hükmettiği kapitalizm çağında çoktan unutulduğu veya insanın herşeye kadir bir varlık olduğu inancı eski dinlerin yerine ikame edildiği için, modern naylon insan, doğanın etini sütünü kılını tüyünü paraya çevirmek için akla gelen ve gelmeyen her türlü yöntemi deniyor. Eskiden ahlak denen, sonra adı "etik" diye değiştirilen evrensel kurallar vardı, bunlar, unutulmaya yatkın raflara çekmecelere tıkıştırıldı. Wuhan'daki hayvan pazarı da, evinde vahşi hayvan beslemek isteyen, ama vahşi hayvanların özgür yaşamlarına zerrece saygı duymayan modern insan türünün kibrini tatmin etmek için kurulmuş yerlerden biri.
Modern insan, vahşi hayatın yaşam alanını son yüz yıl boyunca -daha önce hayal dahi edilemeyecek ölçüde- iyice daralttı, sadece Çin'de değil, Brazilya'da, Afrika'da, Borneo'da, Polinezya'da ve Dünya'nın her köşesinde. 'Doğa ile uyumlu yaşamak' sesi sözü kırk yıldır moda. Ondan önce kömür isini proleteryanın süsü, çevreyle ilgilenmeyi de küçük burjuvazinin lüksü sayan bir zihniyet entelektüelizmin yeni kriterlerini belirliyordu. Doğaya uymak gerektiği çok konuşuluyor, piknikler yapılıyor, Peru'lara falan gidiliyor ama ne arabasından feragat eden ne de poşetinden vazgeçen oluyordu.
Modern insan, eski etik kodeksinin yerine aklını, aklının yerine de kibirli kâr dürtüsünü koydu. Aklın ve ruhun tükendiği yerde laneti, şıkır şıkır Dolar'a çevirmeye kalktı ve ona, onun nefesini soluyacak kadar yaklaştı, laneti kapıp bütün insanlığa yaydı. Şimdi insanlar, kapandıkları evlerinde, para ve kâra kurban ettikleri akıllarını fikirlerini ruhlarını yeniden bulmak için, eski zamanlardaki gibi bir tür zorunlu çile çekiyorlar. Evlerinden çıktıklarında, entel gevezeliği babında kuru laf zamanı, özü sözü bir olmayan polİtika esnaflığı çağı, para uğruna herşeyin mübah olduğu kâr devri, hükmen sona ermiş olacak. Geriye sadece, bu yeni gerçeğin bütün Dünyada peyderpey Kamu tarafından resmileştirilmesi kalacak.

Bir ilâhi değişim...

Ortaçağ karanlığından bir iğne ucu kadar ışığın sızmadığı zamanlarda kedilere takan yobaz papazlar, şeytanla akraba saydıkları bu sevimli hayvanları öldürmek için binbir çeşit yöntem bulup fare cinsinin nüfusunu artırmışlar. Sıçanlarla kedilerin nüfusu birbiriyle ters olmakla kalmayıp, iyilikleriyle kötülükleri de birbirine zıt iki dünyadır. Kedi, eski Mısır'da tapınakları kötü ruhlardan korurken bunun için sadece sevimliliğini kullanıp bol bol sevgi üreten ve sıçanların canına okuyan, Göğün sevgili yaratığıdır. Ortaçağın karanlık papazları, kedilerin kötü ruhlarla nasıl savaştıklarını, ortalık sıçana boğulduktan sonra anlamışlar. Veba, Ortaçağı tarihe gömmekle kalmamış, kedilerden bile kuşkulanan kilisenin tartışmasız gücünü de elinden almış. Kötülüğün bile iyi bir yanı vardır.
İklimleri bozup vahşi hayatı gün be gün yokeden tüketici naylon insan da plastik poşetleriyle hayvan pazarlarında sürterken Yarasalardan Covid 19 virüsünü kapıp, yeni bir çağın gözünde sessiz sakin evinde otururken, etrafındaki muazzam curcunanın tehdidin tehlikenin farkında, ama evindeki sükunet nedeniyle etrafındaki tornadonun şiddetini henüz kestiremiyor ve işte tam da bu tarihi anda, eski kedi katillerinin uslanmış bilge baş kardinali Papa Franciscus, Ortaçağ'ın ocağını söndüren tarihin verdiği dersi unutmadığını göstererek, Kapitalizm çağının bitişini kendi ölü dili Latince ile çok iyi ifade ediyor, ağzı ile beyni arasındaki bağı koparmış çağın politika esnafına akıl hastası muamelesi yapıyor.
Kader, hayatta kalma becerisini gösteren herkese, her kuruma, en az bir adet yeni şans sunar. Papa, Roma kilisesine sunulan şansı değerlendirmekle kalmıyor, günde beş vakit Sol gevezelik yaparak varlığını devam ettirmeye çalışan kızılcık kırmızısı prokapitalist entel deryasına da tur bindirip ön alıyor, yobazlığın her türüne aşina olup yüzünü din bezirganlarından seküler dürüst insanlara çevirmiş Tanrı'yı şaşırtıyor.