Güzellik algılamasının bozulması hakkında


1.
Güzellik, Tanrı'nın/kutsalın elementar ifadesidir derken, O'nun ifadesinin insandan insana geçişi pratikleriyle ilgilenen sanatın "Çağdaş dünya"daki durumunu kısaca mercek altına almak gerekiyor. "Modern" sanatın günümüzdeki durumu başlı başına bir sorun teşkil ediyor. Sanatın hak ettiği yerine oturması ve gerçek işlevini yeniden yerine getirebilmesi için önce, gözelliğin ve sanatın bozulması (ve bozulmanın tarihi) üzerinde kısaca durmalıyız.

Sistem elitlerine ve onların dünyasına yakın olmayı bir tür kalite kanıtı sayan modern 'sergi salonu sanatçıları'nın eskiden beri çok yakındığı bir şey vardır: Anlaşılmamak!.. Siz sanatçısınız, o kadar didinip onca "işler" yapıyorsunuz, "işlerinizi" sergiliyorsunuz, ama sanattan anlamayan bu halk, zahmet edip de sizin serginize gelmiyor, gelenler de birşey anlamıyor! (Aslında "anlayanlar" da genellikle birşey anlamıyor -da anlamış gibi yapıyor!)

Bu yakınmaların bir haklı, bir de haksız yanı bulunmaktadır. Türkiye'yi ilgilendiren haklı yanı: Güzelliğin/sanatın her türüyle -yani Yaşayan Tanrı'nın/kutsalın dünyadaki ifadeleriyle- sorunlu "Müslüman" neoliberallerin, halkı "din adına" kültürsüzleştirmeleriyle ilgilidir. Modern kültürü sadece mal/hizmet estetiğine indirgemiş, modern sanatın her türünü reddetmiş ve mümkün olduğunca kendilerinden uzak tutmuşlardır. Reddettikleri kültür yerine -birkaç sembol dışında- hiçbir şey koymadıklarından, halk kültürsüzleşmiştir. Bugünün "Muhafazakar kültür"ü ve çok sözü edilen -ülkenin/devletin dönüştürülmesi anlamında- "değişim"in bir kültür/uygarlık projesi olarak ciddiye alınması hiç mümkün değildir. Ve Anadolu'nun kültürsüzleşmesinden başka birşey sayılamaz.

Tanrı'yı, bugünün somut dünyasında yaşamayan/bulunmayan sanal ataerkil bir despot sayan "değişimci" anlayış, kutsal Kur'an'ı, bir tür ideoloji metni gibi kullanıyor. Sosyalist toplumlarda herkese, okullarda Lenin/Mao gibi "usta"ların kitapları kutsal kitap gibi ezberletiliyor ve noktası-virgülüne kadar herkese, o kitaplara uygun yaşamaları empoze ediliyordu. Herkesin birbirini kontrol ettiği bu sistemin baş özelliği, "sosyalist sanat" gibi kıytırık bir şey adına, halkların tarihi birikimleriyle elde ettikleri bütün kültür ve sanatları "burjuva sanatı" diye katletmesidir. Özgürlüğün olmadığı yerde yapılan "sosyalist" sanatın sanat olmayacağı açıktır. Benzeri bir durum şimdi Anadolu'da dikkat çekmektedir. Buradaki lanet, bizzat kutsal kitabın ideolojik indoktrinasyon aracına dönüştürülmesi ve katledilen sanatın/kültürün yerine, uyduruk da olsa bir "islami sanat"ın bile konmamasıdır. Bu şartlar altında kültürsüzleşen halkın sanata hiç ilgi duymaması malesef doğaldır -ve halkın bu hali, onun bozulmasını da beraberinde getirmektedir.

Ama halka yönelik "Sanattan anlamıyorlar" yakınmalarının bir de haksız yanı var. Ve bu yan, -dünyayı ilgilendiren daha geniş bir açıdan bakıldığında- yukarıda kısaca değindiğimiz haklı olan yandan çok daha önemlidir.


2. Güzellik algılamasının bozulması

Güzellik algılamasının giderek bozulmasının birbiriyle ilişkili iki temel çizgisinden söz edilebilir. Bunlardan ilki, antik çağlarda bazı yerlerde ortaya çıkan bir bozulma eğilimidir; diğeri, modernleşmenin/kapitalistleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte, o eski antik bozulma çizgiden de güç alarak gelişen modern kültürsüzleşme eğilimidir.

Güzellik algılaması, herşeyden önce kişiye özel bir durumdur, insanın '(özgün karakterli) kişi' olmasıyla, yani özgür biri olmasıyla ilgilidir ("Birey" olmasıyla ilgili değildir. "Birey", bir modern/kapitalist toplum formatıdır ve bu yazının konusu değildir). İnsan, başkalarının şartlandırmasına göre değil, kendi özgür ruhuyla güzellikleri algıladığı ölçüde onları özgün bir şekilde yorumlayabilir ve başka insanlara kendi yorumunu sunabilir. Bu nedenle gerçek sanatçı, bir 'özgün özgür kişi'dir. Eski zamanlarda insanın bir tür sanatçı ruhuna sahip olduğunu, sanatın hayatlarındaki yerine bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Eski uygarlıklarda hiçbir antik sanatçı, bugün sanatçı olduğunu iddia edenler gibi sergi-mergi açmazdı! Bir Mısırlı sanatçının piramitlerde sergi açması gibi bir şeyin komikliğine bakarak, bugünkü modern sanatın içine düştüğü trajikomik durum daha iyi anlaşılabilir.

Sanat, Lev Tolsy'un dikkat çektiği üzere sanatçı, güzellik duygusunun kendinden diğer insanlara (hepsine) geçmesini sağlayabiliyorsa sanatçıdır. Sadece üçbeş kişinin "anladığı" şey sanat olamaz. Günümüzün "Sanat" anlayışı ise, toplumda otoriteler tarafından "resmen!" sanat kategorisinde değerlendirilen herşeyin, herkes tarafından otomatikman "sanat" olarak değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Bu tanıma göre, biryerlerde sanat diye -belli bir kuratör yönetiminde- sergilenen her şey sanattır! Elbette değildir. Çünkü sadece bu anlayış bile sanatın ruhuna aykırıdır. sanat, kişi tarfından bizzat algılanmalı/hissedilmelidir. Hayatın böyle sanat/politika/ekonomi/din cinsinden kategorilerle birbirinden "kesin çizgilerle" ayrılmadığı ve bunların her birine ayrı birer beton bina tahsis edilmediği kapitalizm öncesi dönemlerde sanat, herşeyiyle bir bütün olan hayatın o halka özgü karakterini yansıtan bir çizgi ile ilgiliydi. Bu nedenle de Sümer sanatını Mısır sanatından ayırabiliyoruz. Bugün bir ülkenin sanatını diğerinden ayırmak zor, çünkü kepsinde para/mal kültürü hüküm sürmektedir ve para kazandırdığı sürece dış görünümün, sanatın önemi yoktur. Günümüzde sanat, hayatın bütününü yansıtmadığı için ve çirkinliği de sanat malzemesi yapabildiği için (bu konuya döneceğiz), toplum dışı kalıyor. "Anlaşılmayan" bir sanat zaten sanat sayılamaz. Lev Tolstoy'un bu konudaki tanımı çok açıktır ve doğruya bizce en yakın duruştur. Yüzlerce yıldır söylenen türküler var. Bestecileri -elbette- bilinmiyor. Her insanı coşturabiliyorlarsa -ki yoksa bu kadar uzun ömürlü olamazlardı- sanat eseridirler. Tolstoy, Baudelaires gibi ünlü şairleri sanatçı saymamakta, hatta Beethoven'in bazı eserlerini bile kötü sanat eseri ilan etmektedir. Topluma hakim olan "güzel" anlayışını kabul etmeyen ve kendisi yargılara varan bu anlayışıyla Tolstoy, sanata en doğru yaklaşımın önemli bir örneğidir. (Bkz. Lev Tolstoy, "Sanat Nedir". Mazlum Beyhan çevirisi, İstanbul 2007)

Bugün eski uygarlıklardan bahsederken mesela 'Mısır kültürü' veya 'Hitit kültürü' gibi sözler kullanıyoruz ve burada kullandığımız 'kültür' kavramına sadece el işleri ve süslemeler değil, ekonomi de, din de, devlet yönetimi de dahil oluyor. Eski kültürlerde, hayatın her alanının belli bir özgün estetik ve güzellik anlayışına uydurulmaya çalışıldığını, güzelliğin/estetiğin fonksiyonelliğe -asla- kurban edilmediğini görüyoruz. Bu önemli özellik, Eski Dünya Düzeni'nin en önemli temel özelliklerindendir. Ve bu eski anlayışın, modern/kapitalizmin tüm dünyayı kaplamaya kalkan ama şimdi ağzının üzerine yere çakılmakta olan sonuncu biçimi Yeni Dünya Düzeni'nin betonarme çirkin fonksiyonelliğiyle alakası yoktur ve tabii güzelliği çirkinliğin ambalajı olarak kullanan piyasa estetiği anlayışına da terstir. Amaç para yapmak olunca, güzellik önemsenmemektedir. Çünkü doğanın önce mal sonra malın paraya dönüştürülmesi kapitalist denkleminde, güzellik faktörü bulunmamaktadır. Dünyanın çirkinleşmesinin temel nedeni de budur. Ekonomi güzel değildir. Politika güzel değildir. Sistemin esası güzellik ötesi olunca, dünya sürekli çirkinleşmekte, para adına doğal güzellikler (ve diğer güzellikler) mütemadiyen bozulmaktadır.

Güzellik anlayışının tarihteki ilk bozulması, güzelliğin "toplumsallaştırılması" ile başlamıştır. Burada sözkonusu olan durum, güzellik algılamasının esasen 'kişisel' birşey olduğu anlayışının ortadan kaldırılmasıdır. Eski Yunan uygarlığında, daha öncesinden farklı olarak yeni bir güzellik kavramı ('Kalos') ortaya çıkmış ve klasik güzellik algılamasını değiştirmiştir. Yeni anlayış, bir tür "toplumsal güzellik"ten bahsetmekteydi ve tek tek kişilerin güzellik anlayışı yerine, bir topluluğun "ortak" güzellik anlayışı anlamına gelmekteydi. Bu anlayış, Tanrı/kutsal ile bağlantılı güzellik algılamasının temel özelliklerinden ikisine ters'dir. Güzelliği algılamayı 'özgür özgün kişi'ye bırakmayıp, bu insan formatını bir elite maledip ortadan kaldırıyor ve insana, neyin güzel olup olmadığını yukarıdan dikte ediyordu!.. Böylece insan, güzelliği bizzat görüp onun hakkını vermek (veya vermemek) yerine, toplumun güzel sayması gerektiği düşünülen şeyleri "güzel buluyordu!" Buradan, güzelliğin algılaması konusunda bir tembellik ortaya çıkarılmıştır. Doğrusu, güzelliğin, Tanrı'nın/kutsalın elementar ifadesi olarak, herkes tarafından bizzat algılanması olmalıdır. Ama bunun sağlanabilmesi için de insanın özgür olması gerekmektedir, yani birilerinin ona sürekli -her konuda- neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemeye cürret etmemesi gerekir. Temel kural budur. İlk bozulmanın modernleşme/kapitalistleşme dönemindeki hızlanması, ekonominin ayrı bir kategori olarak hayattan ayrılmasıyla başlamıştır. Sonra diğer, kendi içinde "homojen" kategoriler ortaya çıkmıştır. "Sanat", o kategorilerden biridir. Tıpkı "Kültür" gibi, "Politika" gibi. Bu saçmalığa göre bir ekonomistin kültürle alakası yoktur, bir sanatçı da ekonomiden anlamaz, bir din adamı bunların hiçbirinden anlamaz vs. Sanat ve estetik, sosyal hayattan dışlanmıştır (çünkü pek para etmiyor) Bu mantığın Türkiye'de vardığı en vahim nokta: Günümüzün betona/asfalta kesmiş estetikten tamamen uzak, her biri diğerinin kopyası Türk şehirlerinin "güzel" ilan edilmesidir
. Türk şehirlerinde, 60-100 sene öncesine kadar yapılmış binalar da olmasa, bir güzellikten/estetikten bahsetmek gerçekten cesaret işidir. İstanbul'da (ve Allaha şükür daha birçok yerde) ise güzellik, sadece doğal şartların değiştirilemez güzelliği sayesinde (mesela Boğaziçi), güzel kalmayı başarmıştır, tamamen bozulamamıştır. (Neoliberaller, Anadolu'nun her köşesine diktikleri -anlaşılan çok para kazandıran!- her biri diğerinin kopyası uçuk pembeli-morlu yüksek binalardan oluşan sonsuz sayıdaki siteyi sahiden güzel sanabiliyorlar, harcadıkları yüksek asfalt/beton miktarıyla övünebiliyorlar! Günümüz dünyasında zevksizliğin/kültürsüzlüğün bu kadarına sadece Ortadoğu'da, Çin'de ve bazı Afrika ülkelerinde raslanmaktadır)

Güzelliğe/sanata kayıtsız/karşı bu anlayış, Yeni Dünya Düzeniyle (YDD) vardığı noktada, doğanın/iklimlerin pervasızca katline kadar götüren körleşmenin yerel ifadesi olabilmiştir. Fakat günümüzde insanlık, artık -insanlığın varlığına kasteden- bu tehlikeli durumun farkına varmaktadır. Bu güzel gelişmeyi de ilk başta, Yaşıyan Tanrı'nın/kutsalın dünyadaki elementar ifadesine, yani doğal güzelliğe (ve gerçek sanata) borçluyuz. Bilim adamları, balta girmemiş ormanların, engin buzulların, kutup ayılarının, Bengal kaplanlarının, soyu tükenen diğer hayvanların, bitkilerin nasıl bir hızla dünyayı terkettiklerini, güzelliklerin nasıl yok olduğunu, geriye kalan korkunç boşluğun muazzam bir ruh fakirliğine yol açtığını ve çirkinliğin, korkunç bir lanet olarak insanlara geri dönmek üzere olduğunu anlamışlardır. Doğal güzellik, yani güzelliğin temel/öz biçimi, nelerin yitirilmekte olduğunun anlaşılmasını sağlamıştır. O güzelliğin görülebilmesi, insanın henüz barbar beşer haline gelmediğinin kanıtıdır. Modern kapitalist yaşam biçimi güzelliği piyasa estetiği haline getirip yozlaştırmış, hatta çirkinliği güzellik ilan etmeye kadar vardırmıştır "işi", ama güzelliği sosyal hayattan silememiştir, yasaklayamamıştır.

Onların yapamadığını, Anadolu'da neoliberaller yapmaya kalktılar -hem de sadece neyin güzel neyin çirkin olduğunu dikte ederek değil -onun da ötesinde; güzelliği/sanatı, etkisi altındaki halka din adına yasaklayarak. Başaramamışlardır. Onların "dünüşüm" dedikleri YDD projesi başarısızlığa uğramıştır. -Başarmaları mümkün de değildi. Çünkü güzelliğe/sanata uzak olmak demek, akla da uzak olmak demektir. Akıldan uzak kalanlar, işi kurnazlıkla götürmeye çalışırlar. Kurnazlıkla haksız/hızlı/geçici zaferler kazanarak bir süre idare edilebilir, ama kurnazlığın kutsallık prensibiyla hiç alakası yoktur -ve bu yüzden asla aklın yerini tutamaz. Akılla kurnazlığın yarışı, Ezop'un tavşanıyla yaşlı kaplumbağası arasındaki yarışa benzer. Yarışa tavşan hep hızlı girer, ama kaplumbağa her zaman kazanır...


(devam edecek)

Türkiye'nin yeni kaliteleri ve yükseliş hakkında dönem notları


Türkiye'nin içinden geçtiği süreç, hayranlık uyandırıcı bir şekilde doğru istikamette ilerliyor. Bunun anlamı, geleceğin yüksek/örnek kalitelerine uygunluğudur. Henüz oldukça yeni olmakla ve güçlü olmamakla birlikte, Türkiye'nin ve Türklerin yükselişi, doğru ilk dikkatli-adımlarla ilerlemektedir.

2008 sonbaharında devreye giren yeni paradigmaya uygun yeni tutum en başta nesneldir, insani yüksek değerleri esas almaktadır, sosyo-ekonomik bir yaklaşımı önemsemekte ve eski kültürel kimlikçi anlayışı terketmektedir; ayrıca bu konularda sen/ben ayrımı gözetmemektedir -mesela, kimin yaptığına bakmadan yolsuzların üzerine gitmektedir. Şimdiye kadar pek dikkat çekilmediği üzere, mesela -nihayet- Türk şehirlerinin çirkinliğinden bahseden yazılar bile yazılmaktadır (bkz. Hürriyet gazetesinde Ertuğrul Özkök'ün 18.2 tarihli 'Sandık belden aşağı indi' başlıklı yazısı).

Yeni tutumu yansıtan kuşkusuz çok sayıda örnek vardır ve siyasi alanda da ona uygun hareket eden politikacılar görünmeye başlamıştır
(yeni anlayışın -bugünkü siyasette- ilk ifadeleri, mesela İstanbul'da Kemal Kılıçdaroğlu ve Mehmet Bekaroğlu gibi politikacılardır). Bunların hepsi tek tek övgüye değerdir. Fakat biz burda gelişmelerin orta ve kısa vadeli istikametleri/kaliteleri hakkında bazı noktalara değineceğiz.

Kısa vadeli başarılar adına yeni yaklaşım tarzında -küçük de olsa- "istisnalar" yapmak veya nesnellikten ödün veren zorlama tarafgir "çıkışlar" yapmak ve evrensel demokrasi/hukuk normlarından taviz vermek, gelişmeye zarar verebilir. Bu konunun ciddiye alınması şarttır. Nesnel gerçeklerden kopmadan, neoliberal
kültürcü ayrımlar ötesi ortak bir üst bakış geliştirmek, önümüzdeki dönemde çok daha kolay olacak gibi görünüyor. 2010 Ocağına kadar sürecek dönemde yardımlaşmanın da güçlenip öne çıkması ve aradaki güvensizliklerin giderilmesi, daha kolay olabilecektir. Bu dönemde, eskiden kalma Soğuk Savaş ayrımlarının ve neoliberal kültürcü ayrımların ötesinde (yani Sağcı/Solcu/Laik/Müslüman/Kürtçü/Türkçü vs. ötesinde) samimi ittifaklar ve yakınlaşmalar geliştirmenin temel ilkesi, kimsenin kimse gibi olmak zorunda olMAdığının anlaşılması ve bunun önemsenmesidir. Süreç içinde, karşılıklı güven yeniden inşa edildikçe, yeni tanımlar ve gelişmeler istikametinde birçok şey, herkesi tatmin edecek şekilde yerine oturabilir.

2010 Ocak sonuna kadarki süre içinde ideallerle gerçek hayat arasında sağlıklı bir dengenin oluşturulması mümkün olabilir. Bu kuşkusuz -geleceğe doğru- çok olumlu bir duruma işaret etmektedir ve Türkiye'nin -yeni çizgisinin- geleceği düşünmek, tasarlamak, ilk deneyleri yapmak konusunda, önemi sonradan anlaşılacak bazı ilk adımları atmasını sağlayabilir.

Şimdi (yerel seçimlere doğru uzanan ilk dönemde), normalde kişiye pek açık olmayan ve anlaşılması güç 'değerler'in (kalitelerin) bilincine varmak konusunda yeni deneyimlere çok daha açık bir zaman diliminden geçtiğimiz anlaşılıyor -bu deneyimler, mistik kalitelere de sahip olabilirler ve bu nedenle önemsenmeyi kesinlikle haketmektedirler. Bu dönem, aynı zamanda -geleceği temsil eden yüksek kaliteler adına VE mütevazilikten taviz vermemek koşuluyla- bir özgün/derin özdeneyimler dönemi de olabilir. Türkiye'ye ve Türklere has yüksek kalitelerin daha açık/gerçekçi bir şekilde değerlendirilebileceği, bu anlamda yoğun entelektüel sohbetlerin çok daha verimli olabileceği, eski paradigmalara has düşünce kalıpları ötesinde düşünüp konuşmayı kolaylaştıran bir dönemdir söz konusu olan.
(Bu deneyimlerin çoğu, kişiye özel yaşanacak ve belki gizli kalacak olsa da) Hayranlık uyandıracak gelişmelerin mutlaka kutlanması gerekir.

Yüksek insani değerlerin temel kaynağı: Güzellik


Güzellik, Tanrı'nın ve kutsalın yeryüzündeki elementar ifadesidir. Sanat da bu ifadenin çeşitli şekil ve tarzlarda, insandan insana geçişiyle ilgilenen çabalara verilen addır. Yaşam sevincinden aşk ve sevgiye, oradan kültür ve uygarlıklara, adalete, oradan da ahlaka, aşkın/mistik/tasavvufi yaklaşımlara ve dinlere kadar bütün yüksek insani değerlerin temel kaynağı, güzellik duygusudur. Güzelliğin ne olduğu, çok eski antik çağlardan beri "tartışılmakta" ve kesin bir tarifi yapılamamaktadır -ve bu durum, güzelliğin yüceliğine ve önemine işaret eder.

Güzellik uzunca bir zamandır önemsenmeyen, hatta "lüks" sayılan, kimilerine göre "küçük burjuvalık", kimilerine göre "günah" bir şey haline getirilmiştir. Güzelliğin ilk temel ifadesinin doğa ile ilgili (doğal güzellik) olduğunu, insanı ilgilendiren güzellik kavramının ise hayatla, yani hayatın devamlılığıyla, aşkla, cinse
llikle ve sevgiyle ilgili olduğunu biliyoruz. Güzelliğin en önemli garantisi: Başta vahşi doğanın, iklimlerin, yaşamın korunması ve yükseltilmesi olmak koşuluyla; sevgi ve aşkın (ve tabii kadının ve kadınsı değerlerin) korunması ve yükseltilmesi, bunlar bağlamında özgürlüğün önemsenip yükseltilmesi ilkesidir. (Bunların ne demek olduğu elbette daha çok konuşulacaktır) 2008'de başlayan yeni postkapitalist dönemde temel ilke, bu garantinin sağlanabilmesi için gereken/zorunlu sosyo-ekonomik gelişmelerin önünün açılması olacak gibi görünmektedir. (Bu gelişmelere destek olanlarla köstek olanlar arasındaki çatışmanın sonucu da, köstek olanların -tarihte örneği olmayan- benzersiz bir şekilde yenilerek tarih sahnesinden silinmeleriyle sonuçlanabilir.) Dünyada ortaya çıkan kültürler, uygarlıklar ve onların ruhu konumundaki inanç ve değerler sistemleri, insanlara her zaman nefs terbiyesini de öğretmişlerdir. Çünkü ancak nefs kontrolü ve bu konuda (örneğin aileyi tanımlayan) evrensel insani kuralların ortaya çıkması, insanın sosyal bir varlık olarak yaşayabilmesi, sosyal hayatın kurulup örgütlenebilmesini sağlayabilirler.

Fakat aşk/cinsellik ile dinlere ve Tanrı'ya kadar uzanan aynı temel insani değerler bütününün birbirine uzak görünen o iki ucu arasında beli bir denge olması gerekir. Sosyal hayatta bunlardan birinin diğerine üstün tutulması, hatta birinin diğeri adına küçümsenmesi veya baskı altına alınması kutsallığın doğasına aykırıdır. Tanrı'yı/kutsalı doğrudan veya dolaylı öven ve insani değerleri, doğayı, yaşamı yücelten GERÇEK SANAT'ın yaşayabilmesi için -yani din ve uygarlık gibi yüksek değerleri yaratıp yaşatabilme potansiyelini her daim taşıyabilmesi için- mesela sevgi/aşk/cinselliğin ağır bir baskı altına alınMAmış olması, insanların (ve gayet tabii kadınların da) özgür olmaları gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, iyilik de, dürüstlük de, nefsine hakim olmak da, güzelliğin birer türevidir. Hepsi güzellik duygusundan doğmuşlardır. Güzellik ve sanatla sorunlu olmak demek, bir noktadan sonra kendi nefsiyle ve diğer insani değerlerle sorunlu olmak anlamına gelir. Böyle bir bozukluktan muzdarip olanın, dinin nefs terbiyesini önemseyen yanını sosyal bir baskı unsuru haline getirmesi ve cinselliğin en küçük ifadesini bile günah sayması, kutsallığı anlamamak ve onun temellerine saldırmak demektir. Kutsal/yüksek/insani değerler, onbin yıllık bir tecrübe sonucu ortaya çıkmışlardır ve temel prensip her zaman güzellik/sanat/özgürlük olmuştur.

Modernizmin/kapitalizmin ortaya çıkışı ile güzellik, sadece paraya tahvil edilebildiği ölçüde "değerli" sayıldı. Güzellik, "fonksiyonel olmak" anlayışına kurban edilip bir tür tüketicilik estetiğine dönüştü. Ayrıca güzellik adına yoz ve pervers/sapkın anlayışların (özellikle 19'uncu yüzyıl sonundan II. Dünya Savaşı sonuna kadar) para/iş odaklı kapitalist yaşam biçiminde, bir elit kültürü haline gelebildiğini de biliyoruz. Fakat tarihte her zaman, güzelliğin kışkırtıcı/şeytani ve insanı bozan bir şey olduğunu din adına savunanlar da olmuştur. Güzelliği sadece amaçları için kullanan ve onu sapkınlığa kadar vardıran (Haşaşiler, Templer gibi) tarikatler de varolmuştur. Tarihte din'i güzellik adına reddeden veya güzelliği din adına "günah" sayan her akım, mutlaka büyük bir felaketle son bulmuştur. Bunun için tarihe bakmak yeterlidir. Böyle anlayışların hiçbiri devamlı olamamıştır. Günümüzde güzellikle sorunlu bir modern tüketim kültürü zaten var. O bile, kendine göre -"kalitesi"ni, yani kalitesizliğini daha sonraki yazılarda konuşacağımız- bir sanata, bir estetik duygusuna sahip.

Ama günümüzde, bir tür sonradan kapitalistleşme/modernleşme/şehirlileşme ifadesi olan "İslami kültürel kimlikçiliğe" has, (1980'li yıllarda başlayan ve 2008'de sona eren neoliberal dönemde) ne bir sanat ne de özgün bir estetik anlayışından söz etmek mümkündür. (Arabi-Sünni) 'İslami kültürel kimlik', Neoliberal dönemin vahşi tüketim kültürünün bozduğu güzellik anlayışının üzerine bir de 'güzelliğin ifadesi sanat türlerini günah saymak ve/veya baskı altına almak' anlayışını eklemiştir. Böylece, Anadolu'nun kültürsüzleştirilmesi gibi korkunç bir durum gündeme gelmiştir. Güzelliği ve sanatı, sadece yoz modern sanata bakarak ve onun cinsel aşırılıklarını sanatın bütününe mal ederek -toptan- reddetmek anlayışı, bazı önemli gerçeklere dikkat çekmektedir:
1. Türkiye'deki ve Ortadoğu'daki şekliyle neoliberal dönemde ortaya çıkıp önem/güç kazanan Arabi/Sünni "İslami Kült
ürel Kimlikçilik" ve onun Bin Ladin'den AKP'ye, ve oradan Amerikalı "Müslümanlar"a kadar uzanan ılımlı/ılımsız bütün türlerinin son yirmi küsür yıllık neoliberal ömürleri süresince ürettikleri -dünyada insan içine çıkabilecek- hiçbir özgün kültür (ve sanatsal ürün) yoktur. Bunun da ötesinde: Sadece modern/yoz sanata karşı değiller. Aynı zamanda güzellikle ve onun ifadesi sanat dallarının çoğuyla sorunlular. "Dindarlık" adına ne müzik yapıyorlar, ne resim çiziyorlar, ne dans ediyorlar, ne tiyatro kurup oyuyorlar ne özgün herhangi bir sanat türü oluşturuyorlar, ne de -çok savundukları- eski sanat dallarında herhangi birşeyler üretiyorlar. Edebi konudaki birkaç istisnayı saymazsak islamcı çevrelerde muazzam bir ruhsal çoraklık söz konusudur. Yani Tanrı'nın ve onun güzelliğinin doğrudan övüldüğü gerçek (mesela 'mistik') sanat türleri de dahil olmak koşuluyla -ki mistik alanda onlardan birşeyler beklemek dindarların hakkıdır- hiçbirşey üretmiyorlar. Çok daha geniş alanda sanatsal ürün vermeye imkan tanıyan, mesela doğa ve insan güzelliği alanında, yaşamın güzelliğini, yaşama sevincini gösteren geniş alanlarda -dişe dokunur, dünyaya "işte yeni islami sanat" diye sunulabilecek- hiçbirşey yok. Bu gerçek, Yaşayan Tanrı'ya/kutsala tamamen yabancı olduklarını gösterir -ve Tanrı'yı soyut/sanal bir şey sandıklarına işaret eder.
2. Sanata ve güzelliğe bu kadar yabancı olmak, sadece, Yeni Dünya Düzeni'nin (YDD) özünde insan doğasına ve kutsallığın her türüne yabancı/karşı "değerler" sistemiyle akrabalığa işaret eder. Akrabalıklarının sosyo-ekonomik temeli zaten mevcuttur. YDD'nin dünyanın başka bölgelerinde uyguladığından bile daha kesin bir kültür/sanat/güzellik katliamı sözkonusudur ("islami kültürcü"lerin Anadolu'da uyguladığı kültürsüzleştirme, sadece eski sosyalist ülkelerdeki kültürsüzleşme örnekleriyle kıyaslanabilir). Anadolu'ya yapılanlar, güzelliği yozlaştırıp meta/mal/para haline getiren YDD'nin dünyadaki temel eğilimine uygundur. Güzelliğin ilk temel kaynağı olan doğanın tahrib edilmesi ve doğa konusundaki duyarsızlık, daha önceki dönemlerle kıyaslandığında benzersizdir. (İlk kez bu dönemde Tuz gölü, Beyşehir gölü, Akşehir gölü gibi koca koca göller neoliberal para/iş "özgürlüğü"ne kurban olmuş, kurumuş veya göllükten çıkmıştır ve Kazdağları gibi doğa harikaları, en küçük bir doğa duyarlılığı izi taşımayan bir zihniyetle para/iş sisteminin vahşi talan zihniyetine açılmıştır
.) Burada en dikkat çekici olan, doğayı paraya/ranta çevirmek tutum ve zihniyetinin, nerdedeyse barbarlığa varan bir kalpsizlik örneği sergilemesi ve bugünün dünyasında benzeri olmayan bir duyarsızlıkla yürütülmesidir. Bu tutum ve zihniyet, Anadolu'nun kültürsüzleştirilmesinin ilk somut sonucudur. Güzellik duygusunun yozlaşması/tahribi kötüdür, ama din adına yasak/günah sayılması ve bu bazda insanların kültürsüzleştirilmesi, çok daha kötüdür. Gerçek din/inanç/kutsallık, yeryüzünü "eziyet mekanı" sayıp, ölümü ve sonrasını "yegane umut" olarak göstermez. Dünya, sürekli ağlama/eziyet yeri değildir, sadece çile çekmek ve kendine eziyet etmek yeri de değildir. Gülen din her zaman, salya-sümük ağlayan din taklitlerinin üstesinden gelmiştir, gene gelecektir. En yakası açılmadık fıkralarla, halka inanç/insanlık dersi vermeyi bilen Nasrettin Hoca, bu prensibin, Doğu Avrupa'dan Mançurya'ya kadar uzanan canlı kanıtıdır.

Türk modernleşmesini Türkiye'yi eski/köklü Osmanlı kültüründen kopmakla suçlayan neoliberal "İslami kültürel kimlikçilik" -ki bu konuda haklıdır (ama bu durum Türkiye'ye özel değildir. Dünyanın her yanında bu ve benzeri olmuştur)- son yirmi küsür yıldır bir tek 'yeni Osmanlı kültürü' örneği veya bir tek alternatif 'islami sanat' eseri üretmemiş olmasına karşın, Türk modernleşmesi, bir kültüre sahiptir ve -çok olmasa da- özgün sanat eserleri üretmiştir. İslamcı çevrelerde güzellik/sanat konusunun ciddi anlamda düşünüldüğüne/konuşulduğuna dair de hiç bir işaret yoktur. Sonradan modernleşmeci neoliberal akımın 'Para elitleri', çocuklarını, sadece para/ticaret yapmaya ve politikaya atılmaya özendirmektedirler (adları da bu nedenle 'Para eliti'dir, çünkü paradan başka hiçbir "kaliteleri", hiçbir numaraları yoktur). İstisnalar hariç, çocuklarını -değil herhangi bir sanat dalına, akademik alana, diplomasi ve benzeri alanlara bile yönlendirmemekte, sadece (kolay yoldan) para kazanmaya özendirmektedirler.

Para eliti'nin sanata yönlenmemesi anlaşılır bir durumdur -çünkü sanatın ortaya çıkması için gereken temel şartların başında gerçek anlamda (kişisel) ÖZGÜRLÜK gelir. Din adına herkesin her şeyine (esasen de kadınlara) karışan, bu temelde halkın üzerinde baskı kurmayı "normal" sayan bir anlayışın, kadına
'Kadın' bile demekten imtina eden, cinsellik çağrıştıran en küçük bir ifadeye bile kapalı -özgürlüğe ters- bir anlayışın, güzelliğe sağlıklı bir şekilde yaklaşması zaten mümkün değildir. Tanrı'yı, kutsalı, yaşamı yükseltmenin, bütün halka sabahtan akşama kadar -sadece- kutsal kitapları hatmettirmekle, insanlığın yarısını "din kaynaklı doğal!" erkek baskısı altında yaşatmakla alakası yoktur. Tanrı'nın dünyadaki ifadeleriyle ciddi bir şekilde sorunlu olanların gece/gündüz kutsal kitap okumalarının, bir noktadan sonra bir anlamı da kalmaz. 'Para eliti'nin eleştirdiği ve 'eskiden kopuk' ilan ettiği modern kültüre alternatif diye sunduğu (mesela daha çok kadın giyimi üzerinden) semboller bütününü, 'kültür' saymak bile mümkün değildir (ancak neoliberal kültürcülük paradigması bağlamında ve piyasa estetiği anlamında bir 'kültür'den bahsedilebilir ve 'Kültürsüzlük kültürü' sayılabilir).

Güzelliğin ve sanatın Tanrısal anlamda önemi nereden gelmektedir? Bunun ilki -tekrar edelim- Tanrı'nın/kutsalın/yücenin yeryüzündeki ifadesinin görülmesi, diğer insanlara gösterilmesi, bunun farkında olunması ve uyandırdığı yüce duyguların içselleştirilmesinin öneminden gelmektedir. Güzelliğin ve sanatın uyandırdığı duyguların içselleştirilmesi, bir tür -çok önemli- sonsuzluk duygusunun kavranması/kazanılması ve yüceltilmesiyle de ilgilidir. Güzelliğin ifadesi (ve onun bir ifadesi olarak gerçek sanat), o güzelliğin karşısında -Gademar'ın deyimiyle- 'zamanı unutarak durakalmak' diye önemli bir hal uyandırmaktadır. Bu, güzelliğin ikinci anlamıdır. (Hans-Georg Gademar burada, 'durakalmak' diye çevirdiğimiz 'verweilen' sözünü kullanıyor -ingilizce: 'abidance'. Bkz. 'Die Aktualitaet des Schönen' Stuttgart 1977 kitabı). Tanrı'nın en önemli sıfatlarından 'Sonsuzluk' kavramı, güzelliğin insana yaşattığı bu önemli sonsuzluk duygusundan öğrenilmiş ve kavramsallaştırılmıştır. (Eski Türkçe ve Moğolca 'sonsuz': 'Möngke', Japonca: 'Mu-gen'). Güzelliğin bu yazıda sayacağımız üçüncü önemi, ideal olanın bir hayalden ibaret olmadığını göstermesidir. Örneğin, 'Cennet' bir idealdir, insanın erişmek istediği yerdir/durumdur. Güzelliğin işlevi, böylesi yüksek ideallerin hayal edilebilmesini mümkün kılmak ve onların gerçek olduğunu/olabileceğini göstermektir. İnsanoğlu, -hem bu dünyada hem de onun ötesinde- Cennet'te yaşamayı hak etmektedir. Ve bunu hakkınca bu dünya koşullarında gerçekleştirmesi, onun güzellik algılamasıyla ilgili bir durumdur. Cennet'in varlığının ilk kanıtı, tüm yüceliklerin kaynağı olan güzelliktir. Tanrı'yı kutsal kitaplara hapseden, dünyanın güzelliklerinden koparan ve onu uzayın ötesinde karanlık biryerlere, hayali/sanal bir dünyaya yollayan, insanlara da çirkinliklerle dolu çilekeş ve yasaklı bir dünyayı "din adına!" reva görenlerin Tanrı'yla/kutsallıkla ilgileri olamaz.

Temel tanrısal prensibe -güzelliğe- karşı çıkarak, ondan doğan diğer önemli insani değerlere (mesela iyilik, adalet, mütevazilik, vd.) -uzun vadede- sahip olmak mümkün değildir. Nitekim uçkuruna göre ahlak, cebine göre ihale, Gazze'yi görüp Darfur'u görmeyen "vicdan", çıkarına göre adalet, ancak güzelliğin din adına bastırıldığı şartlarda mümkün olabilmektedir -ve en kötüsü- halk tarafından da normal karşılanabilmektedir. (Halkı kültürden ve güzellik duygusundan koparmak, insani değerlerin bozulmasına yol açar) Sosyal hayatta etiğin yitimini anlamak için ve bunu önlemek için, önce güzellik ve kutsallık arasındaki bu önemli ilişkiye göre davranmak gerekiyor. Ve tabii bunun sosyo-ekonomisini kurmak gerekiyor. Dincilik, neoliberal dönemin ifade biçimlerinden biriydi. Bu dönem şimdi sona ermektedir. Asla unutulmaması gereken şey şudur: Tanrı/kutsallık soyut bir hurafe değildir. O'nu içten içe hurafe sananlar, "meydan nasıl olsa boş, bunların savunucusu/sahibi yok, millet de bu hikayelere inanıyor, eh bu hikayelerin terecisi de biziz, o halde bunları istediğimiz gibi eğip bükerek para/iktidar için kullanırız..." diyenler, tarihte her zaman felakete uğramışlardır. -Eh tarihten öğrenmeyenler için tarih tekerrür eder!

(devam edecek)

Sınırlarının farkına varmak


Başarıyla sonuçlanan sınavlardan sonra bunu kutlamak gerekir. Türkiye, başarılı bir sınav dönemini geride bıraktı. İslamcı neoliberallerin paradigma kapanış paniği, ve herşeyi kendi keyfine göre eğip-bükme kurnazlığı, Türkiye'den sonra bütün dünyada da hayretle karşılandı. Bunun sonucu, İslamcı neoliberallerin bundan böyle, Hamas'ın yanında marjinal bir hareket olarak algılanacak olmaları ve dünyadan ona göre muamele görecek olmalarıdır.

Şimdi, gene kısa süre içinde belirginleşecek başka bir dönemden geçilmektedir. Türkiye, hiçbir geleceğe sahip olmayan neoliberallerin yenilmeye doyamayan Abdül Nasır'a özenmeleri ve kendilerine Halifelik/Padişahlık yakıştırmalarının ardından bir "şeyh uçmaz mürit uçurur dönemi"ne şahit oldu. Bunun ardından Türkler, bu saçmalıklara bakarak -her bakımdan- kendi sınırlarını gerçekçi anlamda keşfetmeye doğru yaklaşabilirler. Bu çok sevindirici ve muhteşem bir geleceğe doğru atılan adımların işareti olacaktır. Çünkü Türkler kendi sınırlarının farkına vardıkları anda ve o sınırları şaşmaz/sağlam/güvenilir veri kabul ederek, etkilerini -herkesi şaşırtacak ölçüde- genişletecekleri uzun bir döneme gireceklerdir. Bu dönem başta BÜTÜN DÜNYA İLE BARIŞIK olunan bir dönem olacaktır. Bu dönemin; Hamas, Hizbullah, Sudan gibi islamcı taşdevri faşizmlerine "sempati" duymakla alakası olmadığı gibi, yeni dönemde sosyo-ekonomik hiçbir alternatif sunmayan içi boş "İslam" (yani islamcılık) söylemiyle de ilgisi yoktur. Yeni Dünya Düzeni'nin neoliberal ekonomisinin en vahşi/yolsuz biçimini uygulamaktan ve para/faiz/mal peşinde koşmaktan başka hiçbir özelliği olmayanların, kendi çıkarları için İslam dininin kutlu adını ağızlarına almaya da haklarının olmadığı anlaşılacaktır. Dünyada çok önemli ve saygın bir yer edinmek yerine, ekonomisiz/devletsiz çöllere kral olmaya kalkmak (hem de bu alternatifsizlikle, islamcı kuru laf kalabalığıyla!) ancak bir 'panik hali' ile açıklanabilir. Kültürünün/ufkunun/görgüsünün "seviyesi" sadece Ortadoğu'nun devletsiz/ekonomisiz sokaklarına ve Afrika'nın soykırımcılarına uyanların, geleceğin Türkiye'siyle uzaktan-yakından hiçbir ilgisi olamaz.

Yeni dönemin kaliteleri artık belirginleşmiştir. Yüksek insani değerleri ve nesnel eşleştiriyi daha da yükseltmek, yeni paradigmaya göre hareket etmek (yani -şimdilik- ekonomik krizi ciddiye alan nesnel bir yaklaşımla sorunlara yaklaşmak ve sorunları kültürcü Türk/Kürt/Müslüman/Laik benzeri kriterler üzerinden değerlendirmeye son vermek), kendine/keyfine göre hukuk yerine evrensel hukuku yükseltmek, nihayet güzelliği yeniden keşfedip yükseltmek, yeni döneme açılacak kapıları aralayacaktır.