Club of Rome: "Tekrarlanan büyük felaketlere ihtiyacımız var"

Kitabı, Berlin Teknik Üniversitesi'nin kampüsünde açılan bir sergiden almıştım ve herkes gibi ben de okumadım: Club of Rome'un yayınladığı "Die Grenzen des Wachstums" adlı rapor (The Limits of Growth), incecik incecik yazılmış bin sayfalık bir şeydi. Ara başlıklarının bir kısmını okumakla yetindim.
Bu kitap, 30 milyonluk satış rakamıyla, dünyanın en çok satılıp en az okunan kitapları listesinde herhalde bir numaradır. 1972 yılında yayınlanmasından çok sonra Türkiye'ye de geldiğini, ama ortada Sol falan kalmadığından, dar çevrelerin elinden geçip kütüphanelerde kaybolduğunu düşünüyorum.
Kitabın bir numaralı teorisi, başlığında da anılır ve Reel Sosyalist Blokun (ve Marksist-Leninist İdeolojinin) çöküşü ardından Batı Avrupa'da ve Amerika'da ortaya çıkan Yeşil Hareket'in ana fikri olur. Kapitalizmin "Sürekli Büyümek" ana fikrinin sürdürülmesi mümkün değildir. Kapitalizmin sonsuz büyüme anlayışı bir yerde, dünyanın/yaşamın sınırlarına dayanacaktır. Yeşillerin temel taşı, tuğla kalınlığında sert kitabın yazarları şimdi yeni bir kitap yazdılar.
Aradan 40 yıl geçti, kitabın yazarları bu kırk yıl hakkında ve gelecek hakkında ne der?
"The World 2052", bu sorulara yanıt veren, bilimsel bir çalışma.
Yeni raporda iki temel uyarı var: Biri İklimlerin Bozulması tehlikesi, ikinci Finans Kapital tehlikesi.
malumunuz üzere New York'a yapılan 11 Eylül 2001 saldırısından sonra, İklimsel bozulmaya karşı global önlemler alma girişimleri birbiri ardından pasifize edildi ve bitti. Ama sorun bitmedi -tam tersine. Kırk yıl önceki raporu hazırlayanlardan Norveçli ekonomist ve gelecek araştırmacısı Jorgen Randers'e göre insanlar (yani daha çok Batıda yaşayanlar), dünyadaki ormanların ve denizlerin absorbe edebileceğinden iki kat daha fazla Karbondioksit ve benzeri gazlar üretiyorlar ve bu azalmayıp artıyor. Bunun anlamı, zaten dikkat çekici ölçüde artan kuraklık, sel vb. aşırı hava koşullarının artacağı yönünde. Bunu zaten biliyorduk. Peki yeni olan ne? Yeni olan, salınımın 2030'da bir zirve yapıp azalmaya başlayacağını düşünüyorlar, çünkü bu tarihlerde hava koşularının yol açacağı felaketlerin, endüstri toplumunun işlemesini zorlaştıracağını düşünüyorlar. Atmosferdeki ısınmanın 2.8 derecelik artışı, 2 derece sınırının üzerine çıkmış olacak ve o yıllarda deniz seviyesi de tüm dünyada yarım metre yükselmiş olacak. Önümüzdeki 40 yıl içinde dünyanın çeşitli bölgelerinde yerel çöküşler de bekliyorlar.
Batı ülkelerinde zengin-fakir uçurumu artarken ve fakirlik derinleşirken, sonradan kapitalistleşmiş bölgelerde fakirliğin azalacağını söylüyorlar.
Kapitalist Büyümenin kendi sınırlarına ne zaman erişebileceğini de hesaplamışlar -ve daha ilginci, bile bile adım adım gelen bu felakete gençliğin devrimci isyanının nasıl ve ne zaman başlayabileceğini de tahmin etmişler!
Yeni raporda Carlos Joly, "Ekonomik Büyüme"nin en geç 2040'da duracağını, dünya nüfusunun da 8.1 Milyarı göreceğeni, bundan sonra düşüşün başlayacağını hesaplamış. Bundan sonra hem nüfusun azalmaya başlacağı hem de üretimin düşeceği öngörülüyor. Grubun Avusturyalı araştırmacısı Karl Wagner, 2020'lerde gençlerin ayaklanacağı global bir devrim bekliyor; genç neslin, tüketici mantığının geleceği karartmasına isyan edeceğini söylüyor. Beklediği anti-kapitalist devrimi, 1848'de Avrupa'daki "Feodalizme karşı yükselen" bilinçli bir harekete benzetiyor.
Bir mülakatta, büyük bir hayal kırıklığına uğradığını anlatan Jorgen Randers, 1972'de ilk raporu yazdıklarında, neredeyse dünyayı kurtardıklarına inandıklarını, dünya hükümetlerinin seslerine kulak vereceklerini sandıklarını söylüyor. Bunların hiçbiri olmadı...
Ama son 40 yıldan çıkarılan sonuç ne?
"İnsanlar, felaketleri görmeden, yaşamadan önlem almayacaklar. O yüzden, mütemadiyen tekrarlanan çok büyük felaketlere ihtiyacımız var" diyor Randers -ciddi ciddi. Yoksa tüm doğal sınırların aşılmaya başlandığı bu dönemin ardından, hele doğal dengenin bozulmasına kesin gözüyle bakılan 2020'lerde doğanın ne hale geleceğini kestirmek zor.
Randers, süreç içinde bütün bunlardan asıl sorumlu olanların, politikacılar falan değil, "bizzat biz" olduğunu anlamış. Zengin ülkelerde yaşayan insanlar ve onların yaşama biçimi -asıl sorun. "Dünyada bir milyar insan yaşam biçimini değiştirse" dünyaya hiçbirşey olmayacağına dikkat çekiyor. Asıl büyük sorun, "Gelişmiş ülkelerdeki yüksek CO2 salınımı". Ve yaklaşan kaçınılmaz felaketi önlemek için herkesin -tabii özellikle endüstrileşmiş zengin ülkelerde yaşayanların- bazı değişiklikler yapması gerekiyor. Bu konuda Randers'in verdiği örnekler de çok masum aslında: "Bir milyar insan yaşam tarzını değiştirip, mesela her on yılda bir yeni araba alsa, az yakan araba kullansa, enerji tüketimini üçte bir oranında azaltsa, ısınmak için daha iyi yalıtan pencereler kullansa, akıllı ısıtıcılar kullansa, daha az et yese..."
Felaketleri önlemek için bir tek şey öneriyor Randers: "Angaje insanlar olun!"

Kaynaklar:
Club of Rome, "Die Grenzen des Wachstums" 1972
Club of Rome, "The World 2052" 2012
Süddeutsche Zeitung'da Jorgen Randers ile Alex Rühle söyleşisi. 31.12.2012
Der Spiegel "Club-of-Rome-Bericht" 8.5.2012

Utanmazlık hakkında bilmeniz gereken üç şey!

"Türkiye'de herşey olursunuz, ama rezil olmazsınız"
Murathan Mungan

Yıl sonlarında adettir, bir önceki yılın önemi olaylarının bir dökümü yapılır ve politikacı "incileri" hatırlanır. Gaf yapmanın masum bir yanı da vardır elbette, ama başkalarını aşağılamaktan sakınmayan iktidar politikacılarının utanmazlığı, bu utanmazlığın nedenleri ve sonuçları hakkında düşünmemizi gerektirecek boyutlarda. 28 Aralık 2011'de Mardin'in Roboski sınır köyünde Türk savaş uçaklarının vurduğu 34 köylünün ardından edilen, "dolap beygiri" sözlerini de içeren aşağılamalar, "ölünün arkasından konuşulmaz" geleneğini, göreneğini, dini ve ahlaki etik değerleri alenen çiğneyebilen utanmazlık duygusunu konuşmayı gerektiriyor.
Utangaçlık, günümüzde genellikle bir zayıflık sayılır. Ama bir düşünün, kimse utanmasaydı ne olurdu? Yazımızın konusu da bu.
Utanmak, çeşitli varyasyonları ve türleri olan insani bir duygu. Çekingenlik, mahcubiyet, sıkılganlık, ürkeklik, hepsi akraba kavramlar. Aralarında kategorik farklar olanlar da var elbette. Biz, ayrıntıda boğulmadan, esasen kamuyu ilgilendiren siyaset alanındaki utanmazlıktan bahsedeceğiz. İçinde yaşadığımız teşhircilik çağında utangaçlık, eskisinden çok daha önemli. İlginç olan diğer bir konu, çeşitli modern filozofların utangaçlık konusundaki fikirlerinin, kendi utangaçlıklarını da ele vermesidir. Kutsal kitaplarda bile bahsedilen utanmazlık ve utanç ile, bir tür sosyal fobi olan çekingenliği ayrı değerlendireceğiz (Schüchternheit/Shyness).
Utanmanın ve utanmazlığın sosyal hayatta, politikada ve devletteki rolünü anlatan en eski eser, 'İlyada'dır. Çanakkale bölgesindeki Troya savaşlarını anlatan Homeros'un bu muhteşem destanında utanç, 'Aidos' kavramıyla ifade edilir. Şair Hesiod için "Utanmak (Aidos), adaletin, erdemin, görgünün ifadesidir." Destanda döne döne anlatılan 'Erdemli insan', utanma özelliğine sahip olan insandır. Utanmayan insan adil d olmayan, görgüsüz insandır. Orada 'Utanmak' şöyle tarif edilir: "Erdemli insanın, çirkin birşey yapınca yaşadığı/düştüğü durumdur." Demek ki bir insanın utanabilmesi için önce erdemli biri olması gerekir. Erdemli olmayan, "çirkin birşey yapınca" utanmaz.
Platon, 'Utanmak' tarifi konusunda bir adım ileri gider ve "Erdemli davranışın temeli utanmaktır" der. Utanmak, insanların birarada yağayabilmelerini mümkün kılan, toplumsal kuralların konmasını ve onlara riayet edilmesini sağlayan en önemli duygudur.
Aynı yerde, Zeus ve Protagoras diyaloğunda Tanrı şöyle der: "İnsanlar utanma duygusuna sahip olmasalardı, devletler de varolmazdı." Çünkü utanma duygusuolmasaydı, insanların birbirine karşı saygılı olması ve toplumsal kurallara uymak derdi olmazdı. Ve toplumun olmadığı bir yerde devlet zaten olmazdı. Tanrı, utanmazlara karşı nefretini ve acımasızlığını da şu sözlerle ifade ediyor: "Utanmayı bilmeyeni, devletin bedeninde bir urmuş gibi öldürmeli."
İlyada destanındaki 'Aidos' (Utanmak) kavramı, kendine hakim olmak anlamında kullanılıyor. Biz bunu, "Eline-diline-beline hakim olmak" sözüyle de karşılayabiliriz. Aidos'un diğer anlamları; itidalli olmak, ölçülü olmak, dürüstlüktür.
Aristoteles, 'Aidos'un (Utanmanın), insanı islah eden mükemmel bir yanının olduğunu söyler ve insanın ahlaki olgunluğa ulaşmasında utanmanın merkezi önemde olduğuna dikkat çeker.
Stoacı filozoflar da utancı, "Haklı tekdirden kaçınan ahlaki çekingenlik" diye tarif ederler. Burada "Tekdir" sözünü özellikle seçtim, çünkü kaderle ilişkili bir sözcüktür yani ilahi bir haklılığa sahiptir. Nush'dan (ikazdan) sonra gelir. Utanmaktan kaçınmayanların yönetici makamlarda bulunması ise, toplumdaki kaos kaynaklarından biridir, çünkü utanmazlık, adaletin olmadığı (veya bozulduğu), böylece toplumsal güvensizliğin arttığı, toplumun parçalanmakta/ufalanmakta olduğu bir zehirli atmosfer yaratır.
Utangaçlıktan kategorik farklılıklar gösteren 'Çekingenlik'ten de bahsetmemiz gerek.
Genellikle bir psikolojik bozukluk sayılan sosyal fobi ve çekingenlik, eski kaynaklardaki eski haliyle da negatif bir şey olarak gösterilir. Mesela Stoacılar 'Aişine' diye irrasyonel bir utangaçlıktan da bahsederler ve tasvib etmezler. Ama sosyal fobinin günümüz dünyasında ABD'de halkın yüzde 45'ini, Japonya'da halkın yüzde 57'sini kapsadığı düşünülecek olursa, psikilogların "hastalık" saymasından daha öte bir anlam ifade ettiği anlaşılır.
"Çekingenlik" kavramının 18'inci yüzyılda kullanılmaya başlandığını biliyoruz. 20'inci yüzyıl başında sosyolog/filozof Max Scheler'in deyimiyle, "insan doğasının bir parçası"dır. Ve en önemlisi de, modernleşme döneminde insanlara hakim olan ve hayatı "Ben" (Ego) etrafında kuran anlayışın bir ifadesidir. Para ilişkilerinin ortaya çıkıp yaygınlaşması sonucu, insanların toplumsal bağlardan giderek sıyrıldıklarını ve bu durumun da "Ben" duygusunu güçlendirdiğini söyleyebiliriz (Bu konuda blogda başka yazılar da bulunuyor). Norbert Elias, çekingenlik duygusunun, "16'ıncı Yüzyıldan bu yana, uygarlaşmanın bir parçası" olduğunu söylüyor. Onun anladığı anlamdaki "uygarlık", insanın bireyleşmesidir elbette. Ama günümüzdeki yaygın çakingenliği nasıl açıklayacağız?
Bir "Teşhir Çağı"nda yaşıyoruz. İlgi çekmek, "herşey" haline geldi. "Para"nın yerini "İlgi borsası"nın (yani "kaç kere tıklandın?", "kaç takipçin var? gibi "değerler"in) alabileceğinin konuşulduğu günümüzde, insanların kendilerini teşhire mecbur hissetmelerine karşı en insani tepki çekingenliktir.
"Çekingenlik de çekingen olduğundan" (deyim Florian Werner'e ait), girişkenliğin arkasına gizlenebilir. Yani şak şak gülen, çenesi düşük ve utanmaz televizyon moderatörlerinin ardında birer çekingenin saklanması çok doğaldır. Çünkü günümüzün popülariteye ve paraya odaklı toplumu normal değil. İnsanlara doğal mahremiyet ortamı sunmuyor. Norbert Bolz'un deyimiyle "İnternet Kültür Devrimi", mahremiyeti gittikçe daraltıyor. Ve bu duruma en doğal tepki de çakingenlik oluyor. Utangaç olmayan, çekingenlik de bilmeyenlere Rowland S. Miller, kafadan "Antisosyal psikopatlar" diyor ve utanmazlığın, nasıl toplumsal kaos ürettiğini anlatıyor. W. Ray Crozier, toplum için çok tehlikeli utanmaz tutumları, "Duyarsız, merhametsiz, gaddar, saygısız ve kaba" buluyor.
Günümüz dünyasında utangaç biri olmak -en başta-, "normal varlık" sayılan postmodern Homo oeconomicus'a verilen en insani yaygın tepkidir.

Kaynaklar:
Florian Werner, "Schüchtern" 2012
Homeros, "İlyada"
Max Scheler, "Über Scham und Schamgefühl" 1957
Norbert Elias, "Über den Prozeß der Zivilisation" 1997
Norbert Bolz, "Wettkampf der Feuerwerker" 2010
Rowland S. Miller, "Shyness and Embarrassment Compared" 2001
W. Ray Crozier, "The Social Nature of Social Anxiety" (Makale) 2001 

2012-2016 "Kapitalist Uygarlık" Krizi hakkında

Geçenlerde tesadüfen tanıştığım bir ufaklığa, "Sence fakirlik nedir?" diye bir soru sordum. İlkokul üçüncü sınıf talebesi Cihan, beni şaşırtan, sevindiren ve umutlandıran bir yanıt verdi: "Fakirlik, bütün gün sevinmeden oturmak, hiçbir şeye ilgisi olmamak demektir. Zengin olmak ise sevinmek, mutlu ve sağlıklı olmak demek... Zenginliğin, parayla alakası yok yani..."
Bana bunu anlatan dokuz yaşındaki ufaklığa, "acaba bir Benjamin Button'la mı karşı karşıyayım" diye dikkatle baktım. Hayır! Sadece tıfıl bir oğlandı işte ve iki-üç cümleyle, geleceğin Türkiyesi'nin ve dünyasının temel ilkesini bana özetleyivermişti...
Beni şaşırtan diğer yanıtı da, "Sana nasıl bir hediye alsalar sevinirsin" gibi kafadan tuzaklı bir soruya bile hakkıyla devrimci bir cevap vermesiydi: "Hediye istemiyorum. Benim herşeyim var." soruyu tekrarladım, "Bak iyi düşün" dedim. Gözlerini kapayıp alnını kırıştırdı, son cevabını verdi: "Bir şeye ihtiyacım yok."
Ve Cihan'ın babası bir börekçide çalışıyor. Çok fakir değiller, orta halli de sayılmazlar. Ama çok mutlular. Baba-Oğul geceleri Ay ve yıldızları gözetliyorlar. Bunun için bir de küçük teleskop kurmuşlar balkonlarına. Cihan'ın sözlerini babasına anlatınca o da şaştı!
Sizi, yarının dünyasının yeni nesliyle tanıştırayım...
(Ama önce 2012-2016 arasında, bir ateş tünelinden geçmek gerekebilir!..)
Geleceğin temel mantalitenin nasıl birşey olacağı konusunda mundan astrolog (siyaset ve devletler astrolojisiyle ilgilenen) dostların dolambaçlı/karmaşık cümlelerle anlattıklarını, minik bir "uzman"dan bir kaç cümle halinde özetlenmiş haliyle duymak insanı kanatlandırıyor!
Yeni dönemi belirleyecek etkilerin başında -benim de katıldığım ve yıllardır yazdığım- iki önemli konu geliyor:

Yeni bir tür Sol anlayışın ve Kadınların yükselişi...
Kadınların yükselişi, eski Maya kaynaklarında da yer alıyor ve bunun astrolojik izahını, 84 yıl sonra "Uranus'un oniki burç evrenine dönüşü"yle açıklıyorlar. 2019 yılına kadar Koç burcunda kalacak Uranus'un seksendört yıl önceki etkisinin, kadınları güçlendirdiğini söylüyorlar. Verdikleri örnekler de ilginç: "1926'da Uranus'un dönüşüyle kadınlar pantolon giymeye, saçlarını istedikleri gibi -kısa da- kestirmeye başladılar, Avrupa'da ipli-ilmekli korse giymek tarih oldu, kadınlar birçok alanda kitle halinde görünür oldu." Üniversitelerde kadın sayısı patladı, seçme-seçilme hakkı kazandılar vs.
Sol'un yeniden yükselişi ise, elbette eski Sol'un yükselişi demek değil. Bu yeni birşey (ve yeni bir adı da olacaktır.) Adına şimdilik "Yeni Sol" dediğimiz şeyi elbette çok konuşacağız. Biz iyimser olmaya gayret ediyoruz ama dostlarımızın deyimiyle "21 Aralık 2012'de bir tetik düştü...
Ateşi sonradan gelebilir."
Yeni Sol ve Kadın (Dişi Güç)... 
Bu iki faktör, 21 Aralık 2012 sonrasının -bugünün mantalitesiyle bakarak söylenebilecek- sosyal/toplumsal en temel iki yükselendir. Tabii bunlar sadece en önemlileri. Astrolog dostların deyimiyle, "İnsanlık tarihinin en tayin edici dönemine girmiş bulunuyoruz." Ve eskinin siyasi güç dengelerinin tamaen değişeceği ve (bence) siyaset kurumunun iptal edilip tüm salak politikacıların eve gönderileceği bir dönem başlıyor.
Tabii bugünk düzenin tamamen değişeceğini söylemek için ille de astrolog olmaya falan da gerek yok. Birçok bilim adamı, düşünür, sanatçı, din adamı, isanoğlu/insankızının bu şekilde yaşamaya devam etmesinin mümkün olmadığını söyleyip duruyordu. Şimdi bu söylenenlerin gerçekleşmesi ve yeni bir düzen kurulmasının zamanı. İnsanlık, hakim düzene karşı ayaklanıyor ve gerçekçi olup imkansızı istiyor:
İnsanın değerinin para/mal/meta/maddecilik üzerinden belirlenmediği, iş köleliğinin tarih olduğu, dinbaz /muhafazakar zayıf erkek hakimiyetinin son bulduğu, korkunç adaletsizliklerin bitirildiği, bencilliğin/kibrin/yalakalığın iş yapmadığı yeni bir düzen...
Artık yeryüzüne toplumsal adalet, kalb ve vicdan hakim olacak. Buna karşı durmaya kalkan tüm muktedirler de yok olacak. Bu, çok açık ve net görünüyor. Astrolog dostlar bunu şöyle ifade ediyorlar:
"1846'da keşfedilen Neptün, ideallerin, toplumcu/sosyalist düşüncenin ve mistisizmin gezegenidir ve 164 yıllık turunu tamamlayıp 4 Nisan 2011'de ait olduğu Balık burcuna döndü. 2026 Ocak ayına kadar orada kalacak. İdealizmin, kollektif kamucu/sosyalist bilincin, kahramanlığın yükselişi anlamına geliyor."
Bütün bunlar bir yana, sistemin sürdürülmesinin imkansızlığına dair somut işaretler çok fazla. Sistemin aleyhine işleyen faktörlerin, katlanarak büyüyen bir özelliğe sahip olması, sistemin ömrünü hızla kısaltıyor. Bu faktörler hakkında (Finans krizi, sistemin kategorik krizi vs.) bu blogda çok sayıda yazı okuyabilirsiniz. (Biraz beklerseniz yenilerini de yazacağız!)
Eğer bu tahminleri, "Muktedirlere karşı bir meydan okuma" olarak görenler varsa, -düzeltiyorum:
Bu bir savaş ilanı!..
Sistem'i doğramadan, onun yerine yeni bir düzen kurmak mümkün değildir...
Bu işlemi, "aynı anda yıkım ve yapım" olarak anlamak daha doğru olacaktır...
Astrolog dostlarımız da gök haritasına bakarak, şimdi var olan düzenin, sürecin sonunda (2024 başında) tamamen değişmiş olacağını söylüyorlar -ve değişimin yönü bence çok olumlu ve iyi olacaktır. Zira bazı temel konular (insan hakları ve haysiyeti gibi eski, paranın hakimiyetinin son bulması gerektiği gibi yeni, maddeci alanın değil yaratıcı/spiritüel alanın yükselişi gibi geleceğin konuları) artık hızla geniş kitleler tarafından benimsenmektedir ve son ifadesini kapitalizmde bulan eski dünyanın ruhen sona erdiği de her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.
İnsanlığa yeni maceralar, yeni ufuklar lazım. O maceraların en hası da, insanın doğasına uygun yeni bir düzen kurarken, eski düzeni de peyder pey budamaktır! Şimdi, dünyaya Bolşevik İhtilali döneminin heyecanına benzer bir heyecan lazım. İşte o heyecan, uç vermeye başlamıştır. Gençler sahaya iniyorlar. Süreç içinde bu gelişmenin nereye varacağını göreceğiz.
Kapitalist uygarlığın 2012-2016 aralığında sona ereceği konusundaki mundan-astrolojik öngörülerin ötesinde, burada "Postkapitalist Dönem" diye adlandırdığımız daha geniş bir süreçten bahsediyoruz. 2008-2024 dönemi, kapitalizmin ve Solcu/Sağcı/Muhafazakar/Dinci taraftarlarının güzellikle (veya zorla) tasfiye edileceği, karmaşık, ama sonucu bugünden belli bir süreçtir.
Önemli bir tarih olduğundan, sembolik 21 Aralık 2012'de başlayan ve en geç 2017'de sona ereceğini tahmin ettiğimiz süreç için kullanılabilecek en uygun ad "Arınma dönemi" olabilir.

Dönenceler, Yaradılış ve Dünyanın Sonu...
Tarihin linear birşey olduğu ve bir yerde başlayıp bir yerde biteceği "düşüncesi", 21 Aralık 2012'den "Dünyanın Sonu" saçmalığını türetmişti. Bugünkü haliyle Linear Düşünce, kapitalist/maddeci sisteme özgüdür ve eliyle tuttuğu her şeyi kendi normlarına göre "izah" etmeye kalkar. Bu düşünceye yatkın olanların, "Dünya'nın Sonu"na inanmaları da "normaldir". Ama dünyada yaşamın her zaman çeşitli biçimlerde bulunduğu, insanın da Yeryüzünde onbinlerce yıllık eki bir tarihi olduğunu biliyoruz. Buna rağmen, kutsal kitaplarda anlatılan "Dünyanın başı ve sonu" tasavvurunun bir anlamı olmalıdır ve galiba bu da belli Dönencelerin başlangıcına ve sonuna işaret etmektedir -ve belli insan türlerine elbette.
İnsanın çok eski bir tarihi olmasına rağmen, bugün anladığımız türde 'Uygar İnsan'ın tarihinin oldukça yeni olduğunu biliyoruz. Burada, Kutsal Kaynaklara kısa bir dönüş yapıyoruz ve mesela Vishnu Purana'da böyle dönemlerden bahsedildiğini biliyoruz. İçinde bulunduğumuz 6480 yıllık Kali-Yuga Çağı'nda (Demir Çağı) kutsal ve etik değerlerin tersine çevrileceği söylenir. Bir dejenerasyon dönemidir. Burada "Dünyanın Sonu" düşüncesi, insanın tamamen dejenere olup uygar insan olmaktan çıkması şeklinde tasfir edilir. Daha önce de böyle dönemlerin yaşanıp insanların taşdevri insanına kadar düştüğü ve Tanrısal Şimşeğin (Tohumun) dönüştürücü etkisiyle insanın yeniden akıllandığı ve uygarlaştığı söylenir. Akıllanma, "İyiliğin ve Güzelliğin" öneminin anlaşılmasıyla olmaktadır. Kötülük ve güzele kayıtsızlık da, insanı düşük bir canlı haline getirmektedir. Tüm kutsal öğretilerin ortak paydasının İyilik/Etik olması da bundandır. Bu temelden yola çıkarak, Tektanrlı dinlerden bir örnek vermemiz gerekirse, ilk Tektanrılı din Musevilik, mistik kaynaklarında, insanın yaratılış tarihini M.Ö. 3761 yılıyla sabitler. Bu tarih, Tanrısal Tohumun atıldığı tarih sayılır. Museviliğin Zohar Kitabına göre insanın daha önceki tarihi, bundan 720 yıl önce (yani M.Ö. 4481'de) sona ermiş, insan 'Uygar İnsan'lıktan çıkmıştır, ancak M.Ö. 3761'de yeni insan zuhur etmiştir.
Her şeyi bilgisayar başında bir tıkla halleden Modern para/iş toplumu insanı, 21 Aralık 2012'de sona ereceği sandığı dünya, 2008'den beri zaten sona eriyor! Aslolan, 21 Aralık sonrası bu bitişin çok daha hızlı veya yoğun, şimdi tahmin etmesi güç şekiller akacak olmasıdır. Bu nedenle 2013 yılının 2012'den daha "yoğun" olma ihtimali yüksektir. Ama mundan-astrolog dostlarımızın tahminleri, en "yoğun" yılların 2014 ve 2015 yılları olacağı yönünde. 21 Aralık, geri dönülemez sınırı teşkil ediyor denebilir. Bunu söylerken, iki konuya dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan biri, 'Postmodern İnsan'ın hayatının merkezini oluşturan para/iş/üretim/tüketim ve sosyalleşme biçimleri geliyor. Bu alanlar, kapitalist sistemin sürdürülemez aşamaya yaklaşması nedeniyle kesin tehdit altındadır. Bugünün Uygarlık anlayışını, madde temelli sürekli üretmek/tüketmek zorunluluğu anlayışından kurtarmadığımız takdirde, yıkım, insanları çok kötü etkileyebilir ve kitlesel ölümler olabilir. Bunu sylerken, yeniden mundan-astrolog dostların tahminlerine bir dönüş yapacağım ve astronominin de anlatmaktan usandığı ama medyanın görmezden geldiği "Güneş Lekeleri" olayı var. Bunların son yıllarda izah edilemeyen bir şekilde artmasının, dünyada çeşitli etkilerde bulunduğu ve ekstrem doğa olaylarını tetiklediği uyarısı yapılıyor. Elektirkle ve taşıma petrolle dönem Kapitalist Uygarlık, zaten kendi kategorik kriziyle boğuşurken, doğanın zorlaşan koşullarının sistemin zararına işlediğini söylemeliyiz.
Tek avantaj, yaşanılanların bir anda olmamasıdır. Aslında bu bir çöküş sürecidir ve modern insanın tahminlerinden daha yavaş işlemektedir ve önlemler almaya fırsatlar sunmaktadır, -ama bir şartla!
Artık kapitalist hedeflerle, sadece kar maksimizasyonuyla hareket etmek aptallıktır. Bu da dünyanın heryerinde sallantıdaki neoliberal Hükümetlerin devrilmesini ve zamanın trendine uygun Sosyal-Devlet anlayışını işleten, kooperasyonu/ortakaklı çok önemseyen gerçekçi Hükümetlerin kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Kadınlara özgü intuitif/sezgisel dişi güce yer açmak ve sosyalist/toplumcu anlayışları yeniden -zamana uygun olarak- yorumlamak, hayati önemdedir.
Dünenceler, sadece kriz ve sonuçlarını anlamamızı değil, yeni düşünce/hareket biçimleri geliştirmek için de yardımcı olabilir. Bu konuda mundan-astrologların esas aldığı zaman dilimleri 45 yıllık (Küçük dünence) Ama tayin edici önemdeki insanların/olayların ortaya çıkış dönencesi konusunda, Pluto'nun iki döngüsünün toplamı 496 yılı önemsiyorlar. Bu periyotlarla yaşanan bir olaylar/kişiler verisini üzerime boca etmiş olsalar da, böyle konulara daha dikkatli yaklaşmak (hemen inanmamak) gerektiğini biliyoruz.

2013...
Önümüzdeki yıldan, siyasi/ekonomik ve diplomatik alanda istikrarsızlıklar bekleniyor. 2017'ye kadar olumlu değil olumsuz yanlar ağırlıkta. Bu trendin değişmesi, insanların birçok yeni şeye yeniden intibak etmelerine bağlı, mesela doğaya! Şehrin doğaya tamamen yabancı yapısı, elektrik/petrol sayesinde (suni olarak) yaşatılabiliyor. Birçok şeyin yeniden düşünülmesi gerekiyor. Ve yalnız düşünmek değil, kollektif bir hareket de şart.
Astrologlar "olağanüstü sıklıkta tekrarlanacak Uranus-Satürn-Pluto kesişmeleri/zıtlıkları"nın benzerlerini (ama daha az etkili olanlarını) şöyle sıralıyorlar: 1914 Birinci Dünya Savaşı, 1939 İkinci Dünya Savaşı, 1965 Vietnam Savaşı, 1993 Yugoslavya Savaşı, 11 Eylül 2001. Yıllar içinde tekrarlanacak bu yıkıcı etkinin en tehlikeli tekrarının 2015'de görüleceğini söylüyorlar. Benim merak ettiğim diğer konu, Türkiye'nin bu etkiye ne kadar mağruz kalacağı yönündeydi. Türkiye, bu yıkıcı etkinin en fazla görüleceği yerler listesinin sonunda bir yerde yer alıyor. Ama buna sevinmek mümkün değil, zira çok daha az etkilenecek yerler de var. En fazla etkilenecek yerler ABD, AB, İsrail ve Pakistan (?!) iken, Hindistan'ın çok daha az etkileneceği, Rusya ve İran'ın da az etkileneceği, Türkiye'nin Avustralya ile birlikte az etkilenen yerlerden olacağını söylüyorlar -ama tarif ettikleri etki zaten az-buz birşey değil!..
Tahminler, sistemin kesin sonu istikametinde ilerlemeye devam edeceğini ve 2017'den önceki bu zor dönemde kollektif düşüncenin/hareketin önemsenmesi gerektiğini gösteriyor. Bu sürede evrensel "İyi/Etik Değerler"in esas alınması ve onlara uyulmasının rasyonel getirisi çok açık: İnsan Kalmak! İnsanın insan olması ve insan kalması konusunda tonla şey yazılıyor ve bunlar, sanki kişinin hayatıyla ilgisizmiş gibi, bir tür roman gibi okunuyor. Bunların somut getirisi öğrenildikçe, "iyi/etik yaşam"ın ve sanatın/kültürün hayati olduğu da anlaşılacaktır elbette. Gerçekçi olmak gerekirse, 2013'de, 2012'den daha dikkatli, daha akıllı, daha barışçı, daha adil olmak ve bunun mücadelesini vermek zorundayız. Çünkü Dünyanın üzerine boca edilebilecek felaketlerden korunmak, ancak böyle mümkün. Türkiye'nin daha az etkileneceği bir Büyük Savaş, en büyük hedef gözetilmeli. Konuşmayı ve dinlemeyi öğrenmeliyiz, ama egoizme tahammüllü olmamalıyız. Doğruluk, dürüstlük, iyilik ve güzellik karanlıktaki ışığımız olmalı.  

21 Aralık Senkronu, Global ruh hali ve "Global Consciousness Project" örneği

21 Aralık Dönümü ile başlayan yeni dönemin, aynı zamanda yeni bir bilinç anlamına geldiğini söylerken, aslında çok yeni birşey söylemiş olmuyoruz -ama Maya'lar hakkında yeni öğrendiğim öngürelerin, buraya yılllardır yazdıklarımızla çelişmediğini görmek özel bir mutluluk benim için. Maya'lar, yeni dönemde kadınların çok önemli görevler üsleneceklerini söylüyorlar. Biz de burada "Kadınsı Değerler"den bahsetmiştik, bahsetmeye devam edeceğiz. Sözel düşüncenin tek yanlı ağırlığının "görsel düşünce ile (şimdilik böyle adlandıralım!) dengelenmeye başlayacağı bir sürecin yanı sıra, makul/rasyonel aklın intuisyon ve yaratıcılık ile dengelenmesi de gelişmenin ikinci bileşeni sayılabilir. Şimdiye dek teorik olarak sözü edilen "Görsel Düşünce" (bu tarz düşünce, söz ötesi bir sezgisel anlama durumudur), intuisyon, yaratıcılık bileşenlerinin elle tutulur somut faktörler haline gelebileceği, Maya'ların iddiası. Bu proseste kadınların ön plana çıkmasının nedeni, sözkonusu dengeye halen daha yakın bir yerde durmaları.
Bu etkiler, tüm gezegenle birlikte tüm insanları ve diğer canlıları ilgilendirdiğinden, insanların tamamına yönelik bir etkinin söz konusu olduğunu var sayarsak -Maya'ların tasavvuru da bu yönde- burada daha önce bahsettiğimiz bir konuya yeniden dönüş yapmamız gerekir.
Işığın, maddenin, antimaddenin ve hayatın yaratıcısı Evrenin Merkezi'nden "varolan ve olmayan her şeye uzanan", yani Evrenin Merkezini herşeyle bağlayan başka bir boyutun daha olduğunu hem Maya'lardan hem de yeni bilimsel teorilerden biliyoruz. Bir tür antimadde evreni gibi düşünülebilecek bu yekpare bütünün mikrobik bir bölümünü oluşturan insanlığın ruh alemi de -insanları birbirine bağlayan bir bütün olarak- bazı ortak reaksiyonlar gösterilmesini sağlıyor mu? "Sevinçte ortak olmak" durumunun somut bir karşılığı var mı? Evet, var...
İşte bu durumu (başka bir şey araştırırken) tesadüfen keşfeden bir deney biliyoruz.

Yaşayan Mayaların 21 Aralık sonrası uyarıları ve tasavvurları

Öğrenciyken gördüğüm bir film beni çok etkilemişti. Filmin adı Koyaanisqatsi'ydi. Francis Ford Coppola'nın yapımcılığını üslendiği ve Godfrey Reggio'nun rejisörlüğünü üslendiği film, insanın maddeci yanlış yaşama biçimi sonucu dünyayı, yaşamı ve nihayet kendini nasıl felaketin eşiğine getirdiğini anlatıyordu ama sadece görüntülerle...
Film, muazzam görüntülere sahip uzunca bir belgesel. Philip Glass'ın müziği eşliğinde Sadece seyrediyordunuz ve çarpılıyorsunuz. Bu filmi, piyasaya çıktığı 1982 yılından beri kaç kere seyrettiğimi hatırlamıyorum, ama en son bu yılın başında yeniden seyretmiştim. Filmde altyazı niyetine sadece "Koyaanisqatsi" sözcüğünün ne anlama geldiğini okuyorsunuz:
Hopi dilinde "ko.yaa.nis.katsi" diye telaffuz edilen bu sözcüğün beş anlamı, aynen şöyle:
1. Delice yaşam. 2. Ayaklanma/isyan halinde yaşam. 3. Çürük/yoz yaşam. 4. Dengesini yitirmiş yaşam. 5. Değiştirilmek zorunda olan yaşam.
Filmi birkaç kere seyredip müziğini mırıldanırken, Hopilerin Müziklerini aldım (o zaman kocaman siyah LP plaklardan!) Hopiler hakkında bulduğum kitapları okudum. Hopiler, Maya'ların günümüze kadar yaşamış son boylarından. Bugün dünyada sadece altıbin kadar Hopi yaşıyor, ama Hopilerin yaşlılar konseyi, atalarından devraldıkları geleneği ve sırrı sürdürdüklerini 4 Ağustos 1970'de kanıtadılar. ABD Başkanı Richard Nixon'a bir mektup gönderdiler. Mektup aynen şöyle:

Sayın Başkan,
Hopi Milletinin en yaşlıları olarak biz, hiç şaşmadan, daima Yüce Ruh'un bize gösterdiği yolu izledik. Bugün kendimizi, bize güvenilip vahyedilerek gönderilen Mesajı size iletmekle yükümlü hissediyoruz.
Bunun nedeni, beyaz adamın doğaya karşı duyarlı olmaması ve Dünya Anamız Yeryüzü'nün kudsiyetini bozmaktır. Beyaz adamın teknolojik yeteneklerinin yüksekliği, Dünya'da yaşayan herşeyin ruhsal yolunun kıymetini bilmek konusundaki vasatlığının bir sonucu sayılabilir. Açgözlülüğü ve maddiyatın tadını çıkarma arzusu, Dünya Anamızın bağrında -adına "doğal kaynakları çıkarıp kullanmak dediği- şey adına açtığı yaraları göremeyecek kadar körleştirdi.
Toprağın her yerinde akar sular kirletildi, yer kazılıp karıştırılıp kirli çamur haline getirildi, hava tamamen kirletildi. Sayısız bitki ve hayvan, endüstri çöpünün zehirinden öldü. Tanrısal yol, insanların çoğu için farkedilebilir olmaktan çıktı, hatta bu, beyaz adımın yolundan gitmeye kararvermiş çok sayıda Yerli için de geçerli.
Görevimiz, insanların doğa ile barış ve uyum içinde bir yaşama dönmemeleri halinde tüm yaşamın yokedileceği konusunda sizi bilgilendirmek -bize bildirilenler, bu sorumluluğu bize yüklüyor. Yalnızca, herşeyin anası Doğanın sırlarını anlamış olanlar, bu kötü kaderi değiştirebilir. Bu bozucu gelişme sona ermek zorunda, yoksa Doğa öyle davranacak ki, tüm insanlık acı ve azap çekecek.

O dönemde 68 Hareketi fırtınası tüm hızıyla esiyordu ve gençler daha çok Sol konusunda duyarlıydı, doğaya duyarlılık ise çok yeniydi ve ancak 70'li yılların sonundan itibaren yaygınlaştı. Hopiler, birşeylerin canlanmakta olduğunu (ama birtaraftan da birşeylerin hızla bozulduğunu) hissetmiş olmalılar.
Maya'ların yaşayan rahiplerinden Guatemalalı Carlos Barrios, aynı zamanda bir antropolog, tarihçi ve araştırmacı. Maya takvimi konusundaki en önemli uzman sayılıyor. Yaşayan Maya'ların Kartal Klanı (Aşireti) reisi. Onun sözleriyle 21 Aralık 2012 ve sonrasında "Dünya yokolmayıp, yeniden şekillendirilecek".

21 Aralık Senkronu ve zamanın yoğunlaşması üzerine

Geçtiğimiz günlerde Türkçe gazatelerden birinde, "Hz. İsa'nın doğum tarihi değişti. Son bulgulara göre şimdi 2019 yılında yaşıyor olabiliriz" gibi bir haber okudum. Peygamber'in farklı bir tarihte doğduğu söylenmiş -ki kesinlikle yeni birşey değildir- böylece güya 2012 yılında yaşıyor olmaktan kurtulmuşuz! Sanki Maya'lar, takvimlerini Hz. İsa'nın doğumuna göre hesaplamışlar ve "Kıyamet 2012'de" demişler gibi! Böyle çocukça şeyler, Maya takvimi Tzolkin'in hesapladığı Güneş Lekeleri takviminin (ve daha bir dizi -henüz bilinmeyen- Güneş sisteminin) takviminin nasıl bu kadar kesin hesaplanabilmiş olduğu sorusunu ortadan kaldırmıyor. Tzolkin takvimi, tamamen kendine özgü bir şeydir, hatta kendine özgü bir sayı sistemi ve matematiği vardır. Yani Maya'ların "Üç Ahau dört Kankin" diye ifade ettiği tarihin (13.0.0.0.0), başka takvimlerde 2012 veya 2019 sayıları ile ifade edilmesi, Mayaları bağlamaz. Bu absürdlükten burada bahsetmemizin asıl nedeni, takvimden ziyade çok daha önemli bir faktöre dikkat çekmek: Korku faktörü...
"Aralığın 21'inde Kıyamet mi kopacak?" diye soranlara verilecek en doğru yanıt, "Kıyamet'ten ne anladığınıza bağlı" gibi birşey olabilir. Maya'lara göre bu tarih, İnsanoğlunun/insankızının yepyeni bir evrimsel maceraya atıldığı sembolik 'Doğal Devrim'in tarihidir. Maya'lara bakacak olursak bu tarih, insanın Neandertaler'den Homo Sapiens'e geçişi kadar önemli bir nitel kalite içeriyor. 21 Aralıkta Güneş'deki aktiviteler, Evrenin Merkezi'nden gelen ışınlar ve onun etkisiyle Güneş sistemindeki gezegenler konstelasyonuyla tetiklenecek -çeşitli biçimlerdeki- (Enerjik?) yoğunluk, önümüzdeki yıllarda bir dizi çok önemli değişikliğin de startını verebilir. Peki bu "yoğunluk" nedir, nasıl birşeydir?
Konuya bu kadar eğilmemizin nedeni, bugünün "Modern uygarlık"ının matematiğinden/takviminden çok daha kesin ve rafine bir sistemi bin yıl önce kullanmaya başlamış Maya uygarlığının hesabıdır. Bugünün biliminin de reddetmeyip kabul ettiği üzere, 26.000 yılda bir yaşanan bir gök olayıyla karşı karşıyayız. Yani "her yıl" yaşanan cinsten bir şey kesinlikle değil.

Çinlilerin 21'inci yüzyılda Çin tasavvuru ve Çin'i anlamaya çalışmak

Çocukluğumdan beri ilginç bulduğum bir yerdir Çin. Uzak, farklı, masalsı... Solcu olunca Mao üzerinden de -az ilgilenmedim. Yukarıda, Çin'li bir dostumun gelecek yıl beni ille de götürmek istediği Guilin tepelerini görüyorsunuz. Gerçek bir olaydan alıp kurguladığım bir hikayenin üçüncü bölümünün geçtiği yer. Ben Çinlilerin mutfağına bayılırım. Evimde yemek yerken Fransız çatalı yerine Çin çöpstikleri kullanırım. Sevdiğim Çinli figürleri, Çin edebiyatını, sanatını, kültürünü, spiritüelliğini, tarihini, orijinalliğini falan anlatmaya kalksam, bu yazı, asıl konuya girmeye fırsat bulamadan biter. Ama ben o kadar uzun yazmaktan yana değilim!
Konuya en kolay yerinden yaklaşıp, "Çin ABD'yi geçiyor, dünyanın bir numarası oluyor" diyebilirdik. Tabii Çin'in yükselişi, Batıdan aparma böyle yorumlardan farklı renkler taşıyor ve o farklı renklere alışılsa iyi olur. Çinlilerin yarışa, Amerikalıları geçmeye, pek niyetli olmadıklarını bilmiyoruz, -yakın zamana kadar ben de bilmiyordum açıkcası. Çin'in yükselişi daha farklı ve bu fark, bir kalite/nitelik farkı. Elbette öğreneceğiz. Çin, ağır, ama sağlam gidiyor. Dünyanın ne ekonomik ne de kültürel alanda bir numarası. ABD ile kurduğu simbiyozu öyle işletiyor ki, sistemin merkezi ve bağımlılık ilişkilerinin avantajlı tarafı, giderek Çin oluyor.
Ben burada, eski Kong Fuzi (Konfiçyüs) değerlerinin 1970'li yılların sonundan beri nasıl bir rönesans yaşadığından dem vurup, Çinlilerin "Uyum" anlayışından ve geleceğe doğru işleyeceğini düşündüğüm pozitif değerlerinden söz edecektim, ama konuyu biraz değiştirip, Çinlilerin kendi ülkeleri hakkında nasıl bir gelecek tasavvuruna sahip olduklarını -kapı aralığından da olsa- göstermeye karar verdim. Fikrimi değiştirmeme neden olan kişi, Ekonomist David Li. Geçen yıl Niell Ferguson, Henry Kissinger ve Freed Zakaria ile birlikte bir açıkoturuma katılmıştı. Açıkoturumda konuşulanlar kitaplaştırıldı, ben de o kitabı aldım ve burada ondan kısaca bahsettim, ama kitabın tamamını okumamıştım. Burada Çin hakkında yazmayı düşününce, elimdeki en güncel kitabı okumak istedim ve orada David Li'nin konuya yaklaşım biçimi, düşünce tarzı ve tasavvuru dikkatimi çekti. Batılı üç entelektüelin arasında, onlar kadar İngilizce konuşan ve Batı kültürünü, düşünce biçimini kuşkusuz iyi tanıyan birinin, Batilılarla Batılı normlarla konuşurken, kendi Doğu değerlerini de konuşmasına yansıtabilmesi, bence özellikle Türkler için önemli bir örnek teşkil ediyor. Birbirini yemeden konuşamayan Türklerin, hem evrensel normlarda tartışıp hem de kendi kültürüne ve düşünce biçimine sadık kalan David Li'den öğreneceği çok şey var.

Maya takvimine göre "Evrenin Merkezi Tanrı"nın yaratıcı gücü ve Onun bilimsel keşfi

Eski Çin kaynaklarına göre Xiongnu (Hunlar) ve diğer göçebe kavimlerin inancının temeli, "Var Olan Herşey ile uyum içinde olmak" diye özetleniyor. Sürekli hareket ve değişim/dönüşüm içindeki hayatın/evrenin hareketini anlamaya yarayan 'Dönüşümler Kitabı' Yi Ching'in 64 Hexagram'ı da, bu sonsuz hareketin bilgisi/bilimi olarak okunabilir. Yi Ching'deki düalizmin Yin ve Yang (Dişi ve Eril) güç arasındaki karşılıklı etkileşim şeklinde yorumlandığını biliyoruz. Birbirini tamamlayan, bir spiral gibi dönen Yin-Yang işareti, göçebelerin bu kadim öğretisinin özüdür. Ama gene Çin kaynaklarına göre tüm göçebe kavimler, "Göğün Tek Tanrısı"na inanırlar ve ona "Köke Möngke Tengri" derlerdi (Sonsuz Gök Tanrı). Buradaki "Sonsuz" (Möngke) kavramı, hem mavi gözyüzünün heryerde aynı olmasına atıftır, hem de "Varolan Herşeyi Kapsayan" anlamındadır. Kadim göçebe geleneğin Tanrı tasavvuru, hem herşeyle ilişkilidir ve herşeyi içerir, hem de tektir ve Gökyüzündedir. Hem heryerde, hem gökyüzünde. Bu tasavvurun çok benzerini, Maya'larda da görüyoruz.

"Evren'in Yaratıcı Tek Merkezi"
Maya'lar Tanrı için, "Var olan herşeyin Ortası/Merkezi" anlamına gelen "Hunab Ku" sözcüğünü kullanıyorlar ve Tanrı'yı soyut değil somut bir varlık olarak tarif ediyorlar (Aztek'ler de Ometecuhtli diyorlar). Maya kosmolojisinde Hunab Ku aynı zamanda "Yaratıcı Tek Tanrı"dır. Bu tarifte hem "Orta" hem de "Merkez" anlamı bulunduğundan, ikisini birlikte kullandık. Maya'ların anlamlandırdığı haliyle Orta/Merkez, hem Galaksinin merkezidir ve bu anlamda somuttur, hem de her insanın 'Ortası' ile bağlantılıdır. Bu 'Orta', astral bir ruh bedeni olarak tasavvur edilir (İnsanın Tanrı ile bağlantılı olduğu bu 'Orta' hakkında en detaylı tarifler, eski Hint kaynakları Brahmanas ve Upanişadlar'da bulunur).
Galaksimiz 300 milyar kadar yıldızdan oluşuyor (o yıldızlardan biri de Güneş'tir). Oldukça yeni veriler/teoriler, bu üçyüz milyar yıldızın ve güneş sistemlerinin, bir merkezin etrafında döndüğünü gösteriyor. Maya'lar, bu Merkez'e Hunab Ku diyorlardı ve gizli Maya takvimi Tzolkin, o Merkez'in yerini de hesaplamıştı. Tzolkin'e göre Güneş Sistemimiz, Hunab Ku etrafındaki bir tavafını 25.625 yılda tamamlıyor. (Tzolkin bu süreyi, 5.125 yıllık beş döneme ayırır). 
Bütün güneşlerin, varolan bütün herşeyin, birer gezegenler yumağı halinde bir tek Ortanın/Merkezin etrafında döndüğü düşüncesi ve bunun kanıtları oldukça yeni. Galaksi'nin merkezi, Akrep yıldız kümesiyle Yay yıldız kümesi arasındadır. Astronominin son bulguları, bu Merkez'in bir kara delik olduğu yönünde. Konu henüz "bilimsel" bir kesinliğe sahip değil.
Maya'ların Hunab Ku diye adlandırdığı Evrenin Merkezi, yaratıcı özelliğe sahip ve Maya'lar Hunab Ku'nun bu özelliğini, bir ışına bağlıyorlar. Diğer yandan, eski mitolojilerde adından söz edilen "Yıldırım kılıcı" (veya mızrağı), bu ışınların işlemesi konusunda daha doğru bir tasvir çiziyor olabilir.
2007-2008 döneminde Pluto (aslında bir mini gezegendir), Dünya'dan bakıldığında tam da Evrenin tahmini Merkezi'nin bulunduğu bölgenin üzerinden geçerken bir tür büyüteç/mercek işlevi görerek, daha uzaklara bakmaya ve ölçmeye olanak sağladı. 1967'de, adına kısaca GRB (Gamma Ray Bursts) denen ışınlar keşfedilmişti ve bu ışınlar muazzam enerji içeriyordu, bir şimşek/yıldırım gibi peydahlanıyor ve sadece birkaç saniyeliğine ölçülebiliyorlardı. 2008 yılında, "Gamma Şimşeği" de denen ve her türlü tasavvurun üzerinde yoğun enerji taşıyan bu ışınların, Evrenin Merkezi'nden Dünya'ya ve Güneş Sistemimize fırlatıldığı anlaşıldı. Dikkat çeken yan, bu ışınların, özellikle üzerimize gelmesi, başka yere gönderilmemesiydi. Yoğunlaşan GRB Işınlarının Güneş sisteminde değişiklikler yaptığı ise zaten biliniyordu, ama ışınların nereden geldiği bilinmiyordu -artık biliniyor. Işınlar, Maya'ların Hunab Ku dediği Evrenin Merkezinden geliyor.

Kapitalist düşünme/yaşama biçiminin iflasından, Postkapitalist Düşünme Biçimi'ne

Bir çağ sona eriyor ve 'Akılcı/sorgulayan Sol' anlayış -sadece o- yeni Çağın kurulmasında başrol oynayabilecek gibi görünüyor -ama 'Ezberci/ortodoks Sol' değil elbette.
"Sömürü", "İşçi Sınıfı", "Emperyalizm", "Sosyalizm" gibi içi boş eski kavramla idare etmek artık hem mümkün değil, hem de eski kavramlarda ısrar etmek, insanlığa haksızlık. Sol, insanlığa karşı sorumluluğunu unutmamalı. Şimdi eski klişeleri terketmenin, birçok şeyi yeniden okuyup değerlendirmenin (ve dünyayı yeniden kurmanın) zamanı. Sol anlayışlar, yeni bir dünya kurmak için gereken yaratıcı çabanın omurgası olabilecek altyapıya sahip. (Tabii önemli eksiklikleri de var)
Kapitalizm Çağı kapanıyor. Dünyada yaşanan "ekonomik" kriz, sadece ekonomik kriz değil, bir düşünce biçiminin krizi, bir yaşama biçiminin krizi, kısacası 'İnsanoğlunun/İnsankızının krizi. Ve bu (sosyal/ekonomik/psikolojik/ruhsal) çok boyutlu kriz, kendi çözümüne doğru ilerliyor. Sürdürülmesi imkansız hale gelen sistem çöküyor. Çöküşü ya seyreder, fena yakalanırsınız, veya onu çözümleyip anlar, değişim/dönüşüm istikametinde hareket edersiniz, ve bu devasa değişim/dönüşüm dalgasının üzerinde sörf yaparsınız!
İstikamet, sistemin öyle veya böyle ortadan kalkması ise (ki bu yazıda en kısaca kategorik nedenlerini göstermeye çalışacağım), en azından Solcuların sistemi iyi anlaması ve onu aşmak için bilinçli ve akıllı bir çaba göstermeleri beklenir -en azından ben beklerim. Burada "Devrim Yapmak" falan gibi eski idealist (ama benim çok sevdiğim) heyecanlardan söz etmeye gerek yok. Devrim kendiliğinden oluyor, sistem kendi kendini bitiriyor. Mesele, bunu iyi anlamak ve işçi-patron-beyazyakal-aydın-sanatçı-işsiz-öğrenci demeden, herkese göstermektir. Sistem, yekpare bir bütün. Herkes, aynı sistemin içinde yaşıyor ve sistem çökerse herkes onun altında kalır -herkes. Sistemi aşmak da bir birliktelik/ortaklık/koordinasyon gerektiriyor ve bunun için de globalleşmenin olumlu yanlarını kullanmak gerekiyor (internet, sosyal medya, globak ölçekte kristallenen yeni Evrensel Etik, İnsan Hakları vs.). Herkesin her an, dünyanın neresinde olursa olsun birbiriyle haberleşebildiği, insanlığın tamamının anlık tepki verebildiği bir dünya oluştu. Sistemi aşıp yenisini kurmak için fevkalade önemli -çünkü mecburî istikamet! Kapitalist sistemi artık ne savaş, ne de barış kurtarabilir. Bunun nedenini bilirsek, daha gerçekçi davranabilir, (bence 2008'de başlamış olan) 'Postkapitalist Dönem'in şartlarına daha kolay uyum sağlayabiliriz ve belki (2024'de başlayacağını tahmin ettiğim) 'Barış Çağı'nı daha kolay tasavvur edebiliriz.

Kapitalist Sistem'in sonu...
2008'de başlayan Sistem Krizi, Kapitalizmin hızla sürdürülemez bir noktaya ulaştığını gösterdi. Şundan:
1. Kapitalist sistemin özelliği, insanların günlük yaşamlarının merkezini/odağını, "Üsretli iş"in oluşturmasıdır. Dünya tarihinde herkesin (ücretli) "çalıştığı" ve herkesin kendini "yaptığı iş" ile tanımladığı, Marx'ın "Arbeit" (Ücretli iş) diye bir ad verip küçümsediği (ama Türklerin "Emek" adı verip kutsadığı!) kapitalizm gibi bir dönem/devir asla yaşanmamıştır -"köleci toplum"da bile...
Kapitalist sistemin özünü, ücretli iş bağlamında üretilen -iş saati ve ücreti (yani para) üzerinden tanımlanan- "Meta" (Marx'ın deyimiyle "Ware") oluşturur. Karl Marx'ın ünlü 'Das Kapital' kitabının giriş bölümü bu konuya ayrılmıştır, çünkü bu, Kapitalizmin kök-molekülü, yani kendi kendini üreten özüdür.

Dinleri de kapsayan bir 'Evrensel Seküler Etik' hakkında

Konuya bir önceki yazımızda da değinmiştik. Bütün dinleri hem kapsayacak hem de onların üzerinde yer alacak evrensel bir etik, neden 'Seküler' oluyor, neden böyle 'dindışı' tınıya sahip bir sözcük seçiyoruz? Bunun nedenini anlatırken, Dalai Lama'nın argümanlarıyla başlayıp, -Türkiye'ye de atıfta bulunarak- kendi yorumumu da sunacağım. Bu ikinci yazıda, Etik denen şeyin insan doğasıyla ilgili birşey olduğunu yazmak yerine, konuya daha farklı bir yerden yaklaşarak, Etik denen şeyin akılla ilgili olduğu üzerinde duracağım. Etik, akıldan ayrı düşünülemez. Yani gökten zembille inmemiştir, birden sihirli bir dokunuşla elde edilmez. Etik, ancak gerçekçilikle doğrudan ilişkili/uyumlu (compartible) olmak zorundadır. Akıl, gerçekçi bir şeydir. Bunun anlamı, esasen rasyonel temele oturmasıdır (ama modern dünyanın sandığı gibi bundan ibaret olmamasıdır). Aklın gerçekle ilişkili/uyumlu olması, 'Bilinç' dediğimiz şeyin temelini oluşturur. Kurduğumuz hayaller bile -ne kadar uçuk kaçık da olsa- bir yere kadar inandırıcı ve eğlendirici olabilmek için gerçeklikle uyumlu olmak zorundadır. Aklımıza belli bir düşünme biçimini ve neden-sonuç ilişkilerini, hatta onun ötesindeki (Zen Budizmde örneklerini gördüğümüz) "Düşünmeden düşünmek" biçimlerini (bu ayrı bir yazı konusudur) veren şey, gerçekçiliktir. Çünkü düşünmek ve karar vermek, hatta tasavvur etmek ve duyumsamak için, bu temelden yola çıkmak zorundayızdır -bu durum tüm insanlar için geçerlidir.
Etik, ancak belli bir amaç istikametinde verdiğimiz kararlar aşamasında işler. "Etik davranıyor muyuz?" Bu sorunun ilk açılımı, "iyi davranıyor muyuz, insanların yararına -onları düşünerek- davranıyor muyuz?"dur. Bu en genel yorumda, "İyi davranmak" konusu, en başta, içinde bulunulan durumu 'Anlamak'la başlayan bir konudur.

Batı Sekülerizmine karşı alternatif Doğu Sekülerizmi ve Hindistan örneği

Dalai Lama'nın önerdiği ve tartışmaya başladığı 'Seküler Evrensel Etik', onun Hindistan'dan esinlendiği bir şey. 21 Aralık arefesinde Dünyada ilginç bir yarılma yaşanıyor. Bir tarafta kısıtlı/sınırlı/yasakçı/katı bir dinciler Kuralcılığı "Etik" diye dayatılıyor, öbür yanda da evrensel bir Etik anlayışı yayılıyor ve sağlamlaşıyor. Evrensel etik anlayışının işleyebilmesi, belli bir seküler yaklaşıma bağlı. Bu yeni tip seküler yaklaşım, Tanrıyı/kutsalı reddetmeyen bir yaklaşım.
Hindistan'a özgü Sekülarizm, Dalai Lama'nın da değindiği gibi, çok eski ve köklü bir 'Tolerans Kültürü'nden besleniyor. Bu kültürün ilk kuralı, çok kültürlü toplum anlayışını doğal birşey saymak -ki Asya'nın bütün ülkeleri, çok kültürlü/dilli/dinli toplumlardan oluşur. Bu konuda Hintlilerin artısı (ve şansı), çok kültürlülüğü, Neoliberal döneme kadar, -özgün bir laik sistem içinde- yaşatmış olmalarıdır. Malumunuz kapitalizm, kültürel homojenleşme dayatan bir doğaya sahiptir.
Hint sekülerizminde temel ilke, çok eski kutsal metinlere (mesela Upanişad'lara) kadar uzanan "Sarva dharma sambandham"dır -yani "Bütün dinler eşittir."
Bütün eski uygarlıklar, esasen din temellidir. Hindistan ise, tüm dinlerin büyük bir tolerans içinde yanyana yaşaması konusunda dünyaya örnektir. Hindistan, 13'üncü Yüzyıldan 19'uncu Yüzyıla kadar Müslüman Mogullar tarafından yönetiliyordu ve o zaman da (öncesinde de) Hindistan'ın yönetici elitleri -hepsi aynı dinden- homojen bir dinsel yapı oluşturmadılar. Devlet yönetiminde her zaman, her dinden insan yeraldı.
Hindistan'da dinlere (ve kastlara) göre ayrılan halk gruplarının hayatı önemli ölçüde din tarafından belirlense de devlet, geleneksel olarak bunlara eşit mesafede duran bir kültürle yönetilir. 1980'lerde başlayan son neoliberal dönemde Hint usulü Doğu Sekülarizmi, aynı Türkiye'deki gibi, dinci kesimlerin (ve sonra devletin), saldırıları sonucu bozulmalar yaşıyor.
Dalai Lama, boğuna Hint Sekülarizmini övmüyor. Özellikle Türkiye gibi -Batı tipi- sekülerliği dinci saldırı altına giren ve dolayısıyla otamatikmen demokrasisi bozulan ülkeler, yeni bir Evrensel Etik kurulması aşamasında, din ile barışık Hint Sekülarizmini öğrenmek zorundalar. Neoliberal kapitalizme özgü dinci saldırıyı bertaraf etmenin en sağlıklı yöntemi bu. Özgün Hint Sekülarizmi hakkında çok uzun bir makalesini okuduğum Rajiv Bhargava, (Die Unverwechselbarkeit des Säkularismus in Indien) Batılı ülkelere bile, Hint Sekülarizmini öneriyor -ve haklı yanları çok!  

Dinleri dışlamayıp, onların üzerinde yer alan yeni 'Evrensel Etik' hakkında

Eski Maya kaynaklarının 21 Aralık 2012'de başlayan "Yüksek bir varoluş seviyesiyle senkron hale gelmek" dönemi diye ifade ettiği yeni bir "Evrensel Bilinç" seviyesine sıçramak konusundan bahsetmeyi sürdürürken, Dalay Lama'nın son kitabındaki önemli önermeleri de konuşmalıyız. "Rükkehr zur Menschlichkeit" (İnsanlığa dönüş) kitabının bizi ilgilendirebilecek bölümlerinden yola çıkarak, Teist dinlerden Teist olmayan dinlere kadar ve artık dinden uzaklaşmış insanlar da dahil olmak üzere, tüm insanlara spiritüel bir temel sunmak mümkün mü?
Bu soruyu soran Dalay Lama, çok doğru yanıtlar veriyor ve bir "Temel Etik" öneriyor; dinle veya din olmaksızın da işleyen bir Etik.
Global bir dünyada yaşamamızın ve bir tıkla internetten anında herkese ulaşabilmemizin, gizli Maya takvimi Tzolkin'de, Son Baktun için hesaplanmış, beklenen bir gelişme olduğunu biliyoruz. İnsanlık, süreç içinde bir bütün haline geldi. Dünyanın insan eliyle hızla, yaşanılır bir yer olmaktan çıkarılışına karşı çıkmak ve onu elbirliğiyle kurtamak mantalitesi yükseliyor. Artık herkesin bildiği ve dile getirdiği üzere, insanlar, ruhsal iç değerlerinden çok maddi dış değerlerini ciddiye alıyorlar -idi. Şimdi bu değişiyor. Ve bu değişimin çeşitli ifade biçimleri var. Artık iyice anlaşıldığı üzere, ruhsal/iç (yüksek) değerler olmadan, en detaylı yasalar bile bir işe yaramıyor.
Asıl sorun, devletlerin işlemesiyle falan değil, insanın/bireyin işlememesiyle ilgili...
Ruhsal/iç (yüksek) değerler sadece bir tek dinden kaynaklanmıyor, çünkü bir tık ötemizdeki insanlar, o dinin sunduğu değerler sistemini kabul etmiyorlar. Ya başka bir dinin değerlerine inanıyorlar veya dinlere de inanmıyorlar. Mesele hangi dinin veya dinlarin doğru olduğu meselesi değil. Herkes kendi inancını sürdürebilir, insanların ruhsal dengeleri için bunu elzem de görebilirler. Ama insanın ruhsal dengesini saülaması ve mutlu/huzurlu olması için ille de dindar/inanan biri olması gerekmiyor. Ayrıca inancın da binbir türü var. İnsan farklı dinlerden birine inanabilir, veya hiç inanmayabilir. Dinsiz yaşanabilir, ama Etik/Ahlak ve ruhsal/iç (yüksek) değerler olmadan yaşanamaz...
Genel Etik kurallar ve her insanın bildiği iyilik/güzellik/vd. ortak değerler, internetin birbirine bağladığı dünyada -dinler ötesi- global bir değerler bütününü şimdiden oluşturdu. Hiçbir dinle çelişmeyen bu ortak Etik değerlere daha dikkatli bakmalı ve onları iyi anlamalıyız. Zira 21 Aralıkla sembolize edilen büyük Senkron için bu ortak yüksek değerler temeli, yeni bir ruhsal sıçramaya uygun atmosfer sağlayabilir.
Sadece bu kadar da değil elbette. İnsan'ın yüksek değerlere neden ihtiyaç duyduğunu somut bir şekilde (burada) göstermeliyiz. Yüksek değerlere yönelmek, kuru bir tercih değildir ve bazılarının sandığı gibi bir lüks de değildir. Yüksek değerler, insanın kendini daha iyi hissetmesiyle ilgilidirler. Eskilerin deyimiyle, "her insan acılardan uzak durmak ve mutluluğa yakın olmak ister". İşte bu nedenle, evrensel yüksek değerler, en başta bir zorunluluktur ve bu değerlerin ille de belli bir din üzerinden tarif edilmesi -artık- gerekmez.
İnsanlar dinsiz yaşayabiliyorlar, ama ahlaksız yaşayamıyorlar. Bu önemli konunun, özellikle ahlaksız/küfürbaz "Müslümanlar" sorunundan muzdarip Türkiye için özel önem arzettiğini düşünüyorum.

Ücretli iş mecburiyetinin olmadığı antik çağlarda iş anlayışı

Eski ortodoks Sol klişelerdendir, "İlkel Toplum"dan sonra "Köleci Toplum" gelir, derken "Feodal Toplum" gelir, sonra "Kapitalist toplum..." Tabii tarih hiç de böyle basit klişelere uymaz. Eski Avrupa merkezci düşünceler, dünyanın her köşesindeki sosyoekonomik gelişmelerin Avrupa'daki gibi olması gerekiği önyargısından yol çıkardı. Bu düşünceler terkedildi, ama ortodoks Sol ve o teorileri kullanmaya devam edenler, bu klişelere "değer" vermeyi sürdürüyor. Ücretli çalışmayı dünyanın en doğal şeyi sayan modern insan, kölelerin, gece gündüz çalışıp, kamçılana kamçılana can verdiğini ve Feodal toplumun da kölelikten kurtuluş gibi "ileri" birşey olduğunu sanıyor. Hiç de öyle linear bir "gelişme" çizgisi yok oysa. Ayrıca bugün Amerikan filmlerinden tanıdığımız türde -dünyanın her yerinde aynı prensiplere sahip- bir kölelik de yok. Köleliğin en bariz sosyal faktör olduğu eski Roma toplumunda bile kölelik, ancak belli bir süre için geçerliydi. Köle doğup köle ölen çok azdı. Bir zanan sonra köle özgür kalıyor veya daha az çalışıyordu. Mesela Roma'da en sıkı köleler bile haftada en fazla beş gün çalışıyorlardı. Onlar da, tıpkı imtiyazlı diğer "vatandaşlar" gibi boş zamanlarının tadını çıkarıyorlardı. Ve en önemlisi, iş anlayışı da, işe bakış da, bugünkü iş anlayışından tamamen farklıydı. O çağlarda ölümden bile daha kötü sayılan şey; başkalarının iradesine tâbi olmaktı ve özgür iradesiyle hareket edememekti. Köleler, ölümden de beter sayılan böyle bir durumda sadece bir süreliğine yaşıyorlardı. İnanmak kolay değil ama, eski çağın köleleri, bugünün işçilerinden daha özgürdüler.

Özgürlük, 'Ücretli çalışmak' zorunluluğundan kurtuluş ve ötesi

Bugünün dünyasında çalışmamak, işsizlik, insanlar için özgürlük anlamına gelmiyor. Tam tersine. İşsizlik, insanın toplumdaki itibarını düşürüyor, hatta işsiz insanlar kendilerini değersiz hissediyorlar.
İnsanları iş üzerinden tarif eden bir toplumda bu normal sayılabilir -ama asıl normal olmayan, toplumların insanları işlerine göre değerlendirmesidir. Burada "İş" derken, eski zamanlarda anlaşılan ve Karl Marx'ın da farklı bir ad taktığı "Doğal uğraşılar"ı değil, günde sekiz saat boyunca (veya para karşılığı belli bir disiplin içinde) yerine getirilen, amacı başkaları (veya piyasa) tarafından belirlenmiş "İş"i kasdediyoruz. Marx'ın "Arbeit" adını verdiği "ücretli abstrakt iş", tarih boyunca insanın eylediği çeşitli uğraşılardan farklıdır. Bu "iş" türüne dikkat çekmemiz ve onu diğer "doğal uğraşılar"dan ayırmamız gerekiyor. Doğal uğraşı, paraya endekslenmemiş işlere deniyor. İnsanın evinde yemek yapması böyle bir "doğal uğraşı"dır (Marx'ın tarif ettiği) "iş" değildir.
Günümüzde yaratıcılık bile, ücretli iş şeklinde tarif edilmiştir ve esasen tüketime hitab eder hale getirilmiştir. O halde, 21 Aralık sonrasının Dünya'sında, 'Yeni Çağ'da özgürlüğün ilk elementar ifadesi, (para için) çalışmak zorunluluğundan kurtulmuş olmaktır diyebiliriz.

Yakın geleceğin düzeni ve 'Çalışmadan Yaşamak'

İnsanlık tarihi boyunca asla bu kadar çok çalışılmadı. 19'uncu yüzyıldan bugüne kadar insanın yoğun çalışması, tarihte benzersizdir. İnsanlığın çalışma hastalığı, en beğenmediği "Köleci Toplum" denilen (ve asla yaşanmamış) çağla bile kıyaslanabilecek durumda değildir. Tamamen kapitalist topluma özgü birşey olan bugünkü "ücretli çalışma" hastalığı, insanoğlunun/insankızının eşi benzeri görülmemiş bir köleliğe sürüklemiştir ve bu köleliği "doğal" saymanın ve buna bir ömür boyunca tahammül etmenin gerekçesi de, "çalşmayana ekmek yok" (yani aslında: "Çalışmayana para yok, çünkü herşey sadece parayla alınabiliyor") demektir.
İnsanoğlunu ve insankızını bu kölelikten kurtarmanın zamanı geliyor...
Çalışmayı, işçiyi, (ücretli) emeği yükselten din adamlarının elinden, ortodoks Solun elinden, ahlakçı/ahlaksız öğretilerin elinden, ücretli iş sihirli değneğini alıyoruz ve tam ortasından çatırt diye kırıyoruz! Bu yazının ana fikri budur.
İnsanlara fabrikalara doldurup çalıştırmak, onları sadece bir tür human dolap beygiri seviyesine indirgeyen kapitalist iş toplumunun alternatifi, kapitalizmin en önemli bileşeni işçiler değildir. Kapitalizmin alternatifi, hem kapitalistleri hem de işçileri ortadan kaldırmaktır, yani iş toplumunu tüm ilişkileriyle birlikte iptal etmektir.
Bu fikirlere 1980'lerin sonunda konuşa-okuya vardım, ama en iyi ifadesine, 2003'te, Frankfurt'un ünlü Sol kitabevi Ypsilon'da incecik bir broşürde rastladım. Keşfettiğim kitapçığın adı "Manifest gegen die Arbeit" idi (Çalışmaya karşı manifesto). Aynı kitapçıda, Robert Kurz'un "Weltordnungskrieg" (Dünya düzeni savaşı) adlı kitabına da rastladım. Açıkçası önce Kurz'un kitabı dikkatimi çekmişti, Irak savaşının eli kulağındaydı ve o "Bütüncül Emperyalist Savaş" konusunda çok doğru, sarsıcı şeyler söylüyordu. Eve kadar bekleyemedim ve dili son derece çetrefil bu kitapları, oracıkta okumaya başladım.
Bu gün İstanbul'a gelen arkadaşım Norbert Trenkle ile böyle tanıştık -manifestoyu yazan üç kişiden biri oydu (diğerleri: Robert Kurz ve Ernst Lohoff. Bir takma ad olan Lohoff'la da -yani Fritz'le de- tanıştım).
Burada konuşacağımız konu, "Çalışmadan yaşayan toplum". Ama önce, "Çalışmak" konusundaki önyargıları kırmak gerekiyor.

21 Aralık sonrasında değişecek paradigmayı anlamaya çalışmak ve Thomas Kuhn

Thomas S. Kuhn. O bir Bilim teorisyeni, Bilim tarihçisi ve en önemlisi de bir 'Bilim Filozofu'. Bugün birçoklarının kal-û belâdan beri aynı şey sandığı bilimin -herkesçe kabul gören ve din gibi inanılan- bugünkü hale nasıl geldiğini inceleyip "Paradigma konsepti"ni geliştiren ilk sağlam düşünür. Kuhn önemli, çünkü Bilim'in kendine özgü haliyle oluşumu ve devamı kadar, ona benzer -tüm özellikleriyle kendi içinde bir bütünlüğe sahip- başka bir bilimin ortaya çıkmasının felsefi altyapısını ortaya koyan kişidir. Onun felsefi bakışından yaralanarak, şimdi birşey söyleyemeyeceğimiz 21 Aralık sonrasında filizlenebilecek yeni uygarlık türü hakkında en genel haliyle konuşabiliriz belki de. Ama önce Thomas Samuel Kuhn ve paradigması:
1922'de Cincinetti'de doğan ve daha 1996'da yitirdiğimiz bu adam, bilim dediğimiz şeyin ötesine bakabilen ilk bilim kişisi olarak, sessiz bir devrim yapmıştır -ve bize bilim ötesine nasıl bakabileceğimizi göstermiştir.
Bugün dillere pelesenk olan "Paradigma" lafını, dil biliminden (linguistik) alıp, bilim denen şeyin ortaya çıkışı ve zaman içinde belli bir yere oturmasını incelerken kullanmıştır. Temel eseri "The Structure of Scientific Revolutions"da, devrimlerin paradigma değişiklikleriyle doğrudan ilişkisinin olduğunu söyler ve (sayısız teorinin bütününden oluşan) bir paradigmanın, bir önceki paradigmadan, bir devrimle ayrıldığını anlatır. Böylece, bir devrimle birbirinden ayrılmış iki farklı paradigmanın, aynı kriterlerle ölçülemeyeceğini gösterir. Yani hava metreküple, uzunluk metreyle ölçülür, ama radyoaktif maddenin kütle kaybını metreyle ölçemeyiz, bunlar iki farklı şeydir (bu duruma bilimde "incommersurable" deniyor).

Gizli Maya takvimi Tzolkin, Yi Ching ve 21 Aralık sonrası hakkında

Çin'e Batıdan giden Hristiyan tüccarlardan bazıları orada kalıp koloniler kurmaya başlayınca Cizvitler, ilk misyonerlerini gönderdikleri Çin'e yerleşmişler. Meraklı keşişler, sonunda elbette Yi Ching'i de keşfetmişler ve bir zaman sonra onu kendi dillerine de aktarmışlar. Ne olduğunu anlamak için, bu sistemle derinlemesine ilgilenmekle görevlendirilen keşişler çıldırınca, hem tarikat hem de Papa, Yi Ching ile ilgilenmeyi Hristiyan keşişlere yasaklamış!
Yi Ching
Yi Ching, 64 Heksagram'dan (yani altı katmanlı Yin-Yang çizgilerinden oluşan işaretlerden) oluşur. Bu sistemde -mesela Hristiyanlıktaki ve Müslümanlıktaki gibi- birbirinden kesinlikle ayrı bir iyi-kötü ayrımından çok, soyut ve birbirine zıt sayılabilecek, ama birbirini karşılıklı etkileyen/tamamlayan özelliklerin (işaretlerin) etkileşimi anlatılır. Asıl haliyle Yi Ching, eril ve dişi gücün etkileşimini inceler -incelemek ne kelime, bu konuda evrensel bir yasalar/kurallar manzumesi sunar. Bu yasalar bütününün ana fikri, Göçebenin de yasasıdır: Değişmeyen tek şey harekettir. Yi Ching'de aslolan, değişim/dönüşümdür. Durağanlık yoktur. Herşey değişir ve bu değişimin, herşeyi kapsayan belli kuralları vardır -işte bu kuralların karikatürize edilerek 64 işarete indirgenmesi, belli genellemeler üzerinden gelişmenin/değişmenin türünü ve istikametini belirlemeye yardımcı olur. Çin düşüncesine Göçebelerden geçmiş olan bu kadim kitap, aslında bir kitap da değildir, çünkü baştan sona okunup biten birşey değildir. Bölümler birbirini izlemek zorunda değildir. Her işaret değişerek, diğer 63 işaretten biri haline gelebilir. Kitabı, sorduğunuz her soruya göre farklı/yeniden okuyabilirsiniz. Bu da onu sonsuz kılar. Batı Dünyasının aklına bu yüzden testir, çünkü modernizme de "ilham" veren linear düşünme tarzından farklı bir metod kullanır.
Tzolkin
Tzolkin'i incelerken, bana Yi Ching'i hatırlatan tarafı, önce sayısal sembolizmi oldu. (Burada, konuya aşina olmayanlar için "Sembolizm" diyoruz, ama çok somuttur aslında) Tzolkin, yukarıda gördüğünüz gibi, 13 sayı ve 20 işaretin kullanıldığı özgün bir matematiktir. Bizim kullandığımız 10 sayı yerine Maya'lar 13 sayı kullanırlar ve onları 20 işaretle kombine edip, bizim bugün kullandığımız matematikten çok daha kapsamlı ama daha basit bir hesaplama sistemi kullanırlar.
Yi Ching'de "Progression" dediğimiz 2, 4, 8, 16, 32, 64'lük bir sayı dizini esastır. 64 temel varyasyon bulunur. 13 ve 20 kombinasyonundan oluşan Tzolkin'de elde edilen temel varyasyonlar 260 adettir.
İlginç olan ilk konu, hayatın temeli sayılan DNS'i (yani DNA'yı) oluşturan nükleik asitin sadece 64 varyasyonu olmasıdır. Yi Ching'de Heksegram şekillenmeleri, DNS'in şekillenmeleri (yani farklı canlılar oluşturmak üzere şekillenmeleri) ile benzerlik taşır. İşte bu şekillenmelerin -yani yaratılışın- özgün bir irade tarafından belli kombinasyonlarla yeni DNS şeklinde ifadesinin matematiği de "Tzolkin'dir" gibi görünüyor. José Argüelles, "Bu şekilde türlerin şekillendirilmelerinin izini sürüyoruz ve vardığımız yer, 'Evrenin Kalbi', yani Maya'ların Hunab-Ku diye adlandırdığı Tanrı oluyor" diyor. Tzolkin Kodu, bu etkileşimi saptamaya yarayan bir tür kutsal matematik gibi işliyor. Burada Tzolkin ve Yi Ching'i birbirine bağlayan nokta; Yi Ching'in yerdeki yaşamı (hareketi) ve onun dönüşüm yasalarını ifade etmesi, Tzolkin'in de yaşamın/yaradılışın tüm ayrıntılarıyla evrenin bilinçli merkezi (Tanrı) arasındaki doğrudan bağı/ilişkiyi/konumu ve bunun zaman/mekan ötesi kodunu sunuyor. İki sistemin de ortak özelliği, dönüşümlü olmaları. Onlar, tıpkı mevsimlerin her yıl tekrarlanması gibi, linear değil dönüşümlüler ve biz şunu biliyoruz: Her mevsim her yıl tekrarlansa da, hiçbir mevsim, hatta hiçbir gün, bir öncekiyle aynı değildir. Tzolkin ve Yi Ching'in anafikri de bu zaten.

Arap Solcularının devleti 'Demokratik Arap Cumhuriyeti Sahra' ve Polisario efsanesi

Seksenli yıllarda en meraklı olduğum konulardan biri, dünyadaki devrimci hareketlerin mücadeleleriydi. sadece bunun için iz3W dergisini sürekli alırdım. O zamanlar oldukça ilkel bir teknikle yayımlanan A5 formatındaki bu dergi, Nikaragua'dan Doğu Timor'a kadar heryerden, 3. Dünya'dan haberler verirdi. Dün gece küçük bir Twitter sohbetinde, eskiden izlediğim önemli bir grup hakkında, neredeyse tüm bildiklerimi unuttuğumu anladım. Bu grubun adı Polisario.
Batı Sahra'da destan yazan Arap devrimcilerinin hikayesini bu sabah yeniden öğrenmeye koyuldum ve hatırladıklarımı, yeni öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. "Arap" sözcüğünün neredeyse İslam ve İslamcılıkla özdeşleştirilmeye çalışıldığı günümüzde, halen yaşamakta olan ve İslamcılıkla alakasız Solcu Demokratik Arap Cumhuriyeti Sahra (DARS) adında bir ülke var ve 53 ülke tarafından da tanınıyor.

Demokratik Arap Cumhuriyeti Sahra
El Vali Mustafa Seyid, veya arkadaşlarının taktığı adıyla "Luley", Fas'da silahsız bir bağımsızlık hareketi kurmanın imkansızlığını anlayınca, etrafında toplanan arkadaşlarıyla devrimci bir örgüt tasarlıyor. 1970'de Rabat'ta liseyi bitiren çiçeği burnunda Hukuk öğrencisi Luley ve arkadaşları, devrimci arkadaşlarıyla birlikte Batı Sahara'yı İspanyol hakimiyetinden kurtarmak için gerilla savaşı verecek bir örgüt kurmak için 10 Mayıs 1973'de, Moritanya sınırında bir yerde toplanıyorlar. Yeni örgüte, Frente Popular para la Liberacion de Seguia el Hamra y Rio de Oro adını veriyorlar, yani Seguia el Hamra ve Rio de Oro'nun kurtuluşu için Halk Cephesi, kısa adıyla Frente Polisario. El Vali, örgütün Genelsekreterliğine seçiliyor.
Polisario'nun savaşı çabuk sonuç veriyor ve İspanyollar, Sahra'dan sahillere çakiliyorlar ve 1975'de sadece sahilde tutunabiliyorlar, oradan da evlerine dönüyorlar. Avrupa'nın son kolonisi Batı Sahara'dan İspanyol askerleri çekilince, "barışçıl" bir şekilde üçyüzbin Faslı, Kralın isteğiyle silahsız, bölgeyi işgal ediyorlar. "Yeşil Marş" denen bu olay 1975 Kasımında yaşanıyor. Olayı Faslılar çok ciddiye almış olmalı, çünkü anlatıldığı kadarıyla Fas'da her şehirde, mutlaka bir "Yeşil Marş" Caddesi varmış!

Adı, yazdığı roman tarafından konan kadın: Murasaki Shikibu

O, dünyanın ilk romancısı...
1003 yılında yazmaya başladığı romanı Genji Monogatari'de, Şehzade Genji'nin sevgilisi rolünde!
İyi anlaşılması için tekrarlamak istiyorum: Dünyanın ilk romanı, bir kadın tarafından yazılmıştır ve o Japonya'nın gururu bu güzel kadının adı da Murasaki Shikibu'dır.
Babasından edebiyat dersleri alan ve erkek kardeşi de yetenekli bir şair olan Murasaki Shikibu'nın bahtsızlığı da, romanın onun olup olmadığı tartışmaları ve söylentileridir. Edebiyattan anlayan bir babanın kızı olduğundan, bir kadının nasıl bu kadar güzel yazabildiği, "kuşku" meselesi olmuş ve soru işaretleri günümüze kadar gelmiştir.
Asıl adı, birçok eski yazar gibi bilinmiyor. "Shikibu", babasının mesleğinden yola çıkarak kullandığı adıdır (törenleri örgütleyen saray memuru). "Murasaki" ise, orijinal romanı "Şehzade Genji'nin Hikayeleri" romanında anlattığı Genji'nin sevgilisi Murasaki'den yola çıkarak, "bu mutlaka kendisidir" diyen okurları tarafından konmuştur!

21 Aralık 2012 'Senkronizasyon'u ve ötesi hakkında

Maya'lar, M.Ö. 3113'de başlayıp, 21 Aralık 2012'de sona eren sürenin 13'üncü son dörtyüz küsür yılını, 19 Katun'a bölüyorlar ve şu anda içinde bulunduğumuz, 1992-2012 dönemine, 13 Ahau 13 Lamat diyorlar. Sonra sıfır noktasına yani 21 Aralık dönümüne, sıfır noktasına doğru ilerleyen bir dönem -içinde bulnduğumuz dönem- ilerliyor. 21 Aralık günü, sıfır noktasını ise 0.1 İmix Akordu (veya Senkronizasyonu) diye adlandırıyorlar. Bundan ne anlamak gerekiyor? José Argüelles'in tahminlerinden de yararlanarak bazı takminlerde bulunmak mümkün. Ama daha sonrası hakkında bir bilinmezlik halesinin ardına gizlenen geleceğin o kadar da bilinmez olmadığını düşünüyorum. Bunun temel nedeni, tüm bilinmezliğine rağmen, gelişmelerin istikametine bakarak belli şeyler söylememize izin veren bir durumun söz konusu olduğudur. Malum günle sembolize edilen bu köklü değişim/dönüşüm anının teorik anlamını -herkesin anlayıp "inandığı"- bilimsel bir bakışla yorumlamak pek de yanlış olmasa gerek.

Divan edebiyatının mucidi, şairlerin şahı Rûdakî

Duşanbe'deki Rudaki anıtı
Masalların doğduğu, büyüdüğü, baharat kokuları arasında çocuklara anlatıldığı, kedilerin mutlu mesut yaşadığı çağlarda, Ebu Abdullah Cafer bin Muhammed Rudaki adında bir çocuk, Samanlılar hükümdarlığı altında, Bugünkü Samerkand yakınındaki Rudak'ta doğmuş. Yıl 859. Kaside, gazel, rubai, mesnevi türünden özgün eserler yazmış yazmasına, ama onu büyük kılan, bugün adına "Divan Edebiyatı" dediğimiz şiir formunu icad etmesi elbette. Fars edebiyatının şahı, şairlerin kralı sayılan Rudaki için Firdevsi, Şehname'sinde özel bir yer ayırır.
Müzisyen, şarkıcı ve şair bir adam. Sasani sarayına çağrılıp orada yaşamaya başlamasıyla birlikte Farsça bir kültür dili olarak onun dev eserleriyle kendini yeniden keşfeder. Doğu ile Batı arasındaki Orta Bölge'nin en önemli şairlerinden Rudaki'yi önemli ve ilginç kılan, şiir formatında yeniden yazdığı eseri Kelile ve Dimne'dir.
Bu hikayeleri çocukken bana tanıtan bir amcam var. Jean de la Fontaine'den okuyup sevdiğim fabl türünde. Tabii onlardan farklı olduğunu sonradan anladım. Asıl adı Panchatantra olan bu eserin, M.Ö. 2. ve 6. Yüzyıllarda İran-Hint kültürünün harmanlandığı bir atmosferde Beydaba tarafından yazıldığı bilinir. "Pancha", Sanskritçe beş demek olduğundan, "beş duyu"nun yanıltıcılığına dikkat çeken eski mistik fabller toplamıdır. Rudaki, İslam kültür ve Uygarlığının kök salmaya başladığı ve eski Fars-Sanskrit geleneğinin yeni din İslamla karışıp özgün formlar yarattığı dönemde yaşamıştır. Eski fablları yeni bir Farsçayla yazıp, yeni de bir dil kurmuştur aslında ve bu hayvan hikayeleri, Ortaçağda, İslam Uygarlığının yayıldığı yerlerde okullarda çocuklara okutulmuştur.
Rudaki'nin büyüklüğü, İslam öncesinin engin Fars kültürünü, yeni İslam kültürüyle birleştirmesinden gelir. Rudaki, Farsçanın bir edebiyat dili olmasını sağlayanların başında gelmektedir ve Arapça'dan esinlenen yeni Fars alfabesinin yaygınlaşmasında da önemli rol oynamıştır -popüler eserleriyle. Yeni Fars dilinin gramerine varıncaya kadar şekil vermiştir. Aruz vezni kalıplarını bulan, kurallarını koyan Rudaki'ye boşuna 'Şairler kralı' denmiyor olsa gerek!

Konstantiniye notları SteglitzMind'a misafir (Söyleşi)

SteglitzMind adlı yazarlar ve kitap blogunda sevgili Gesine von Prittwitz, benimle yaptığı söyleşiyi yayınlandı. Onun da isteğiyle söyleşinin Türkçesini buraya alıyorum.
Gesine von Prittwitz, edebiyat-bilimci ve kitap PR'i yapan Prittwitz & Prittwitz Ajansı'nın sahibi.


Steglitz, "Konstantiniye notları" ile birlikte Selçuk Caydı'yı sunar
(Steglitz stellt Selçuk Caydi mit "Konstantiniye notlari" vor)

Kitap meraklısı blog yazarları kendilerini takdim ediyorlar, blog önerilerinde bulunuyorlar, sonra onlar da davet ediliyorlar. "Steglitz, kitap meraklısı blog yazarlarını sunar" başlıklı söyleşiler dizisinin amacını, başka bir yerde anlatmıştım.
Bugün daha çok İstanbul ve İzmit'ten yazdığı 'Konstantiniye notları' bloguyla Selçuk Caydı kendini takdim ediyor. Petra Gust-Kazakos ve İsviçreli Sandra Matteotti ile birlikte onu, bu serbest söyleşi dizisini başlatmaya çağırdım. Benim dikkatimi Twitter'da çeken, özgün ve resim gibi bir dil kullanan Selçuk, blogunu Türkçe yazıyor. Türkçe bilmeyen ben, bir söyleşinin, onun hakkında ve blog yazarlığı konusunda daha çok şey öğrenmek için iyi bir fırsat olabileceğini düşündüm. Ve böylece, benim bakışıma kapalı olan, başka bir kitapsever bloglar dünyasına da kısaca göz gezdirmek istedim.


Birkaç kelimeyle künyen... 

Okur-Yazar. Karikatürist. İstanbul kitapçılarının (eskiden Berlin kitapçılarının) meraklı gezici ruhu. Gökkubbenin altındaki, geçmişte gelecekte ve bugünde yazılmış yazılacak tüm matbuata ilgi duyar. Almanya'da yetişti. İstanbul'da çeşitli Alman medya kuruluşu için çabalar.

Ne zamandan beri ve nerede blog yazıyorsun?

Hiçbir şekle şemale kalıba uyamadığımı anlayınca, dört yıl önce blog yazmaya başladım. Daha önce gazetelere siyasi ve ekonomik analiz yazıları yazdım, ama en severek yazdıklarım, dergilere siyasi kültür yazılarıydı ve onları daha sonra bir kitap olarak yayınladım. Benim blog yazılarım, Konstantiniye notları etrafında toplanmış üzüm salkımları gibi. Google Blogger, başından beri sevdiğim sunucu platformdu. Sonra Türkiye'nin günlük çılgınlığı yetişti ve Blogger tüyü yünü herşeyiyle yasaklandı. Şokun tesiriyle WordPress'de yazmaya devam ettim. Blogger yasağı birkaç hafta sonra kaldırıldı ama blogumun ikizi bir süre yaşadı.

Maya uygarlığı, bilimin bilmediklerini nereden biliyordu -bilimin alternatifi var mı?

21 Aralık 2012 tarihinde beklenen ve dünyaya/insanlara maksimum etkide bulunacak Güneş'in ve Galaktik Merkez'in yolaçacağı değişiklikler bir ilk değil. Bu etkilerin, düşük dozlarda daha önce de yaşandığı biliniyor. Fakat konuya rasyonal bilimin maddeci bakış açısıyla yaklaşınca, 21 Aralıktan itibaren olumlu şeyler beklemek zorlaşıyor. Oysa bilimin bakış açısının biraz daha dışına çıkarak, olabilecek değişiklikleri, Maya'ların bakış açısından anlamaya çalışmak, onların deyimiyle "Yeniden akord edilmiş isan"ı ve bu olayın nasıl birşey olduğunu anlamamızı kolaylaştırabilir. Bu tarih ve sonrasında sadece felaket bekleyen bilim, aslında kendi çaresizliğini de itiraf etmiş oluyor.  Şimdi yaşanan (ve dozu yükselerek artacak olan), tüm semptomlarıyla ve ifade biçimleriyle birlikte günümüzün (maddeci rasyonel) bakış açısının, ruh halinin, mantalitesinin, kısacası bir düşünme ve yaşama biçiminin sonundan başka birşey değildir. Tabii bu aynı zamanda başka bir yaşama biçiminin de başlangıcı anlamına geliyor...
Günümüzde değişip dönüşmekte (ve yıkılmakta) olan şey, "kapitalizm" diye özetleyebileceğimiz yaşam biçimi değildir sadece. Yıkılan, sistemin dini haline gelen Modern Bilim tekelidir aynı zamanda. 
Maya yazıtlarında HUNAB-KU işareti
Modern Bilim, 1970'li yıllardan beri bir anlam krizi yaşamakta. Bu krizin, yeni bir 'Gerçeklik' alanına açılmakla aşılabileceği teorisi, uzunca zamandır dillendiriliyor. Bu konuda kitaplar yazan Fritjof Capra'yı, Gary Zukov'u tanıyoruz. Bu konularda kitaplar yazan ve düşünenler arasında, kitapları Türkçe'ye de çevrilen Zukov'a özellikle değinmeliyim. Ünlü kitabı "The Dancing Wu Li Master"da (1979), "Bilim'in Sonu"ndan bahsedecek kadar kendinden emin görünen yazarı haklı bulmamakla beraber, bir saptamasının, yeni kapılar açmak bakımından önemli olduğunu söylemeliyim: Zukov, tıpkı Capra ve Isaac Bentov gibi, 'Mistik Deneyim'lerin, bütün kültürlerde benzerlikler taşıdığını (ve modern bilimde de 'Kuantum Fiziği'ne benzediğini) söylemiştir. Demek ki, rasyonel bilimin (matematiğin, fiziğin) ötesinde, 'Gerçeklik' konusunda, şimdi unutulmuş/bilinmeyen sağlam bir ortak payda daha var. Tasvvufi/Spiritüel alanla ilgili bu yeni ortak paydaya açılan kapı, din üzerinden DE geçiyordu -ama dogmatik din üzerinden değil elbette. Mesela Anadolu İslamı'ndaki derviş geleneği, bunu biliyor olmalıydı. Özgürlüğün gerçek anlamının bilincinde olan tasavvufi/Mistik bir çevre üzerinden, diğer gerçeğe açılan kapılar zorlanabilirdi.
(Bu alana -teorik olarak- açık olması gereken Türkiye'deki (Sünni) İslami/dindar kesimde, insanlığın sözkonusu krizini anlayıp, ona uygun spiritüel yeni alanlar açmayı tasavvur edebilecek çevrelerin olmadığı, süreç içinde anlaşıldı.)
Bilim, insanın evreni anlamak konusunda tekel teşkil ettiğini iddia etmeye devam ediyor.
İşte Maya Takvimi (ve kısa süren Maya uygarlığı), tam da bilimin "Rasyonel Bilim Dini" haline getrilmiş biçimini çökertecek (ve onun, körü körüne inanılan bir dogma olmasına son verecek), bilimi yeniden iyi/güvenilir bir araç haline getirecek özellikler taşıyor. -Elbette sadece Mayalar değil, onların DA temsil ettiği yeni bir anlayış. Bunları anlatmamın nedeni var.
Mayalar şunu gösterdiler:
Sofistike yüksek uygarlıklar, ille de sofistike teknik araçlar kullanarak kurulmak zorunda değildirler.