Kapitalizm ve aşk






K
apitalizmin aşkla ilgisi ne? Her yerde -aşkta bile- kapitalist bir yan aramak zorunda mıyız? Her fırsatta "kominis kominis konuşmak" zorunda mıyız böyle? Bu soruyu soranlar yeterince kalabalık! Kapitalizm, mümkün olduğunca geniş ve derin bir alanı "maddi normlara indirgeme" veya "maddi ölçülere göre tanımlama" sistemi olarak, düşünce ve hissetme biçimlerine kadar işleyebilmiştir. Gücü (ve zayıflığı), bu basitliğinden geliyor. Virüs gibi. ilkel, değişken ve belli kişilere/kurumlara indirgenemeyen bir özelliğe sahip. Bunun özgün/benzersiz yanı, herşeyin ama herşeyin paraya/ekonomiye endekslenmesi özelliğidir. Yani sürekli ekonomi/kapitalizm konusuna dönmemizin nedeni aslında bir zorunluluktur. Kapitalizm bu ekonomi merkezli haliyle tarihte benzersiz bir istisna teşkil etmektedir. Biz kapitalizmin aşka nasıl, ne kadar işleyebildiğini veya işleyip işleyemediğini sorgulamakla ilgili birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışacağız.

Aşkın ne olduğuna değinmek bu yazının amacı değil, ama kısaca -bilimsel/dilimsel bir dille!- aşktan bahsedeceksek (biliyorsunuz, 'Işk' sözünden, yani 'ışık'tan gelmektedir) sahiden de insanı bir tür yüce mutluluk duygusuyla dolduran özel bir durumdur aşk. Aşk mutluluğunun, bir başka kişiye bağlı olarak gerçekleştiği, aşkın, başka birliğinin varlığı şartına odaklı olduğunu, (evlilik dışı tek legitim cinselliği de içeren bir yüce duygular bütünü olduğunu) ve aslında çok daha fazlasını söylemek gerek.
Aşk, insan beyninin (olası biyolojik gelişim/evrim sürecinde) en eski ikinci katmanıyla ilgili bir hal/durum olduğundan; insanoğlunun ve insankızının (atalarının tarihiyle beraber hesaplandığında) milyonla ifade edilebilecek bir süreden beri birbirine aşık olabildiğini ("teorik" olarak) söyleyebiliyoruz. Biz buna kısaca, "Sonsuz aşk" veya "Aşk sonsuz" diyebiliriz!

Aşkın tamamen kapitalizmin etkisi ve kontrolü altına girmesi asla sözkonusu olamaz. Ama kapitalizmin aşk üzerindeki etkisisini; aşk duygusunu sömürmek, aşkı çağrıştırarak çeşitli yüzeysel sevinç duygularını aşka saymak; aşkı, tam bir tüketici mantığıyla, "biri diğeriyle yer değiştirebilecek aşıklar arasında seçim yapmak" şeklinde ele alması açısından inceleyebiliriz. Bu alanda kapitalizm, insanları mutsuz etmesinden tutun da, aşkın değerini düşürmeye kadar bir dizi önemli bazda ele alınabilir.

Günümüzde aşkı çağrıştıran, kullanan ve doğrudan tüketici kültürüyle ilişkili bir sektör var. Bu sektörün adı reklam sektörü. Aşkla ilişki kurularak, "bu mal mutluluğunuzun şartıdır" diye, ne kadar çok ürünün pazarlanmaya çalışıldığını bir düşünürsek, bu alanın ne kadar önemli bir kısmının aşk duygusunu komersiyel hale getirdiğini de görebiliriz. Aşk, şartlı mutluluğun kişiye özel en kutsal ve güzel halidir. Ama sadece şartlı bir mutluluk anlayışının hakim olduğu kapitalist yaşam biçiminde Tüketici zihniyeti, doğrudan aşk çağrıştıran bazı adetler bile uydurarak, insanın bu önemli mutluluk türünü kendi tüketim kültürüne entegre etmeye çalışmıştır ve bunda kısmen başarılı da olmuştur. Ve aşkla ilgili bu tüketici adetlerinin bazıları inanılamayacak kadar yenidir. En yeni olanları 'Tek taş yüzük' mesela, veya 'Sevgililer günü hediyesi' gibi konulardır. Biraz daha eski olanlar, 'Sevgiliyle şampanya-havyar', 'Evlilik ve yaş günü hediyeleri', 'Sevgiliyi ilk yemeğe götürmeler', 'Sinemaya gitmeler' gibi -doğrudan tüketicilikle ve parayla ilgili olan konuları hemen anımsayacaklardır. Ama sevdiklerimizi mutlu etmemizin parayla-pulla alakalı olmadığını ve sistemin aşka para üzerinden nasıl müdahil olduğunu konuşmalıyız.

Aşkın komersiyelleşmesi hakkında birden çok kitap yazan İsrailli bilim kadını Eva Illouz,
bu konuda sahiden de çok önemli ve ilginç noktalara dikkat çekiyor. (Bkz: 'Konsum der Romantik' 2003, 'Gefühle in Zeiten des Kapitalismus' 2004, 'Die Errettung der modernen Seele' 2008) Bu yazıda, onun söylediklerine yer vereceğiz. Fakat bizi ilgilendiren, kitabın en zayıf ve belki de talihsiz yanı: Kitap bu konuda kapitalizmi savunuyor! Fakat bunu pragmatik bir şekilde, "ne yapalım başka çare yok" cinsinden yaygın bir "ince"likle yapıyor.

Neden ve nasıl savunduğuna kısaca değineceğiz. Ama burada önce bazı ilkelere dikkat çekmek gerekiyor.
Kapitalizme
-birbirine dönüşen türden- iki farklı tarzda yaklaşmayı benimsemek, bu yaygın pragmatizmle araya belirgin bir çizgi çekmeye de yardımcı olacaktır. Bu ne demek?
Kapitalizm şu anda fena halde teklemesine rağmen dünyanın her köşesinde uygulanan ve daha bir süre daha uygulanacak olan tek sistem. Bazı konuları -varolan- kapitalist ilişkiler çerçevesinde değerlendirmek ve bu -kısıtlı- çerçeve dahilinde bazı iyi/kötü kategorileri oluşturmak mümkün -bu yapılıyor da. Fakat kapitalist sistemi değişmez/kadirimutlak bir düzen sayarak bu sınırlı kategorilerle yetinmek, insanı kapitalizmin ötesine uzanan opsiyon ve kategorilerden koparabilir. Koparmamalı. Çünkü kapitalizmin geleceği yok! Bu söz belki biraz klişe oldu ama döne döne söylemek zorundayız: Eğer kapitalizmin bir geleceği varsa, bu gelecek, dünyanın cehennem versiyonundan ibarettir. ("Kapitalizm çökmez, kapitalizme bişey olmaz, böyle devam eder" diyenlere: Yıkılmamış kapitalizm demek, elli yıl sonra, birkaç milyonluk bir elitin cam fanus benzeri dünyadan izole şehirlerin içinde yaşadığı, bunun bedeli olarak da dünyanın geri kalanının tam bir cehennem hayatına mahkum olduğu, kirlilikten, mutasyondan, olmadık hastalıklarla boğuşmaktan bitap düştüğü bir dünyadır. Ayrıca mutlaka en az bir büyük savaş dalgasının durumu daha da berbat hale getirmiş olma ihtimali de bulunmaktadır. Alıştığı hayatına ve mahalledeki itibarına bu kadar düşkün bir kapitalizm-sever "ortahalli halk" bozuntusunun, buna rağmen, kendi çocuklarının yüzüne şimdi nasıl bakabildiğini ben çok merak ediyorum. Bunlar için ahlak nedir? Nasıl bir şeydir, yenir mi?! Kapitalizme karşı olmak, dünyayı yıkmak istemek değildir. Tam tersine dünyayı kurtarmak istemektir. Hem artık ikna/mikna devri de geçmiştir. -Herkes söylenenleri masal dinler gibi dinledi- Bundan sonra doğrudan/bodoslama müdahale gerekmektedir.)
Yaygın pragmatizm, birçok kişinin bu korkunç gerçeği bilmesine rağmen -flu olan- diğer alanı -yani kapitalizmin dışına doğru uzanan alanı- tarif edememekten kaynaklanan bir kolaycılığa yaslanmaktadır ve konuştuğu herşeyi kapitalizme hapsetmektedir, kapitalizm sınırları dahilinde değerlendirmektedir. Bu kolaycılık, iki nedenle herkesin işine geliyor.
Bir: Bugünün bilim adamlığı/kadınlığı da kapitalizm sınırları dahilinde işlemeye meyilli bir şey. Yani "para etmesi" gerekiyor. Kapitalist yaşam biçiminin temel kuralı, herşeyin bir şekilde parayla ölçülebilir olması, olamazsa o normlara göre değiştirilmeye zorlanmasıdır. Yapılan işin komersiyelleştirilebilir olması gerekir. Bunun için de belli normlar vardır ve yaptığınız çalışmaların, o normlara uyması şarttır (Bu blog, kendini böyle normlarla sınırlaMAmayı ilke edinmişir). Ayrıca ciddiye alınmanın önemli şartlarından biridir normlara uymak. Yani her "aklı başında" (yani çıkıntı olmadan kapitalizmle uyum halinde koyun koyun yaşayarak çocuklarını cehenneme göndermekten çekinmeyen) "çağdaş ve de modern" insanın ve bilim insanının, kapitalizmin insanlığın sonu olabileceğini bilebile, maaşı/geliri/işi/ünü/çevresindeki itibarı nedeniyle bu konulara pek girmemeleri -bu pragmatizmin en klişe örneğidir. (Bin dereden su getirir, "demokrasi" dersiniz, ama kapitalizm demezsiniz mesela) Doğru bir şeyin müzelik halini savunmak, bu pragmatizmin daha eski bir yöntemidir. (Bu şekilde konuların özüne hiç değinmeden pas geçebilirsiniz). Bu tarzı
sistem elitleri de beğenirler, hatta desteklerler. Siz yeter ki demode teorilerden (mesela eski/ortodoks Marksizmden) bahsedin. Yeter ki bugünkü kapitalizmin sistemi/şirketleri/reklamı/bankaları/vs. ile dünyayı nasıl mahvettiğinden bahsetmeyin. O zaman, Che T-shirt'ünü giyip, Convers'leri çekip istediğiniz kadar Solculuk attırabilirsiniz! Hatta kocaman fabrikalar sizin için Che T-shirt'leri bile üretirler: Çiçekli Che, baloncuklu Che, pullu Che...
İki: Kapitalizmin dışındaki alan, ekonomiden çok öte bir alanı ifade ettiğinden ve bu yavaş yavaş anlaşıldığından, bilim insanları orada, bir tür sudan çıkmış balığa dönmektedirler. Bu alan, mesela rasyonellik ötesi bazı irrasyonel yaklaşımlar/tarzlar gerektirdiğinden tek tip ölçüler sistemine de (yani sonuçta paraya) uymamaktadır. Para sistemine başka neler uymamaktadır mesela? Erdem, ahlak, annelik, adalet (kanun değil), iyilik, mütevazilik ve daha sayısız madde ötesi yüksek değer uymamaktadır... Aşk da bu uymayan değerlerden biridir -ama buna rağmen, tüketim üzerinden önemli ölçüde sömürülmektedir, tıpkı diğerleri gibi. Ama aşk, hepsinden daha çok sömürülmektedir.
Kapitalizmin ötesini -ortodoks Marksistler gibi- sadece "ekonomi" sananlar çok yanılıyor. Kapitalizmin kısıtlılığını ve ruh fukaralığını anladıkça, kapitalizm ötesi alanın çok daha geniş/derin ve kalite bakımından çok daha zengin olduğunu anlamak mümkün. Aşk ve kapitalizm ilişkisinden bahsetmek, biraz da bu yüzden gerekiyor. Aşkın, kapitalizmin etkisinden mümkün olduğunca kurtarılması önemli, çünkü aşk, insanın en önemli kişsel ilham kaynaklarından biri.

O halde duygusal/emosyonal sıcak aşk ile, rasyonel/işlevsel (yani para edinmek amaçlı) soğuk kapitalizmin ilişkisine kısaca bakabiliriz. 'Romantik aşk' konsepti, -Eva Illouz'un da değindiği gibi- "duyguların; sosyal ve ekonomik çıkarlardan, parasal kardan önce gelmesi" kuralını esas alır. Bu haliyle bazılarına göre ekonomi bazlı evlilik kurumuyla da çelişir (tabii evlilik, ekonomi bazlı bir kurum olmak zorunda değil). Fakat romantik aşk ideali, ekonomi ötesi (ekonomiden önce gelen) haliyle, içinde birçok iyi özelliğin yanı sıra, daha iyi bir düzen mantığını da içerebilir -çünkü özgürlükle yakın akraba görünümünde. Burada düşülen hatalardan biri, galiba, aşkı/sevgiyi, bir din seviyesine yükseltmektir. (Bu iki önemli faktörün birbiriyle bağlantılı/ortak yanları olmakla birlikte, özdeş olmadığı açıktır.) Fakat buradaki 'Özgürlük' faktörünün -tam da bu noktanın- kapitalizm tarafından tepe tepe kullanıldığına özellikle dikkat çekmek gerekiyor.

Aşk, özgür bir ruhta -daha yoğun bir şekilde- ortaya çıkıyor. Aşkın özgürlükle doğrudan ilgisi var. Kapitalizm de, "Özgür insanların sistemi" olmak iddiasında. "Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik" sloganında da ifadesini bulan bu sistemsel düşünce, "ilerici" bir şekilde, "eski" adetlerin ve "baskıcı" toplumun karşısına, "özgürlükçü" olarak çıkıyor. Birçok -gereksiz yere- baskıcı olan ve özgürlüğe sahiden aykırı durumları -dikkatlice- ayrı tutarsak, kapitalizmin getirdiği "özgürlük" ile, sahici özgürlük arasındaki fark nedir? Var mıdır böyle bir fark? Bu sorunun yanıtı, aşkın kapitalizm tarafından kullanılmasının da kilit sorusu olabilir.
Kapitalizmin verdiği/sağladığı özgürlük, paranın sağladığı "özgürlüktür". Bu özgürlük sadece paraya bağımlı olmakla mümkündür. Ve şöyle "ilginç" bir özelliği vardır: Bu tür özgürlüğün hiçbir ruhani/kutsal boyutu olmadığı için iyilik/güzellik şart da yoktur. Yani iyi de olsanız kötü de olsanız birşey fark etmez. Halbuki ruhani/kutsal/gerçek özgürlük, ancak iyi olmakla ve burada kısaca 'iyi olmak' dediğimiz konunun rafine edilmesiyle kazanılabilir. (Rafine edilmesi konusuna sonra dönebiliriz)
Ancak o zaman bazı kapıların açıldığını ve yükseldiğinizi, çok daha yüce gerçeklere erişebildiğinizi, gerçek özgürlüğün anlamını anlarsınız (ve onu hiçbir paraya değişmezsiniz). Burada bir karşılıklılık vardır. Bir kişiye yönelen (veya Tanrı'ya yönelen yüce) aşk, bu özgürlükten doğar (ise) ve o ölçüde yoğun olur. Burada sözü edilen aşkın parayla/pulla ilişkisi ya hiç yoktur, ya da ilişkisi metaforlarla ifade edilebilecek cinstendir. Kapitalizmin, aşkı üzerine oturttuğu özgürlük ise "parasal zenginliğin sınırlı özgürlüğü"dür. Burada aşk açısından bakacak olursak sınır, aşkın kalitesiyle ilgili önemli bir durumdur. (Eva hanım malesef bu konuya girmiyor) Ve bu durum -sürekli hatırlatmak istediğimiz- kapitalizmin ötesine doğru genişleyen yaklaşımla ilgili bir durumdur. İyiliği/güzelliği rafine etmeyen, onun yoğunlaştırılmasıyla insanın ruhunu yüceltmeyi hedefleMEyen (tam tersine ihtiraslara, tüketmeye, ruhu alçaltmaya vs. özendiren) bir yaşam biçiminin yoğun/yüksek duygular uyandırması mümkün değildir. (Dünyadaki sanatın giderek bitmesinin ve sanat niyetine çöp üretnmesinin nedeni de budur. Artık Picasso'lar bile çıkmıyor -ki onların sanatının büyülüğü bile tartışılır) Bunun anlamı, kapitalist sistemde insanın "ruhsal" özgürlüğünün maddi dünyadaki hareket özgürlüğüyle, sahip olmak özgürlüğüyle, maddi dünyayı esas alan kantitatif düşünce çokluğuyla vs. sınırlı olmasıdır. Bunu bir algılama durumuyla da ifade edebiliriz. Örneğin miyopsanız ve sadece önünüzü görebiliyorsanız, önünüzdeki çokluğu zenginlik sayabilirsiniz. Ama çok uzakları görebilmek opsiyonuna sahipseniz, önünüzdeki çokluğun aslında ne kadar az olduğunu ve belki ne kadar değersiz olduğunu anlayabilirsiniz. Kapitalizm insana -para üzerinden- miyopluk sunmaktadır. Seyahat etmek, sahip olmak, kitap okumak vs. gibi özgürlükler sunmaktadır kapitalizm (buraya başka bir zaman yeniden döneceğiz. Elbette bunlar önemsiz değildir. Göreceli önemini ayrıca konuşmalıyız) fakat bunlar belli bir ruhsal kalite seviyesini aşamamaktadırlar -asıl konumuz budur. Ve kapitalizmin bu sınırlı hali çok da doğaldır. Burada bir "Parayla saadet olmaz" durumunun mutlaka her seferinde yeniden keşfedildiğini görüyoruz. Para, vaadettiği tüm özgürlüğe rağmen, vaadinin çok azını tutar ve verdiği mutluluk çok kısadır (hatta anlık olabilir) o yüzden de yalancıdır. Sadece parayla/malla mutlu olmak mümkün değildir, ama bunlar üzerinden başkalarının üzerinde etkili olabilenler, diğerlerinin üzerinde bir çeşit güç oluşturmak ve bu gücün verdiği bir tür "güçlülük" ve "rahatlık" duygusunu "mutluluk" sanabilir. Kısacası, kalitesi düşük bir duygudan/duygulardan söz ediyoruz. (Kapitalist anlamda) Zengin toplumlardaki yoğun depresyonu/mutsuzluğu bununla ilişkilendiriyoruz. Bunun ruhsal özgürlüğün yitimi ile ilişkili olduğunu da söyledik. O halde, buradan çıkan aşkın da düşük kalitede olduğun tekrarlayabiliriz.
Kapitalizmin bu eksiklikten ürettiği caniane yan ise doyumsuzluktur. Kapitalizmin (parasal) özgürlüğüne dayanan/dayandırılan aşk, düşük kalitede/yoğunlukta olduğundan ve insani değerlerle (ahlak, yetinmek, tevazu vd.) desteklenmediğinden, sürekli aşkın daha büyüğü (yücesi değil!) aranmaktadır (ve tabii bulunamamaktadır! Bulunduğunda da kolay yitirilmektedir. Çünkü kapitalizmin aşkı yetinmez ve sürekli daha büyüğünü arar -ve bu yüzden de asla bulamaz! bulduğu anda bile, "daha büyüğü yok muydu acaba" diye sorar). Kapitalizmin "operasyon" alanı madde dünyasında olduğu için, "en yüce duygu" mertebesine çıkardığı aşkı da çeşitli maddesel şartlara bağlamıştır (diğer yüksek duygular taze bittiğinden geriye bir tek aşk kalmıştır!). Burada temel fikir, mesela "aşık olan kişi alışveriş eder"dir -veya bu ekuvalent bir tarzda tersine çevrilir: "Aşk için alışveriş edilir." Buradaki karşılıklılık ilkesi, parasal özgürlük temelli olduğundan, aşkın belirtisi olarak çeşitli -para bazlı- gelenekler geliştirilmiştir. Hediye kültürü burada kötüye kullanılıp bir tüketim kültürü haline getirilmiştir.
Eva Illouz Hanımın yaptığı, bu çerçeve dahilinde "sağlam" bir eleştiridir. Ama mesela parası olanın, sırf daha fazla hediye alabildiği için kapitalizmde -hediye alamayana göre- daha mutlu olabildiği üzerinde de durmaktadır. (Konuyu kapitalizmle sınırlayacaksak) Malesef doğru! Ama şu konuyu da es geçmiyor: E bu mutluluğu "canlı" tutmak için de sürekli birşeyler almak, "sürprizler" yapmak falan zorundasınız. (Sonucu söyliyeyim: Eviniz lüzumsuz eşyalar mağazasına dönebiliyor!) Ama asıl konu bu değil. Sistem içinde yaşayan, sistemle kuşatılmış, herkesin sistemin normlarını esas aldığı bir atmosferde yaşayanların, kendilerini bu "mal" mutluluğunun gazabından korumasının pek de kolay olmamasıdır! Burada yalnız olmazsanız, (yani 'sahici' adam gibi / kadın gibi bir aşkınız varsa yanınızda!) kapitalizmin insan bozan paracıl dangıllığından korunmak çok daha kolay olabilir. Bu açıdan bakıldığında aşkın önemli bir ilham kaynağı olduğunu tekrarlayalım.

Kapitalizm devrinin aşk ritüellerine getirdiği ve benimsenen bir çok yenilik var. Sadece aşk için 'Özel alan' yaratmak ve 'randevu/buluşmak' konusu bile yeteri kadar geniş alanlar oluşturuyor ve Eva Illouz bunları enine-boyuna inceliyor. Bu "Özel"alanlar/"Özel"likler arasında, sözkonusu özel aşk alanlarının sosyal alana kaydırılması konusu da var. Yazar burada 'Sinemaya, lokantaya, Cafeye gitmek'ten tutun da 'birlikte turizm' konusuna kadar geniş bir alanı inceliyor. Aşkla/çiftle ilgili özgür alanın sosyal alana doğru genişletilmesi konusu. Yazarın bunu kapitalizm açısından incelemesi gerçekten de çok ilginç ve güzel. Tabii burada bunların "kötü" olduğunu söyleyecek halimiz yok -zira kapitalizm bile tamamen kötü bir şey değildir/olamaz. Fakat intim (iki kişinin arasındaki özel yakınlaşmayla ilgili) konuların bir tür despotizm gibi sosyal yaşamda diğerlerinin üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması konularına bile giriyor yazar -ki, şimdi bu yazının çerçevesini aşmaktadır. Fakat aşkın romantize edilmesi, romantizm için maddesel/parasal şartların icadı (şampanya, sinema, tektaş vs.) aşk üzerinden tüketimin romantize edilmesini sağlamaktadır. Bu da reklam endüstrisinin ilgi alanına giriyor. Yazarın bu denklemi gayet doğru bir şekilde gösterdiğini söylemeliyiz. Ama onun ötesi?!.. O yok malesef!.. Kapitalizm aşkın sadece maddeye değen yerlerini sömürüp kullanıyor, onun ruhuna dokunabilmesi mümkün değil. Ama dokunabildiği alanın bile ne kadar büyük olduğuna bakarak aşkın inanılmaz büyüklüğünü anlamak mümkün. Aşkın aslı ve özü çok büyük ve bizim en güzel işlerimizden biri onu çoğaltmak, maddi kelepçelerinden kurtarmak ve rafine iyilikle yüceltmek olmalı. Bu cümle kulağa, aşk sanki bir "iş"miş, bir külfetmiş gibi geliyorsa şunu hemen ekleyelim: Aşk, dünyanın en güzel işi! En güzel külfeti!

Tanrı'nın Başmeleği Mikael'in Honaz'a inişi



Mikael'in kılıcının değdiği rivayet edilen yeri
bu yazıdaki verilere göre araştırıp bulan
sevgili Hülya Kahveci'ye

ve ona yardım eden herkese
teşekkürlerle...




Sayın Turgut Devecioğlu,
Sayın Honaz Belediye Başkanı,

D
ünya son on küsür yıldır, her köşesine belli teknolojilerin ulaştığı bir yer haline geldi. Dünyanın en geri kalmış sayılan yerlerinde bile refah adacıkları bulunuyor ve oralardan bile dünyanın her tarafıyla sürekli iletişim halinde olmak mümkün. Ellili, altmışlı, yetmişli yılların ulaşılmaz sayılan çeşitli ürünleri, starları, imkanları, dünyanın her köşesi için ulaşılır hale geldi. Bunda internetin önemli rolü olmakla birlikte, iletişim araçlarınlarının yaygınlaşması sayesinde -özellikle teknik - bir dünya standardının iyice belirginleşerek dünyanın her köşesine ulaştığı gerçeği tartışılmaz. Dijitalleşmeyle oluşan bu yeni gelişmenin dünyayı karşı karşıya bıraktığı durum ise, başta Türkiye olmak üzere, köklü kültürel geleneğe sahip olanların lehine yükselen bir ivme çiziyor. Türk sineması ve kültürünün eskisinden daha çok ilgi çekmesinin nedeni de galiba bu yeni gelişmede gizli. Artık Türkiye'de de, ABD'deki sinema teknolojisini kullanabilecek kişi ve donanımlar mevcut. Bu aşamada devreye, niceliğin değil niteliğin, yani kantite değil kalitenin girdiğini görüyoruz ve bu yeni değişimi, "onların anlatacağı hikayeler bitti, bizim anlatacağımız çok şey var" diye özetliyoruz. Hikayeler asla bitmez. Ama Anadolu'nun (ve Türklerin); kültürüyle, tarihiyle, coğrafyasıyla ve ruhsal zenginliğiyle, anlatacak çok daha fazla şeyi olduğunu, artık bu klişe cümleyle ifade edebiliriz. Dünyadanın her köşesindeki teknik yeteneklerin eşitlenmeye başladığı günümüzde içerik ve kalite alabildiğine önem kazanıyor. Türklerin nasıl büyük bir şansa sahip olduklarını anlamak için, Anadolu'nun kültürel derinliğine anlık geri dönüşler bile yeterli olacaktır. Onbin yıllık kesintisiz kültür tarihiyle Anadolu ve (Türkiye nüfusunun beşte birinin yaşadığı) İstanbul, bu özelliğiyle, dünyadaki sadece üç yerden biridir: Mezopotamya, Mısır ve Anadolu dışında dünyanın hiçbir yerinde -Çin'de bile- bu kadar eski ve kesintisiz bir kültürel süreklilik görülmez. Fakat Anadolu, dünyanın ve insanlığın bu en imtiyazlı üç yerinden biri olmakla da kalmaz, birincisi olur. Çünkü hem Mısır ve Irak gibi dünyanın bütününü kucaklamakla sorunlu bir yer değildir, Doğuya ve Batıya eşit ölçülerde açıktır, hem de yaşayan kültür ve ruh potansiyeli bakımından adeta ek bir boyuta sahiptir. Bu ek boyut, Anadolu'ya dışarıdan gelen ve ona Mançurya'dan Macar ovasına kadar uzanan alanın kültür harmanını ve eski göçebe geleneğinin derinliğini katan Türklerdir. Mezopotamya'nın ve Mısır'ın farklı dönemlerde uzun süreler boyunca Anadolu'nun hakimiyetinde kalmış olması bir yana bırakılsa bile, Anadolu'daki gibi uzak iklimlerin yoğunlaştırılmış ruhu hiçbir yere hakim olmamıştır.


Anadolu'yu, özellikle de Denizli/Honaz'ı çok özel kılan, sadece bu derinlik ve anlatılacak hikayelerin çokluğu değildir. Bu hikayelerin bütün dünyayı doğrudan ilgilendirmeleri, halen yaşamakta olmaları ve dünya ruh coğrafyasıyla ilgili olmalarıdır. Üstelik Mısır'ın Aton'u yaşamıyor. Mezopotamya'nın Anunnaki'lerine artık sadece müzelerde bakılıyor. Ama yaşamakta olan tek tanrılı üç İbrahimi dinin, yani Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'ın kutsal kitaplarında anılan iki Başmelekten Mikail'in, yeryüzünde ilk kez Honaz'da tezahür etiğini (bir söylenceyle canlandırıldığını) biliyoruz.
"Tezahür etti" diyoruz. Bu ses tonunu bağışlayınız. Madem Anadolu'nun benzersiz derinliğinden ve yaşayan hikayelerinden sözediyoruz, bu takdim yazısı da bir hikaye/anlatı dili benimseyecektir. Honaz'da yaşananların sonuçlarını bilimsel anlamda destekleyen eski kaynaklar ve akademik çalışmalar elbette mevcuttur ve bunların bazılarının adını burada anacağız.

Honaz, antik Anadolu'da Frigya'nın ve Roma'nın 'Asya' eyaletinin en önemli şehirlerinden biriydi. Bugün de sürdürdüğü dokumacılık geleneği, dokumacılığa olan yatkınlığı ve tekstil endüstrisinde bunca ilerleyişini, dünyanın her köşesine nasip olmayacak -en az ikibinbeşyüz yıllık- tarihine borçlu. Honazlılar sadece yöreye has kara koyun yünüyle, eşsiz dokumalarıyla değil, orijinal kültürleriyle ve en önemlisi söylenceleriyle çok ünlüydüler. Eski ve Yeni Ahit'in ve Kur'an'ın tek Tanrı'sının büyük meleği Mikail ile ilgili olan söylence, bunların en başında gelir. Hem bu kadar eski, hem bu kadar etkili, hem de bu kadar canlı olmasına bakarak, söylenceden öte bir fenomenle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Mikael'le ilgili söylencede Honaz'ı benzersiz kılan şey, Anadolu'nun çok tanrılı dinlerden tektanrılı dinlere geçişinin, Honaz'da bire bir gözlemlenebilmesidir. Ve bu olduğu kadar, 'Mikail'in adının belki de ilk kez bu bölgede, Laodizea'da ve Honaz'da dile getirilmiş olmasıdır. Bu ad, aslında bir sorudur ve Mikail tarafından, isyankar kötülük meleğine Honaz'da sorulmuştur:
'Sen kim oluyorsun da tanrılık taslamaya kalkıyorsun?'
Mikail'ın adının anlamı böyledir ve İbranice yazılışı 'Mi Ka El', 'Kim Nasıl/Gibi Tanrı' kısaltmasıyla ifade edilir.

Hikaye çok eskidir.
Tanrı, herhalde bir melek kılığına girerek Tiberias gölünün üzerinde uçarken, kuş şeklinde gölde yıkanan şeytanı görür. Ona, kim olduğunu sorar. Kuş, "ben tanrıyım" der. "Öyleyse beni nasıl adlandırıyorsun?" diye sorar Tanrı. "Sen tanrıların tanrısı, hükümdarların hükümdarısın" der kuş. Söylenceye göre bu sözler Tanrı'nın hoşuna gider ve kuşa, suyun dibine kadar dalabilecek özellikler bahşeder ve şeytanı da tüm meleklerin başmeleği yapar. Ama yeni başmelek tahtını bulutların üzerine çıkarmaya kalkınca, başmelekleri arasından Mikael'e, şeytanı tahtından ve Gökyüzündeki/Cennetteki makamından indirmekle ve Cehenneme sürmekle görevlendirir (1). Danyal peygamber Mikael'in, M.Ö. 701 yılındaki Suriye savaşlarına katıldığını da anlatmaktadır.
İnsan ruhunu yakından ilgilendiren ve halen yaşamakta olan tek tanrılı dinlerin en önemli ortak 'ruhsal kişi'liklerinden biri olan Mikael'in ve onunla ilgili söylencelerin Honaz'da ortaya çıkması bir tesadüf olmasa gerek.

M.Ö. 3. Yüzyılda II. Antiochus, Honaz'a komşu Laodizea şehrini kurduğunda Honaz, Roma İmparatorluğunun 'Asya' eyaletinin önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Ancak bu tarihten sonra önemini yitirmeye başladı. Honaz, Ege kıyılarını Anatakya üzerinden İran körfezine bağlayan önemli bir ticaret yolunun üzerinde bulunmaktaydı. Tüccarların ve onlarla birlikte bilinen dünyanın her yanından gelen insanların uğrak yeriydi. Hz. Musa'nın tek tanrılı dini olan Yahudiliği seçenlerin Honaz'a en geç M.Ö. 200'lü yılların başında geldiği ve Honaz'daki ilk Yahudi cemaatlerinin de bu dönemde kurulduğu sanılıyor. Eski Ahit metinlerinin biraraya geldiği dönemlerde, Frigya'nın bu önemli merkezinde, o dönemlerde, -geleceğe doğru- daha yüzlerce yıl sürecek bir rekabet yaşanmaktaydı. Bu rekabet, çok tanrılı dinlere ve onların putlarına tapanlarla, Tanrı'nın tek olduğuna inananlar arasındaki rekabetti. Rekabet uzun sürdü. M.Ö. 6'ıncı Yüzyılda tüm Frigya'da ellibin kadar Yahudinin yaşadığı o dönemlerde bile halkın büyük bir bölümü hala putperestti. Bu uzun dönemde Mikael, Tanrı'nın en önemli Başmeleklerinden biri olarak tanınıyor ve dualarda da anılıyordu. Yahudilerin arasında hızla yayılan yeni Hristiyanlık dini, putperestleri de etkiledi ve Anadolu'nun bu köşesinde yeni gerginlikler doğmasına neden oldu.

Honaz, M.S. 60 yılında yaşanan feci depreme kadar, bölgenin en önemli merkezi olmayı sürdürdü. Ama bu tarihten sonra şehir bir daha antik çağlardaki eski görkemine kavuşamadı. Bugün bütün dünyada bilinen ve Kolossai/Chonai/Chonae (yani Honaz) söylencesine de atıfta bulunan Mikael kiliselerinin kurulmasına ilham veren olay, bu tarihten sonraki dönemde yaşandı. (Bu arada Hz. İsa'nın havarisi Aziz Paulus'un, Honaz/Kolossai'daki ilk Hristiyan cemaatine bir Mektup yazdığını ve bu mektubun da Hristiyanların kutsal kitabı Yeni Ahit'te yer aldığını hatırlatalım.)

Honaz, ilk önce, şimdi bulunduğu yamacın dört-beş kilometre kadar kuzeyinde, düzlükte kurulmuştu ve adı Kolossai idi. Mikael'in mucizesinin yaşandığı söylenen yıllarda henüz bugünkü yerine, dağın yamacına taşınmamıştı. Şehir daha sonra, Anadolu'nun Arap saldırısına uğradığı yıllarda, güvenlik nedeniyle bugünkü yerine taşınmıştır ve adını Chonae diye değiştirmiştir. Honaz adı, bu ikinci adın bugüne uyarlanmış halidir. Honaz'ın İstanbul ile ruhsal bir bağa sahip olduğunu da özellikle belirtelim. Honaz'ın kaderini, Roma İmparatorluğunun Doğu'da kurulan yeni başkenti İstanbul'la birleştiren de Mikael'dir ve O'nun Honaz'da gösterdiği büyük mucizedir.

Mucize büyüktür, çünkü diğer mucizeler gibi birden olup insanları şaşırtan ve sonra mucizeye hikayeler yakıştırılan türden bir 'mucize' değildir. Göstere göstere gelen, gerçekleşeceği kısa bir süre öncesinden haber verilen türden bir mucizedir.

Hz. İsa'nın havarileri Filipus ve Yohannes, Pamukkale'de Hz. İsa'nın dinini yaymaya çalışmakta ve çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Onlara asıl tepki, putperestlerden gelmektedir. Putperestler, bu adamların etrafında gün geçtikçe çoğalan inananlara karşı bazen terör estirecek kadar artırmaktadırlar tepkilerini. Hristiyanlar çoğaldıkça, üzerlerindeki baskılar da artar ve hayatlarını karartmaya başlar.
Pamukkale'de gerilimin doruğa çıktığı böyle günlerden birinde iki havari, apar topar Honaz'a gelirler. Heyecanlıdırlar. Şehrin banliyösü Chairetopa'da bir meydanda, putperestlerin tacizlerine aldırmadan mucizeyi ilan ederler. Tam olarak ne olacağını onlar da bilmemektedir. Mikael'in halka söylemelerini istediği şey sadece şudur:
"Ey ahali! Tanrı'nın Ordusunun Komutanı (Artistratege) Mikael, burada yeryüzüne inecek ve büyük mucizeler gösterecek."

Havariler Honaz'dan ayrıldıktan birkaç gün sonra, halka hitab ettikleri bölgede bir su kaynağı peydahlanır. Honaz'lılar, suyun şifalı olduğunu anlamakta gecikmezler. Havariler, "Honaz'a her kim ki gelip Tanrı'ya dua eder, Mikael'i anarsa, bu kaynağın suyu onun hastalıklarını iyleştirecektir" diyerek Hristiyanlığı yayma çabalarını sürdürürler. Çevre illerden ve köylerden de deva arayanlar Honaz'a gelmeye başlar. Su, çok sayıda insanı iyileştirir ve iyileşenlerin çoğu, putperestliği terkedip Hristiyan olurlar. (2) Bu yenilik, putperestler arasındaki huzursuzluğu daha da artırır. Şehirdeki gerginliğin, Hristiyanlara karşı şiddet içeren bir saldırıya dönüşmesi ise, kendisinden bugün bile söz edilen önemli bir putperestin Hristiyan olmasıyla başlar. Adam, Hristiyanlara fena halde düşmandır, hatta şifalı su kaynağını bozmayı bile planlamaktadır.
Adamın sağır-dilsiz bir kızı vardır.
Bir gece rüyasında, tüm haşmetiyle Mikael'i görür. Melek adama, kızını su kaynağına getirip, sudan içirmesini öğütler. "Eğer inanırsan, eve üzgün dönmeyeceksin" der. Adam uyanır uyanmaz kızıyla birlikte Honaz'ın yolunu tutar. Suyun başına gelince ellerini açıp Tanrı'ya dua eder, Tanrı'nın Melekler Ordusu Komutanı Mikael'in adını anar ve kızına sudan içirir. Kız konuşmaya başlayınca, adam ve ailesi Hristiyan olurlar. Honaz'da yer yerinden oynar.
Onları hemen başka aileler izler. Başka aileler de Hristiyan olur. Ama Honazlı putperstlerin aralarında bir toplantı yapıp, su kaynağını bozmaya ve Honaz'ın Hristiyanlaşmasını ne pahasına olursa olsun durdurmaya karar vermeleri, ikinci bir gelişmenin doğrudan sonucudur. İyileşen sağır-dilsiz kızın babası, sadece Hristiyan olmakla kalmayıp, su kaynağının yanına, suyu koruması için Mikael'e atfettiği bir dua evi inşa eder. İşte bu, Honaz'ın ilk kilisesidir.

Söylenceye göre, Havarilerin ilk mucizeyi ilan etmelerinden doksan yıl kadar sonra, Pamukkale'den ilk Hristiyan din adamı Archippus, Honaz'a gelir ve bu dua evinin papazı olur. Gelen Archippus herkesi şaşırtmıştır, çünkü sadece on yaşında güzel bir çocuktur. Onun gelişi, putperestleri çok kızdırır ve onun yönettiği pazar ayinleri, bardağı taşıran son damla olur. Bu arada, aradan geçen sürede, şifalı suyun ünü, bütün Frigya'da putperestlerin arasında da iyice yayılmıştır ve Hristiyan olan ailelerin sayısı artmıştır.
Putperest Honazlıların ileri gelenleri, bu işe kesin bir son vermeyi kararlaştırırlar. Kazma kürek suyun başına gelip, kaynağı bozmaya çalışırlar, ama kaynağa kazma da kürek işlemez. Söylenceye göre putperestlerin ileri gelenleri bunu bir gurur meselesi yaparak, Hristiyanların düşmanı olduğunu bildikleri şeytandan yardım isterler. Onlara şeytan, beşbin kişiden oluşan büyük bir işçi ordusu kurmalarını tavsiye eder. Amaç, kaynağı beslediğini düşündükleri nehrin yatağını değiştirmek ve küçük kiliseyi yapay bir sel ile yıkmaktır. Şeytan teknik bir öneride bulunur. Yakındaki iki nehirden açılan su kanalarıyla, kiliseden daha yüksekteki çukurluk bir alanda su biriktirilecek, bir baraj gölü oluşturulacak, sonra set açılacak ve kilise selle yıkılacaktır. Tabii şifalı su kaynağı da sular altında kalacak, tahrip olcaktır. Plan budur. İşçiler çalışmaya başlar. Hristiyanların elinden birşey gelmez. İşçileri ve Honazlı kızgın putperest tüccarları engelleyemezler.

On gün içinde kilisenin yükseğinde koca bir göl oluşur. Şehrin ileri gelenleri ve putperestler, setleri kaldırıp kiliseyi ve su kaynağını boğacakları gün için bir de şölen düzenlerler. Hepsi toplanıp, setlerin açılacağı ve kiliseyle kaynağı yokedeceği anı beklemeye başlarlar. Ama küçük Archippus küçük kilisesini terketmez ve kaderini kilisesinin önünde beklemeye başlar, Tanrı'ya ve Mikael'e dua etmektedir. Nihayet setler kaldırılır ve vahşi bir su, ağaçları devirerek, önüne çıkan herşeyi süpürerek hızla ilerlemeye başlar. O anda, seli seyretmekte olanların gözlerinin önünde gökten bir ateş sütunu iner ve Başmelek Mikael, tam kilisenin önünde görünür. Melek kanatlarını açar, sol elini, dur işareti yaparak zarif bir şekilde suya doğru uzatır. Vahşi sel suyu, tam ortasından ikiye ayrılarak kiliseye dokunmadan durur, görünmeyen bir kabın içindeymiş gibi kendiliğinden birikmeye, tepelenmeye başlar. Kilisenin önünde, on insan boyunda ve yayvan bir su dağı oluşur. Mikael, sol eliyle su dağını öylece tutar. Bunu şaşkınlıkla izleyen putperestler, olanları daha yakından görebilmek için, şölen kıyafetleriyle, tepelenen suyun kenarına kadar gelirler. Mikael, sağ eliyle uzun tahta kılıcını çeker ve suyun hemen önündeki kocaman yekpare kayayı bir vuruşta ikiye böler. Kayanın yarılmasıyla birlikte su, açılan büyük yarıktan, hızla, bir yeraltı boşluğuna doğru akar ve akarken, yakınındaki putperestleri de çukura sürükler.

Mikael'in bir savaşçı melek olduğu bilinmesine rağmen, daha çok şifacı yanının ön plana çıkartılması geleneği, bunun ardından sona erer. Mikael'in askeri gücüne de şahit olan şehir halkı, Hristiyan olur.
O gün Honaz'da -gerçekte- ne olduğu, nasıl olduğunu sadece söylenceden değil, zamanın realist eski kaynaklarından takip etmek de mğmkündür. İnsanları derinden etkileyip sarsan birşeylerin gerçekleştiği ve bunun bir hikayeden ibaret olmadığı, başka kaynaklardan da doğrulanabilir. Yaşananların sonuçları arasında en ilginç olanı, neredeyse üçyüz yıl boyunca Hristiyan olmamakta direnenlerin toptan/hemen Hristiyan olması da değildir sadece. Hristiyan olanların çok aşırı bir Mikael inanışı/kültü başlatmalarıdır. Bu konuda o kadar aşırıya kaçmışlardır ki, Pamukkale'den ve diğer komşu bölgelerden gelen Hristiyan din adamları Honazlıları, Mikael'i Tanrı'dan daha çok övmekle suçlamış ve bundan vazgeçmeleri konusunda uyarmışlardır. Ve Mikael'e, eski putlara taptıkları gibi tapmamalarını istemişlerdir. En geç üçüncü yüzyılda olduğu sanılan bu mucizenin izleri o kadar derindir ki, mucize ilk kez yazıya geçirilip, beşinci yüzyılda bütün Hristiyan alemine malolduğunda bile, halk arasında en çok konuşulan konulardan biri olduğunu söylemek mümkündür.
590 yılında Roma bir veba salgınıyla pençeleşirken Papa I. Gregor Roma'da, Hadrian'ın türbe-şatosunun üzerinde Mikael'i gördüğünü, kendisine veba salgınının sonunu müjdelediğini söylemiştir. Melek, Tanrı'nın gazabının işareti olan kılıcını kınına sokmuştur. Veba sona erince binanın adı 'Melekler Şatosu' olarak değiştirilir. Binanın adı (Castel Sant'Angelo) bugün de aynen korunmaktadır. Doğu Roma İmparatorları İstanbul'da, Mikael'in anısına ve şerefine onbeş kadar kilise vakfetmişlerdir.
Honaz söylencesinin İstanbul'dan dünyaya yayılmaya başladığı daha sonraki dönemde 6 Eylül günleri, Hristiyanlığın (ve daha sonra İslam'ın) dört Başmeleğinden biri olan Mikael'in günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Mikael, İstanbul'un kuruluşundan itibaren şehrin ve hükümdarlarının da koruyucusu olmuştur. Mikael'in İstanbul'u korumak için iki kez doğrudan devreye girdiği de söylenir. Bunlardan ilki, 626'da Balkanlar üzerinden gelen Avar/Slav akınına karşıdır, ikincisi de 676'da, İstanbul'un Araplar tarafından kuşatılması sırasındadır.

Üçüncü yüzyılda bir zaman, Honaz'ın, yani Chonae'nin hemen yakınında, Lykos nehrinin kıyısında, Pamukkalele'ye gitmek üzere yola çıkan bir kafileye göründüğü rivayet edilen Mikael, bu bölgede yüzlerce yıldır zaten anılmakta ve şereflendirilmekteydi. 'Honaz mucizesi'nden sonra yerel çoktanrılı kültlerin bölgeden tamamen silindiği de kesindir. Bölgenin Hristiyan olması, aynı zamanda Mikael'i öven bir karakter de kazanmıştır ve bu durum, bölgenin 12'inci yüzyılda Müslümanlaşmasına kadar sürmüştür.
Savaşçı karakteri sonradan ağırlık kazanan Mikael'in M.Ö. dönemlerde Anadolu'da, daha çok bir doktor, ve gereğinde güç de kullanıp cezalandırabilen bir sağaltıcı olarak tanındığı görülüyor. Halk daha çok, Mikael'in iyileştirici mucizelerini övüyordu.

Kyrro'lu Theodoretos, 450 yılında Kolossae'de, büyük Mikael kilisesinin inşasından yüz yıl önce küçük bir Mikael şapelinin bulunduğunu yazıyor. Kilisenin açık arazide yer aldığından sözediyor. Sürekli saldırı tehdidi altında bulunan şehir ve kilisenin, dağ eteklerine taşınması daha önce de düşünülmüş olmalı. Taşınmadan çok önce, Doğu Roma imparatoru I. Justinian'ın, komşu Kadmos dağının eteklerine bir kale yaptırdığı bilniyor. Şehrin, 787 yılındaki İznik Konsili belgelerinde henüz Kolossai diye adlandırdığına bakılacak olursa ve daha sonraki kaynaklar gözönünde bulundurulursa, ancak 8'inci yüzyıldan itibaren Chonae ismini benimsediği anlaşılır. Honaz adının da bu tarihten sonra kullanıldığı açıktır. Lykos vadisindeki Mikael kilisesinin 1189'da yıkılışına dek, "Chonea'lı Kutsal Mikael Kilisesi" adını taşıdığı söyleniyor. Akan Lykos nehrinin doğu kıyısında kilisenin kalıntılarının bulunduğu, yeni kaynaklarda yer alıyor (3).

Tek tanrılı dinlere göre Başmelekler, Tanrı'nın ilk yarattığı ve belli görevler verdiği ilk ruhlar sayılıyor. Danyal peygamberin ifadesiyle Mikael, Tanrı tarafından "seçilmiş olanların koruyucusu"dur. Anadolu'da ortaya çıkışı ve orada gösterdiği mucizeler nedeniyle Ortodoks kilisesinde özel bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Mikael'in görevleri arasında, Tanrı'nın kelamını ve düşüncelerini insanlara getirmek, insanların iyiliklerini Tanrı katında savunmak/övmek de görevleri arasındadır. Ama Tanrı'nın emriyle, 'Adem ve Havva'yı Cennet'ten çıkaran'ın da Mikael olduğunu unutmamak gerekir. O aynı zamanda, "Tanrı gibi olmak" isteyen kötülük meleğinin tıkıldığı Cehennem'in de bekçisidir. Ama Cehennem'le ilgili görevlerini hiç de severek yapmadığı anlaşılmaktadır. Eski bir Hadise göre, Hz. Muhammed Mikael'i görür ve Cebrail'e sorar: "Mikael'in yüzü neden hiç gülmüyor?" Cebrail'in yanıtı şöyle olur: "Cehennem ateşi tutuşturulduğundan beri Mikael'in yüzü gülmemiştir." (4)

Başmelek Mikael'in en önemli asıl görevi, Tanrı'nın ordusuna komuta ederek, bir son savaşla şeytanı ve ordusunu yenmektir. Bu savaş, ve savaşa katılacak melekler ordusunun savaş düzeni hakkında ayrıntılı bilgileri, Hristiyanlık öncesi Yahudi kaynaklarından almak mümkün.
Honaz'da ilk Yahudi cemaatlerinin ortaya çıktığı M.Ö. 3'üncü yüzyılda, 72 Yahudi din adamının bir araya getirdiği Eski Ahit metinlerinde (Septuaginta) Mikael'in adı Archistrategos (Tanrı'nın ordusunun komutanı) sıfatıyla iki kez geçer. (5) Mikael'in bir büyük savaşla birlikte anan ve onu melekler ordusunun komutanı olarak anlatan, birinci yüzyıldan kalma Qumran el yazmaları arasında, sırf son savaşı anlatan bir gizli el yazmaları rulosu bulunmaktadır. (6) "Işığın oğullarıyla karanlığın oğulları arasındaki savaş"ta, Tanrı'nın melek ordusu, bir hilal şeklinde dizilmiştir. Ordunun başında, Tanrı'nın dört Başmeleği Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail, eşit komutanlar olarak bulunmaktadırlar. Ama Mikail, eşitler arasında birinci komutandır ve kırmızı renkli bir bayrakla temsil edilmektedir.
Mikael'in aslen savaşçı bir melek olarak tanınması, Hristiyanlık döneminde pekişmiştir. Yahudilik döneminde daha çok sağaltıcı yanı ön plandadır. Müslümanlık döneminde Mikael, Hz. Muhammed'e Tanrı kelamını getiren Cebrail'den sonra, ikinci önemli melek olarak tanınmıştır. Mikael, askerlerin koruyucu meleği olması, hilal şeklinde dizilen bir orduya komuta etmesi ve bayrağının kırmızı olması nedeniyle, eski göçebe Türk geleneğindeki mitolojik bir savaş meleğiyle de benzerlikler göstermektedir. Ayrıca Anadolu'da Türklere özgü mistik İslam'ın yayılmasını ve kalıcı olmasını sağlayan tahta kılıçlı erenlerin mücadeleci ruhuyla Mikael arasında ruhsal bir ilişki kurmak da mümkündür. Bu konuda eski göçebe geleneğinin meşhur amentüsü çok şey söyler. Buna göre Türkler, "Sonsuz Tanrı'nın Gücüdür", yani ordusudur. (7)

İslami kaynaklara göre Mikael, Tek tanrılı dinlerin atası sayılan Hz. İbrahim'i ziyaret eden üç melekten biridir. Göğün yedinci katında oturmaktadır ve Tanrı'nın Cennet'teki evine dua için gelen meleklerin imamıdır.

Honaz böylesine önemli bir ruhsal kişiliğin, varlığın, bütün dünyayı kapsayacak boyutlarıyla en önemli coğrafi merkezdir. Ve bu kutlu olayın Honaz'la yeniden biraraya getirilmesi, kutlanması, Honaz'ın benzersiz tarihinin yeniden canlandırılması, Honaz'da Tanrı'nın Melekler Ordusu komutanı Başmelek Mikael'in kılıcının değdiği rivayet edilen kayadaki o geniş yarığın yeniden hatırlanması ve ziyaret edilmesi, en başta Honaz'a ve Frigya'nın bugünkü ardılı Denizli'ye emsalsiz büyüklükte yeni bir ruhsal katkı olacaktır.
Hayata, dünyaya, ruh ve anlam kazandırmak, modern insanın eksikliğini hissettiği en önemli yükselen gerçek değerlerden biridir. Dünyanın başka yerlerinde bu eksiklik bazen yapay çabalarla kapatılmaya çalışılıyor. Anadolu ise, bu konuda dünyanın en derin yerlerinin belki de birincisidir. Sadece hatırlamak bile, tekniklerin eşitlendiği günümüz dünyasında, Anadolu'yu gene en öne ve en yükseğe taşımanın bir ilk adımı olacaktır.

Selam ve saygılarımla.


Selçuk Salih Caydı.


Kaynaklar:
1. Hristiyan Bogomillerin 15'inci yüzyıldan kalma gizli el yazmalarından (apokriph) "Tiberias Gölü Söylencesi"nde.
2. Honaz söylencesi ilk kez 427 yılında, İstanbul'da, Konstantiniye Patriği Archippos tarafından yazıya geçirilmiştir.
6'ıncı yüzyıldan kalma, eldeki en eski kaynağa dayanarak daha sonra 1889'da yeniden Max Bonnet tarafından derlenip yayımlanan kitap, "Narratio de miraculo a Michaele archangelo Chonispatrato" adını taşımaktadır. Daha sonra bu kitaptan iki yeni kitap daha yazılmıştır, ama ikisi de bu ilkine dayandığı için önemli değillerdir.
3. Jahannes Peter Rohland, "Der Erzengel Michael" 1977.
4. Muinüddin Hirevi'nin Hadis kitabı.
5. Danyalın kitabı 8.11 (ve Jos. 5.14)
6. Eduard Lohse, "Die Texte aus Qumran" 1964
7. Bu eski Türk amentüsü, "Köke Möngke Tengrin Güçündür" sözleriyle ifade edilirdi ve bazen eski fermanlarda (mesela Cengiz
Han'ın fermanlarında) da yer alırdı.

Türkiye gündeminin dışında, dünyadan taşan hoşluklar!


İşte bu bazen şiddetle gerekiyor...

Eh Türkiye'nin dışında Erdoğan'sız/Baykal'sız kocaman bir dünya var. Birçok konu da Türkiye'den göründüğü gibi olmasa gerek!..
Dergilerde kısa bir gezinti iyidir!..

• Mesela İran'da Ahmedinecad'ın hileyle seçilmesini İranlı'lar affetmiyor. Muhalefet genişledikçe ortaya, son olayların bastırılmasıyla ilgili yeni bilgiler saçılmış durumda. İran'daki muhalefetin bastırılmasında Rusya'nın gizli rolü İranlıların bildiği bir şey. Şimdi dünya da öğreniyor. İran'da eskiden beri bir Anti-Amerikanizm yaygındır malum. Şimdi bu düşmanlığın yeni bir Anti-Rusizme evrildiği gerçeğini İranlı yazar R. Tousi'nin Open Democracy'ye yazdığı yazıdan da öğreniyoruz (tıklayınız). Rusların yeni bir teknik yardımıyla, İran'ın dış dünyayla iletişimin önemli ölçüde zorlaştırıldığı ve İran muhalefetinin gösterilerinin Ruslar sayesinde ezildiğini yazan Tousi, İran'da büyük bir Rus düşmanlığının yayılmakta olduğundan bahsediyor.
Berlin Duvarı'nın yıkılışı yirminci yılı kutlamaları, Avrupa'nın en çok konuşulan baş konusu. Bunun sadece Türkiye için değil, bütün dünya için önemi var. Berlin Duvarı'nın, bir Doğu Alman Komünist Partisi (SED) fonksiyonerinin verilen karar ve talimatları yanlış anlaması sayesinde yıkıldığını -artık- herkes bilmeli mesela. Geçenlerde Joschka Fischer'in Radikal'de de yayımlanan bir yazısında, bu ayrıntıya değiniliyordu (tıklayınız). Berlin Duvarı'nın yıkılışı hakkında Le Monde'da Vaclav Havel'in bir 'Köşe yazısı' (Kolumne/column) var (tıklayınız).
Ekonomik Kriz tartışmaları aynen devam ediyor ve iyimserler azınlıkta. Türkiye'de de konuya dikkatli bir yaklaşımın hakim olması kuşkusuz çok olumlu. Türkiye'nin krizden -tahminlerden- daha az etkilendiği türünden iyimser bir romüs/romülüs/kümülüs bulutu üstünde uçmak istiyorum!.. Gerçi bir yıl içinde 2008 krizini aratacak bir çarpılmanın yaşanacağını artık herkes söylüyor, nedeni de belli: Yeni balonlar ve baloncuklar... (hangisini saysak ki!) Ama umalım da kriz Türkiye'yi (ve tabii Almanya'yı) fazla etkilemesin.
(Yeter ki yeni döneme ve onun yeni kalitelerine geçişin zorunluluğu anlaşılsın ve ona göre hareket edilsin...)
Pakistan, dünya basında daha çok darbe tehlikesi ve El Kaide hikayesiyle gündeme geledursun, bazı hoşluklar da taa buralardan duyulabiliyor. Mesela Paki gazetesi Dawn, -İngilizce yazan- Hintli yazar Arundhati Roy'un, Hindistan'daki Maoist gerillaları "kararlılıkla!" desteklemeye başladığını yazdı (tıklayınız). Örgüt, Hindistan devletine karşı büyük bir saldırı başlatmaya hazırlanıyor. Buradaki asıl güzellik, Roy'un Maoist gerillaları destekleme nedeni. Gerillalar, Hindistan'ın en yoksul, eski geleneklere göre yaşayan ve eğitimsiz bir halkının kutsal davasına sahip çıkıyorlar. Büyük bir Hint firması, onların kutsal dağında kıymetli maden bulmuş, hemen talan etmek istiyor! Maocular da buna karşı çıkıyor.
(Yoldaşlara bin selam!.. Ama tüfekleri sırf gösteriş için kullanıp kimseyi öldürmeseler çok iyi olur!..) Pakistan'ın süper dergisi Frontline da Maoist gerillaların saldırı hazırlıklarına geniş yer ayırmış (tıklayınız). Çevre ve atmosfer katili ÇKP ne diyor acaba bu çevreci Maoculara?!..
Finlandiya'ta çok "tatlı!" (süß!/sweet!) bir tartışma hüküm sürüyormuş! Finlandiyalılar, ülkenin herşeyiyle Nokia firmasına biraz fazla bağımlı olduğunu düşünüyorlarmış!.. Ünlü Fin gazetesi Kaleva bunu tartışmaya açmış... Nokia da sallanıyor olabilir mi?!.. (tıklayınız) Nokia'nın altıbine yakın işçi çıkardığına dair haberler geliyor... E bu korkutmuş olmalı!..