Baş Melek Cebrail, Ahit Sandığı ve 'Son Savaş' hakkında notlar





Tanrı'nın SÖZ'ünü, '10 Emir'ini içeren taş tabletleri taşıyan ve Tanrısal bir silah olarak da kullanıldığı bilinen Ahit Sandığı 2600 yıl sonra yeniden ortaya çıktı. Bu nedenle, yazının başlığına daha önce koyduğumuz 'İrrasyonel Notlar' sözünü başlıktan çıkardık. Çünkü rasyonal ile irrasyonalin içiçe girip birleştiği bir durum söz konusu. Kutsal kitaplarda Tanrı'nın en büyük Mucize'lerinden belki de birincisi sayılan Ahit Sandığı'nın ortaya çıkması, insanın malum sosyal şizofrenisine son verecek bir ilk adım da sayılabilir. Konumuzla ve özünde spiritüel bir savaş olan 'Son Savaş'la ilgisi olabileceği için, yazımıza, bu çok önemli yenilik ile başlıyoruz. Kutsal Kitaplar'da, M.Ö. 6'ıncı Yüzyıldan itibaren artık sözü edilmeyen ve saklı/kayıp olduğu yazılan Ahit Sandığı, -söylenceye göre- "Kıyamet'ten hemen önce yeniden ortaya çıkacaktır." Sandığın kapağının üzerinde, Tanrı'nın iki Baş Meleği'nin tasviri/heykeli bulunmaktadır. Kötünün yaşam alanından ve 'Son Savaş'ta Baş Melek Cebrail'in rolünden, O'nun görev alanıyla ilgili SÖZ'den (ve sözellikten) bahsederken, Ahit Sandığı'ndan da söz etmek zorundayız. Bu şimdi özellikle zorunlu, çünkü son bir haftadır dolaşan söylentiler doğrulandı ve kayıp Ahit Sandığı ortaya çıktı... Bulgu hakkında basında, nedeni "anlaşılmamayacak" bir desenformasyon da yaşandı. Örneğin Ahit Sandığı'na ait olduğu söylenen bazı fotoraflar yayımlandı (biz de bu blogda bir gün boyunca bu resimlerden birini kullandık, içtenlikle özür diliyoruz). Dünyada "taraftar" basın sadece Türkiye'de yok...

Etiyopya Ortodoks Kilisesi Patriği Abune Paulos, 26 Haziran Cuma günü Papa XVI. Benedikt'i ziyaret etti. Buluşmanın konusu Papa tarafından önceden bilindiği anlaşılıyor, çünkü söze o girerek ilk soruyu o sormuş. "Ahit Sandığı elinizde mi?" Paulos'un yanıtı kısa ve net olmuş: "Evet bizde. Sandığı ben bizzat gördüm. Dünya, Gerçeği öğrenecek olgunluğa erişti artık."
Burada önemli olan, sandığın hiç yoktan ortaya çıkması değildir. Çünkü, hiç yoktan ortaya çıkmamıştır. Ahit Sandığı'nın nerede olduğu aşağı-yukarı biliniyordu, fakat bilgi asla teyid edilmediğinden birşey kanıtlanamıyordu... Önemli olan, O'nu saklayanların Ahit Sandığı'nın ortaya çıkmasında bir beis görmemeleridir ve bunun için 'Artık Zamanın Geldiği'ni düşünmeleridir. Tanrı'nın Hz. Musa'ya verdiği '10 Emir'in, yani Tanrı'nın SÖZ'ünün yazılı olduğu iki taş levhayı taşımak amacıyla yapıldığı söylenen Ahit Sandığı'nın önemi, sandığın sadece, '10 Emir'in korunması için yapılMAmış olmasından geliyor. Söylenceye göre Ahit Sandığı aynı zamanda, içindeki '10 Emir'le birlikte, Tanrı'yla doğrudan irtibat kurmaya yarayan bir tür araçtır.

73 Yaşındaki Etopya Kilisesi Patriği Abune Paulos, Papa XVI. Benedikt ile görüştükten sonra, kaldığı otele (Villa Borghese'deki 'Aldrovandi' Oteline) döndüğünde, onu heyecanla bekleyen gazetecileri görüp duruyor. Burada, sahici bir tarihi olay sözkonusu olduğundan, sözlerini aynen aktarıyoruz:
"Ekselansları... Ahit sandığı Etiyopya'da mı?"
Patrik bir dakika, iki dakika, üç dakika... susuyor ama gazeteciler konuşacağını anladıklarından sabırla bekliyorlar.
Biri dayanamıyor:
"Ahit Sandığı Etiyopya'da mı?"
"İki bin yıllık suskunluktan sonra, bu soruya yanıt için beş dakika beklemek fazla uzun bir süre olmasa gerek...
Evet Ahit Sandığı bizim orada Axum'da
. Etiyopya, yüzlerce yıldan beri Ahit Sandığı'nın tahtı. Tanrı'nın iradesiyle bize geldi ve Tanrı'nın iradesiyle bizde kalacak. Ben buraya, varlığı için kanıt sunmaya gelmedim. Ben buraya, bizzat gördüğümü söylemeye geldim, bildiğimi ve şahit olduğumu söylemeye ."
Patrik'in anlattığına göre Ahit Sandığı, "eskime/yaşlanma prosesinin dışında", yani yapıldığı zamanki kadar yeni, eskimiyor, yaşlanmıyor, değişmiyor (tıpkı insanın Cennet'ten kovulmadan önceki hali gibi) Ve şekli aynen kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi. Ayrıca meraklıların görüşüne açık değil, ona bakacak yüceliğe sahip olanlar dışında bugün ve gelecekte kimseye gösterilmeyecek. Patrik sözlerini şöyle biririyor:

"Kutsanmış olan kalıcıdır. Ahit Sandığı insan eliyle yapılmamış. O bir sır."
(Die Welt, 28.06.2009)

Daha önce Graham Hancock'un, kayıp Ahit Sandığı'nın nerede olabileceği ile ilgili çok ayrıntılı bir kitabı yayımlanmıştı, okumuştuk ("Die Wächter des Heiligen Siegels" 1992). Kitabın o zaman için ilgi çeken diğer yanı, neoliberal dönemin komplo teorileri furyasına malzeme veren bir yana sahip olmasıydı. Yazar, sandığın bulunabileceği yerlerin fotoraflarına ve eski gravürlere de yer verdiği kitabında, Ahit Sandığı'nın dünyada dolaştığı yerlerin de ilk kez oldukça kesin bir coğrafyasını ve tarihini de sunuyordu.
Ahit Sandığı Tevrat'ta şaşırtıcı bir şekilde, bütün detaylarıyla anlatılır (Mısır'dan Çıkış Bölümü 25, 10-20). Akasya ağacından yapılmıştır. Uzunluğu ikibuçuk 'Ellen', genişliği birbuçuk ellen, yüksekliği birbuçuk ellen'dir. Tevrat'ta geçen uzunluk birimi Ellen'in 45 cm ile 52.5 cm arasında olduğu sanılıyor (kesin uzunluk bilinmiyor). Sandığın üzeri tamamen som altınla kaplı olmalıdır. Tevrat'ta, hangi köşesinde kaç altın halka olması gerektiğine varıncaya kadar ayrıntı vardır. Kapağı da som altındandır ve kapağın üzerinde, kanatlarını yukarıya doğru açmış, Ahit Sandığı'nı korur pozisyonda iki 'Kerubim' tasviri bulunmalıdır. Yüzleri birbirine dönük olmalıdır. 'Kerubim', İncil'de kısaca 'Baş Melek' diye adlandırılmakta olsa da, Hristiyanlık öncesi gelenekte daha farklı bir yere sahiptirler. 'Kerubim'ler hem Hristiyanlıkda olduğundan biraz daha farklı tasvir edilirler, hem de 'Cennet Melekleri'dirler aynı zamanda, yani insanlar ile ilişkileri, onlarla Cennet'te birlikte yaşadıkları döneme/seviyeye dek uzanır. Kur'an'da Ahit Sandığı'dan, Bakara Suresi'nde bahsedilir (Bakara 248). Şöyle denmektedir: "Peygamberleri onlara şöyle dedi: 'Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu Melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır." Kur'an'daki bu sözlere döneceğiz.

Tevrat'ta anlatıldığına göre, Kudüs'te Süleyman'ın Mabedi kuruluncaya kadar (M.Ö. 587), Tanrı'nın Hz. Musa'ya verdiği '10 Emir'in içinde saklandığı Ahit Sandığı, ona asla dokunmadan taşınırdı. Bu, rasyonel ve irrasyonel dünyanın birliğini/bütünlüğünü ilgilendirebilecek somut nedenler ile ilgili olabilir. (Mesela 'Arınmamış olanların' Ahit Sandığı'na dokununca öldükleri/ölecekleri söylenir) Süleyman'ın Mabedinin kurulmasından önceki zamanda Ahit Sandığı'nın durduğu belli bir yerin bulunmadığı, halkın yaşam tarzına da uygun olarak hareket halinde olduğu, yani bir yerden bir yere inananlar tarafından taşındığı, O'nunla birlikte her zaman bir de çadır mabed taşındığı anlaşılıyor. Bir yerde durulunca hemen çadır mabedin kurulduğunu ve Ahit Sandığ'nın
bir sonraki harekete kadar çadır mabedin içinde durduğunu Graham Hancock kitabında anlatıyor. Göçebe bir mabeddir söz konusu olan... Kudüs'teki hükümdar, eski Tanrı'lardan bereket Tanrıçasına yeniden tapmaya başlayınca, Tanrı'nın "Benden başkasına tapmayın" sözüne uymak amacıyla, ve belki başka çekincelerin de etkisiyle Ahit Sandığı'nı Kudüs'ten kaçırıyorlar. Aynı dönemde Nil deltasındaki Elephantine adasında bir tapınak inşa ettirerek Ahit Sandığı'nı oraya yerleştiriyorlar -tek amaç sandığı korumak. İkiyüz yıl sonra Mısırlılar adaya saldırınca oradan da kaçırıyorlar. 800 yıl Etiyopya'da, Nil üzerindeki Tana Kirkos adasında gizliyorlar. 17'inci Yüzyılda Etiyopya İmparatoru Ezana zamanında Ahit sandığı, şimdi bulunduğu Axum'a getiriliyor. İmparator Ahit Sandığı için bir Bazilika yaptırıyor. Son İmparator Halie Selasiye de 1965'de Ahit Sandığı için üçüncü bir Mabed yaptırıyor.

Ahit Sandığının yanında onu bekleyen, ömrünü bu kutlu göreve adamış bir Muhafız duruyor. Adanmış biri oluyor, çünkü Ahit Sandığı'nın bulunduğu yeri gece-gündüz asla terke
tmemesi gerekiyor ve ancak ölünce Ahit Sandığı'nın bulunduğu bölümden çıkarılıyor. Hancock, 1983'de Ahit Sandığı'nı bekleyen bir Muhafızla konuşmaya muvaffak olmuş. Muhafızın Ahit Sandığı'nı kalın kumaşlarla sarmak gibi bir görevi olduğunu da saptayıp, kitabında anlatmış. Neden kumaşlarla sardığını sorunca, Muhafız, "İnsanları ondan korumak için" diyor, "Ahit Sandığı çok güçlü". Hancock, "Sırrın eşiğine kadar geldiğini" yazmıştı. Ama Etiyopya bugüne dek Ahit Sandığına sahip olduğunu asla söylemedi. "Rasyonel" SÖZEL insan da böyle şeylere pek inanmıyordu zaten, söylentileri de uydurma/efsane sayıyordu. "Artık böyle şeylere inanmak, modern bir insanın yapacağı şeylerden değildi!" Ama O'nun yakınında yaşayan din adamlarının, artık 'zamanın geldiği'ni anlayıp Ahit Sandığı'nın varlığını ve yerini açıklamaları, -sırf bu kararın verilmesi ve zamanı, son derece önemli.
Etiyopya'da Ahit Sandığı merkezli bazı eski inanışları ve dini törenlerde taşınan benzeri sandıklar, bu inanışa uygun replikalar her zaman vardı. Ama bunlar eski bir geleneğin yaşatılması sayılıyor, gerçek sandığın Etiyopya'da saklandığına inanılmıyordu. Daha doğrusu, bu tip konular, sözel düşüncenin rasyonel aklına yatmıyordu/yatmıyor. Artık bunun bir önemi de kalmamıştır.

Axum (veya Aksum), eski Aksum krallığının merkezi, Eritre sınırına 50 kilometre uzaklıkta, ellibin küsür nüfuslu bir şehir. İmparator Ezana'nın Hristiyanlığı kabul etmesiyle dünyanın ilk Hristiyan şehirlerinden biri oluyor. Şehrin çok ilginç bir sembolü var. Ezana'nın diktirdiği 33 metre yüksekliğinde 517 ton ağırlığındaki -bir tür nişan taşını andıran- taş anıt. Bu anıt, ülkenin tarih boyunca yaşadığı ilk ve tek işgal sırasında, Mussolini'nin faşist ordusunun işgali sırasında 1937'de yerinden söküldü. Adeta bir savaş ganimeti olarak Roma'ya götürüldü ve orada bir meydana dikildi. İtalya anıtı ancak 2005'de iade etmeyi kabul etti ve geçen yıl anıt Axum'daki yerine yeniden dikildi. Şehir, tarih boyunca, Etiyopya krallarının taç giydiği yer olarak kaldı.

Ahit Sandığı'nın ortaya çıkışı, Makul Düşünce'nin sol ve sağ odağını temsil eden 'Söz' ve 'Resim'in, yani (kısaca) rasyonel düşünce ile bilgelik/irrasyonellik'in birleşmesi anlamına geliyor -ki, insanın Cennet'ten kovulmadan önceki ilk halinin gönümüz dünyasındaki haline tercümesinin ilk kıvılcımı, ilk kutlu işareti olabilir.
Ahit Sandığı'nın aynı zamanda 'Tanrı'nın Gücü' ile ilgili olduğunu da biliyoruz. Buradan çıkan ilk anlam, daha önce değindiğimiz, Baş Melek Mikael'in komutasındaki Büyük Melek Ordusu ile ilgilidir. Bu terimin ve Baş Melek Mikael'in doğrudan Anadolu ile bağlantılı bir terim olduğunu, ilk orada adlandırıldığını daha önce söylemiştik (Bkz. bu blogda yayımlanmış 'Baş Melek Mikael' konulu yazılar).
Diğer bir anlamı ise doğrudan Baş Melek Cebrail'in adında saklıdır. Cebrail/Gabriel, İbranice 'Gavri-El', yani 'Benim Tanrısal Gücüm/Kahramanım', kısaca 'Tanrı'nın Gücü' anlamına geliyor. Kur'an'daki en önemli Baş Melek Cebrail'in (Yahudi-Hristiyan-İslam dinlerindeki) temel görevi, Tanrı'nın emirlerini iletmek, O'nun sözünü getirmek ve görülen vizyonları açıklamaktır. İslami gravürlerde Cebrail, bu yazının girişinde de göreceğiniz gibi feminen bir insan gibi resmedilir. O aynı zamanda dirilişin ve Tanrı'nın lütfu/rahmetinin de sembolü olan Melektir.
Cebrail'in pek bilinmeyen yanlarından biri, onun cezalandırıcı bir melek olarak da devreye girdiğidir. Baş Melek Cebrail'in adı ilk kez
Eski Ahit'te (Danyal'ın kitabı 8.16) vizyon yorumlayıcı olarak geçer.
Ahit Sandığı'nın Tanrı ile iletişim kurmak bakımından önemi gözönünde bulundurulursa, Tanrı'nın Gücü ve O'nun Sözünü Elçiler'i Peygamberlere getiren Baş Melek olarak Cabrail, burada merkezi önemde görünmektedir, çünkü Tanrı ile İnsan arasındaki doğrudan SÖZEL ilişkinin birinci halkası, ilk safhasıdır. Bu anlamda Cebrail'in, daha çok 'Söz' üzerinden düşünen 'sol-sağ dengesi netameli' günümüz insanına da yaklaşabilen, en yakın Tanrısal varlık olduğu söylenebilir. Savaşçı Baş Melek Mikael ise, sözel insana daha uzak, 'dengeli' insana daha yakın görünmektedir. (Burada 'Tanrı Sözü' teriminin, bir tür, 'Tanrı'nın söz ötesi/üstü ifadesinin algılanıp söze tercümesi' şeklinde algılanması gerekir. Çünkü tekbaşına söz ağırlıklı düşünce, Makul İnsan'ın söz-resim dengesiyle kıyaslandığında her zaman daha düşük bir seviyeyi ifade eder. Kuşkusuz, söz-resim ötesi ifade biçimleri de vardır.)

Buradan Baş Melek Cebrail'in 'Son Savaş'daki rolünün, spiritüel 'Son Savaş' bağlamında, eskilerin deyimiyle, 'Gök ile Yer arasında' senkron/paralel bir ilişki oluşturmak olduğunu anlayabiliriz. Bu da, insanın bugünkü bozuk, söz ağırlıklı durumuna da hitap edebileceğini gösteriyor olabilir. 'Gökte olanın yere yansıması', Cebrail ile ilgili bir durum görünmektedir. Bu nedenle, Henoch kitabında ve Qumran el yazmalarında ayrıntılarıyla anlatılan 'Tanrı'nın Ordusu'nun, yeryüzündeki yansımasıyla ilgili bir pozisyonda olduğu söylenebilir. O'nun bir tür aracılığıyla insanların 'Son Savaş'a katılımı anlamına gelen bu duruma rağmen, kutsal kaynaklarda vurgulandığı özere 'Göğün Ordusu/Gücü'nün komutanı Baş Melek Mikael'dir ve bu gerçeğin önemi, ortada bir 'Savaş' olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır.

Şimdi yeniden daha rasyonel bir alana dönerek, SÖZ ile ilgili alana ve onun kötülük tarafından kullanılması konusuna gelelim. Makul İnsan'ın söz ve resim diye betimlediğimiz iki düşünme merkezi arasındaki dengenin söz lehine bozulmasının sonucunu kısaca şöyle yorumlayabiliriz:
1.İnsanlar kendi gördüklerini, onların insan doğalarına uygun kendi tecrübelerini esas almak yerine, onlara söyleneni esas almaya başlamışlardır -yani Tanrı'nın/gerçeğin sözüne değil, kerameti kendinden menkul bir takım "bilmiş" Hoca/Şeyh/Şıh'ın sözüne inanmışlarıdır. Bunun nedeni de, kendi tecrübelerini kendileri yapmak ve özgür düşünmek özgür olmak yerine, yarı uyku halinin aptal "rahatlık"ını ve o kör rahatlığın esaretini kabullenmiş olmalarıdır. İnsan olmak ve insan kalmak, belli bir 'çaba' gerektirir. Bu, 'Gerçeğin hep bilincinde olmak çabası'nın bozuk insana göre tarif edilmiş son biçimine 'ibadet' deniyor, zira özünde bir tür hizmettir. (Fakat bunun asıl anlamı da önemli ölçüde unutulmuş görünüyor ve hatta ibadet, bir paracıl/iktidar imtiyazlı kastına dahil olmanın sembolüne indirgenebiliyor)
2. SÖZ'ün giderek 'Dil'e indirgenmesi sonucu (yani içeriğinden koparılıp sadece bir "araç" haline gelmesi, özgürlüğün/güzelliğin/kutsallığın yitimi sonucu), dil kodları ve dil kalıpları ile, son derece karmaşık bir maddi/dijital/sanal dünya inşa edilmiştir. Bu dünya, rasyonel dilin araçsallaştırılması sonucu -insanların gözünde- "kutsallıktan koparıldığı" için (aslında bu kopuş sadece dengesiz insanın gözünden öyledir, gerçekte bir kopuş sözkonusu olamaz), insanın doğasına aykırı bir istikamette ilerleyebilmektedir.
3. Bu bozulmanın en son güncel uç sonucu, acımasız medya manipülasyonu ve suni gündem yaratmak olayıdır. Ama bu en uç noktada, insanın uyanışının da sağlam bir şekilde ilerlemeye başladığı söylenebilir. Çünkü insanlar, onlara "Doğru" diye pazarlanan birçok şeyi kendi doğalarına dönerek -bizzat- sorgulamaya başlamışlardır. Sorgulamak, kaynaklara dönerek olmaktadır: Kutsal kitapların aslına dönerek ve ardından kendi özüne, iyi insan olmanın kurallarına dönerek... (kutsal kitapların yorumuna ve "Hocalar"ın lafazanlığına dönerek değil, kitapların aslına dönerek)

Başkasının aracılığına kulak asmadan doğrudan Tanrı'nın/Gerçeğin sözüne, aslına, gerçeğine kulak vermek ve bunun hayati önemi, Tanrı'nın Eski Ahit'te Adem ile Havva'ya sorduğu bir soruda gizlidir.

Cennet'te yaşarken, Tanrı'nın koyduğu yasağa uymak yerine başkasının (yılanın) SÖZÜNE kanıp yasak meyveden yiyen Adem ile Havva, Gerçek'ten kopunca edep yerlerini incir yapraklarıyla kapatmışlardır. Neden öyle yaptıklarını soran Tanrı'ya, 'utandıklarını' söylerler. Tanrı'nın buna karşı sorusu 'Neden utanıyorsunuz?' değildir. Şudur: 'Bunu size kim SÖYLEDİ?' Çünkü utanmak denen şey onlara 'Söylenmiştir'. Onlar kendi pratiklerinden ve Tanrı'nın onlara öğrettiklerinden böyle bir şey bilmemektedirler.

Kur'an, İnsan'ın bu büyük hatasını, 'Yanlış adım' olarak tanımlar (Bakara 36) ve daha önceki Din'lerde söylendiği gibi insanın Tanrı ile olan bağının koptuğunu söylemez. O bağ devam etmektedir, sadece insan imtihan edilmektedir (El-Hıcr Suresi 35-40). Ve Tanrı insanı, şeytanın onu aldatıp mutsuz kılabileceği konusunda daha önceden uyarmıştır. O bağın devam ettiğini, günümüzde yaşananlardan biliyoruz diyebiliriz. Şimdi sıra, Makul İnsan'ın dengesizliğini ortadan kaldırmak pratiğine gelmektedir. Bunun için... elbette sadece okumak falan değil, daha çok başka şeyler gerekiyor. Fakat Kur'an'da Ahit Sandığı hakkında söylenene kısaca dönecek olursak:
1. Sandığın yeniden ortaya çıkışı, Kur'an'daki ifadesiyle 'O'nun/Tanrı'nın Hükümdarlığı'nın alametidir. Yani uygun bir dille, "Yok artık öyle değil" diyenlere bunun DİL ile hatırlatılmasıdır. Ve "Kitaplar öyle yazıyor ama..." deyip "gerçek hayatta" sadece paranın gücüne/hükümdarlığına "inanan" dinci zebanilere -onların göremediği-, (ama gerçek inanaların göreceği) bir işarettir. Sandığın ortaya çıkışının ilk anlamı galiba şudur: Tanrı, bir tür roman kahramanı değildir, gerçektir ve yaşıyor.
2. İnsanın yılanla hesaplaşmasında korkuya mahal yoktur. Sağlam durup, Tanrı'ya (ve ordusuna) güvenmek gerekir.
3. Bu, insanın yeniden huzur bulmasıyla ilgilidir.
4. Meleklerin doğrudan müdahil olduğu bir durum sözkonusudur.
Kur'an bu noktada -başkalarının sözel etkisi altında da olsalar-, İslam dinine inanmış olan herkese hitab ederek, Ahit sandığı hakkında çok kesin bir işaret veriyor ve "
Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır" diyor.

'Tanrı'nın Gücü' anlamına gelen adıyla Cebrail'in, ve diğer Baş Melek'lerin, Güneş sistemindeki gezegenlerle de ilişkili olduğu hakkındaki ikincil kaynaklara girmeden kısaca bu konudan da bahsetmek gerekirse; İslami kaynaklara göre Kabe'deki Ka
ra Taş'ın menşei hakkında iki önemli işaret bulunmaktadır. Biri, Venüs'ten geldiğine işaret ederken, birçok söylence de Taş'ın, Baş Melek Cebrail tarafından getirildiğini söylüyor. Baş Melek Cebrail'in İslam'da, diğer Meleklere nazaran daha önemli bir yere sahip olduğunu, adının Kur'an'da sekiz kez geçtiğini biliyoruz.

'Son Savaş' hakkında başta Hanoch kitabından ve Qumran el yazmalarından, 'Tanrı'nın Ordusu'nun konumlanması hakkında bazı notlar yazmıştık. Orada, ordunun 'Eşitler arasında birinci' komutanı Baş Melek Mikael'in 'Hilal şeklinde dizilmiş' Melek Ordusu'nun önünde diğer üç Melekle birlikte durduğunun anlatıldığı üzerinde durmuştuk. Mikael'in Cebrail ile yan yana durduğu bu pozisyonda Cebrail'in rolü/görevi hakkında bu bağlamda başka bir nokta dikkati çekiyor: Sanat.

Tanrı'nın elementar ifadesi olan güzellik ve onun insan tarafından yeniden üretilmesi/yorumlanması demek olan gerçek sanat ve onun bütün türevleri/biçimleri, insanın kendini bulması için önemli bir anahtar olacaktır. Çünkü sözelliğin ağırlığını azaltmak ve dincilerin sözel hegemonyasını kırmanın ilk kitlesel önemli adımı, sanata açık olmaktır. Güzelliğin (ve karşılıksız iyiliğin) bilincinde olmak, onu hep yeniden üretmektir. Çünkü bu alan, Makul İnsan'ın sadece 'resim' ağırlıklı düşünce biçimini güçlendirmekle kalmaz, oradan devam ederek gerçek anlamda bilgeliğin kapısını da açar. Cebrail'in bu alanla da ilgili olduğu söylenebilir.

Baş Melek Cebrail, esasen 'Tanrı'nın Sözü'nü getiren Melek olarak bilinmesine rağmen, bazı kutsal kaynaklarda savaşçı özelliklerinden de bahsedilmektedir. Eski Ahit'te, Asur kralı Sanherib'in 'Bir patlama sonucu' yokedilmesinde, Baş Melek Cebrail'in rolü olduğunu biliyoruz. (Bkz. 2. Krallar bölümü 19.7. Bazı eski tercümelerde, 'patlama' yerine 'Ruh' sözü kullanılmıştır) Aynı yerde, birkaç satır sonra, bu olayın bir Baş Melek tarafından yapıldığı söylenir. Babylon Talmud'unda ise, bir ad veriliyor ve Baş Melek Cebrail'in bir ateş sütunu ile, Asur ordusunu vurduğu söyleniyor. (Sanhedrin 95)
Bu darbe, bazı kaynaklarda (Venüs'ten) bir gök cisminin düşmesi şeklinde de aktarılır. Fakat aslolan bu söylenceler değil, insanın bütün bu olanlara göre konumlanarak kendini, huzurunu ve Cennetini yeniden bulması, bunun için önce özüne geri dönmesidir. Şimdi klasik sözel kalıpları kırmanın zamanı. Baş Melek Cebrail, bu somut gerçeğin günümüzdeki ifade biçimleriyle ilgili bir pozisyonda görünüyor.

Psikoticaret, küresel depresyon ve insan mucizesi






Ekonomik krizi sadece istatistikler, sayılar ve grafiklerle anlatmak, kocaman bir şeyi görmemizi engelleyor: İnsanı... Nasıl sona ereceği henüz belirsiz malum krizin lafı bile, insanlarda büyük bir gerilim yaratmaya yetiyor. Sosyal hayatın esasen para/iş/meslek üzerinden döndüğü, parasız yaşamanın artık pek mümkün olmadığı modern toplumlarda ekonomik kriz, insanları alışık oldukları sosyal çevreden ve hatta sosyal hayattan dışlanma korkusuyla karşı karşıya bırakıyor.

Globalleşme sonrası modern toplumlarda 'özgüvenin tek temel direği', (ücretli) iş üzerinden erişilen parasal çıkarlar ve ona bağlı sosyal statü haline gelmiştir denebilir. İş sarsılınca, önce gelecek korkusu ve depresyon ortaya çıkıyor. Sonra bunların tehdidi altındaki hayatın bir çok alanında, ciddiye alınması gereken önemi bozukluklar zuhur ediyor. İşte o bozuklukların başında da; Parasal/ekonomik bağımsızlığı ve parasal zenginliği herşey sayan egoist bir vicdansızlık geliyor. Buradan doğan derin vahşeti, son zamanlarda Türkiye'de gözlemlenen benzersiz vahşet/cinayet/katliam örneklerinde görmek mümkün. Dünyadaki bozulmadan Türkiye de nasibini kendince alıyor.


Vahşeti artıran diğer iki faktörden biri, iletişim ve ulaşımın yüksek hızı nedeniyle ortaya çıkan sabırsızlık, ikincisi ve çok daha önemlisi de, dinsel/etik/kutsal değerlerin bu hengame içinde parasal/siyasal çıkarlara alet edilmesi. Onun devamı, 'Pratik hayatta iyiye/kutsala olan inanç ve güven'in hızla azalması oluyor. Böylece, parasal zenginliğin herşey, gerisinin “boş ve yalan” olduğu düşüncesi bilinçaltına yerleşiyor.


Başta endüstrileşmiş ülkeler olmak üzere bu kadar çok insanı meşgul edebilen güncel depresyon ve gelecek korkusu, ticari açıdan oldukça karlı bir 'iş alanı!'
Globalleşme öncesinin endüstrileşmiş ülkelerinde sistem, büyük ölçüde sosyal devletin garantisi altında, ama daha yavaş bir tempoda işliyordu. Önemli olan, bu şartlara uyum sağlayarak yaşamak ve bu çerçevede başarılı olmak idi. İş hayatı ve ona bağlı sosyal kurallara tam uyum sağlayanlar, örnek bireyler sayılıyorlardı. Globalleşme ve mikroelektronik endüstri devrimiyle iyice hızlanan sosyal/iş hayatının dayattığı yeni durum ise çok daha radikal özelliklere sahip. İnsanları büyük bir hızla kılıktan kılığa girmeye, daha hızlı büyüme düşüncesine adapte olmaya, sürekli yeni şeyler öğrenmeye, farklı alanlarda koşuşturmaya, çok kez meslek değiştirmeye, çok dinamik ve aktif olmaya, diğer insanlarla kıyasıya rekabet etmeye zorluyor. Sadece bu hız bile, büyük bir kronik moral bozukluğu, ileriye dönük sürekli bir bekleyiş hali ve statü/iş/tempo kaybetme korkusu anlamına geliyor. Günümüzde başta ABD olmak üzere endüstrileşmiş zengin ülkelerde satılan ilaçların büyük bölümü kalp, tansiyon, ağrı kesici ilaçları değil, nöropsikolojik ilaçlar. 2007'de bu ilaçlardan sadece ABD'de en çok kullanılan on tanesinin cirosunun 16 milyar Dolar kadar olduğu söyleniyor (bkz. Hennric Jokeit ve Ewa Hess'in Alman 'Merkur' dergisi Haziran sayısında yayımlanan “Neurokapitalismus” yazısı). Bu ilaçların en rağbette olan türleri; duygusal duyalılığı, dikkati ve konsantrasyonu artıran, kısmen reçetesiz kullanılabilen ilaçlar. Kullanılma nedenleri, günlük hayatın hızına ve seviyesine yetişememek ve bu acımasız rekabet yarışını kaybetmek korkusu. Yeni nöropsikoloji “endüstrisi”nin ulaştığı boyut ve hızla büyüyen sosyal depresyon, insanlığın kaderini ilgilendiren çok önemli kitlesel/sosyal bir hastalığa işaret ediyor olabilir.

Soru şu: İnsanları hasta eden yüksek tempoya ve dünyadaki yaşamı tehdit eder hale gelmiş (kapitalizme özgü) yaşam biçimine can veren şey, bir düşünce bozukluğu olabilir mi? İnsanlık, artık gizlenemeyen tehlikeli boyutlara ulaşmış bir tür nöropsikolojik hastalıkla mı karşı karşıya? Yoksa sorun, 'nöropsikoloji' gibi sofistike lafların da ötesinde, hatta düşünce biçiminin de ötesinde bir yerde mi?


İnsan beyninin evrim sürecinde önce içgüdüler bölgesinin, daha sonra 160 milyon yıllık tarihi olduğu sanılan duygular bölgesinin (aşık olmanın, bu bölgeyle ilgili bir durum olduğu söyleniyor) ve en son, beynin Neokortex denilen en dış bölgesinin oluştuğu tahmin ediliyor. Dış bölge, bugün kısaca 'makul düşünmek' dediğimiz alanı da içeren ve sadece son beş milyon yıl içinde geliştiği sanılan en önemli bölge. Uygarlık dediğimiz şeyi bu alana borçluyuz. Burası, 'makul düşünmek' ile birlikte, 'bilgelik' ve sanat' gibi kültür ve uyrarlığın özünü de içeriyor. Uygarlıkları yaratan biyolojik altyapının Neokortex olduğu artık sır değil. Fakat bu alanın, beynin sol ve sağını merkez alan iki farklı güşünce tarzından oluştuğu da bliniyor. Bilim adamları, konuşabilen ve 'söz' ağırlıklı sol alanı 'dominant' alan' diye adlandırıyorlar.

Yapılan araştırmalara göre, günümüz insanının yaklaşık yüzde 65-70'isinin kullandığı dominant düşünce alanı, beynin 'söz' ağırlıklı sol bölgesinde. İnsanların sadece yüzde 30-35'lik bir kısmının dominant düşünce alanı sağ beyin bölgesinde. (bkz. Gottlieb Guntern “Im Zeichen des Schmetterlings” 1995, s.36-38)
Bu iki bölge arasındaki önemli fark şurada: Sol alan dil/söz ile analitik ve düalist bir düşünme biçimini esas alıyor. Sözlerini rasyonel bir şekilde gerekçelendiriyor ve detaya odaklanıp onu bütünden ayrı değerlendiren bir üsluba sahip. Bir şeyi bizzat kendi gözüyle görüp ona göre özgürce algılamak yerine, ona söylenene/anlatılana (söze) göre algılıyor. Herşeyi zıt parçalara ayırıp sınıflandırıyor. Zıt parçaları da birbirine göre tarif ediyor. Mesela ruh-beden, iyi-kötü, ekonomi-politika vs. gibi. Mantıklı gerekçelendiremediği, madden kanıtlayamadığı hiçbir şeye inanmıyor. Aksiyona dayanan bir düşünce tarzı bu. Sürekli birşeyler üretmek inşa etmek, durmadan 'iş'lemek istiyor. Dünyayı tek bir perspektiften değerlendirip geri kalan tüm perspektifleri reddetmeye meyilli. İndirgemeci bir tarzı var. Sözünü ettiğimiz zıt ayrımlar olmadan düşünemiyor. Sağ alan, resimlerle düşünüyor, analitik değil holistik (bütüncül) bir bakışa sahip. Ego'ya, egoizme uzak. Düalist değil, yani iyi-kötü ayrımı üzerinden düşünmüyor, dünyaya tekçi/tevhidi bir açıdan yaklaşıyor, olanları sezgisel bir şekilde kavrıyor, sözel açıklamalara gerek duymuyor. Dünyaya kuşbakışı bakabilen bir yaklaşıma sahip. Yeryüzünü, değiştirmesi/sömürmesi amacıyla, ona verilmiş bir koloni olarak görmüyor. Kendini ve içinde yaşadığı çevreyi bir bütün/alan olarak algılıyor ve kendini çevresinden ayrıştırmıyor. Sol ve sağ alanın kendilerine özgü güçlü ve zayıf yanları var. Mesela resimlerle düşünen sağ alan, kendini sadece dış görünümüyle tasavvur etmeye eğilimli. Ama herşeyi sözel rasyonel gerekçelere ihtiyacı olmadan kavrayıp anlayabilmek gibi önemli bir özelliğe de sahip. Kendini, dünyanın/bütünün efendisi, kendinden ayırıp aşağı gördüğü diğerlerinin efendisi gibi görmüyor. Mülkiyeti değil paylaşımcılığı esas alıyor. Sol bölge, bizzat algılanan resimlerin dil/söz üzerinden ifadesiyle ilgiliyken, sözel alanının resim alanıyla bağının bir şekilde koptuğu ve sadece sözel sol alanın geliştirilmesine yönelik pratiklerin esas alındığı anlaşılıyor.

İki alan arasındaki dengenin sağ alan aleyhine bozulması ve sadece sol alanın güçlendirmesine odaklı bir yaşam tarzının/pratiğinin en uç biçiminin, bugünün modern kapitalist yaşam tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Beynin sol ve sağ alanı arasındaki dengenin bozulmasıyla, insanlığın artık kendi geleceğini tehdit eder hale geldiği anlaşılıyor. Ve bunun ruhsal alanda sosyal/kitlesel bir depresyona neden olduğu da açık. Bu dengenin sözel düşünce lehinde bozulmuş -bugünkü haliyle-, kendini ilk ifadesi, M.Ö. 9'uncu yüzyılda eski Yunan uygarlığında olmuş sayılıyor. -Güncel/tipik ifadesini bulmasının ise, M.Ö. 6'ıncı yüzyıldan itibaren belirgin bir şekilde gerçekleştiği kabul ediliyor. (bkz. G.F. Parker “A Short Account of Greek Philosophy” 1969, s.39)


Bu iki düşünme biçimini yeniden barıştırıp birleştiren yeni pratikler geliştirmek, bunların sosyoekonomik ifadelerini yeniden tarif etmek ve uygulamak.. Bütün bunlar, aynı zamanda yeni bir uygarlık türünün başlangıcı olmak anlamına da gelebilir. O uygarlığın sırrını uzaklarda, sofistike pratiklerde ve eski/yeni öğretilerde aramanın lüzumu yok. O sır çocuklarda... Çünkü çocuklar, o ruhsal/düşünsel dengeyle doğuyorlar ve biz onları sözel dünyamızın eğitim tornasından geçirip bozuncaya kadar da 'dengeli' bir hayat sürüyorlar. Hayatları o yüzden, tam bir mucize. Mesela apartman tepelerinden bile düşseler, burunları dahi kanamıyor! İşte bu nedenle mucizeler normal sayılıncaya dek, 'insan mucizesi' sadece çocuklar tarafından temsil edilmeye devam edecek!
RADIKAL, 26.6.2009

İran'da köklü değişiklik ihtimali hakkında dönem notu





İ
ran'daki son seçimlerde katakulli yapılarak Mahmud Ahmedinecad'ın kazandırıldığı hakkında yaygın kanılar var. Durum tersi de olabilir, yani Ahmedinecad hakkıyla kazanmış da olabilir. (Türkiye'den sonra) Bu kez de dünya basınına bazı "belgeler" sızdı ve seçimleri Musavi'nin kazandığı, ama on milyon kadar oy silinerek hakkının yendiği iddia edildi!.. Burada ilginç olan, seçimler hakkındaki iddiaların doğru ya da yanlış olmasından bağımsız bir ayaklanma/değişim durumudur.
İran'daki İslami rejimin sona ereceği bir dönemin başında bulunuyoruz ve bu durum sadece Türkiye'yi değil bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor.

Anlaşılan öyle yoğun bir durumla karşı karşıyayız ki, Musavi seçimlere itiraz etmemiş olsaydı, bu durumda bile o günden sonra ayaklanmalar beklemek gayet normaldi. Böyle bir zaman kalitesi yaşandıktan sonra, İtan'da herşeyin eskisi gibi aynen devam etmesi hiç mümkün görünmüyor. Bunun anlamı, İran'da halkı tehdit eden ve gösterilere son vermesini isteyen islamcı rejimin, bu itiraza karşı başarı şansı bulunmadığı. Eğer devlet güç kullanırsa değişim çok daha hızlı olabilir ve değişim sonucu ortaya çıkacak idare o ölçüde anti-islamcı bir idare olabilir. (Bu arada hemen belirtelim, Eski İran Şah'ının yurt dışında yaşayan oğlunun kışkırtıcı sözleri, yenilenme/devrim hareketine sadece zarar verir! Bu konuda Radikal'de Nuray Mert güzel bir yazı yazmıştı. Şah, değişimde ciddiye alınabilecek bir faktör gibi görünmüyor)


Değişimin en büyük gücünü entelektüeller, gençler ve kadınlar oluşturuyor. Buradaki işaretler, kesin bir 'Dünya görüşü değişikliği'ne işaret ediyor -buna kısaca devrim de diyebiliriz. (Hatta kan dökülme ihtimali de var) Zincirlerinden boşanmış büyük bir öfke söz konusu ve bu öfkenin savaşçı/mücadeleci bir karakteri olduğu açık. Kurallar/yasalar, değer yargıları, hatta isimlerin değişmesi gündeme gelebilir. Ülkenin dostlarının da değişeceğine bakarak, İran dış politikasında bazı önemli yenilikler bekleyebiliriz. Bu değişimden, Hizbullah/Hamas gibi örgütler zararlı çıkabilir. Değişimin 'makul/akılcı' bir karakteri var ve eski anlamda 'ideolojik' değil. Dostlarımız halktaki devrimci uyanışın Nisan ayında başladığına dikkat çekiyorlar ve değişimi anlatmak için, "Bir milletin kanlı yeniden doğuşu" sözünü kullanıyorlar. Biz bu 'yeniden doğuş'un elbette kansız olmasını diliyoruz/istiyoruz, öyle olması için herşeyi yapmak gerekir.

Yeni devrim hareketi, Ağustos ayında önemli bir sınav vermek zorunda kalabilir. Bu sınavda bir orta yol tutturmak ve radikallere fazla kapılmamak zorunda.
Değişimin nasıl bir İran ortaya çıkaracağı konusunda söylenebilecek tek şey, kesinlikle bugünkü gibi bir İran olmayacağıdır ve Ahmedinecad türünden popülist İslamcı politikacıların ve mollaların iktidarının/gücünün/devletinin son bulabilleceğidir. Gelişmelerin sonucu 2009'un Aralık ayında önemli ölçüde kesinleşmiş olabilir. O zamana kadar bir günden diğerine olmadık olaylar ve bir kaos ortamı oluşabilir. Sonuç, dünyanın bu tarafındaki "katakullici çizgi"nin İran'daki temsilciliğinin yenilgisi olacak!.. İran'daki çalkantı ancak 2010 Mart'ından itibaren yerine oturmuş olabilir.

Not: Avrupa-Amerika basınında muhalefetin zaferi sonucu İran'ın Batılı bir demokrasi olacağı sanılıyor. Bu tabii çok safça bir tahmin olurdu! Bir demokrasi olacağı kesin gibi, ama özgün bir demokrasi olacağını beklemek, Batı ile gerilim politikası izlemeyeceğini söylemek galiba daha mantıklı. Ayrıca islami karakterini de -daha ılımlı bir çizgide sürdürebilir. Bu, şimdiki islamcı rejimin sertliğine bağlı. Ama bu badirenin sonunda İran'ın artık islamcı bir iktidar/devlet olmayacağı söylenebilir.

Zaman kalitesi hakkında iki haftalık dönem notu




Yeni bir 'Andıç' skandalı gibi ortaya çıkan durum, hükümete yakın çevrelerin 'Skandal' denen sözden artık -nedense- sadece Silahlı Kuvvetler ile ilgili durumları anladığını ve TSK'nın hükümeti devirmek için sürekli komplo kuran bir tür Kemalist cemaat gibi algılandığını gösteriyor. Bu miyopluğun en sağlıksız ilk yanı, hükümete karşı tek bir grup/kurum olduğunun sanılması. Hükümete ve onunla bir tür ittifak yapan Fethullah Gülen cemaatine yalnız TSK değil; CHP, MHP, DTP, SP, hatta Avrupa, Rusya, ABD, NATO, ayrıca Kredi kartı mağdurları, işsizler, emekliler, başörtüsüz kadınlar ve daha niceleri de karşı... Bunlar içinde TSK'yı yumuşak karın sanmak ise, öyle sananlar için -en hafif deyimiyle- 'oldukça yanıltıcı' olsa gerek. NATO'nun ikinci büyük ordusunu kendi halkının gözünden düşürmek üzerine kurulu bir politikanın devamlı olabilmesi, sadece Türk halkı ve Türk siyasi hayatı açısından değil, dünya konjonktürü açısından da mümkün değil.

Temmuz ayına kadar etkisini gösterebilecek zaman kalitesi, böyle (sahte veya gerçek) begelerle Türkiye gündemini Ordu karşıtlığı üzerinden her an istediği gibi değiştirebilmek "kolaycılığı"nın gözden geçirilebileceği, ve bunun değiştirilmesi için adımların atılacağı yeni bir dönüm noktası olabilir. Makul Muhalefet, dürüstlük/adalet ve diğer yüksek değerlerden asla ayrılmadan yoluna devam ettiği sürece, önemli bir sorun yok elbette. Fakat bu kısa dönemde etkiyecek sözkonusu zaman kalitesi (etkisini Mayıs ayında göstermeye başlamıştı) bazı negatif özellikler de taşıyor. Buradaki negatif etki, bir tür fikrini mümkün olduğunca kendine saklamak ve aşırı temkinli konuşmak eğilimi gibi görünüyor. Bunun bir nedeni de var. Şimdi Türkiye, kendi kaderini düşünüp konuşmaya açık/yakın bir pozisyonda ilerlerken, bu aşamada muhalefetin söylediği birçok şey, muhalefete karşı kullanılabilir. (Belki birçok gerçek/sahte belge/söz de ona maledilebilir) Bu aşamada önemli olan, kendine ve hükümet çevrelerine hakim olan tüm kuşkuları aktif bir biçimde ortadan kaldırmaktır, mesela malum belge konusunda, tüm kuşkuları ortadan kaldırıp, belgeyle ortalığı bulandılanları bulup acımasızca cezalandırmaktır. İktidarın değil, iktidar taraftarlarının, bundan böyle askeri katakulli olmayacağını anlaması sağlanmalıdır -ve sahiden de katakulli olmamalıdır. (iktidardaki politikacılar, askeri katakulli devrinin geçtiğini anladılar, ama anlamak istemiyorlar, çünkü eski 'Askeri darbe ihtimali' despotizminden nemalanıyorlar, bu sayade kendilerini mazlum gösterebiliyorlar -buna bugün de ihtiyaçları var, çünkü fikirsel/ideolojik bazda bitmiş durumdalar!) Ama burada en önemli olan, tabii önce kendine güven'dir. Ülkede bir düşmanlık değil, bir iktidar-muhalefet ilişkisinin sözkonusu olduğu/olacağı temel anlayışını yerleştirmek esastır (Fikir farklılığı hep olacaktır ve bu çok normaldlr). İktidar geleceği temsil etmiyor ama ona inanmış insanlar da bu ülkenin insanları. Ülkeyi karıştıran ve ikici sınıf bir ülke olarak kalmasını sağlayan 'suçlu/kabahatli/vs.' varsa, bunlar asla geniş bir kesim değil, sanıldığından çok daha küçük bir çevredir, kişilerdir. Bunu asla unutmamak gerekiyor. Halka hakim olan fikirler, eğilimler değişir, -değişmektedir. Ama adil olmak konusunda karşılıklı güven elzemdir, kalıcı olmalıdır ve güven gerçek/hakiki olmak zorundadır. Bu konuda kesinlikle samimi/dürüst olmak, hatta gerekirse içine kapanıp bunu iyice düşünüp taşınıp, iyice ikna olmak ve herkesi ikna etmek gerekiyor. Ama bu hızlı olmak zorunda.

Mutluluk ve mutluluk vaadeden kötülük. İki farklı yaşam alanı



Yaşamda mutluluk en önemli amaç mıdır? İnsan neyin peşinde koşuyor, ne için, neye ulaşmak için kötülük bile yapmayı göze alabiliyor? Legitim/helal/meşru hayat mücadelesi/çabası ile Kötü/haksız/gayrımeşru (haketmediğini) gasp etmek türleri arasındaki fark nedir? Günümüzde insanların, 'Mutluluk' denen şeyi farklı farklı tarif ettiklerini biliyoruz. Mutluluk duygusunun biyolojik tarifi de aşağı-yukarı bellidir. Mutluluğun mental yanını tarif ederken -"bilim"in de dışlamayıp kabul ettiği bir dil kullanacaksak- galiba şöyle diyebiliriz: 'Mutluluk, bütünün (tevhidin/yücenin) ruhsal tadının bir nebze de olsa alındığı, ona dokunulduğu andır' (onunla ilgilidir). Mutluluğun 'yarısının Fikir, yarısının da Görüntü' olduğu tesbitini de unutmayalım. (Yukarıdaki tarif için bkz.: konunun uzmanı bilim adamı Mathias Schreiber'in "Das Gold in der Seele, die Lehren vom Glück" 2009 adlı kitabı)
Konuyu irrasyonal açıdan da anlamaya çalışmak amacıyla, 'Mutluluk' ve 'Mutluluk vaadi' arasındaki önemli farka dönüp, onun kutsal kitaplardaki ifadesine örnek verebiliriz. Yahudi-Hristiyan-İslam geleneğinden bildiğimiz kadarıyla, şeytan, Cennet'teki Adem ve Havva'ya bir vaadde bulunur, "Tanrı gibi olacaksınız" der (yani
'Eritis sicut Dii'). Eski Ahit'in 'Yaratılış (3.) bölümündeki o kısa ama anlamlı bölüm çok önemli görünüyor.
İnsanlara meyvelerinden yemeleri yasaklanmış 'Ağaç' hakkında yılan, Havva ile konuşur. Havva, 'Tanrı o meyvadan yemememizi söyledi. Yersek ölürmüşüz' der. yılan ise, 'Hayır' der. 'Ölmeyeceksiniz. Tanrı'nın bildiği: Ondan yediğiniz gün gözlerinizin açılacağıdır, Tanrı gibi olacaksınız
, iyi ile kötüyü anlayacaksınız (ayırdına varacaksınız)'. Bu vaad, bir 'Gibi olmak' vaadidir, yani bir şeyin taklidi, sahtesi, ılımlısı, dandiği olmak! Kutsal kitaplarda, vaadde bulunan yılanın 'insanı mutlu edemedeği', böyle bir özelliğinin olmadığı (Yeni Ahit Romalılar bölümü 19-25) anlatılır. Diğer bir özelliği de 'ileriyi görememesi', yani köstebekten bile daha miyop olmasıdır (Yeşaya 41.21-24). Bu "akıl" türünün sadece 'kurnazlık'tan ibaret olduğunu daha önce yazmıştık. Değil "Tanrı gibi" olmak, Tanrı'yı örnek almanın bile, 'İyi ile kötüyü birbirinden ayırmak'la (yani tevhidi ortasından ikiye bölmekle) ilgisi olamaz. Bütün eski kültürlerde ve dinlerde istikamet ayrıştırmak değildir, bütünleştirmektir/tevhiddir. Burada sözkonusu olan 'gözlerin açılması' durumu, -belki insanların o ilk dönemleri itibarıyla sorumluluğuna henüz hazır olmadıkları -bir tür düalizm idi. (Mesela bilime temel olan seküler Sıfır-Bir sistemi gibi, ama 'Yin-Yang sistemi' gibi değil). İnsanların, bu sorumluluğa bugün bile hazır oldukları şüphelidir... (Teknoloji "sayesinde" dünya betona kesmiş, atmosfer kirlenmiş, dünyadaki yaşam koşulları tarihte ilk kez ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya, gen teknolojisi yaradılışın temel kodeksini tehdit eder olmuş, insan nüfusu inanılmaz boyutlarda artmıştır vs.) O bilgi (bilim) için gerekli olgunluktan yoksun insan, kendi yaşam alanını, atmosferi tehdit eder hale gelmiştir. Kutsal kitaplarda anlatıldığına göre, (ateşten yaratıldığı söylenen) yılanın bir özelliği de şudur: 'Havayı kirletip zehirler, ölüme yol açar' (Efesliler 2.2).
Buradan, Kötünün doğası ile ilgili çıkartılacak en temel özellik, herhalde, onun sağlıksız bir düalizm sonucu yaşam bulduğu, insanı da buna alet ettiği gerçeğidir. Bu hastalıklı ayrım (düalizm), aynı zamanda, 'Kötüye göre iyi' kavramını da ortaya çıkarmaktadır -ki, tuzağın hası gibi bir şeydir. Bir kere, 'İyi' kavramı özünde, bu dandik iyi-kötü ayrımı ötesi kapsayıcı bir Tanrısal tevhid/birlik anlamı içermektedir ve bir yüksek/mutluluk hissiyle birlikte düşünülebilir. Farkı anlamak kolaydır: Uyduruk, yani "ılımlı" bir 'iyi' tarifinin kendini anlatabilmesi için mutlaka 'kötü'ye ihtiyacı vardır. İyi tarifinin aslı ise ancak bu iyi-kötü ayrımının aşılmasıyla (yani kötünün ve onun tarif ettiği "iyi"nin) aşılmasıyla yerine oturur -ve belki o "iyi" kavramına da ihtiyaç kalmaz o zaman. (Ayrıca kutsal kitaplara göre o "şey" belki mutluluk vaadedebilir ama asla mutluluk veremez. -Çünkü mutluluğun temel ilkelerine terstir. Mutluluk, kutsal kitaplarda da sadece Tanrı'yla ilgili bir kavram olarak görünür)
Doğu'da da Batı'da sağlıklı düalizm türleri varolmuştur. Dao öğretisinde, Eski Orta ve Güney Amerika öğretilerinde, ve elbette Asya'nın göçebe kültüründe, Hindistan'da, sağlıklı bir düalizm vardı. Bizim konumuz, sistemli kötülüğe yaşam alanı açan -ve bu bölgeden dünyaya yayılmış olan- sağlıksız düalizm türüdür.

Kötü'nün temel yasasına ve insanın 'kötülük alanı'ndaki gezintisine kısaca bir göz atalım:
Kötülüğün aslı -yani derin kötü "şey"in öğretisine tekabül eden türü- bilinçli bir şekilde bile-bile kötülük yapmak ve buna (mesela "kutsal") bir kılıf uydurmakla ilgilidir. Mesela insanları, onların dini duygularını kullanarak sistematik bir şekilde soymak/aldatmak/vs. böyle bir şeydir. (Bunu yapan, aldatıp soyduklarına bir de yukarıdan bakar, onları aptal sayar, çünkü iyi insanlar böyle "cinlik" yapamazlar) Bu "şey"in öğretisinin temel ilkesi, kısa bir cümledir: "Canın ne istiyorsa onu yap (-bunu gizlemek için de, gerekirse, yaptığına uygun/iyi bir kılıf bul)" (bu yasayı yazan lanetli kaynağı burada anmayacağız, ama kötünün temel yasasının orijinal sözlerini buraya alacağız: "liber al vel legis", "ne istersen yap!") Kişinin böyle "istediğimi yapar, sonra ona bir kılıf bulurum" mantığıyla davranabilmesinin ilk temel nedeni, Yaşayan Tanrı'ya inanmaması, O'nu görüp hissetmemesi, daha da önemlisi, bu bağlamda kötülük yapmaktan (bu nedenle) rahatsız olMAmasıdır -çünkü kendisine (Ego) ve "bilgisine" (bilim) güvenmektedir!.. İkinci nedeni, yapılan her işin/müdahalenin -varoluşun genel konteksinde- bir karşılığının olduğunu bilmemesi ve mesela yaptığının gizli kalacağını sanmasıdır (hiçbir şey gizli kalmaz). Bu, onun, bütünden/tevhidden/yüceden uzak kalmasıyla, uzak olmasıyla ilgilidir. Ve Tanrı'dan bu kadar uzak kalabilmesinin, dinle ilgilenmesine rağmen O'na yaklaşamamasının temel nedeni de, Tanrı'yı sadece SÖZ üzerinden tanımaya çalışmasıdır (ama tanıyamamasıdır).

Başa dönelim... İnsan bilinçli kötülük yapabilmektedir çünkü:
A. Buna cevaz veren, bunu tolere eden hatta ödüllendirebilen bir sosyal sistemde yaşamaktadır.
B. Bu sistem, insanı -özgürlük diye tanımladığı- (Tanrısal/kutsal/yüksek kurallara) itaatsizliğe özendirmektedir.
C. Sistemin kurduğu "değer" yargıları -ve 'Ego' merkezli düşünmek- nedeniyle (modern/mesleki statü, para/pul/mal/mülk statü vs. bakımından) insanları "bir yolunu bulup" sistem içinde yükselmeye zorlamaktadır. Bu zorlamanın nasıl olduğu/olabildiği, bunun için insanların üzerinde nasıl sosyopsikolojik baskı kurulabildiği önemli. Çünkü bu faktör aynı zamanda bir mutsuzluk nedenidir. (Bu işlev sonucu, birkaç yıl içinde parasının miktarını bilmeyen "Müslüman" zenginler ortaya çıkıvermektedir)
Kötülüğün toplum içinde daha da kök salıp -bugün olduğu gibi- korkunç vahşet boyutları da sergilemesini ve şiddetin artmasını önlemenin ilk üç reel şartı da buradan çıkarılabilir:
1. Din/inanç/kutsallığın ve yüksek insani değerlerin gerçek yerine oturtulması, saygınlığının yeniden sağlanabilmesi için para/mal/rant/iktidara alet edilmesinin kesinlikle önlenmesi gerekir ve bu konuda adaletin işletilmesi şarttır. En kutsal şeylerin bile sadece kişisel çıkara göre (Ego!) "kullanılacak malzeme" haline betirilebileceği fikrinin yaygınlaşması, toplumda vahşetin yaygınlaşmasına yol açar, tarihde de hep açmıştır. Çünkü sahici değerlerin altının oyulduğu böyle ortamlarda, sosyal bazda yerleşen/güçlenen temel fikir 'Bencillik' (Egoizm) olmaktadır. (
'Ego', Eski-Yunanca bir sözcük... -Konuya döneceğiz) Yüksek/kutsal/Tanrısal özellikler, bencilliğin zıddı bir anlayışı geliştirir, toplumda yardımlaşmayı, iyiliği, (tarafsız) adaleti yerleştirir. İyi ile kötünün özelliklerine, meleklerin özelliklerini kıyaslayarak değinmiştik. Kutsallığın hele böyle dindar olduğunu iddia eden "dinciler" tarafından "din adına" (bilmeden veya bilerek) tahrip edilmesi, asla bağışlanamayacak türde bir süzme aptal kötülük örneğidir.
Kutsal yasaları kendi çıkarına göre eğip bükebilen mantığın "gelitirdiği" cahil bencilleşmesinin önemli diğer sonucu, bir tür bütünden/gerçeklerden kopma özelliğidir. Kendisi için, diğerlerinden farklı bir adalet uygulamak. Her haltı yemek ve bunu kendi meşrebine/çevresine/cemaatine/vb -sırf onlardan olduğu için- kabul ettirmek, ama aynı haltı başkası yiyince bunu suç saymak! Ve aynı cemaatten olanların da bunu "normal" kabul etmesi. "Kendine Müslüman" bir adalet kurmak, Tanrı'nın Savaşçı Baş Meleği Mikael'in adında taşıdığı o sorunun muhatabıdır:
'Sen ne hakla Tanrı gibi olmaya kalkarsın', (nasıl yüce yasaların ötesinde kendi çıkarına uygun yasa koyarasın?)'
2. Bugün esasen kapitalizm tarafından yükseltilen, "paran varsa adamsın" mantığının kararlı bir şekilde iki aşamada değiştirilmesi... İlk aşama, "Bu parayı nereden buldun?" sorusudur. Birkaç yılda Karun olanların hepsi bu sorunun altında kalacaklardır. Ve hepsi, zebilane bardağı gibi adaletin karşısına dizileceklerdir. İkinci aşama, insanların parasına/malına göre değil, insani kalitesine/yeteneğine/tecrübesine/yaratıcılığına vs. göre değerlendirilmesidir. O zaman, "mühim zat" diye utanmadan ekranlarda/meclislerde/vs arz-ı endam eden ne kadar insan müsveddesi varsa, göz önünden çekilecektir. Bu aşama, bütün dünyada yaşanacak, gelen aşamadır -cidden düşünülmektedir ve böyle olmak zorunda kalacaktır.
3. İnsanlara, kendi sahici yüksek kaliteleri temelinde yükselebilme özgürlüğü ve fırsat eşitliğinin mutlaka tanınmasıdır. Ve insanların 'Haysiyetleri'ne koşulsuz saygı ana fikir olmalıdır (insan hakları falan bundan sonra gelen bir modern zaman güzellikleridir).
Burada, yeniden o sağlıksız düalizme geri dönebiliriz. Bu düalizm anlayışı, sadece iyi-kötü ayrımından ibaret değildir. Birçok ayrım, yani toplu zıt ayrımlar fikridir. Ve birbirini tamamlayan değil, birbirinden ayrı düşünülmüştür. Bir bütün olarak tedavülden kaldırılması gereken asıl 'kötü', bu 'iyi-kötü' ayrımı türüdür.
Bu üç temel üzerinde, birçok şey başlayabilir. Kötünün etkisini artırmasını önlemek, bu bazda mümkün görünüyor. (Tabii biz "etkisini yitirmesi"yle yetinmeyip, onu bütün "dindar" ve "dinsiz" müritleriyle birlikte yeryüzünden ve tarihten silmeyi düşünüyoruz!) O halde şimdi dünyada da karşılık bulan bu üç temel ilke yayıladursun (-ki yayılmaktadır), daha sonraki aşamalardan da sözedilebilir.
Bu bozuk mental temelin kendini sürekli yeniden üretmesine yatkın bir para/iş/petrol düzeninde yaşayan -ve onun normlarını eleştirmeden aynen benimseyen- insanın, Yaşayan Tanrı'ya yaklaşamaması kolay değildir... Ama insanın (en başta) kendini bulabilmesi için Yaşayan Tanrı'ya yaklaşması gerekiyor. Bunu, 'Birşeyler hissetmek' diye de özetleyebiliriz. Bu konu en başta Güzellik/Sanat/Kültür ve -karşılık bulmasa da- iyi insan olmanın şartlarını yerine getirmek falandır. İkinci aşama, hem bu ilk aşamayla hem zaman kalitesiyle hem de spiritüel kalitenin artırılıp derinleştirilmesiyle ilgilidir.
Her haltı yedikten sonra veya yemeye teşne olduktan sonra, Tanrı'nın gazabından korunmak için (sadece kuru bir "acaba" korkusuyla, "ya Tanrı varsa" korkusuyla) kutsal kitap ezberleyip din manyağı olan beşer türü, önemli bir konudur, çünkü çok günceldir. Bu tür beşer, "Saf sözel ruhsuz insan türü"nün daha kötü, daha korkak ve bu nedenle daha "dindar" (yani dinci) kesimini oluşturuyor. Tanrı'nın gazabına karşı "O'nun sözleriyle O'na karşı kutsal sözel tedbir almak!", zır-kötülüğün
zır-salaklığıyla ilgili trajikomik bir olaydır ve buna merhamet falan göstermek için en ufak bir sebep bulunmamaktadır. Ateş/petrol/katran/zift/asfalt/beton "kültürü"nün bu en düşük beşer türü, derin kötülüğün "temel yasası"na göre yaşayıp, buna bir de dinsel söylem/tarz/sembol kılıfı dikmektedir. Hem de dini/inancı/kutsalı kötünün aracı haline getirerek kirletmektedir. İnsanları kutsaldan/iyiden soğutmakta, onlara olan inancı fena halde aşındırmakta ve sürekli/yeniden derin kötülük üretilmesini sağlamaktadır. Yani bu beşer türü, derin kötülüğün yasasına göre yaşayıp kendine dinsel kılıf seçMEyen diğer beşer türünden çok daha kötüdür. Çünkü iyiye/kutsala olan inancı diğerlerinden daha çok/yaygın/derin bir şekilde aşındırmaktadır ve vahşeti/bozulmayı/şiddeti artırmaktadır. "Dindar" derin kötülük türüne yakın yaşayanlar, düşük seviyeleri nedeniyle, (daha sonra inceleyeceğimiz dindar olmayan "sistemli kötülük"ün) ancak kraldan çok kralcısı olabilmekte, ancak Müslüman/Hristiyan misyoneri, aktivisti, yeni zengini, salağı ve ayakçısı olabilmektedir. Ama derin kötülüğün tercih ettiği ("arzuladığı"/hedeflediği) en "makbul" insan türü, bu bozuk "dindar" beşerdir.

'Mutluluk', insanın ulaşmayı hedeflediği ve bunun için 'kötülük yapmayı bile göze alabildiği' bir durum olduğundan üzerinde durmak gerekiyor -elbette bu konuda yazılmış sürüsüne bereket "evlilikte mutluluğu yakalamanın yolları" cinsinden kitap da var. Biz böyle yanların özel olduğunu düşünüyor ve ilgilenmiyoruz. Burada aslolan, herkesin kendisinin özgürce kendi mutluluk resmini çizmesine önayak olabilecek bazı ilkeleri konuşmak ve bunların irrasyonel dayanaklarına da dönüş yaparak -birbirini tamamlayan/besleyen- bir bütün oluşturmalarını hedeflemekten ibarettir.

Mutluluğun tarifi tek tek insanlara sorulunca genellikle çok özel oluyor (ve bir genelleme yapmayı engelliyor) gibi görünse de bazı genellemeler yapılabilir. Mutluk galiba iki türlü: Şartlı mutluluk ve şartsız mutluluk. Günümüz koşullarında daha çok şartlı mutluluk sözkonusu. Ama hedef: Şartsız mutluluk.

Şartlı mutluluğu anlamaya çalışmak, şartsız mutluluğu anlatmaya çalışmak açısından gerekli. Buradaki 'Şart'ı kısaca, 'Ego' diye de özetleyebiliriz. Mathias Schreiber, mutluluğu anlatırken, 'kabul görmek' koşulu üzerinde duruyor. Başkaları tarafından kabul görmek, kabul edilmek.. Bunun da yetmediği, kabul eden kişilerin, kabul edilen tarafından da 'kabul etmeye yeterli kalitede' insanlar sayılması gerektiği üzerinde duruyor. Mutlu olmak için 'unutabilmek' edimine sahip olmak da lazım mesela. Bazı şeyleri unutabilmek. Parayla saadet konusu üzerinde de duruyor. Parayla saadet olmaz saptamasını burada da görüyoruz, ama zaten parası olanlar daha çok kazanınca mutlu oluyorlarmış (Para bitince, kaybedince? O zaman mutsuz mu oluyorlarmış?). Araştırmalar, çok parası olduğu halde çevresi tarafından kabul görmeyenlerin mutlu olamadığını gösteriyor. Seneca'nın, 'İnsan kendi doğasıyla uyum içindeyse mutludur' sözünü ise üzerimize alınıyoruz. Bu ne demek?
Yani: İnsan hem kendi -kişi olarak- doğasına uygun yaşamalı, hem de bir insan olarak, insan olmanın doğasına uygun yaşamalı. Bunun sosyal düzenle ilgili 'gerekli yanları' bir yana (bunları konuştuk), kişiye özel yanına dönecek olursak: Burada kısaca Ego üzerinde durmak zorundayız. Schreiber, Mutlu olabilmek için "güzel duygular uyandıracak" haller'den bahsediyor. (age.)
Şartlı mutluluk hakkında kafa yoranlardan Bertrand Russel (1872-1970) içine kapanıklığın mutsuzluğa neden olduğu, insanın kendi dışındaki şeylerle ilgilenmesinin onu mutlu ettiği üzerinde duruyor. "Herşeye ilgisi olan insan mutludur" diyor (peki neden herşeye ilgisi oluyor da mutlu oluyor?) Bu ilginin gerçek olması -yapay olmaması- gerektiğini söylüyor. ("The Conquest of Happiness" 1930)
MÖ 1. Yüzyılda yaşamış Marcus Terentinus Varro'nun 288 mutluluk tarifi olduğunu da biliyoruz (Bkz. Schreiber age.). Günümüzde "Mutluluk nedir" diye sorulduğunda verilen yanıtlar arasında en çok duyulanı: "Sağlıklı olmak". İkinci sıra, "kabul görmek"le ilgili yanıtlar. Mesela sevilmek, arkadaşlarıyla zaman geçirmek, aşk, sevgi gibi vd.
Şartlı mutluluğun iki önemli alanı var. Bunlardan biri "tasadüf"e dayalı -ani- mutluluk (birden oluveren birşey sonucu mutluluk), diğeri 'Kalıcı bir mutluluk hali' -ki şartsız mutluluğa daha yakın bir durumu ifade ediyor.
Bir de, zordan/beladan/hastalıktan/vs kurtulmanın verdiği mutluluk var. Elbette daha düşük kalitede ama çok yoğun bir mutluluk (çünkü kötü bir önkoşuldan yola çıkıyor)
Kalıcı ve derin mutluluktan sözederken, burada önce iki mental alanın dengesini gözeten bir mutluluğun söz konusu olduğunu belirtelim. Bunlardan biri ve doğrudan insanın inisiyatifinde olan alan, uyanık/yoğun bir duruşu ifade ediyor. Varoluşsal/sosyal/entelektüel bir gelişmişlik seviyesi gerektiriyor.
Burada, şartlı mutluluk konusunun yılan hikayesi gibi uzayıp gittiğini görüyoruz. Fakat asıl soru şu: İnsan sürekli bir mutluluk içinde mi yaşamalı? Yani reklamlarda, sevinçten hoplayıp zıplayan insanlar görüyoruz, onlar gibi olmak mıdır amaç? Yoksa daha derin, daha başka bir şey mi?
Mutluluk'tan ne anladığımızı yeniden gözden geçirmekte fayda var. Daha doğrusu, koşulsuz derin mutluluğu tarif etmek gerekiyor.
Bu mutluluğun ilk terimi: 'Hayatından ve kendinden memnun olmak' olabilir. İnsanlar arasında yırtıcı bir para/mal/kariyer/itibar rekabeti ateşleyen ve insanların bunlar için kendilerini ve başkalarını paraladığı normları kaldırmak... hayatından memnun olmanın ilk koşulu bu olmalı. (Ruh paralayıcı koşuşturmaya son yani) Bunu nasıl yapabileceğimizi biliyoruz artık. Üstelik bu konuda dünyada ortak bir mantalite de oluşuyor. Bu mantalite, belli sınırları kişi olarak kabul etmek (Ego olarak değil, kişi olarak kabul etmek) ve o sınırlar içinde yaşamayı, mutlu olmayı bilmek (buna geleceğiz). İnsanların Allah vergisi doğal yetenekleri ve kendilerini geliştirerek edindikleri sahici becerilerinin belirleyeceği bir hiyerarşiye saygı göstermek -ki herkes saygı gösterecektir. Ve tabii insan haysiyetine koşulsuz saygı... (Bu, tarafsız bir şekilde adil/iyi/dürüst/nesnel olmak bazında başlamış bir durumdur ve incelerek devam edecek gibi görünüyor)
Kimsenin saygın olmak için mutlaka mal/mülk yığmak zorunda olmadığı bir ortamda insanlar çok daha rahat olacaklardır. Ve tabii kutsal değerlerin -şimdiki gibi- çıkar amaçlı kullanımı mümkün olmayacaktır. Böylece kutsal değerler hak ettikleri saygın yerlerini yeniden bulacaklardır. Bunlar, kuşkusuz çok önemlidir.
Fakat sallapati mutluluk ile kalıcı/devamlı/derin mutluluk arasındaki fark, o 'Şart'tır yani Ego'nun birşeylerle beslenmesidir! (beslenmesi zorunluluğudur)
Şartlı mutluluk birşeylere bağlı olduğundan, sürekli birşeylerin/vaadlerin yerine getirilmesine, mülkiyete vs bağlıdır ve günümüzde para üzerinden işlemektedir. Mutlu olabilmek için o şartların yerine gelmesi beklenir beklenir beklenir... Beklenirken aslolan mutsuzluk olduğundan, çok çabalanır çok savaşılır -ki bir saniye mutlu olunsun (tabii bu arada mutluluğun ne olduğu unutulmamışsa kısa bir süre mutlu olunur, ta ki bir sonraki uzun mutsuzluk periyoduna kadar!). Bu, yılanın insana vaadettiği dandik mutluluktur... (aslında mutsuzluktur -da mutlu istisna anları vardır)
Şartsız mutluluk, zaten mutlu olunan bir durumdur, bunun için -eğer ille de gerekiyorsa- çerez babında birşeyler de bulunabilir mutluluğun yanına -ve tabii güzel, hoş şeylerdir bunlar. Öyle olması gerekir. Mutlu bir göz/kalp/ruhla bakılır ve görülür... Bunun için -mesela- kendini unutup bakmak.. bakmak.. bakmak gerekir. Üşenmeden bakmak... Görmeye başlayan, zaten mutlu olur ve mutlulukla bakmak birbirini besler, bu böyle sürer gider. Ama 'Ego'ya dönüş yapılıp 'Ben ben ben' diye sayıklamaya başlayınca birşey görülmez (Belki görüldüğü sanılır). Ego ile Egosuz Kişiliği ve Bedeni barıştıran bir bakış açısı benimsemek, başlangıç için en doğru yaklaşım olacaktır. Burada önem sırası elbette: Egosuz Kişi, sonra Beden, sonra Ego olmalı.
Mutluluk vaadeden kötülüğün temel ilkesi "bireysel özgürlük"tür ve bunu sağlamak için paraya bağımlı olmak gerekir (başka türlü olmaz zaten). Şartlı olduğu için mutlaka parasal/malsal birşey peşinde koşturmak gerektirir. Bu arada atmosferi mahvetseniz, gene de mutlu olamazsınız, çünkü sonsuz/doyumsuzdur. "Bireysel özgürlük" yalnızlaştırır aynı zamanda. Ayrıca bu "mutluluk" türünde, mutluluk, diğerlerinin derin mutsuzluğuna da bağlıdır. İnsana hergün "Mutluluk" diye anlatılan, sadece şartlı mutluluktur. Sembol cümlesi şudur: "Şundan bundan dolayı mutluyum" Düzen de şartlı/doyumsuz mutluluk arayışına (ama bulamamayışına) göre işlediğinden, herkes diğerine yaranabilmek, birşeye sahip olabilmek, vs. için veya diğerlerinden üstün görünebilmek için olmadık taklalar atar. Kalıcı gerçek mutluluğun yaygınlaşmasını sağlamanın ve sağlamlaştırmanın temel şartı, sistemin yeni mutluluk biçimine döre yeniden tanzim edilmesidir. Ve, kalıcı mutluluk bulaşıcıdır!.. Onu herkese bulaştırmaya artık hazırlanmak gerekiyor!..

Mikael'in 'Son savaş'ı ve kötülüğün yaşam alanı hakkında


1.
K
ötülüğün sosyo-ekonomisi ve irrasyonel yanından bahsederken, en önemli konu kuşkusuz; 'Kötü'nün nasıl olup da varolabildiği ve hangi bazda varolabildiği, varolduğu alanın 'Ne?' olduğu soruları. Bu yazının konusu, bir tür bariyer olan 'Rasyonel-İrra
syonel' ikileminin (düalizminin) ne anlam ifade ettiği ve sağlıklı bir şekilde nasıl aşılabileceği sorusuyla da ilgileniyor. Bu önemli barıyer, sosyal şizofreninin yaşamasına ve "normal" sayılmasına yol açan 'durum'a işaret ediyor. Konunun irrasyonel boyutuna (onun da Yahudi-Hristiyan-İslam geleneği boyutuna) sürekli dönüş yapmamızın nedeni, malum şizofreninin getirdiği kısıtlamaları aşmak. Sözkonusu sosyal şizofreniye daha önce de değinmiştik, ama galiba daha önemli olan, bu şizofreninin nasıl olup da olabildiği! Yani bu tohumun hangi toprakta bittiği... Yani insanlar nasıl oluyor da "iş başka aşk başka" diyebiliyorlar ve bu mantığı devam ettirerek, "din başka iş başka" vs. diyebiliyor, nasıl çalıp/çırpıp sonra da namaza durabiliyorlar ve bu anlayışla karşılanabiliyor.. Bu olgunun bu kadar bariz bir şekilde varolabildiği toprak/alan nedir? Bu alan, aynı zamanda, en aşağılık yaratıkların ve nitelikli soyguncuların, sırf gece gündüz namaz kıldıkları için adamdan sayılabilmelerine cevaz veren alandır. Daha çok bir düşünce sistemi/biçimi olduğu ve kurutulunması gereken esas alanın bu alan olduğu anlaşılıyor. Bu alanı tanımlayarak, kötülüğün (burada özel olarak belirtilmeyen diğer biçimlerinin de) nasıl hayat bulabildiğini ve hatta 'nasıl ortaya çıkabildiği'ni (yani tutunabildiğini de) daha kolay anlayabiliriz.

Sözkonusu şizofreni, (şimdiye dek daha çok sosyo-ekonomik anlamından bahsettik) çok daha derin. Mesela bu şizofreninin sonuçlarından biri, kutsal kitaplarda birçok "saçma sapan" yanın olmasıdır! (Yani insanlara öyle gelmesidir).
Kutsal metinlerin şiirsel bir dile/söyleme sahip olduğunu biliyoruz
(zaten sanata uzak kutsallık olamaz -gerçeğiyle sahtesini buradan anlayabiliyoruz). Örneğin Kur'an'ın böyle, kendi içinde bütünlük arzeden
mükemmel bir şiirsel metin olduğu malum. Burada sesin/tonun/dönüşümlüRitmin uyumu ve bunun önemi devreye giriyor. Eski Hint geleneğinde bunun bir adı var: 'Nada Brahma' (Sanskritçe 'Nada': Ses, 'Brahma': Tanrı/YüceRuh). Öyleyse, neden "insana" (hangi "insana"?) "saçma" gelmektedir ve/veya belki de "saçma" gelmesi gerekmekte midir?
Soru önemli.
Çünkü bu kitapların/yazıtların dinci hayvanlık tarafından kullanılması olgusu da, seküler/rasyonel yarım akıllı "bilimsellik" tarafından kafadan reddedilmesi de -bu büyük birikimi kurnazca devre dışı bırakmış oluyor. Ve bu da sözkonusu şizofreni sayesinde olabiliyor. Yani insanlığın onbin yıllık birikimi, (ve kutsallığın günümüzde bilinen/popüler türleri bile) -bu yoldan- düzen açısından "zararsız" hale getirilebiliyor, hatta kolayca parasal madde/mal/meta/araç seviyesine indirgenebiliyor (yani kirletilebiliyor), iyi filmleri, kasetleri, ağlak hocaları, firmaları, kanalları, kılı tüyü, "üretilebiliyor". Bu yolla zengin/iktidar/hoca falan olunabiliyor. Konu galiba aynı fundamental soruyla ve cevabıyla da ilgili: 'Kötü' faktörü aslında insanın (hangi?) düşünce biçimiyle/sistemiyle/tarzıyla alakalıdır. Ve bunun bir başlangıcı (nasıl?) olmuştur ve bir bitişi (nasıl?) olacaktır.

Burada, yeniden konunun irrasyonel boyutuna bakarak, (üç semevi dinde) derin kötülük ile tayin edici büyük savaşın anlamı hakkında düşünebiliriz. Elbette konunun "iyi para eden" popüler alanıyla ilgilenmiyoruz. Yuhanna İncili'nde çok detaylı anlatılan 'canavar' tasvirleri, Kıyamet yorumları vs. gibi konularda, olayı -sadece daha mükemmel silahlarla yapılan/yapılacak- bir 'Dünya Savaşı' olarak açıklamaya çalışan sayısız "fantastik" kitap/film var ve derin "komplo teorileri" hepsinin ana konusu!.. (bunları katakullici İslamcılara/Hristiyancılara bırakıyoruz!) Bizi ilgilendiren, kutsal metinlerde anlatılan bu savaşın gerçekte (yani rasyonel ve irrasyonel dünyanın birlikte/bütünü açısından) ne demek olduğu, nerede (hangi boyutta/platformda/atmosferde) yapıldığı ve çatışan 'iyi' ile 'kötü'nün muhteviyetı ve -sonucu malum- savaşın ardından ne olacağı... Konuyu çok önemsiyoruz, çünkü -herkesin bir şekilde kendince saptadığı üzere- insalık bir varoluş kriziyle karşı karşıya. Bir tür intihar tribi söz konusu. İnsan olma sürecinde bir yerde büyük bir hata yapıldığı ama o hatanın farkına varılmak üzere olunduğu (varıldığı) kesin. Şimdi mesele, bunu belirginleştirmekle ilgili.
Hristiyanlık öncesi ilk olarak Anadolu'da kendinden ayrıntılı olarak bahsedilen Tanrı'nın savaşçı Baş Meleği Mikael'in adı Kur'an'da sadece bir kez
geçer. Bakara Suresi'nde (98); "Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, Peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa, bilsin ki, Allah kafirlerin düşmanıdır" deniyor. (Kur'an'da diğer Baş Melek Cebrail'den sekiz kez sözedilir. Azrail ve İsrafil'den söz edilmez) Mikail'in; bu savaş sonuçlanmadan -savaşçılara özgü- o ciddi duruşunu terketmeyeceği ve her an vuruşmaya hazır olmak pozisyonundan kurtulamayacağı da anlaşılıyor. Bunu, Hz. Muhamed'in bir sözünden de anlayabiliriz belki: "Ey Cebrail Mikail'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorunca, Cebrail Peygamber'e "Cehennem ateşi tutuşturulduğundan bu güne dek Mikail gülmemiştir" diyor. (Muinüddin Hirevi) Yani, insanoğlu kötülüğe kapılmaya başlayalıberi, bunun toprağı/alanı oluşalıberi gülmemiş... Şimdi amaç mesela Mikael'in yüzünü yeniden güldürmek olamaz mı? O ateşin sönmesini -bunun ne anlama geleceğini- önce anlamak, sonra kararlılıkla bunun adımlarını -ne pahasına olursa olsun- atmak olamaz mı? Konunun irrasyonal yanı bu meyanda... Kur'an'da ve Eski ve Yeni Ahit'te Mikael'den bahsediliyor. Fakat eskiden (1947'ye kadar) herkese açık olmadığı anlaşılan, Qumran Apokryph'lerine (MÖ. 3 ile MS. 1 yılları arasında yazılmış rulo halindeki gizli el yazmalarına) bakınca, bu savaş hakkında çok daha fazla detay görebiliyoruz. Mesela Qumran'da bulunan el yazmaları arasında, sadece 'Büyük Savaş'la ilgili bir 'Savaş Rulosu' bulunuyor. (Ve tamamı Habeşçe, MÖ. 170'lerde yazıldığı sanılan 'Henoch' kitabında da önemli ayrıntılar bulunuyor)

Önce Baş Melek ve Tanrı'nın Ordusu'nun komutanı Mikael'in savaş düzenine bakabiliriz.
Bir Melek Ordusu'ndan doğrudan bahseden Peygamber (sadece) Hz. İsa'dır, -İncil'de sadece bir yerde- Matta 26'da müridine, "Kılıcını kınına sok" diyor, "Ben istesem Tanrı'nın yanıma hemen 12'den daha fazla melek lejyonu göndermeyeceğini mi sanıyorsun?" diye soruyor. Kutsal kitaplar ve Onları yorumlayan Yahudi ve Hristiyan kaynaklarda bu 'Ordu' konusunda çeşitli ifadeler var. Hristiyanlarda 'Göğün/Tanrının Ordusu' (Exercitus Coeli), 'Göksel/Tanrısal (askeri) güç' (Militia Caelestis) terimleri özellikle kullanıliyor. Baş Melek Mikael'in konumu ise Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında bazı farklılıklar gösteriyor.
Qumran'da bulunan 'Savaş Rulo'sunda -savaşa girecek ordunun- nasıl olması/konumlanması gerektiği anlatılıyor (Satırlar, hem 'olmuş' hem de 'olacak' gibi okunabilir). Mikael'in, ordunun 'Komuta kademesi'ndeki dört Melek'den 'biri' olduğu konusu özellikle öne çıkıyor. Burada dikkat çeken, 'Geniş bir hilal şeklinde' konumlanan/konumlanacak bir Melek Ordusu'dur ve onların önünde dört kulenin/kalenin olması/gerektiği ve her birinin üzerinde bir meleğin adının yazılı olması/olacağı... Burada, Baş Melekleri alem veya bayrakların temsili de söz konusu olabilir. Bu durumda en başta Mikael'in Kırmızı, sonra Cebrail'in Mav
i, İsrafil'in Yeşil renkle temsil edildiğini belirtelim (Azrail'in rengini yazıtlarda bulamadık, muhtemelen Beyaz). 'Savaş Rulosu'nda, meleklerin/askerlerin silahlarının türü ve boyutları hakkında kesin bilgiler, uzunluk, adet vs. veriliyor. Aynalardan sözediliyor. Ayrıntıya girmeyeceğiz) Kulelerden/alemlerden/bayraklardan "Birincisinin üzerine 'Mikael' yazılmalı/yazıyor, ikincisinin üzerinde Cebrail, üçüncüsünün üzerinde 'Sariel' (Azrail), dördüncüsünün İsrafil" deniyor. "Mikael ve Cebrail sağ tarafta/kanatta", diğer İki Baş Melek sol tarafta/kanatta yer alıyor.
Burada bazı taktiksel konulara değinmek gerekiyor. İlki, İki önemli meleğin, Baş komutan Mikael ve yanındaki Cebrail'in önemi kesin olmakla birlikte, diğer iki meleğin savaşçı yanının hiç küçümsenmemesi gerekiyor (hatta belki tam tersi!) Çünkü İsrafil, aynı zamanda Kıyamet borusunu çalan melektir. Azrail ise ölüm meleğidir, yani ikisi de büyük bir yokedici gücü temsil ediyorlar.
Bu savaş düzeninde Mikael tek değil. Daha önemlisi, bu yazıtlarda Mikael'in adı hep 'Dört Melekten Birincisi' konteksinde kullanılırken, 'Tanrı'nın Ordusu'nun Baş Komutanı' sıfatıyla ('Archistrategos') birlikte değil, hep bu sıfattan ayrı olarak anılıyor. Hristiyan kaynaklarda ise böyle bir belirsizlik bulunmuyor. Mikael'in Ordu'nun başkomuta
nı olduğu çok açık/kesin ifade ediliyor. Mikael'in, kötülüğe karşı savaşan ordunun 'Sembolik komutanı' olma ihtimali, Mikael'den söz eden en eski kaynaklarda daha olası görünüyor. Konu hakkında bu kaynaklardan da anlaşılan ve bir savaş taktiği gibi görülen ikinci konu şu: Mikael, Ordu'nun baş komutanı. Dört eşit komutandan Birinci olanı. Fakat asıl öldürücü darbeyi indirecek olan, 'Adsız bir Savaşçı Melek' sözkonusu olabilir. Yani burada tahminlerden daha büyük bir sürpriz faktörü sözkonusu. Öyle ki, bu Adsız Savaşçı Melek, savaşın gizli operatif komutanı bile olabilir. Savaşın sonucu kesin görünmekle birlikte, böyle taktik opsiyonların bulunması, işin çok sıkı tutulduğunun, (tutulması gerektiğinin) ve zorluğunun işareti... Yani derin kötülük ve döküntüleri temizlenecek -ama işin kesinlikle hafife alınmaması gerekiyor. Zaferin konusunda taktiklerin ve sürpriz faktörünün de devrede olduğu unutulmamalı. (Bkz. Johannes Peter Rohland "Erzengel Michael" 1977) 'Adsız Savaşçı Melek'ten Eski Ahit'te iki kez söz ediliyor.
Ayrıca Dört Meleğin görevleri, birbiriyle koordinasy
onu, (hatta sembol renkleri bile) çok şey söylüyor.

Tanrı'nın savaş emri ise çok açık. "Düşmüş bütün ruhları ve bekçilerin (derin kötülüğün temsilcilerinin) oğullarını, insanlara kötü davrandıkları için yok et. Yeryüzündeki bütün zorbalık/şiddeteylemlerinin (savaşların?) kökünü kurut. Dünyadaki bütün kötü işler son bulup adalet ve gerçeğin ağacı/bitkisi yeşersin/görünsün ve iş/çalışma, berekete/nimete dönüşsün." (Henoch 10)
Buradan son savaşın dört önemli sonucunu da öğreniyoruz: 1. Savaşlar son buluyor, yani savaşların çıkış nedeni de ortadan kaldırılıyor, gerçek anlamda barış sağlanıyor. 2. 'Kötü işler' son buluyor (yani para/iktidar/vs "uğruna" yenilen tüm haltlar son buluyor, çünkü o ortam ortadan kalkıyor) ve 3. iş/çalışma (yaşamı/atmosferi tehdit eden üretici/tüketici kapitalist ücretli iş/çalışma biçimi değiştirilerek) berekete dönüşüyor. 4. Adalet ve Gerçek hakim oluyor. Bu da yeşeren bir bitki ile sembolize ediliyor (-ki özenle büyütülmesi, sulanması, bakılması, korunması gereken taze bir fide, bir başlangıç gibi düşünülebilir).

Kafasını kaybedecek olan "şey" ve onun yöntemlerinden nemalanan döküntüleriyle birlikte, onların hayat bulabildiği alanın da ortadan kaldırılması/silinmesi ise, kötülüğün (o faktörün) yeniden insanlara tebelleş olaMAmasının garantisi ile ilgili... O 'alan'ı üç noktadan yola çıkarak tanımlayabiliriz. Bunlardan 'Bir'incisi 'görüntü', 'İki'ncisi 'söz', üçüncüsü de, ilk ikisinin dengelenerek sözkonusu 'alan'ın aşılması hedefini ifade edecek 'Gerçek' ile betimlenebilir. Aşılması gereken 'alan'; 'Bir' ve 'İki'nin dengesizliğinden, birinin diğerine galebe çalmasından doğuyor ve eşitsizlik (yani 'alan') kendi kendini sürekli yeniden üretiyor. İlk önce insanın kendi doğasına yabancılaşması sonucunu doğuruyor. Bu yabancılaşma kullanılabiliyor. Bu 'alan'ın doğru ilk hali (ve 'Gerçek'in temelini ifade eden tanımı), Bir ve İki'nin 'Denge'si... 'Bu dengenin bozulmasını simüle eden faktör' deyince, işte orada 'Kötü'den bahsedebiliriz. Yani insanı, (insan doğasını) ve onun nasıl bozulabildiğini çok iyi bilen ve bunu utanmazca kullanabilen bir 'şey' sözkonusu burada. Konuyu biraz açalım.

2.
Burada sözkonusu 'alan'ı daha anlaşılır kılmak için iki aşamada
anlatmayı deneyeceğiz. Birinci aşama daha özel ve Dünyanın Orta (yani Doğu ile Batı arasındaki) bölgesini ilgilendiren (aynı zamanda semevi dinler bölgesi) bir yaklaşım denemesi; diğeri, bugün dünyada herkesi ilgilendiren bir genel mantalite sorunu olacak. İkisi kuşkusuz birbiriyle ilintili, zira sözkonusu "şey" -bugünkü anlamda- Orta Bölgeden yayılmış bulunuyor ve bugün dünyada yaşayan herkesi ve her canlıyı ilgilendiriyor.
Derin kötülüğe karşı savaşın irrasyonel komutanı pozisyonundaki Baş Melek Mikael'in adının '
'Kimdir Tanrı Gibi Olan?..' olduğu, bu sorunun açılımının da, 'Sen ne hakla Tanrı gibi olmaya kalkarsın', (nasıl yüce yasaların ötesinde kendi çıkarına uygun yasa koyarasın?)' demek olduğunu yazmıştık. Yani bir soruyu adında yaşattığını ve o soruyla birlikte Anadolu'da ortaya çıktığını söylemiştik. Eski Ahit'i oluşturan metinlerin MÖ 1000 yıllarından itibaren (ve daha öncesi kaynaklı da olan sözlü kaynaklardan) derlendiğini, Mikael'in bu dönemde kutsal yazıtlarda yerini aldığını ve çok sonra, ancak 9'uncu Yüzyıldan itibaren, derin kötülüğü yenen melek olarak (mesela Anadolu Hristiyan kültüründe) tasvir edilmeye başlandığını biliyoruz. Eski Türk/göçebe geleneğinde Mikael'e benzer bir kutsal kişilik bulunmakla birlikte, adında böyle bir soru işareti bulunmaz. Onun da sembol rengi kırmızıdır, savaşçıdır, fakat adında böyle bir soru yoktur. Asya'da da, eski Amerika ve Afrika kültürlerinde de yoktur... Buradan, O sorunun (adın) bu bölgede (Anadolu'da) sorulmuş bir soru olduğu sonucunu çıkarabiliriz ve burada sözünü ettiğimiz savaş ilanının tarihsel kronolojisine daha yakından bakabiliriz. -Melek Mikael'in eski (gizli) yazıtlardaki savaşlarına, kimlerle savaştığına... Bu yazıtların, 20'inci yüzyılın ortasına kadar gizli kaldıklarını ve varlıklarının sadece tahmin edildiğini ama yazıtların içeriğinin bilinmediğini yeniden not düşelim.
Sembolik değeri nedeniyle irrasyonel alana kısaca geri gönelim. Mikael, Qumran 'Savaş Rulosu'nda (Bkz.:1QMI2 numaralı Apokryph) ve diğer kaynaklarda ('Henoch' kitabı ve 'Vita Adae et Evae'de)
-bizce önemli- üç savaşta yer alıyor (ve savaşları kazanıyor). Bu savaşlar: 1. Perslere/Farslara karşı, 2. Kitea diye bir halka karşı -ki Kıbrıs'ta (Larnaka) yaşamışlardır, Eski Yunan kültürüne dahiller ve Rulo'dan, Mısırlıları sömürdükleri ve Perslerle de ilişkili oldukları anlaşılıyor (Romalı da olabilirler). 3. Philister diye bir halka karşı ('Filistin' adı bu halktan kaynaklanıyor). Bu halk, MÖ.1175'lere kadar Filistin'de Akdeniz kıyısında yaşıyordu. Şimdi burada önemli olan, elbette bu coğrafi/etnik bilgilerden öte...

Burada, Antik Yunan ve Antik Filistin geleneğinden gelen -veya bu geleneklere dahil bazı çevrelerin "geliştirdiği"- birşeye/birşeylere karşı -yayıldığı üç coğrafyada- spiritüel bir savaş sözkonusudur. ('Antik Pers geleneğinden gelen şey' konusuna başka bir yazıda değinebiliriz) Sözünü ettiğimiz coğrafya ve etnik sembollerin -hele günümüzde- sadece sembolik değerinin/anlamının olduğu konusunun bir kez daha altını çizelim.

Bu bağlamda Baş Melek Mikael; "Ben'i Tanrı gönderdi. Ben insan bedeninin üzerinde/ötesinde bir yere/makama kondum" derken (Vita Adae et Evae, 14. Bölüm) ve "Bu dünyanın
kralları ve güçlülerinin bedenleri katrandan oluşan sıcak bir kaynakta cezalandırılırken, ruhları iyileştirilebilecek/arındırılabilecek" derken (Henoch), büyük bir kararlılığı ve öfkeyi de dışa vurmuş oluyor. Onu bu kadar öfkelendiren kötülüğün varolabildiği alanın aynı zamanda "dindar" alanla ilgili olduğu konusuna daha önce de dikkat çekmiştik -zira Apokryph'lerin yazıldığı o dönemlerde entelektüalizm, neredeyse sadece din/inanç ve felsefe etrafında/çevresinde var olmaktaydı. Ayrıntılar önemli. Kutsal yazıtlar, aynı zamanda insanın düşünsel (ve tarihsel) yolculuğuna da ışık tutarlar. Zaman içinde çeşitli ağırlık noktaları ortaya çıkar (mesela Kur'an'daki kararlı faiz karşıtlığı gibi) ve bu açıdan kutsal yazıtlar birbirinden farklı görünebilirler. Bazı konular da sadece belli bir dönem için anlamlı olabilirler. Böyle -artık değişmiş olan- bazı kuralarda ısrar etmek, kutsallığın ana fikrine karşı işletilebilir -ve bunu da bu işlerden para/güç/iktidar uman, nemalanan "dindarlar" yapar! Asla gözden kaçırılmaması gereken şudur: Din/inanç put değildir yani taştan/ölü değildir, değişir. Din-inanç-Tanrı canlıdır. Ona put muamelesi yapanlar, din içine yuvalanan derin kötülüğün bilinçli/bilinçsiz müritleridir.

Dünyanın bu tarafında, (Yunan-Anadolu-Filistin dünyası) binlerce yıl önce iki önemli fikir ve onların etrafında özgün bir hayat felsefesi gelişti. Bu iki fikrin de YERLEŞİK kültürlerden doğduğunu (GÖÇEBE değil) -konuya sonra dönmek üzere- not edelim. Bu fikirlerden birincisine, bugünün "bilimsel/dilimsel" diliyle 'Naif Suprematizm' diyebiliriz. Bu terim, daha çok bir "sanat akımı" ile birlikte kullanılıyor/anılıyor ve "baş yapıtı da Maleviç'in ünlü siyah karesidir. (Bildiğiniz siyah bir kare, -"başyapıt" imiş!) Ama burada konuyu ilgilendiren anlamı şu: "İnsan dünyadaki en mükemmel yaratıktır" Önemli ölçüde doğru. Buradan yola çıkarak 1.: "dünyanın insan dışındaki canlıları/cansızları insana hizmet etmelidir." Bugün, bundan çıkarılan sonuç bakımından önemli ölçüde yanlış. Yanlış, çünkü bu fikir üzerinden önce "insan en yüce varlık, diğer yaratıklardan yararlanabilir" (at, inek, köpek vd.) anlaşılmak gerekirken -ki bunun da belli etik sınırları vardır- "ben en yüceyim diğerleri -diğer insanlar da- bana hizmet etmeli" mantığı yerleşebilmiştir. Bu zehirli mantığın daha sonraki yüzyıllarda aldığı şekil şudur: 2. "Ben daha çok mabed/kilise inşa ettim, tonla kitap yazdım, bu göçebeler hiçbirşey yapmamışlar/yapmıyorlar, öyleyse aşağı yaratıklar, bana hizmet etmeliler." Gerçek tersidir!.. (Tanrı'nın dünyayı önce mabedlerle -hadi o neyse de, bu mantığı devam ettirerek beton binalarla doldurmayı emretmediği kesindir! Ayrıca bilgi ve yaracılığı söz/madde ile sınırlamak, sadece o bazda değerlendirmek, büyük bir hatadır -bunun da ilk meşhur tanıklarından biri Harzemşah Muhammed'dir, Anadolu'da Romanos Diogenes'tir vd.)
Asyalı göçebe kavimler, dünyanın doğal güzelliğini bozmamak için taş üstüne taş koymamışlardır! -Bu onların kültürlerinin, inançlarının bir gereğidir. Hatta bazıları "suyu kirletmemek için" yıkanmazlar bile -böyle radikal olanları da vardır. Ve ölmeyi bilirler. Bu da önemlidir. Dünya nüfusunun sınırsız bir şekilde artmasına karşıdırlar. Yani Eski Ahit'in Tekvin bölümündeki (28) ünlü söze ters düşüyor gibi görünürler:
"Verimli olun, çoğalın" (...) "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun." Göçebeler, bu anlayışın, insanın ilk zamanlarıyla ilgili bir söz olduğunu ve bu şekliyle ilelebet geçerli olmadığını bilirler. 'Naif Suprematizm'i, insanın dünyadaki ilk zamanlarını ilgilendiren bu sözü -tüm zamanlar için geçerli kılacak mantığı "geliştiren" 'Anlayış'ı ifade etmek için kullanıyoruz ve bunu geliştirenlerin, Baş Melek Mikael'in savaştığı eski Yunan kökenli bir kült (Orfe ve onun inisiyatik öğretisi) ile ilgili olduğunu biliyoruz. (Bkz.: "Therapodos - La via del terapeuta" derl., Gottlieb Guntern, 1989) -Bunun ne olduğu ve neden bu kadar önemli olduğuna gelince. Konu elbette sadece bir sözden ve onun kötüye kullanılarak oluşturulan bir anlayıştan kaynaklanmıyor. Konu, bir tarzın, bir düşünme biçimi/sisteminin kurulmasıyla da ilgili. (Ve bunun galiba biyolojik boyutu bile var! -Bu bağlamda insan beyninin nasıl geliştiği/evrildiği ve Sol/Sağ beyin odaklı düşünme kalitesi üzerinde de duracağız- Çünkü insanın biyolojik gelişimi de gözönünde bulundurularak yanlış istikamete doğru gelişmesi sağlanmış -olabilir.) Böyle bir şeyin değiştirilmesi/iyileştirilmesi ise sadece irade/nefs kontrolü değil, ondan da öte zorlayıcı önlemler gerektirebilir ve Baş Melek Mikael'in savaşı burada devreye giriyor, çünkü savaş yapılıp kazanılmazsa bu insanlığın sonu (intiharı) demek de olabilir. (Küresel ısınmayla dünyadaki yaşam koşullarını ortadan kaldırmak gibi!) Buradaki tavrı, Yi Çing'deki sonuncu hegzagramdan (64. Kun) okuyabiliriz. Orada dördüncü Yang işaretinin ana fikri şudur: "Şimdi savaş zamanı. (Bir dönemden diğerine) geçişin gerçekleştirilmesi dönemi. Şimdi şeytanın ülkesine (yaşam alanına) karşı sıcak savaş, ona haddinin bildirilmesi zamanı." (Yi Çing, Çinlilerin göçebe kültüründen aldıkları -aslı kaplumbağa kabuğu ile ilgili- bir kehanet kitabıdır. Aynı zamanda belli bir düşünce sistemiyle de ilgilidir. Örneğin Orhun Yazıtları -bu nedenle- birer kaplumbağa heykelinin üzerine oturtulmuştur)

Birinci bölümün sonunda sözünü ettiğimiz 'alan', insanın esasen sadece söz/yazı ağırlıklı bir varlık olmadığı, ama son birkaç bin yılda hızla söz odaklı hale gelmesiyle ilgili. Ama kutsallığı anlamak asla sadece sözel birşey olamaz/olmamalı. Sözle kurulan mantık/düşünce zincirlerinin 'Gerçek'e tekabül etmediğini biliyoruz -ama günümüzün söz odaklı insanına bunu anlatmak zor. "Çağdaş" insana kutsal kitaplar, birçok bakımdan saçma geliyor, çünkü onun söz odaklı düşünce biçimine uymuyor. Böylece 'Gerçek', '(Sözel) Doğru'nun kurbanı oluyor. Buradaki temel hata: Sadece söz üzerinden gelişip, diğer alanın -yani görerek anlama, his, duygu, sezgi vs. (söz kullanmayan iletişim biçimlerinin) tamamen ihmal edilmesi. Bu önemli denge bozulmuş bulunuyor. "Burada, zaten çok görsel bir hayat sürmüyor muyuz?" diye itiraz edilebilir. Ama bugünün en fantastik hayallerin bile 'söz'ile, ("söz" üzerinden) kurulduğunu unutmamak gerekiyor. Bunun nasıl bir sonuç doğuduğu ve kötülüğe nasıl bir alan açtığı konusu, rasyonel-irrasyonel dengesinin bozulması ne demek, sözün ağırlığı ne getirip ne götürüyor, diğer faktörün güçlendirmesi ne demek. Kötünün yaşayamayacağı alan ve bunun sosyal/sosyopsikolojik temeli ne olabilir... -Konu çok kapsamlı. Bunları da daha sonraki yazılara bırakıyoruz.
(devam edecek)