İran'a bir İsrail saldırısının olası sonuçlarından önce...

Daha yirmi gün önce İran’da günün konusu, bir bilgisayar virüsüydü. Siber güvenlik uzmanlarının ‘Stuxnet’ diye adlandırdıkları virüs, özellikle ülkenin enerji alanında çalışan kuruluşların bilgisayarlarına dadanmış görünüyordu. İran Atom Enerjisi Kurumu bir toplantı yaparak, bu virüsten nasıl kurtulabileceğini tartışınca, İran medyası alarma geçti. “Bunun arkasında sadece İsrail olabilir”di. Amaç, Buşehr’deki atom reaktörünü bozmak veya çalışmasını engellemekti. İran’daki aküt Yahudi düşmanlığı ve klasik komplo teorisi düşkünlüğü bir yana, İranlılar bu kez haklı olabilirler. Virüs, sadece endüstrinin sinir sistemlerine sızıp merkezi bilgisayarların kontrolünü ele geçirmekle kalmıyor, bilgisayarların içindeki bilgileri de uzaktaki -kimliği belirsiz- alıcılara gönderiyor. ‘Stuxnet’, bu özellikleriyle benzersiz yeni bir tür (dapd 25.9.10). Ve İran’ın nükleer bilgilerini kimlerin merak ettiğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.

Aynı virüs daha sonra ABD, İngiltere, Hindistan, hatta Endonezya’da da ortaya çıktı. Ama önce İran’da göründüğü için olağan “şüpheli” İsrail. Bu arada bir gerçeği gözden kaçırmamak gerekiyor. Neoliberal devrin kapitalist ekonomiyi görmezden gelen her (etnik/dini) kültürel kimlikçi ideolojisi gibi İslamcılık da dünyayı bir “komplo teorileri toplamı” olarak açıklamaya çalışıyor (ama açıklayamıyor).

Neoliberal kapitalizmi kestirmeden “demokrasi” ilan edip kutsayan ekonomi körü bütün (neoliberal) kültürel kimlikçi ideolojilerin, bu özel körlükleri nedeniyle, sınıfsal/zümresel çıkar çatışmalarını görmek yerine, kin ve nefrete varan etnik/dini düşmanlıklar geliştirdikleri malumdur. Neoliberal ideolojiler yelpazesinde İslamcılığı diğer neoliberal ideolojilerden ayıran en önemli fark, nesnel izahı olmayan bir etnik/dini Yahudi düşmanlığı ve nefretidir. İslamcı ideoloji, Yahudileri, zengin/fakir/çoluk/çocuk ayırmadan “kötülüğün kaynağı” sayabilmektedir; üstelik bu aleni antisemitizmi, “ezilenlerin mücadelesi” Sol ambalajıyla satmaya çalışmaktadır.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Haziran ayında yaptığı bir konuşmada Yahudiler için aynen şu ifadeleri kullandı: “İnsan görünümlü pis, kriminal yaratıklar.” Bu tanımda Yahudiler arasında bir istisna gözetmemektedir, hepsini aynı sepete koymaktadır. Ahmedinecad, Yahudi soykırımını da “uydurma bir hikaye” saydığını, defalarca söylemiştir.

İsrailliler, böyle bir ideoloji ve dilin hakim olduğu İran’ı, ama özellikle böyle bir İran’ın nükleer silahlara sahip olması ihtimalini, “Hitler’den bu yana, Yahudilere karşı en büyük tehdit” sayıyorlar. Bunda haksız da sayılmazlar. Şu anda İsrail ve İran arasındaki gergin atmosfere hakim olan durum bu.

1979 yılına kadar İsrail, İran’ın en yakın müttefikiydi. Yahudilerin İran’la yönetici/üst düzeyde çok eski ilişkileri vardır. M.Ö. 598’de Babil hükümdarı II. Nebukadnezar’ın Kudüs’ü alması üzerine Yahudilerin bütün ileri gelenleri Babil’e götürülmüşlerdi. Eski Ahit’de de anlatılan bu olaydan sonra Pers kralı Babil’i alarak Yahudilerin esaretine son vermiştir. O tarihten beri, (İslam’ın doğmasından bin yıl önce) İran’da köklü Yahudi cemaatleri bulunmaktaydı. Anadolu’da Frigya’da kurulan Yahudi cemaatleri bile İrandakilerden yeni tarihlidir. Yahudiler İran’da sorunsuz yaşadılar. Mollalar iktidarı devraldıktan sonra, İslamcılara özgü o antisemitik dil, İran politikasının diline de hakim oldu ve bundan sadece İsrail’deki Yahudiler değil, bütün Yahudiler rahatsız.

ABD Başkanı Obama’nın ülke liderleriyle görüşmelerinde en çok konuştuğu konunun, İran’ın atom programı ve İran’a uygulanan yaptırımlar olduğu biliniyor. İran, ne zamandır, dünya politikasının bir numaralı gündem maddesi. “Takiyye” diye bildiğimiz malum kavramın mucidi pragmatik Şii İran’ın, bu sözcüğün hakkını veren bir de diplomasisi var ve nükleer programını kuşkuyla karşılayan Batı’yı oyaladığı konusunda dünyada genel bir görüş birliği hakim. Tahminlere göre İran, dokuz aya kadar bir nükleer bomba yapabilir. Kulislerde, en iyi ihtimalle, dokuz aya kadar bir İsrail saldırısı ihtimalinin yüzde 60 civarında olduğu konuşuluyor. Dünya basınına ve internete yansıdığı kadarıyla saldırının olacağından Amerikalılar kuşku duymuyorlar. Fakat sonrasında ne olacak? Asıl soru bu.

“İsrail İran’a saldırmaz” diyenlerin, giderek küçülen bir azınlık teşkil ettiği günümüzde tartışma, “saldırır” veya “saldırmaz” ötesinde, ara renkler üzerinde dönüyor. Mesela, bir İsrail saldırısından önce yaşandığı anlaşılan ve yaşanabilecek olan diğer “gariplikler” neler olabilir? Bunlar, felaketin eşiğinde duran kırılgan dünya ekonomisini nasıl etkiler? (İyi etkilemeyeceği kesin.) Ve en önemlisi, savaşın şimdilik tetikleyici baş nedeni gibi görünen İslamcı antisemitizminin ortadan kalkması, yani İran’daki demokratik muhalefetin bu cinneti durdurup, İsrail’in yokedilme fobisini sakinleştirmesi mümkün olabilir mi? Aleni haksızlıklarla/hukuksuzluklarla ve seçim hileleriyle hüküm süren İran rejimi, muhalefeti şaşırtıp nisbeten pasifize etmiş durumda. Ayrıca bu gidişin genel istikameti İsrail’in aleyhine işliyor. Dünya konjonktürü, ABD’nin Irak’a saldırdığı dönemdekinden çok farklı. İran Irak değil. İsrail’in İran’a saldırması, ikinci aşamada ABD ve müttefiklerini, Rusya’yı, hatta Çin’i de savaş girdabına çekebilir. Böyle bir savaştan sonra dünya, bildiğimiz eski dünya olmaya devam eder mi? Buna ‘Evet’ demek zor görünüyor.

Yaz boyunca savaş spekülasyonları konuşuldu. Ekim ayının ikinci yarısında kulislere başka bir haber düştü. İslamcılara özgü antisemitik diliyle dünyada giderek daha çok dikkat çeken Türkiye ile arası iyice bozulan İsrail, askeri tatbikatlarını Yunanistan’da yapıyor. Bu bağlamda İsrail ordusunun uzak hedefler için teçhizatlandırılıp silahlandırılmış en modern savaş uçakları, Nea Anchialos askeri havaalanında görüldüler. Patras yakınındaki Araxos havaalanında da çok sayıda İsrailli savaş pilotunun kaldığı haberleri internete düştü. Olağanüstü bir durumdu ve uçaklar birden hareketlendiler de. Hareketlilik, başladığı gibi aniden bitti. O arada ne olduğu bilinmiyor. Dünya medyasında “göründüğü” kadarıyla hiçbirşey olmadı, ama birkaç gün sonra, nükleer programı nedeniyle Batı’yla arası açık olan İran, müzakere masasına döneceğini açıkladı (Hürriyet, 29.10.2010). Oysa kısa bir süre önce görüşmelere katılmayacağını açıklamıştı.

Son zamanda, aslı astarı tam anlaşılamayan böyle gariplikler oluyor ve gizli/örtülü bir savaşın hanidir sürdüğünü gösteren çok sayıda işaret var. Bunun bir sıcak savaşa dönüşmemesi elbette temennimiz. Ama bu olasılık giderek zayıflıyor gibi. Zira İran atom programını durdurmayıp sürdürdüğü takdirde, Ortadoğu’daki güç dengeleri, adım adım İran ve onun İslamcı müttefikleri lehine değişiyor. Bunun için İran’ın İsrail’e saldırması (veya tersi) gerekmiyor. Yani İran, atom silahına sahip olsa bile bunu kullanmayacağını söylerken, güven vermeyen tüm takiyyeci tavırlarına rağmen samimi olabilir. Ama İran’ın sahip olacağı nükleer gücün İran’a sağlayacağı tehdit opsiyonu sayesinde Hamas ve Hizbullah gibi İran destekli (veya desteksiz) İslamcı örgütler çok daha cüretkar olacaklardır. İran’ın nükleer koruması altında, İsrail’e (ve Batı’ya) saldırmak konusunda cesaretleneceklerdir. Bu durum, nitel bir değişikliğe işaret etmektedir, çünkü olası İslamcı cüretkarlığına verilecek tepkiler global ölçekli olabilecektir. Bazı yorumcular, “dokuz aya kadar doğabilecek” çirkin bir kitle imha silahının, fanatik İran yönetimi tarafından “Tanrısal bir işaret” gibi pazarlanabileceği üzerinde de duruyorlar. Böyle bir psikolojik atmosferde, İslamcı ideoloji üzerinden Şiilik ötesinde hareket kabiliyetine sahip olan Şii İran’ın yayılmasına karşı İsrail’i açık veya gizli olarak destekleyen Arap ülkelerinden küçük ve güçsüz olanları, kamuoyu baskısına dayanamayıp İran yanlısı (yani “İslamcı Cephe”) yanlısı hale gelebilirler. İsrail hiçbirşey yapmazsa, dünyadaki İslamcı çevre ve hükümetlerin desteğini alan İran’ın nüfuzu, her halükarda belirgin ölçüde artacaktır.

İsrail, sürekli göç alan bir ülke. İsrail’i dünya Yahudileri için çekici kılmayı amaçlayan bir nüfus politikası izliyor. Şimdi İsrail’in ilk kez ciddi anlamda, ‘tehdit altındaki bölge’ haline gelmesi ihtimal dahilinde. Sadece bu bile İsrail’in zayıflaması anlamına geliyor. İsrail’in askeri doktini, bölgenin tek nükleer gücü olmak üzerine kurulu. İsrail, nükleer gücünü, varlığının en büyük garantisi sayıyor.

Önümüzde duran kötü tablonun en net yanı, Ortadoğu’daki dengelerin artık bugünkü gibi olmayacağı. İsrail ve Türkiye destekli eski Sünni hakimiyeti çöküyor. Onun yerine şimdilik, Türkiye’nin de Sünni tarafını üslenmeye soyunduğu anlaşılan İslamcı-ideolojik görünümlü yeni bir Şii hakimiyeti güçleniyor. Fakat bu yenilik de henüz havada. Statükonun göz göre göre değişmesini -nedendir bilinmez, Türkiye hariç!- ne İsrail ne ABD ne de Suudi Arabistan, ne de diğer Sünni Müslüman ülkeler sessizce kabul edeceklerdir.

İsrail’le birlikte, İslamcı İran’ın ve Türkiye dahil İran’ın bütün İslamcı müttefiklerinin, olası bir savaşın ilk kaybedenleri olacaklarını şimdiden söyleyebiliriz. Neoliberal ekonomilerin önemli bir krize girebileceği -hatta çökebileceği- bir savaş durumunda buralardan, önce sıcak para kaçacaktır. Cari açığı had safhadaki Türkiye için bu 2001’den daha derin bir kriz ve AKP devrinin sonu demek olabilir. İran’daki Yeşil muhalefet de güçlenip cesaretlenecektir. Savaş sınırlı tutulabilir ve global ekonomi çökmezse, yurtseverlik bilinci üzerinden halkı mobilize edebilecek “mağdur” İslamcı İran rejimi -geçici bir süreliğine- güçlenebilir. Ama bu daha küçük bir ihtmal gibi görünmektedir.

İslamcı İran rejimi, ideolojik kodlarının ve nefretinin sesini dinleyip, “İlahi bir işaret” propagandası eşliğinde, İsrail’e karşı yıkıcı bir saldırı başlatırsa (veya İsrail’in İran atom reaktörlerine yapacağı saldırılara yıkıcı bir karşılık verirse) bu olay, İran’ın (ve ardından İsrail’in) sonu olabilir ve Cehennem’in kapıları açılır. İsrail, İran körfezinde gezinen atom denizaltılarını ve onların taşıdığı ikiyüz kadar atom başlığını, İran’a ve müttefiklerine karşı kullanabilir. Bunun gerekçesi daha şimdiden hazırdır: “Yahudiler, Nazi’lerin yaptığı soykırıma karşı koyamamışlardı. Buna bir daha asla izin vermeyeceğiz.” Bu ruh haliyle İsrail, İran’dan başlayarak dünyanın çehresini, geriye dönüşü olmayacak bir biçimde tamamen değiştirebilir, çünkü devreye -petrol bağımlısı- büyük ülkeler de girmek zorunda kalırlar. Böyle bir gelişmeyi Ortadoğu ile sınırlı tutmak hiç de kolay olmayacaktır. Kısacası, işin şakaya gelir yanı bulunmamaktadır. İsrail’i yeryüzünden sileceğini söyleyip duran Ahmedinecad gibi bir fanatiğin atom programını sürdürmekte ısrarı, günümüz şartlarında dünyayı tehdit etmektedir -ve bu tehdidi, “Ama israil de sütten çıkmış ak kaşık değil” diyerek silikleştirmek mümkün değildir. İsrail, o bölgedeki tüm ülkelerin toplamından daha kirlidir. Ama İran’ın kurcaladığı ve bütün dünyayı içine çekebilecek kadar tehlikeli koca bir kara deliğin yanında, klasik “Kahrolsun İsrail” hezeyanının pek kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır.

İsrail şimdiye dek iki kez, karşıtlarının atom programlarını vurmuştur. 1981’de Irak’daki Osirak reaktörüne yapılan saldırı, Saddam Hüseyin’in nükleer planlarına son vermişti. 2007’de de Suriye’deki bir atom reaktörünü vurdu. Fakat şimdi İran’a karşı yapabileceği sıcak bir saldırı hiç de kolay olmasa gerek. Saldırının ilk zorluğu, askeri sorunlardan ziyade medyatik boyutla ilgili. Bir saldırının ardından İran “mazlum ülke” sayılacaktır ve İsrail’e (ve destekçilerine) karşı dünyadan büyük ve haklı bir tepki gelecektir. İsrail böyle şeylere alışık, bunu göğüsleyebilir -ama destekçileri/müttefikleri göğüsleyebilir mi? Obama için bu hiç de kolay olmayacaktır. Hele operasyon için hava sahasını açması beklenen ülkeler için, -mesela Suudi Arabistan için- çok zor olacaktır.

İslamcı ideoloji kardeşliği üzerinden yakınlaşan İran ve Türkiye’nin, yeni trendin bir sonucu olarak Ortadoğu’da kalıcı bir güç olmaları ve barışı kurmaları mümkün değildir.

Herşeyden önce:
    Kapitalist çağa özgü postmodern bir format olan İslamcı ideolojinin -kapitalizmin mecburen aşılacağı orta vadede- bugünkü şekliyle hayatta kalması mümkün değildir. İslamcılık aşılacak, muhtemelen geriye İran-Şii yayılmacılığı ve geri çekilen Sünnilik kalacaktır. İran’ın temsil ettiği türden -modern çağın ürünü- antisemitik kin/nefret politikaları yenilmeye mahkumdur. Çünkü artık, “jeostratejik nüfuz” saçmalıklarından yola çıkan kin/nefret destekli savaşçı politikalarla çözülebilecek birşey kalmamıştır. Asıl sorun, dünyayı cehenneme çevirmek üzere olan kapitalist sistemin acilen yapısal reformlara tabi tutulması ve süreç içinde aşılmasıyla ilgilidir. Ve bu sorunun İslamla, Hristiyanlıkla, Yahudilikle, Araplıkla, Türklükle, Kürtlükle falan alakası yoktur. Bunların hepsine meydan okuyan ve insanlığı felakete sürüklemekte olan bir sistem söz konusu. Böylesine bütüncül, tüm dünyayı ve hayatın neredeyse her alanını kuşatan fundamental bir sorun, ancak barış içinde çözülür. Onun dışındaki savaş körükleyen alternatifler, “sorun”un insanlığı çözmesine hizmet etmektedir. Global bazda birbirinden öğrenen, sahiden demokratik, aktif anlaşı/uzlaşı/tartışma kültürünü işleterek ve -en önemlisi- konuşulanları da hayata geçiren demokratik mekanizmaları acilen kurarak, sorunu aşmak mümkündür. Teknik imkanlar buna olanak sağlıyor. Kendini dayatan bu zorunluluğun adına, isteyen ‘Devrim’ de diyebilir. Ve konu bu kez sadece proleteryayı, burjuvaziyi, köylüleri, mavi yakalıları, beyaz yakalıları, morları, uluslarötesi ve berisi tüm diğer gökkuşağı renklerini, sistem dışı kalmış Afrikalıları/Asyalıları falan da değil, dünyanın atmosferini, doğasını, dünyada yaşayan tüm diğer canlı türlerini de ilgilendirmektedir.

(18.11.2010, Konstantiniye notları)

Sorumluluk duygusunun katlinde medyanın rolü ve asıl sorun: "Tüketici ürkek vatandaş"

Modern insanın, daha Fransız İhtilali'nde koyduğu temel hedef, 'Kendi kararlarını kendi almak, kendi kendini yönetmek ve bunun sorumluluğunu da taşımak' idi. Daha sonra bu fikirden yola çıkarak, insanların birarada yaşamak için -kapitalizmin sınırları dahilinde- keşfettikleri "en iyi" siyasi sistemin demokrasi olduğuna karar kıldılar. 
Soğuk Savaş devrinin sonuna kadar, kapitalizm devri insanını tarif eden bu iyi özelliğin, neoliberal dönemde önemli ölçüde erozyona uğradığını söylemeliyiz. Şimdi, neoliberalizm sonrasına uzanan post-kapitalist dönemde, bu tip önemli bozulmalar daha net görülebiliyor. Mesela neoliberalizmin tipik temsilcisi İslamcı ve Hristiyancıların eski biat kültürünü yeniden canlandırabilmesi, bu erozyon sayesinde olabilmiştir. Tabii bozulma bundan ibaret olsaydı, sevinmemiz bile gerekebilirdi!..
Sistemin bozucu etkisi global ölçeklidir ve yeni medya anlayışında ifadesini bulmaktadır. Medyanın bozucu etkisi, demokrasilerin taşıyıcısı olan 'Özgür ve sorumluluk duyan insan'ı bozmuştur ve 'Kararlarını başkalarına aldıran, mücadelesini başkalarına yaptıran ve o başkalarının aldığı kararlara biat edip sorumluluk taşımak istemeyen, pasif tüketici' diye tanımlayabileceğimiz yeni bir modern insan türünün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Neoliberal dönemde ortaya çıkan bu insan türünün en uç örneği, biatkar İslamcılar/Hristiyancılardır ama onlardan ibaret değildir. Bozulma çok yaygın bir fenomendir ve çeşitli boyutlarıyla incelemeyi gerektirecek önemdedir.
Toplumların birarada yaşayıp, genç nesillere bilgi aktarımının sağlanmasının yanında, bir de duygu/sevgi aktarımı gerekir... Eskiden en doğal şey olan bu devamlılık ve toplumsal akit bozulmuş, ortak noktalar önemli ölçüde aşınmıştır. Yaşlılarınızı Darülacezelere doldurarak kuşaklar arası duygusal/sevgisel/deneyimsel geçişi hakkıyla gerçekleştiremezsiniz. Sadece bilgisayarlara yüklenmiş soğuk bilgilerle ve kitaplarla yerinemezsiniz. Bir anlaşma sözkonusudur burada, toplumsal bir akit. Kapitalizmin ortaya çıktığı devirlerden, çeğrek yüzyıl öncesine kadar kör topal da olsa işleyen bir toplumsal akit vardı. bu akitin yerine, tek tek bireylerin "hayatını/gününü yaşaması" anafikri geçmiştir.
Neoliberal dönemde, toplumun iç huzurunu ve kuşaklar değişimini garantileyen yazısız/sözsüz kuralların yerini zevk-ü sefa kuralı almıştır. Geleceği sadece kendini ilgilendiren "Ben"ci bir açıdan gören sığ bir tüketici zihniyeti... Bu sığ zihniyet, herkese eşit davranan adaletle falan da ilgilenmemektedir -çünkü sorumluluk duymayan bir tür naifleşme/basitleşme ifadesidir ve sistemin şartlarına uygun olarak bizzat medya tarafından yaratılmıştır. 1990'lı yıllarda Türkiye'de en sık duyduğum laf,"çok keyifli" veya "çok keyif aldım" gibi -sinir olduğum- bir laftı. Hedonizme varan "keyiflilik" salatasının hayatın amacı sayıldığı bir toplum ve onun "kaliteli" tüketicilik yönünü belirleyen medya entelektüeli!.. Asıl amaç, elbette daha çok tüketimdi. Sistemin en çok ihtiyacı olan şey! Herkese kendi hayatını -hem de ilke/milke tanımadan- yaşamayı empoze eden, bunun için lüks tüketimi hayat kalitesiyle eş tutan "engin" bir sorumsuzluk türü gelişti.
(Hukuk ve demokrasisiyle "kendine Müslüman" biatkar çevreler gökten zembille inmedi. Bu anlayışın yeni/kaba/fütursuz temsilcileri oldular)
Neoliberal dönemin sonlarına gelindiğinde (2008'de), internetin de yaygınlaştığı ortamda, cep telefonu ve sosyal paylaşım siteleri, tüketici alışkanlıkları istatistikleri üzerinden kurulmuş bir tür piyasa kontrolü/yönlendirilmesi söz konusuydu. Piyasa ile sosyalin önemli ölçüde özdeşleştiği günümüz aşamasında medya, tüketiciliğe indirgenmiş popüler kültürü önemli ölçüde etkileyip yönlendirebiliyor. Burada siyasi etkiden falan bahsetmiyoruz. Asıl etki, çok daha derin ve temel insani değerlerin bozulmasıyla ilgilidir. Mesela medyanın, giderek demokrasin işlevlerini üslenmesi ve halkın da seyirci pozisyonuna düşmesi sorunlardan biridir.
Burada medyanın halka sürekli telkin ettiği şey genellikle, sakin ve temkinli olmak, vakti gelince demokrasinin gereğini yaparak (yani "seçim"de oy kullanarak) "iradesini" beyan etmektir. Gerisi?!..
(Tavuğun gerisiyle derisi aslen medyaya aittir!..)
Bu demokrasi oyununun yanısıra medya, zaten doğasına da uygun olduğundan sürekli "günü yaşa" fikriyatını yaymaktadır. İnsanları kör tüketiciler haline getiren bir araçtır.
İnsanların üzerine hergün sayısız haber ve yorumu boca eden, onlara "nasıl yaşamaları gerektiğini öğreten" bu yapı, insanların belli konulara odaklanmalarını da önlemektedir. Bu çok önemlidir, çünkü insanların kendilerine bir karakter oluşturmaları çin gereken şartların altını oymaktadır. Tüketici toplumunun insanı, tüketim formatı çerçevesinde az ya da çok tüketebilmek dışında alternatif tanımayan, bu anlamda diğerleriyle arasında karakter farkı oluşturmakta sorunları olan, bu yüzden de yapay kimlikler icad edip kendine naylon karakterler kurmaya çalışan postmodern bir bieşer türüdür. Sosyal bütünün bugünü ve geleceği için sorumluluk duymayan, dikkat kesilmesi gereken -bütünü ve hayatı ilgilendiren- ve önemli konular hakkında dikkati tamamen dağıtılmış toplumlar üretmektedir medya. Medya dikkat dağıtmaktadır ve bunu kısmen bilinçli olarak yapmaktadır. Demokrasi mücadelesini basına bırakmış, kendisi "işinde gücünde oynaşında" olan korkaklar toplumunda, entelektüalizm ve düşünce de bitmiştir. Böyle bir toplumun kendisi ile ilgili tayin edici sorunu, Arapların havaya uçurduğu malum sorundur: Küçük çıkarlarını kaybetmek korkusuyla pasifizm... Şimdi asıl sorun da (yani bugünün post-kapitalist döneminde), bizzat bu hedonist özentisi medya mamulatı korkak insan türüdür. Medya pompalamasıyla kendine yeni ihtiyaçlar icad eden tüketici vatandaş... İşte sorunun adı. "Rahatsız edilmeden" istediğini istediği gibi tüketebilmek adına, demokratik kazanımlardan feragat edebilen, güçlüye biat eden, ruh fakiri sığ bir beşer türü... Bunların en gelişmiş modeli, medyanın demokrasi cengaverlerinin hınk deyicileri olarak, internette beş-on satırlık "okur mektupları" yazanlardır. (Hatta bazen onu bile yazmaya korkarlar!) Baş sorunun bizzat kendileri olduğunun asla farkında değildirler...
Soğuk Savaş bitince muhalifliği rafa kaldırıp sinsi bir sistem savunuculuğuna girişen Entelektüalizmin tükenişi, aslında eleştirel aklın ve ruhun da tükenişiydi.
Çeğrek yüzyıl önce entelektüalizm, eleştirel aklı terkederek kendine ve insana ihanet etmiştir...
Sistem eleştirisi gibi, toplum eleştirisinin de neredeyse ortadan kalktığı dönemde, "müşteri velinimetimizdir, müşteri hep haklıdır" misali kutsanan bir "eleştirilmez vatandaş" icad olunmuştur medya tarafından. Şimdi post-kapitalist dönemde eleştirel akıl geri dönmektedir.
Kendisinden başka kimseyle ilgilenmeyen tüketici pasif ve de modern insanın Arap devrimcileri tarafından kenara süprüldüğü günümüzde, tüketici reklamlerına indirgenmiş bu kültürsüzlük kültürü yaşıyor.
Reklamlar ve medya üzerinden yönlendirilen saf tüketici "kültürü" sahici kültür sanılmaktadır ve bunun böyle olmasında da medyanın büyük payı vardır. Kültür endüstrisi, esasen tüketim üzerine kuruludur ve onu teşvik etmektedir. Günümüzün mal/hizmet denizinde "kurtuluş" adına insanlara uzatılan can simidi, ("değiştirilemez") sistemin sınırları dahilinde iyi bir tüketici olmaktır bunun umududur. Eskiden böyle durumlarda yeni bir düzen hayal edilir, düzenin dışına çıkmak umuduyla mücadele edilir, sistemi yıkmak amaçlanırdı. Şimdi o sulara geri dönülüyor... Ama medyatik aydınlar, buna rağmen NewYork anılarını yazmaktan, pahalı yemekler yiyip pahalı şaraplar içmekten ve bunları köpürtüp anlatmaktan helak oluyorlar!..
"Herkes Petrus içince, bir tür ideal düzen, bir tür cennet sosyalizm kurulmuş mu olacaktır?!.."
-Bu mudur yani?!..
Medyanın işlediği en büyük günah, toplumları sorumsuz tüketiciler haline getirirken, bir taraftan da toplumların önemli/varoluşsal konulara dikkatlerini toplama özelliklerini yoketmesidir. Düşüncenin neoliberal dönemde bitip dibe vurduğu, ama dipten ivme kazanıp yeniden yükselmeye başladığı, yükselmek zorunda olduğu bir dönemdeyiz... İşte bu, umudu yeşertiyor.

2012 Aralık ayına doğru Türkiye'deki değişim ve dönüşümün ana hatlarına ilşkin zaman kalitesi notları

Mayıs 2010'den beri sürmekte olan ve 2011 sonuna dek etkiyecek olan "ani duyfusal gelgitler" döneminin ortalarındayız ve bu etki, iktidara karşı kuşkuların artmasına neden olduğu gibi, kamplaşmayı da keskinleştiriyor. Bu dönemin özelliği, bastırılıp susturulan eski haksızlıkların yeniden uyanması şeklinde ifade edilebilir. Basın üzerindeki ağır psikolojik baskının ters tepmeye başladığı ve muhalefeti susturmaya yönelik tutuklamaların eskisi gibi kimseyi sindirmeyip daha da bilediği emosyonal dalgalanmalar durumunu belirleyen bir etki bu. Aynı etkinin Ortadoğu'da daha büyük ölçekte isyanlara neden olduğunu, "demokrasi geleneği" teranesiyle iyice pasivize edilmiş Türklerin şimdilik üzülmekle ve Anıtkabir'i ziyaretle yetindiğini belirtmek gerek. Türkiye içinde huzursuz/tedirgin bir atmosfer hüküm sürüyor ve buna çeşitli adlar takılıyor. ("Korku imparatorluğu" vs.) Bu atmosferde aranan (ve bulunan) yol, 'Emosyonal bağımsızlık'tır. Bu yolun, Referandumdan itibaren keşfedildiği ve bu yolda ilerleme kaydedildiği -ama bunun ayrışmayı/kamplaşmayı pekiştirdiği- açık.
Geçen yılın Ekim ayında başlayıp 2011'in Ağustos ayında sona erecek başka bir etki, son derece önemli. Seçim dönemini karşılayan bu etki, Hükümet'in hareketlerini önemli ölçüde etkileyecek/engelleyecek etkileri destekliyor. Amerikan Büyükelçisi'nin ve Amerikan Hükümeti'nin somut tavırları ve Genelkurmay Başakanı'nın Hasdal hapishanesindeki tutuklu subayları ziyareti, Soner Yalçın'ın tutuklanmasına karşı yükselen güçlü tepki, İslamcı zihniyetin "Dekolte, tecavüz" vecizesine karşı yoğun kadın protestosu ve bu saçma vecizeyi bir tek kişinin bile savunamaması, şimdilik bu zaman kalitesine uygun gelişmeler. Savunulamayan bu saçmalıkların ve Demirelvari "Yaptım oldu" durumları, adaletsizliği amacı için tepe tepe kullanma vaziyetleri -kısacası, Menderes faşistinden günümüze kadar süregelen bir zihniyetin iflası söz konusu. Ne olursa olsun ilkeli ve adaletli olmak, kamu malını çalıp çırpmamak, yolsuzluk yapmamak gibi, Ordaoğululuğu aşmak istikametindeki gelişmeler, bu zaman kalitesine özgü durumları ifade ediyor. Menderes'ten günümüze uzanan ve "Muhafazakar Müslümanlık" tarafından desteklenen 'Yolsuz, Despot, Dinci ve Cinsiyetçi Ortadoğululuk' ile hesaplaşma dönemine tekabül ettiği için, dünya konjoktürü tarafından da desteklenen bir durumu ifade ediyor. Bu etkinin sonunda Türkiye'nin eskisinden daha güçlü bir ülke olma ihtimali bulunuyor ve etkinin sonu oldukça tehlikeli bir dönemi başlatıyor. 
'Yolsuz, Despot, Dinci ve Cinsiyetçi Ortadoğululuk' anlayışının Türkiye'deki temsilcisi AKP'nin bu tipik özellikleri sürdürmek konusundaki "kararlılığı", Türkiye tarihinin en karışık dönemlerinden birini başlatabilir. Biraz da seçim sonuçlarına bağlı bir durum olduğu için, ülkeye hakim bu eski Ortadoğulu özellikleri tasfiye etmek yönünde işleyen zaman kalitesine karşı kürek çekmek, AKP ve "Muhafazakar Müslüman" çevrenin felaketi olabilir. Buna en iyi çözüm, bu çevrenin bizzat kendinin bu eski kötü özellikleri terketmesi olabilir. Fakat bu bile, 60 yıllık köklü bir hesaplaşmayı gündemden düşüremez, ama şiddetini azaltabilir -ki Türkiye'de herkes için evladır. Bu dönem zarfında, şimdi dikkat çekmeyen bazı ekonomik güçlükler de gündeme gelebilir.
Yılın Şubat ayında başlayıp sonunda bitecek bir diğer zaman kalitesi, Türkiye'nin ikili ilişkilerinde kopmaya varabilecek gerginlikleri destekliyor. ABD ile gerginliğin böyle bir noktaya doğru gitmesi mümkün. Ama aynı gerginlik, Irak'tan çekilecek Amerikan askerlerinin ardından İran ile yaşanıp herkesi şaşırtabilir. Irak, Türkiye ve İran arasındaki geleneksel etki savaşı bölgesidir. Bu etki, ABD işgalinden beri İran lehine değişiyor ve Türkiye de hiç anlaşılmaz bir şekilde İran'ı destekliyordu. Oratdoğu'daki Sünni-Şii dengesinin -hem de Türkiye'nin kendi eliyle- bozulması ve islamcılığa "yatırım" yapılması, önümüzdeki dönemde faiziyle Türkiye'ye geri dönebilir. Gelişmelerin yönü İslamcıların 'Yolsuz, Despot, Dinci ve Cinsiyetçi Ortadoğululuk' anlayışının tersine işlediği için, türbanlı AKP neoliberalizminin, bir süze sonra Ortadoğu'da da terkedileceği söylenebilir. Şimdi Arap dünyasındaki gençler, internetten herşeyi okumaya devam ediyorlar. Bu nedenle Türk basını şimdi tarihi bir görev yapmaktadır (Amerikan büyükelçisi de bunu görmüştür). Herşeyin son derece açık ve dürüst olması gerekiyor. Bu dönemin en yapıcı özelliğidir ve gelişmelerin doğru/doğal istikametini destekleyecektir.
2011 Mart ayında başlayarak 2012 Aralık ayını da içerecek şekilde etkiyecek yeni zaman kalitesi, 'Aşırı duyarlılık' sözüyle özetlenebilecek bir duruma işaret ediyor. Bu dönemde karşılıklı incitici durumlar olabilir ve incinme, büyük felaketlere neden olabilir. Düşüncelerin hiç olmadığı kadar önem kazanabileceği bir dönem. 2012 Aralık ayında başlayacak 'Büyük Geçiş ve Değişim/Dönüşüm' nedeniyle, "sondan bir önceki" dönem olduğundan büyük önem taşıyor. Bu dönemde, bizim burada kısaca "Sezgi" diye adlandırdığımız "(reel) Gerçek Ötesi Algılama" durumlarının oldukça kuvvetleneceği ve tepkilerin buna göre olabileceği söylenebilir. Yaşam koşulları ve yaşam biçimleri konusunda herkesin daha da hassaslaşacağı söylenebilir. Ama beni doğrudan ilgilendiren konu, bu "sondan bir önceki dönemde" o "sezgi"lere göre (veya rağmen) nasıl davranılacağı... 
Şiirsel, yüce duygular içeren, büyük ruh yüceliğine giden kapıların açılacağı (veya tam tersi!) bir dönem olabilir. Türkiye çok güvendiği ve güvenmekte haklı olacağı yeni ittifaklar kurabilir. Bu ortaklıklar, Ortadoğu'da ve İran'da filizlenecek yeni iktidarlarla da olabilir, sürpriz sayılabilecek başka ülkelerle de. Bu etki, tam seçim dönemi öncesinde başlayıp 2012 Şubat'ta sona erecek başka -olumlu- bir etkiyle destekleniyor. Bu etki, aslen maddi çıkar için hareket edenlerin canını sıkabilecek türde. Mal ve paranın önemli olmadığı fikrini hızla güçlendirecek gelişmelerin yaşanabileceği ihtimal dahilinde. Para/pul, mal/mülk konusunda hukuki ve ahlaki sınırları aşmış olanların kanayacağı dönemin ilk başlangıcı olabilir. Sondan bir önceki dönemin en genel çizgileri böyle gibi.

Ortadoğu devrimleri ve Türkiye'deki gelişmeler karşısında Amerikan tutumu


ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone'nin basın özgürlüğü, OdaTV ve Balyoz davası tutuklamaları hakkındaki sözleri karşısında iktidarda bir panik havası gözleniyor. Beşir Atalay'ın "Türk basını Amerikan basınından daha özgür" sözleri günün espirisiydi -ve paniğin de ifadesiydi tabii.
ABD, sadece Ortadoğu ve İran'da değil, Türkiye'de de özgürlüklerden yana tavır alıyor ve bu yeni politika değişikliği ile, kaybettiği Ortadoğu halklarını kazanmayı amaçlıyor. Eskiden yerel despotları destekliyor, sadece onlarla muhatap oluyordu. 
İsrail'den ve ABD'den nefret etme şampiyonu bir Ortadoğu halkına dönüşmekte olan Türkleri kazanmak için de Ortadoğu'daki yeni tutumuyla aynı yöntemi izliyor ve halkın en azından yarısını (mesela Referandum'da 'Hayır' diyenleri) kazanmak konusunda da başarılı adımlar atmış oluyor.
Yeni bir durum.
Türkler, ABD ve İsrail'den en çok nefret eden birkaç halktan biriydi. "Müslümanlar", İsrail müttefiki olduğu için, "Laikler" de "BOP üzerinden Hükümeti desteklediği için" ABD'den nefret  ediyorlardı. Mesela Ergenekon tutuklamalarının arkasında bizzat ABD'nin olduğu düşünülüyordu. Büyükelçinin son çıkışından ve ABD Dışişleri Bakanlığının büyükelçiye sahip çıkmasından sonra, Ergenekon tutuklamalarının arkasında ABD Hükümeti'nin olmadığı anlaşıldı. Büyükelçinin tavrı, açıkça "Biz değiliz" anlamına geliyor. Peki kim ozaman?! İşte bu soru şimdi çok daha ciddi bir şekilde sorulabilir. (Herhalde Amerikan Hükümeti de bu soruyu sormaktadır!) NATO'nun ikinci büyük ordusunun hapse atılması, galiba NATO'nun birinci büyük ordusunu da ilgilendirmiştir! Bir süre bekleyip ortada ne döndüğüne baktılar ve anlaşılan, bekleme süresi sona erdi. 
ABD, Ortadoğudaki devrimci değişimi doğru okumaktadır ve bundan daha şimdiden kar etmektedir. Irak olayından beri Ortadoğu'da tüm prestijini yitiren bir ülke için oldukça önemli bir durumdur. Devrimlerin önlenemez ivmesi bakımından da önemlidir. ABD, akıntıya kürek çekmemeyi, bilakis akıntıyla birlikte hareket etmeyi seçmiştir -ki akıllıcadır. Çünkü gelişmeleri engellemek mümkün değildir. Askeri yöntemlerle ve katakulliyle halkları yönetmenin zor olduğu bir çağa adım attık. ABD de bunu anlamış görünüyor. 2008 yılından beri adım adım güçlenen yeni dönem, 2011'de karakterini çok daha da belirgin bir biçimde gösteriyor. Ortadoğu'daki halklar, Amerika'daki ve Batı Avrupa'daki gibi demokrasi istiyorlar, Türkiye'deki, Çin'deki ve İran'daki gibi değil. Asıl talep, ÖZGÜRLÜKLER istikametindedir. Ve böyle bir dönemde, Türkiye'ye hakim olan özgürlük düşmanı katı Sünni "dekolte tecavüzü tetikler" bilinçaltının/zihniyetinin, halklara sunacağı hiçbirşey yoktur. ABD, Neoliberal dönemin en başından itibaren (Sovyet döneminden beri) geliştirdiği 'Ilımlı İslam' projesini terkediyor. Çünkü dincilik orijinli söylemlerin ve katı Sünni yasakçı taleplerin zayıflayacağını görmektedir. Burada ABD ve Batı'nın hakim mantalitesine daha uygun taleplerle ortaya çıkan yeni halk/gençlik hareketlerine sahip çıkarak, ABD aslında bir kumar oynamaktadır. Ama doğru ata oynadığı için, böyle devam ederse kumarı kazanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. ABD, dünya ekonomisinin merkezi olmayı sürdürüyor ve çökme tehlikesiyle karşı karşıya. Kendi çıkarları için askeri opsiyon kullanma ihtimali -siyasi ve ekonomik nedenlerle- hızla azalırken, Ortadoğu'daki bu hareketlerin başarısına 'Demokrasi yatırımı' yapmak, ABD'nin elini rahatlatmıştır.
Herşey hızla değişiyor. Ortadoğu'da evrensel ölçülerde demokrasi kurmak çabası yükselirken, Türk Hükümeti'nin çifte standardı, fena helde sırıtıyor. İsrail nefreti, Hamas, Hizbullah, El Beşir ve en son İran avukatlığı derken, kendi ülkesinde muhalifleri hapislere doldururken, Mısır'da halkın özgürlük talebini desteklediğini söyleyen Türk iktidar politikacılarının çifte standardı daha da görülür hale gelmiştir. Ayaklanma İran ve Suriye'de oldu mu Türk Hükümeti sus pus olmaktadır.
Şimdi ABD, demokrasi konusunda Türkiye'nin içişlerine de karışacaktır -Zira bugün Ruşen Çakır'ın çok isabetli bir şekilde işraret ettiği gibi 'Demokrasi, temel hak ve özgürlükler gibi konular, artık hiçbir ülkenin iç işleri sayılamaz.' 
(Globalleşme sadece finans/faiz konusunda olmuyor, demokrasi konusunda da oluyor.)
Türkiye'nin yatırım yapılabilecek kadar güvenli bir ülke olup olmadığı konusunda, yatırmcıların kararlarını etkileyebilecek bir rapor hazırlamakla görevli 17 kişilik bir Amerikan askeri heyeti, Türkiye'yi ziyaret etti. Günün bir diğer önemli haberiydi (Akşam gazetesi). Aralarında Amerikan generallerinin de bulunduğu heyet, balyoz davasıyla da yakından ilgileniyor.
Şimdi başta komplocu eski Kemalistler ve İslamcılar olmak üzere herkesin kafası karışmış vaziyette. ABD, hem Çuval olayının gölgesini silmek, hem Türkiye'deki Amerikan nefretini azaltmak, hem de Türkiye'nin geleceğine yatırım yapmak için önemli adımlar atıyor. Ve önümüzdeki dönemde yaşanması muhtemel önemli gelişmelerden de kazançlı çıkacak gibi görünüyor. Bir ayağı çukurda son süper devlet ABD, kendi "sağlığı" için artık daha çok dikkatli olmak zorunda. Akıntı çok hızlı. Bu akıntıya karşı kürek çekmek mümkün değil.

Auguste Comte ve dünyanın başkenti İstanbul


Önce, bu ilginç adam hakkında birşeyler söylemek gerekiyor...
Auguste Comte 1798'de Montpellier'de doğdu. Napoleon'un İmparator olmasından iki yıl sonra 1816'da, öğrencisi olduğu elit okul Ecole Polytechnique, çıkan bir öğrenci ayaklanması nedeniyle kapatılınca, tıp okumaya başladı. Hayatının ilk virajını hızlı alan Auguste Comte, Fransız İhtilali'nin ideallerini savunan bu okuldan ayrıldıktan sonra, ailesi başta olmak üzere tüm katolik ve de monarşik fikirlerle fevkalade kavgalı biri haline geldi. Fena halde felsefe tutkunu genç adamın listesinde Hume, Kant'tan tutun da Montesquieu'ye kadar aydınlanmacı bütün ünlüler yer almaktaydılar. 1822'de, "Plan de traveaux scientifiques nécessaires pour réorganiser la société" adlı felsefi kitabını yayımladı. Pozitivizmin köşetaşlarından biri sayılan kitabını kaldırıp bir kenara atalım, bu arkadaş son derece kibirli, kendini beğenmiş, vükela türünden bir ükela, ateşli bir konuşmacı, yani çenesi düşük biriydi (hep öyle olurlar). Evini, elaleme allemelik taslamak ve konferanslar vermek için bir seminer salonu gibi kullanıyordu. 1826'da, psikolojik sorunları nedeniyle akıl hastanesine sevkedildi, bir yıl sonra da intihara teşebbüs etti.
Onun kendini yeniden toparlamasına yardım eden kadın, eski bir fahişe olan karısı Caroline Massin olmuştur. Auguste Comte, onun sayesinde yeniden çalışmaya ve seminerler vermeye yeniden başlamıştır. Daha 1838 yılında "Sosyoloji" terimini tarif etti ve kullanmaya başladı. Evli olduğu süre zarfında hazırladığı temel eseri, yedi ciltlik Cours de philosophie positive'i 1842'de tamamladı. Sonra, Paris'te bugünkü Comte Müzesi binasında Astronomi dersleri vermeye başladı... Naif pozitivizmi, hem birçok önemli bilim adamına/kadınına (Marie Curie) ilham vermiş hem de eleştirilmiştir (Max Planck). Comte, sosyolojiyi, bütün bilimlerin anası haline getirmek istemiştir ama getirememiştir. Arkadaş, "İlerleme" fikrinin 20'inci Yüzyılda saplantıya varacak ölçüde  abartılmasının da ilk müsebbibidir. Onun sloganı "Düzen ve İlerleme" (Ordem & Progresso), Brezilya bayrağındaki Dünya kuşağının üzerinde yazar.
Şimdi de Auguste Comte'nin bizi de ilgilendiren yanı...
1844'ten itibaren Auguste Comte'nin büyük yakınlık duyduğu bir kadın var. Platonik bir aşkla bağlı olduğu Clotilde de Vaux iki yıl sonra ölünce, garip bir dindarlık türü geliştiren Comte, kendini yeni bir dinin peygamberi ilan eder! Adına "İnsancıllık/hümanizm dini" (religion de l'humanité) denen dinine yandaş toplamaya başlar. İngiltere, Fransa, İsveç ve Amerika'da dinini savunan gruplar kurar. Auguste Comte, İslam dinine ve onun Peygamberi Hz. Muhammed'e büyük yakınlık duyan biridir. Kendine özel din kurmak türünden saçmalamasaydı, İslam dinini seçebileceği de söylenebilir, çünkü İslam hakkında büyük hayranlık ifadeleri malumdur.
Auguste Comte, "Kutsal Lig" adı altında, Hristiyanlığı, Müslümanlığı ve Museviliği birleştirmeyi hedeflemekteydi. "Diğer peygemberler arasında benzersiz" ilan ettiği Hz. Muhammed'i, bir disiplin ve güçlü irade timsali sayar.
Kendi dininin başkentini Paris ilan eden Auguste Comte, tıpkı Müslümanların Mekke'ye dönerek dua etmesi gibi, kendi dininden olanların da Paris'e dönerek dua etmelerini istemiştir. Paris'deki baş mabedi de Notre Dame kilisesidir. Auguste Comte, dininin bayrağını da, İslam'dan esinlenerek 'Yeşil' seçmiştir. Hatta bu rengi abartıp, tüm kitaplarının kapaklarının yeşil basılmasını da istemiştir! Daha sonra kurmayı planladığı partinin adı nedir? Tabii ki "Yeşiller" partisidir (bugünkü Yeşiller ile hiç alakası yok).
Auguste Comte, geleceğin dünya politikasının nasıl olacağına kafa yormuş ve ilginç sonuçlara varmıştır. Bir çeşit globalleşmenin gelecekte kurulacağını düşünmüştür ve mesela "Büyük Garb Cumhuriyeti" adı altında Avrupa'nın birliği fikrini ortaya atmıştır. Bu birleşik cumhuriyetin merkezi Paris olacaktır. Ama asıl amaç, Garbi Cumhuriyet ile Şark'ın birleşmesidir.
Auguste Comte, ilerleyen dönemlerde Paris'in önemini kaybedip Konstantiniye'nin önem kazanacağını ve Şark ile Garb'ın İstanbul'da birleşeceğini öne sürmüştür. Auguste Comte, Avrupa uygarlığına başkentlik ettiğini düşündüğü Atina, Roma ve Paris'in ardından İstanbul'un Avrupa uygarlık başkenti olacağını söylemiştir. Geçen yıl İstanbul, Avrupa kültür başkenti olmuştu, ama iktidarın kültür ve sanatla uzaktan yakından pek ilgisi olmadığı için, önemli fırsat önemli ölçüde heba edildi. Auguste Comte, "Gerçek Sonsuz Şehir" diye adlandırdığı İstanbul'un, ileride, Şark ile Garb'ın buluştuğu dünya başkenti olacağını söylemiştir. İstanbul, bu potansiyele elbette sahiptir. Ama İstanbul'u, kültür-sanat fukarası sonradan modernleşmeci türbanlı vasat erkekler yönetmeyi sürdürdükçe, şehrin bir uygarlık başkenti olması mümkün değildir. Auguste Comte'nin hayranı olduğu İstanbul, 21'inci yüzyılda bir başkent olabilir -ama siyasi bir başkent değil. Siyasetin ve ekonominin (ve sosyolojinin!) yeniden tarif edileceği önümüzdeki dönemde İstanbul, bir kültür ve uygarlık başkenti olmaya adaydır. Auguste Comte, din işlerinde yanılmıştır belki -ama bu konuda yanılmamıştır.

Özgür ressam Caspar David Friedrich'in tebeşir kayaları ve sırtı dönük insanları

Alman sanatçılar arasında favorim kim mi? Ben bu konuda, Beijing'deki büyük Milli Sanat Müzesi müdürü Fan Di'an ile aynı fikirdeyim diyebilirim: Caspar David Friedrich...
(Tabii yalnız o değil!)
Caspar David'in yandaki resmini ilk gördüğümde çok etkilendiğimi belirtmeliyim. O resim, 1818'de yaptığı "Rügen'in Tebeşir Kayaları" (Kreidefelsen auf Rügen) adlı tablosu. Romantizmin en önemli resimlerinden sayılan bu eser, 90 santime 71 santim boyutlarında ve halen İsviçre'nin Winthertur şehrindeki Oskar Reinhart Müzesinde sergilenmekte.
Caspar David'in 1817'de, kendinden yirmi yaş genç Christiane Caroline Bommer'le evlenmesinin hemen ertesinde, balayı için gittiği Neubrandenburg ve Greifswald'da, Rügen adasını ziyaretinden sonra bu resmi yapmaya karar vermiştir. Resim elbette bir yerin birebir kopyası değil. Ressam, çeşitli yerlerde hoşuna gidip kara kalem yaptığı özenli taslakları birleştirerek böyle olağanüstü bir doğa resimi yaratmıştır. Caspar David, böyle çok sayıda mistik doğa resmi yamıştır ve bu resim de onlardan biridir. Onun deyimiyle "Ressam, sadece gördüğünü değil, görmediğini de çizmelidir." Resimde de, hiçbir yerde olmayan -bazılarının üşenmeyip aradığı ama bulamadığı!- bir yer görüyoruz. Ve galiba o devrin ilk turistleri de resmedilmiş. Görüntü karşısında büyülenmiş iki erkek ve bir kadın.
Caspar David Friedrich, insanları genellikle arkalarından resmeder. Onların dünyasının dışından ama onlara yakın durur. Resimdeki üç kişiden bir tek, kırmızılı kadın konuşuyor gibidir. Erkekler uçurumdan aşağı bakmaktadırlar. Hatta ortadaki adam biraz kendini kaybetmiş, şapkası düşmüştür ve şehirli kıyafetiyle biraz şaşkın, çocuksu, uçurumdan aşağıya bakmaktadır. (Bence bu mutlu ve çocuksu adam, ressamın kendisi!) Sembolizme dikkat! Mavi, her zaman inancın rengidir. Kırmızı aşk, beyaz safiyet ve ölümün, yeşil de umudun rengidir. Dörtdörtlük inançlı birinin sembolleri.
On kardeşin altıncısı bu dahi çocuk, çocukluğundan itibaren bir tür borçluluk ve vicdani kırıklık duygusuyla yaşamıştır. Kayak yaparken kırılan buzun içine düşünce, onu kurtarmak için bir an bile tereddüt etmeyen kardeşi Johann Christopher suda boğularak ölmüştür. Ressam, 13 yaşındayken başına gelen bu olayın etkisinden kurtulamamıştır. Ondan sonra doğan üç kardeşi de çeşitli hastalıklardan ölen Caspar David, 16 yaşında resim dersi almaya başlamış. Tam Fransız İhtilali'nin Avrupa'yı sarstığı ilk yıllardan itibaren Napoleon savaşlarını yaşamış ve Alman Prensliklerinin ortaya çıkışını görmüş. Almanya'nın bu büyük, romantik ve naif ressamı, bir İsveç vatandaşıydı. Doğduğu Greifswald, 1815'e kadar İsveç toprağıydı ve Caspar David İsveçle gönül bağı da kurmuştu. Oğluna İsveç kralının adını verdi.
Caspar David, siparişle resim yapan ressamların ardından yeni doğan bağımsız ressamların ilk kuşaındandır. Resimlerini sipariş üzerine değil, kendi istediği gibi yapıyordu ve galerilerde satıyordu. Resimlerinde gerçek ötesi mistik/metafizik bir doğa anlayışı kurmuş ve doğayı garip bir melankoli içinde tasvir etmiştir. Unutulmuş biri olarak sefalet içinde ölen Caspar David Friedrich, 20'inci Yüzyılda yeniden keşfedildi ve romantizmin sembol isimlerinden biri sayıldı.
Caspar David'in resimleriyle haşır neşir olduğum dönemde, çizgi roman ustası François Burgeon'un beş ciltlik "Les Passagers du vent" (Reisende im Wind) okumaktaydım ve Caspar David'in özellikle "Kreidefelsen auf Rügen" tablosunun, bir grafiğe, veya bir çizgiroman karesine benzediğini düşünmüştüm. Burgeon, çok detaylı ve gerçekçi bir çizerdir ama o da kontrastları sever ve iyi yansitır. Yetişkinler için çizen bir çizgi romancıyla, genç karısı ve gençler için çizen bir ressamın buluştuğu yer, aydınlık bir yer...
(-Caspar'ın güneş açan karanlık doğa resimlerine rağmen!)

Mısır ekonomisi ve ABD'nin Ortadoğu politikası çökmek üzere mi?

10 Şubat günü Suudi Kralı Abdullah ile ABD Başkanı Obama arasında, bu iki ülkenin arasındaki en büyük krizin yaşandığı söyleniyor. İddianın sahibi, İsrail gizli servislerine yakınlığıyla tanınan Debka sitesi. Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek'in "düşürüldüğü" duruma çok kızan Kral Abdullah'ın, Obama ile telefonda tartışırken kalp krizi geçirdiği ve kralın ölüm döşeüinde olduğu gibi bir dedikodu dışarı sızınce, olayın petrol borsası ve finans piyasalarını etkilememesi için saray çevrelerinin, kalpkrizi haberini yalanladıkları söyleniyor. Suudi Kralı, sırtından olduğu bir ameliyat nedeniyle Fas'da dinleniyor.
Mısır'da olanlar, göründüğünden çok daha büyük bir etki yapmış olmalı ve bu etkinin Ortadoğu'daki dengeleri önemli ölçüde değiştirmesi ihtimali var.
Debka, Suudi Kralının, ABD'nin tutumunu çok sert bir şekilde protesto ettiğini iddia ediyor. Sitenin iddialarına göre Kral, bölgede istikrarın bozulacağını ve ABD'yi destekleyen tüm rejimlerin tehlike altında olduklarını Obama'ya söylemiş. Kral, Obama'yı, bölgedeki en sadık dostunu satmakla suçlamış ve Suudi Arabistan'ın, Mübarek'in geri dönmesi için elinden gelen herşeyi yapacağına, olanları (tarihi) geri döndüreceğine yemin etmiş! Bu konuşma gerçekleştiğinde Mübarek Mısır'ı henüz terketmemişti.
Kral Abdullah ve Mübarek yakın arkadaşlar. Kralın Suudi Arabistan'da da benzeri gösterilerin olabileceğinden endişelendiği ve Skendisinin de ABD tarafından Mübarek gibi yalnız bırakılabileceğinden korktuğu iddia ediliyor. Ayrıca ABD'nin Mübarek'i, Hariri gibi yalnız bırakmakla, vefasızlıkla suçluyor.
İddiaların en ilginci, Suudi Kralı'nın derhal İran ile diplomatik ve askeri ilişkileri güçlendirmeye çalıştığı konusu. Telefon görüşmesinden iki gün önce Obama'nın Fas'a özel bir adamını görüşmek üzere gönderdiği ama Suudi Kralın adamla görüşmediği de başka bir iddia.
Şu anda gelişmeler, Arap ülkelerinde yıkılan "statükocu" iktidarların İran ile uzlaşmaya meyilli olduklarını gösteriyor.
İran'ın güç kazanması karşısında İsrail ile yakınlaşan bölge ülkelerindeki iktidarlar, Tunus ve Mısır devrimlerinden sonra saf değiştiriyorlar. ABD'ye güvenmiyorlar. Bu yeni durum, İsrail'in İran tarafından Süveyş Kanalı üzerinden de kuşatılabileceği anlamına geliyor ki, paranoyak İsrail'in böye bir duruma nasıl (sert) bir yanıt verceğini kestirmek kolay değil!
Herzaman olduğu gibi, hiç konuşulmayan asıl konu şu: Mısır ekonomisi her an çökebilir. Askeri darbe, çöküşten önceki son şans olabilir. Gösteriler başladığından beri grevler de oluyor ve ülkenin demiryolları dahil birçok büyük işletmesi ya çalışmıyor ya da kapasitesinin altında çalışıyor. Süveyş Kanalı'ndan geçiş ücretleri alınmıyor mesela
ABD Süveyş Kanalı'nın güneyine, altı savaş gemisi ve küçük boy bir uçak gemisi gönderdi. İkibinden fazla Amerikan deniz komandosu ile birlikte bu askeri kuvvet, çıkarma harekatı yapabilecek şekilde teçhizatlandırılmış durumda. Süveyş Kanalı'nın kapanması halinde derhal müdahale edebilecek pozisyonda bekliyor.

Arap devrimlerinde internetin rolü ve devrimlerin ilk istikameti hakkında

Vladimir İlyiç Lenin, 1917'deki devrimden bahsederken, telefon ve telgrafın rolüne atıf yapmıştı. 1979'daki İran devriminde de kasetler ve kasetçalarlar önemliydi. Sony Walkman'ın ilk modelinin piyasaya çıktığı yıldı.
2009'da İran'daki muhalif Yeşil Hareket'in aktivistleri twitter ve facebook paylaşım sitelerini kullanmışlardı. Bu yılın başında, 24 Ocak günü iki muhalif, direnişin görüntülerini twitter'den dünyayla paylaştıkları için asılarak idam edildiler...
Esasen internet ve internetteki paylaşım sitelerini kullanarak organize olduğu düşünülen Arap gençliği herkesi birçok açıdan şaşırttı. Devrimin şaşırtan yanlarından biri, önemli bir ezberi bozması oldu. İnternet gençliğinin internetsiz direniş gösteremeyeceği düşünülürdü. İran'a bakarak kurulan bu denklem Mısır'da işlemedi.
Faşist Ahmedinecad'ın yaptığını, despot Mübarek de yapıp interneti kapattırdı, cep telefonlarını kestirdi, ama direniş bundan en ufak bir şekilde etkilenmedi.
Mısır'daki direnişçi gençler, daha internet kesilmeden önce 26 sayfalık bir broşür basıp dağıttılar ve direnişçilere twitter/facebook üzerinden değil de, e-mail ile haberleşmeyi ve fotolopiyle çoğaltılmış bildiriler kullanmalarını önerdiler. Devrimci gençlerin, internetin tehlikeleri konusunda İran deneyiminden kendilerine ders çıkardıkları anlaşılıyor. Orada gösteriler bastırıldıktan sonra İran polisi ve devrim muhafızları internetten kimin ne yazdığına bakıp muhalifleri toplamıştı. Gençlerin hem dünyayı aynen takip edip hem de bu kadar çabuk öğrenmesi ve anında reaksiyon göstermesi, bundan sonra da önemli sonuçlar doğuracaktır. Bu sonuçlardan birincisi, artık polis kuvvetiyle adam susturmanın pek mümkün olmadığı/olamayacağıdır. İkincisi, devrimci Arap gençlerin Doğu demokrasilerini değil Batı demokrasilerini örnek almasıdır. Ne Rusya, ne Çin, ne İran, hatta Hindistan bile örnek değildir. Ekonomik açıdan yükselen Doğu, özgürlükler konusunda cazip olamamıştır. Arap devrimlerinin ortaya çıkardığı en ilginç sonuçlardan biri budur ve kuşkusuz derinlemesine incelemeyi gerektiren bir durumdur.
Türkiye dahil bu bölgede iktidarlar, dobra dobra açık sözlü acıtıcı muhalefetlere kulak vermek ve onlara hoşgörülü/toleranslı olmak zorunda kalacaklardır. Çünkü tersi mümkün değildir. Demokrasiymiş gibi yapmak, hukukmuş gibi yapmak, demokraside kuvvetler ayrılığı varmış gibi yapmak, tek adam değil de Meclis karar veriyormuş gibi yapmak ve benzeri maymunluklar bundan sonra pek sökmeyecek gibi görünüyor. Bu yeni durumun nedeni, internet dahil çeşitli iletişim yöntemlerinin çok önemli bir işlevi yerine getirmiş olmasıdır: Enformasyon. Eskiden halklar, ülkelerindeki abuklukları "normal" sanıyorlardı. Artık birileri oturup internetten okuyor. Artık dünyada neyin ne olduğunu öğrenmek çok kolay. Meraklı gençler çok 'okuyorlar' ve 'sağduyulular'. Bu iki özelliğin birarada olduğu yerde, nepotizm ve iktidara yakınlık bazlı yerel despotlukların hayatı çok zordur artık. Oldukça yaygın sağduyulu yeni bir durum hakim olmakta olduğundan, internetin bir süreliğine yasaklamasının da bu temel durumu değiştirmediği anlaşılmıştır -ve bu önemlidir.
Evrensel sahici değerlerin yükseldiği, yerel despotların kendi kafalarına göre kurduğu "-mış" gibi "demokrasi"lerin yıkılacağı bir dönemde yaşıyoruz.
Arap rejimlerinin tamamı yıkılabilir. Ama göründüğü kadarıyla Arap ülkelerinde iktidarlara, Türkiye'deki light-İslamcı çevrelerin ve İran'ın beklediği gibi, İslamcılar gelmeyecektir.
(Çünkü ideolojik -özellikle de dinci- yaklaşımların giderek etki kaybedeceği bir zaman kalitesi söz konusudur ve bu durum giderek belirginleşmektedir.)

Arap ülkelerindeki devrimci gelişmelerin kısa kronolojisi

Gelişmeleri, 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması olayı çerçevesindeki hızlı ve barışçıl halk devrimlerine benzetebiliriz. Berlin Duvarı'nın yıkılması öncesi ve sonrasındaki olayları hatırlayalım. Çekoslavakya, Doğu Almanya, oradan Romanya ve Bulgaristan... Bu ülkeler ve diğer "Sosyalist" ülkelerde halk isyanı, sadece köhne/kukla "sosyalist" iktidarların değil, Sovyet tipi "sosyalist" rejimin de yıkılmasına neden olmuştu ve nihayet 1991'de Sovyetler Birliği çökmüştü.
Şimdi çöken, Ortadoğu'nun pragmatik köhne despotizmi. Ve çöküş, sanıldığı gibi sadece Amerikan destekli Mübarek ve benzeri despotları değil, Suriye ve Hamas gibi Amerikan/İsrail düşmanı iktidarları da kapsıyor.
Mesela Hamas'a karşı "Dönüşüm Manifestosu"nu yayımlayan Gazzeli Gençlik Hareketi, manifestoda, "Biz özgür olmak istiyoruz" diyor. "Biz normal bir hayat yaşayabilmek istiyoruz." Burada sözünü ettikleri 'Normal hayat', Hamas'ın katı "İslami Yaşam Tarzı"na karşı bir hayat tarzıdır.
Bir ay içinde bütün Arap coğrafyasını sarsan gelişmelerin kısa kronolojisi, gelişmelerin seyri konusunda bazı ipuçları verebilir:
17 Aralık
Tunuslu manav üniversiteli Muhammed, polisin keyfi davranışı ve haksızlığını protesto etmek için kendini ateşe verdi. Ayaklanma ve gösteriler başladı. Benzeri olaylar diğer Arap ülkelerinde de görüldü. Tunus Cumhurbaşkanı Bin Ali, Tunus'da interneti kısmen kapattırdı. Arap ülkelerinde yaygın gösteriler başladı.
7 Ocak
Cazayir'de gösteriler sırasında ölenler oldu.
8 ve 9 Ocak
Tunus'daki gösterilerde çok sayıda gösterici öldü. Cezayir'de polis, bine yakın kişiyi tutukladı.
12 Ocak
Tunus içişleri bakanı görevinden alındı. Üniversiteler kapatıldı. Polis geri çekilmeye başladı. Yer yer yağmalama olayları.
14 Ocak
Bin Ali Suudi Arabistan'a kaçtı. Ürdün'de protesto gösterileri.
15 Ocak
Bin Ali'nin ailesinden olanlar tutuklandılar. Tunus'da yen seçimlerin yapılacağı ilan edildi.
17 Ocak
Kahire'de Meclis binası önünde göstericiler kendini yakmaya çalıştı.
18 Ocak
Kahire'de üç kişi kendini yakmaya çalıştı. Tunus'ta eski iktidara karşı gösteriler sürüyor.
21 Ocak
Ürdün'de gösteriler.
25 Ocak
Mısır'da tüm ülkede gösteriler. Çok sayıda ölü ve yaralı var.
26 Ocak
Eski Tunus Cumhurbaşkanı için uluslararası tutuklama emri çıktı. Mısır'da internet kapatıldı.
27 Ocak
Mısırlı muhalefet lideri El Baraday Kahire'ye geldi. Yemen'in başkenti Sanaa'da büyük bir kitle gösterisi oldu.
28 Ocak
El Baraday'a ev hapsi. Mısır ordusu büyük şehirlerde gösterilere müdahale ediyor. Ürdün'de yeniden büyük bir gösteri.
31 Ocak
Mısır ordusu, barışçı gösterilere müdahale etmeyeceğini ilan etti. Suriye Cumhurbaşkanı Esad, reformlar yapacağını ilan etti.
1 Şubat
Mısır'da milyonlarca insan gösteri yapıyor. Cumhurbaşkanı Mübarek, birdahaki seçimlerde aday olmayacağını ilan ediyor. Ürdün Kralı II. Abdullah, Ürdün Hükümeti'ni görevden azletti. Cezayir'de devletin çeşitli kesimlerinde çalışan onbinlerce kişi greve çıktı ve Hükümet'in istifasını talep etti.
2 Şubat
Yemen'de Cumhurbaşkanı Salih, 2013'deki seçimlerde aday olmayacağını ilan etti. Mısır'da Mübarek taraftarları yabancı gazetecilere saldırıp onları ayaklanmaları kışkırtmakla suçladı. Mübarek taraftarları ile karşıtları arasındaki çatışmalarda yüzlerce insan yaralandı. El Baraday, orduyu halka karşı şiddet kullanmamaya çağırdı. Mübarek, "ülkede kaos çıkar" bahanesiyle, geri çekilmeyeceğini açıkladı ve muhalif Müslüman Kardeşler'i görüşmek üzere çağırdı.
3 Şubat
Yemen halkı, "Öfkenin Günü" gösterilerine bütün ülkeyi çağırdı ve hükümetten yeni taleplerde bulundu. Gösterilerde olay çıkmadı. Cezayir Cumhurbaşkanı, reformlar yapacağını açıkladı ve İslamcı teröre karşı daha ciddi olunacağını ilan etti.
4 Şubat
Suriye halkı, ülkede yaşam koşullarının düzeltilmesi için "Öfkenin Günü" çağrısı yaptı. Gösteriler sakin geçti. Fas'da da gösteriler başladı. Tunus'da 24 valinin tamamı görevden alınıp yenileri atandı. Avrupa Birliği, eski Tunus Cumhurbaşkanı, karısı ve onlara yakın 46 kişinin AB'deki tüm banka hesaplarını dondurduğunu ilan etti. ABD, Mısır ordusu ile Mübarek'in iktidardan indirilmesi ve Mısır'da geçici bir yönetim kurulması konusunda pazarlıklar yapıyor. Amerikan basınından sızan haberlere göre ABD, Mübarek'in yardımcısı Ömer Süleyman'ı destekliyor ve muhalefetle ortak hareket etmesini istiyor.
5 Şubat
Mısır'da iktidardaki Ulusal Demokrat Parti'nin yönetimi istifa ediyor. Mübarek'in oğlu Cemal de (müstakbel Cumhurbaşkanı!) partideki önemli yerini kaybediyor. Tunus'daki gösterilerde polis iki göstericiyi vurarak öldürüyor. Suudi Arabistan'da başlayan gösteriler sürüyor. 40 Kadın, İçişleri bakanlığının önünde gösteri yapıp siyasi tutukluların serbest bırakılmasını istiyorlar.
6 Şubat
Tunus'da yeni kurulan geçiş hükümeti, eski Cumhurbaşkanı Bin Ali'nin partisini tasfiye ediyor. Mısır'ın Cumhurbaşkanı yardımcısı Süleyman, Mübarek'ten iktidarı devralmayı reddediyor, ama anayasayı değiştirmeyi ve memur maaşlarına zam yapmayı vaad ediyor.
7 Şubat
Yemen polisi, Cumhurbaşkanı'nın istifasını isteyen göstericilere karşı sert davranıyor.
8 Şubat
Mısır Hükümeti'nin gösterilere bir son vermek istediğini ilan ettiği gün, gösterilere katılanların sayısı tam bir rekor kırıyor. Gösterilerde ölenlerin sayısı 300'ü buluyor. Irak'daki El Kaide, Mısırlıları cihada çağırıyor.
9 Şubat
Müslüman Kardeşler, Mübarek ile yaptıkları görüşmeleri sona erdirip, Mısır'da Mübarek'in istifasını isteyenlere katılıyorlar.
12 Şubat
Cezayir'deki halk hareketi, 12 Şubat günü Hükümeti düşürmeyi amaçladığını açıklamıştı.
Mübarek Mısır'ı terketti...

Ortadoğu'da 'devrim' derken savaş ihtimali mi?

Türkiye, çok olumlu bir şekilde Mısır'la yatıp kalkıyor. Dış politikanın her zaman güdük kaldığı ve Türkiye'yle irtibatlandırılmayan hiçbir dış haberin okunmadığı bir ülkede kuşkusuz olumlu bir gelişme.
Burada dikkat çekmek istediğimiz konu, Tunus'daki ayaklanmalar esnasında geçen yılın son The Economist dergisi sayısında, bir Ortadoğu savaşının beklendiğini yazmış olmasıdır. Dergi, şimdiye dek yaşanan en büyük Ortadoğu savaşının çıkabileceğinden bahsederken Avrupa'da Euro krizi gündem konusuydu ve Ortadoğu henüz kimseyi ilgilendirmemekteydi. Ortadoğu'daki isyanın ve büyük gösterilerin yayılması, bir savaş ihtimalini güçlendiriyor mu?
(Bence 'Hayır.')
Ama "Evet güçlendiriyor" diyen ve savaş konusuna dikkat çeken kişi, NATO Genel Sekreteri Rasmussen ise, oraya bir mim koymak gerekir. Rasmussen, Ortadoğu'dan büyük göçler olabileceğine işaret ediyor. Avrupalılar, Mübarek'in Mısır "taht"ından uzaklaştırılmasından sonra iktidara her kim gelirse gelsin ve ne kadar demokratik olursa olsun, isyancı gençliği tatmin edemeyeceğini düşünüyor. Anlaşılan tam bir "devrimci atmosfer" kuşkusu var ve hep protesto eden talepkar bir gençliğin bitmeyecek taleplerinden çekiniliyor.
Bu konu, Türkiye dahil birçok ülkeye şunu hep hatırlatmalı:
Mısır'da eğitimli genç işsizlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor ve bu insanlara iş bulmak artık mümkün değil. Aynı şey, henüz patlama aşamasına gelMEmekle birlikte Türkiye için de geçerli.
Artık, 20'inci Yüzyılın "Herkesi iş" sloganını 21'inci Yüzyılda gerçekleştirmek kesinlikle imkansızdır.
İşsizlik elbette ilk temel sorundur ve olmayı sürdürecektir...
Ama bu sorunun çözümü, herkese iş bulmak değildir. Bu konu anlaşılmadan, önümüzdeki dönemde temel sorunları çözmek ve özellikle gençliği sakinleştirmek mümkün olMAyacaktır. Kapitalizmin para/iş odaklı yaşam biçiminde değişiklikler yapmak bir zorunluluktur. Eğer bu yönde adımlar atılmazsa, tarih bunu kendi bildiği yollardan dayatacaktır ve işte o zaman savaşlar gündeme gelebilir.
Nitekim bir Sosyolog, Prof. Gunnar Heinsohn, yakında Mısır'da katliamların yaşanabileceğine dikkat çekiyor. (Bakınız, 4.2.2011 tarihli  Frankfurter Allgemeine Gazetesi, "Das grosse Töten der Jungen" başlıklı makale). Heinsohn'un tesbitleri çok çarpıcı:
"Yemen ve Gazze'de yaş ortalaması 17, Tunus'de 30, Mısır'da 24. Gösterilerdeki şiddet potansiyelini göstermesi bakımından tayin edici. Mısır'ı idare eden jenerasyonun temsil edildiği 50-64 yaş aralığındaki nüfus sayısı 4.4 milyon. Ama 15 ile 29 yaş arasındaki genç erkeklerin nüfusu 12.5 milyon."
Heinsohn, yaşlı jenerasyonun görevden uzaklaştırılmasından sonra mutlaka hır çıkacağını, çünkü işsizlik deryasında herkesin biryerlere gelmek için mücadele edeceğini ve bunun için çeşitli siyasi bahanelerin uydurulacağını düşünüyor. Ve asıl tayin edici konu:
Heinsohn, devrimden sonra yeni devrimci gençliğin, eski elitler arasında katliamlar yapabileceği konusunda uyarıyor. Ordunun pasif kalmasının hata olacağını ve devrimin kanlı olabileceğini söylüyor. Yaşlıların örgütü Müslüman Kardeşler'in pasifliğinin altında da, gençliğin gücü karşısındaki acizliğini gösteriyor. Heinsohn, aynı nedenlerle Hamas'ın da gençliğin gücünden korktuğuna işaret ediyor ve Mısır'daki harekete karşı aldığı tutumun altında, kendi gençliğinden duyduğu korkunun yattığına dikkat çekiyor.
Ürdün ve Suriye'nin nüfus ortalaması 22 olduğundan, buralardaki isyanın nisbeten daha az radikal olabileckken, Yemen'de isyanın daha radikal olabileceği de, Heinsohn'un tahmini. Yeni demokratik internet gençliğinin Ortadoğu'daki iktidarları iyice zorlayabileceği kesin.
Yeniden NATO'nun "ilginç" savaş tahminlerine geri dönersek...
Ayaklanma ve gösteriler Irak'a da sıçramış vaziyette. Orada da kendileri için bir gelecek göremeyen gençler ayaklanıyor. Bunun siyasi ifadesi heryerde başka türlü. Ama burada dikkat çekici bir şey var ki bence önemli:
ABD yetkililer, İsrail askeri yetkilileriyle Ocak ayının ortasında -daha Arap isyanları başlamadan- buluşup, Ortadoğu'daki olası gelişmeler hakkındaki tavırlarını anlamaya çalışıyorlar ve görüyorlar ki İsrail, yakın bir gelecekte çıkabilecek yeni bir Ortadoğu savaşında çok sayıda insanın ölebileceği ihtimaline hazırlanıyor! (Bkz. İsrail sitesi Arutz Sheva'nın garip haberi: Tıklayınız).
Şu anda Gazze'den İsrail'i vurabilecek ellibin roket bulunuyor. bu sayının abartılı olup olmadığı ayrı konu. Ama İran'ın (Türkiye'nin de desteğiyle!) yükselen bölgesel nüfuzu "sayesinde", İrancı/İslamcı Hamas-Hizbullah tipi örgütlerinin eskisinden daha ciretkar oldukları açık. Ulaşan haberlere göre ABD, israil'i savaştan uzak tutmaya, ilk olayda hemen savaşa girmesini önlemeye çalışıyor. İsrail'in karar verdi mi kimseyi dinlemediği malum olmasına rağmen, ABD'nin savaş karşıtı tutumu doğru elbette. Ama sahiden de savaş istemiyor mu? ABD iflas etmek üzere ve bir savaş, Amerikalıların dikkatini dışarı çeker. Çöküş dönemlerinde savaş, süper ulus-devletlerin tercihlerinin hep başında gelmiştir.
Şimdi en önemli konu, Mısır ve diğer Arap ülkelerindeki halk hareketlerini, bazı fırstçıların provokasyon için kullanmasını önlemek. Bunun için basına büyük görevler düşüyor. Çünkü bir provokasyonu önlemenin en garantili yolu, onu deşifre etmektir. İsrail'in ABD'nin, NATO'nun savaştan bu kadar "korkması" dikkate değer bir durum!

Max Planck / Maddenin en küçük parçası 'Atom'u keşfeden fizikçinin, 'Ruh' hakkındaki fikirleri

"Bir fizikçi olarak; yani bütün hayatı boyunca uyanık/rasyonal bilimlere, yani maddenin araştırılmasına/keşfine hizmet etmiş biri olarak, uçuk sayılacaklardan biri değilim kuşkusuz. Ve atomu keşfimden sonra size şunu söylüyorum: Aslında madde diye birşey yok!
Madde denen şeylerin hepsi, atomu oluşturan partikülleri titreştirerek küçücük güneş sistemleri şeklinde birarada tutan bir güç tarafından oluşturuluyorlar ve hepsi o güçten ibaret. Uzayda ne akıllı ne de sonsuz bir güç olmadığına göre, bu gücün ardında bilinçli ve akıllı bir ruhun olduğunu varsaymak zorundayız.
İşte o ruh, maddenin öznedeni! Görünen madde, geçici/süreli olan madde Gerçek, Sahici değil. Görünmeyen, ölümsüz olan ruh Gerçek, Sahici.
Ama ruh da kendi başına olamadığı için, her ruh bir varlığa ait olduğu için, mecburen ruh-varlıkları kabul etmek zorundayız. Ruh-varlıklar kendi başlarına olamadıklarından ve yaratılmış olmak zorunda olduklarından, bu gizemli yaratıcıyı yeryüzündeki her kültürlü halkın binlerce yıldır adlandırdığı gibi adlandırmaktan çekinmiyorum: Tanrı.
Gördüğünüz gibi sevgili dostlarım, bütün yaratılışın öznedeni ruha artık inanılmadığı için Tanrı'dan uzakta kalmanın acısıyla yaşarken, en küçük görünmeyen bir parçacık (atom), gerçeği maddedelisi materyalizmin mezarlığından çıkarıyor ve kaybedilip unutulan ruhun dünyasına giden kapıları açıyor."

(1944 yılında yaptığı bir konuşmadan.)

Max Planck (1858-1947)
Albert Einstein ayarındaki bir-iki teorik fizikçiden biridir. Hatta adı Einstein'dan sonra en çok bilinen fizikçidir (Einstein'dan yirmi yaş büyüktür). Kuantum fiziğinin kurucusudur. 1918 yılının fizik Nobel ödülünün sahibidir. 1885'de profesör oldu. Max Planck'ın yukarıdaki konuşmayı yaptığı yıl, oğlu Erwin Nazilere karşı direniş örgütüne katılmak suçuyla tutuklanıp yargılandı, ölüme mahkum edildi ve 1945'de Gestapo tarafından kurşuna dizildi. Savaştan sonra Max Planck, 1946'da Isaac Newton'un üçyüzüncü yaşgünü törenine Royal Society'nin davet ettiği tek Alman bilim adamıydı. Hayatının son günlerini, çok sayıda üniversitede sürekli seminerler vererek ve dolaşarak geçirdi.

Muhteşem Yüzyıl'ın setinde Kanuni Sultan Süleyman'la aynı göz hizasında olmak

TEM stüdyaları, Mahmutbey, İstanbul...
Bir koltukta oturan padişah, son derece rahat. Halit Ergenç, komplekssiz ve son derece rahat bir aktör.
Kamera raylarda ona doğru ilerliyor.
"On tane şehzadem de olsa biliyorum..."
Sultan Süleymen traş olurken konuşuyor...
Yedinci bölüm çekimleri. Sette prova...
Rejinin sesi duyuluyor:
"Arkadaşlar sessiz... Arkada yürümeler dursun, başlıyoruz..."
Sette çıt çıkmıyor.  Çekim tekrarlanıyor...
"On tane şehzadem de olsa biliyorum..."
 Sultanı traş eden zülküflü iç oğlanı rolündeki figüran uyarılıyor. Arkadaş sahiden de barber. Mesleği bilen biri bu rol için seçilmiş. Dekorasyonda inanılmaz detaylar var ve böyle inceliklere çok önem veriliyor...
3500 metre karelik bir alana kurulmuş sette, Topkapı Sarayı'nın birçok odası birebir kopyalanmış. Şimdi yeni bölümlerde gösterileceği için bir Venedik sarayı ve bir Avrupa Sarayı kuruluyor. Onlar inşa aşamasında ve böyle işleri on gün gibi inanılmaz kısa zaman dilimlerinde hallediyorlar, herşey büyük özenle yapılıyor. Dekorlara yakından baktım, herşey orijinali kadar gerçek neredeyse, çünkü el işi. Ahşap kapıların kıvrımlarından, kostümlerin düğmelerine ve işlemelerine kadar en ince ayrıntı düşünülmüş.
Kantinde Sultan Süleyman yanımıza geliyor ve bana elini uzatıyor:
"Ben Halit..."
Osmanlı'nın en büyük Sultanıyla konuşuyoruz! Mütevazi, akıllı ve keyifli bir aktörle sohbet ediyoruz. Küçücük kare şeklinde bir masanın başındayız. Konuşurken elleriyle de anlatıyor, jestler yapıyor ve dikkat ediyorum, iri elleri, uzun parmakları var. Parmaklarında kocaman taşlı dev yüzükler. Bu takıların yüzde 80'inden fazlasının hakiki olduğunu sonradan öğreniyoruz. Kocaman mavi gözleriyle sakin sakin konuşuyor Sultan Süşeyman. Sol ayağı alçılı. Ama yürümesini engellemiyor. Savaş oyunları ve eski silahları kullanmayı öğrenirken yaralamış kendini. Onda büyük oyuncu kumaşı var gibi. Umarız dünya filmlerinde de oynar. Türkiye'de, dünya filmleri çekebilecek, oynayabilecek kalitede insanlar çoğalıyor. Şimdi sırada iyi projeler, orijinal fikirler üretmek var. Televizyon'da da tecrübe biriktirdiği anlaşılan yeni bir film dünyası belirginleşiyor Türkiye'de ve giderek profil kazanıyor...
Hürrem, neşeli bir genç kadın.
Repliklerini ezberlerken odasına dalıyoruz... Önce şaşırıyor!
Kocaman bir aynanın önünde, kostümüyle, ona daha kolay gelen Almanca dilinde heyecanlı heyecanlı konuşuyor. Meryem Sarah Uzerli, Türkçe repliklerin ona zor geldiğini ama hızlı öğrendiğini, dizinin ve rolünün, onun için büyük bir tecrübe olduğunu anlatıyor. Rolü oynamaktan gurur duyduğu da belli. Nasıl keşfedildiğini anlatıyor Berlin'de. Türkçesi sahiden de aksanlı. İnanılmaz seviliyor. Türkiye'de gördüğü sevgiden ve içten ilgiden çok etkilenmiş.
"Bir günde hayatım değişti. Karar verildi ve derhal İstanbul'a taşınmak zorunda kaldım" diyor. "Sonra yeni arkadaşlar, yeni yemekler, yeni bir dünya..." Hürrem'in nasıl fırtınalı bir kadın olduğunu, inişli-çıkışlı ruh halini anlatıyor. Hürrem kostümü içinde neşeli yaramaz bir kız gibi, repliklerini tekrarlıyor aksanlı Türkçesiyle.
Dizinin yazarı Meral Okay, ikibuçuk yıl önce start alan "Muhteşem Yüzyıl"ın hikayesini anlatırken dikkatimi çekiyor, pattadanak soruyorum:
"Aynı İlber Hoca gibi gülümsüyorsunuz, onunla bir yakınlığınız var mı?"
Sorum çok hoşuna gidiyor.
"Evet var" diyor ve İlber Ortaylı Hoca'ya benzetilmenin bir şeref olduğu anlamına gelecek şeyler anlatıyor, örnekler veriyor. "Biz birbirimize benzeriz" diyor ve tarihe olan ilgisini anlatıyor. Yakında Aya İrini'de bir podyum tartışması/sohbeti olacağını ve İlber Hoca ile aynı masadan davetlilere hitab edeceğini söylerken gene İlber Hoca gibi gülümsüyor. Kendinden emin güçlü bir kadın Meral Okay.
Dizinin hiçbir filmini sonuna kadar seyretmediğim halde (internetten kısa bölümler izledim), özenli çalışmadan, oyunculardan ve özellikle de dekorun mükemmelliğinden etkilediğimi söylemeliyim. Mesela sarayda hamam sahnelerinin çekildiği hamam aynen inşa edilmiş ve buharından mermerine kadar gerçek. Sadece sütunlar özel bir plastikten. Musluklardan şarıl şarıl su akıyor. Dekorasyonda gördüğünüz mermerlerin, kıymetli taşların tamamına yakını gerçek. Üçyüz kadar kişi, gece gündüz demeden çalışıyor bu dizi için. Kantin harika! Siz çayınızı içerken bir bakıyorsunuz kavuklu bir paşa geçiyor yanınızdan, koridorun öbür başında kayboluyor.
İşin siyasi yanı bu yazıyı -şimdilik- ilgilendirmiyor. Ama şu kadarını söyleyelim:
Dizi daha başlamadan, basında koparılan gürültüyü anlamak zor değil elbette. Onu ayrıca incelemek gerekir. Yalnız, koparılan o gürültünün -oyuncuları ve yazarı oldukça rahatsız etmekle birlikte- dizinin daha da popüler hale gelmesini sağladığı kesin. Tarihe sadık kalmak adına, İlber hocanın önerdiği tarihçi danışmalanlarla çalışılan kurgu bir dizi filmin üzerine gelenler, diziyi popüler hale getirmişler. Yani dizi hakkında demediğini bırakmayan, Sultanları İslamcı gibi göstermeye çalışan İslamcı "Ecdadımız" edebiyatı sayesinde her iki aileden biri, prime time'da "Muhteşem Yüzyıl"ı seyrediyor, merak ediyor, araştırıyor ve Sultanların İslamcılar gibi olmadığını görüyor. Bu kadarla da kalmıyor...
Topkapı Sarayı'nın Türk ziyaretçilerinin sayısında bir patlama yaşandığını biliyor muydunuz? Sultan Süleyman ve dönemi hakkındaki kitapların yok sattığını da buna ekleyelim. Türkiye, şimdi de Osmanlı tarihinin "İslamcı Ecdadımız" versiyonuyla hesaplaşıyor. Türkiye'de birşeyler değişiyor ve iyi yönde değişiyor.

Başkalarını ezen "özgürlük!"

27 Haziran 1793'te Peder Jacques Roux, Paris'te seçkin bir kalabalığa 'Enragés Manifestosu'nu okudu.
Manifesto, ticaret özgürlüğüne ve özel mülkiyete karşı sosyal/ekonomik bir devrim çağrısında bulunmaktaydı. Keskin sözlerdi...
"Bir sınıfın bir diğer sınıfı açlıktan öldürmesi cezasız kalıyorsa, orada "Özgürlük" (sözü), sadece çok bilmişlerin uçuk bir saçmalığından başka birşey değildir. Eğer zenginler, kendi monopollerinin yardımıyla, birlikte yaşadıkları insanların ölümü-kalımı hakında karar veriyorsa, orada "Eşitlik" bir saçmalıktan başka birşey değildir."
Mısır'da yaşananların ve devrim diye adlandırılan gelişmelerin özünde, sadece yerel değil, genelde sisteme karşı bir isyan duygusu yattığı giderek daha iyi anlaşılacak gibi görünüyor.. Konu sadece Arap ülkeleriyle sınırlı değil.
(Arap ülkeleri, sistemin en kötü işlediği yerlerin başında geliyor.)
Yeni bir sivil toplum anlayışı doğuyor.
Dünyanın kaynaklarını çarçur eden ve gelecek nesilleri düşünmeyen bencil hükümdarlara/iktidarlara ve dünya ekonomi elitine karşı oluşan yeni global sivil toplum, köhne ulus-devletlerin ötesine doğru açılan yeni alternatifler arıyor.
Yeni hareket, internet üzerinden yerelden globale uzanan yeni örgütlenme biçimlerini kullanıyor ve evrensel değerleri esas alıyor. 
Yeni denklemde...  
İtiraz kültürü ile biat kültürünün çatıştığı görülüyor.
1997-2008 döneminin hakim paradigmalarından biri olan biat kültürüne karşı, 2008-2024 döneminde, yeni itiraz kültürü güç kazanıyor ve 2011 yılının daha başında önemli bir yükseliş kaydettiğini gösteriyor.
Başkalarını ezme "özgürlüğü" ve referandumla/seçimle, kendi "tek alternatif"ini yüzde 95 oyla seçtirip buna da "demokrasi" demek anlayışı hızla çöküyor...
Herşeyi kendine yontan "demokratik" totaliter anlayış, globale uzanan büyük bir itiraz kültürü tarafından sarsılıyor.