Amerikan "Paralel Devlet"i ve evrensel tecrübe

11 Eylül 2001 günü Federal Acil Durum Ajansı  FEMA (Federal Emergency Management Agency) ABD'nin yönetimini fiilen ele geçirdi mi, yoksa bu sadece mesnetsiz kuru bir komplo teorisi mi?
George W. Bush'u tehdit ederek ona bir global savaş planı dayattıkları iddia edilen ve bu planı kısmen uygulatmayı başaranların devlet içinde devlet gibi kullandıkları öne sürülen FEMA nedir?
Nükleer silahların kullanıldığı bir savaş sırasında devletin devamlılığını sağlamak üzere devreye girip tüm demokratik kurumları devre dığı bırakma yetkisi kazanmış bir tür paralel devlet örgütlenmesi ve tabii tüm benzerleri gibi bizzat devlet tarafından örgütlenmiş bir yapı. Reagan tarafından gizli kararnameyle inşa edilen bu yapı, en ekstrem koşullarda işleyebilen bir tür devlet örgütlenmesi ve Türkiye'de iktidarın ağzından düşmeyen "Paralel yapı" teriminin her gün medyada yer aldığı bir ortamda, belki anlatılması gereken bir yapı ve tabii hakkındaki söylentiler de.
Türkiye'de yargının siyasallaştırılıp kuvvetler ayrılığının fiilen ortadan kaldırılması, özel hayatların telefonlar üzerinden büyük ölçüde dinlemelere açılması, TSK'nın ve seküler kesimlerin iftiralarla itibarsızlaştırılması, giderek bir partidevletine dönüşme eğilimleri, yasaların ve anayasanın bu kadar ihlal edilebilir hale gelmesinin ABD'de bir karşılığı var. Neoliberal dönemin en önemli olayı 11 Eylül sonrasında ABD'de "Anayasa ötesi" bir yaklaşımın devlete hakim olmasının Türkiye'deki karşılığının -herzaman olduğu gibi bir gecikmeyle- daha çok Cemaatte ifadesini bulduğunu söyleyebiliriz. Peki Türkiye'de devlet içinde devlet veya yeni derin devlet veya "Paralel devlet" olmanın ABD'de bir karşılığı var mı?
Evet var. Ama bu karşılığın ABD'de de zayıfladığını ve bu durumun Türkiye'de de etkisini göstermeye başladığını söyleyebiliriz.
Amerikan Çağı'nın Türkiye'deki yansıması/ifadesi, Menderes-Erdoğan çizgisi tarafından temsil edilen Müslüman muhafazakarlık oldu. Bu çizgi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bitap düşmüş Avrupa'nın Rusya'nın ve Japonya'nın arasından sıyrılarak, adeta tek başına dünya ekonomisinin motoru haline gelen ABD'nin dünyada estirdiği yeni rüzgarla yakından ilgiliydi. Klasik milli ekonomiler devri ve bununla birlikte süper ulus-devletler (veya Lenin'in deyimiyle klasik "Emperyalizm") çağı sona ermiş, onun yerini süper devletler hegemonyası almıştı. ABD'nin yıldızlaştığı bu dönemde, Türkiye'de CHP tarafından temsil edilen devlet kontrollü milli ekonomi ve ona uygun 1930'lu yıllar rejimi devri sona erdi. "Özel teşebbüs"ü merkezine alan Amerikan modeli liberal ekonominin savunulması ise, toprak ağası Adnan Menderes'e kaldı. İsmet İnönü'nün "Toprak Reformu" yapmasına ramak kala Amerikancı Müslüman muhafazakarlığın zamanın ruhunu yakalayıp tasfiye olmaktan kurtulması, Erdoğan'a kadar uzanan bir sürecin yaşanmasının ilk nedenlerindendir. Türk modernleşmesinin Türkiye'de ağalığı tasfiye etmemesi/edememesi ve bunun önemini kavramakta geç kalması, benzeri bütün ülkelerde olduğu gibi modernleşmenin (ve kapitalistleşmenin) belli sınırlarda kalması için önemli bir sosyo-ekonomik faktör oldu.
Devletin taşıyıcı ana unsurlarının, yani bürokrasinin, hukukun ve ordunun, 1930'lu yıllarda dünyaya hakim olan eski "modern" ilkelerde ısrarı, aynı Menderes gibi bu eski ilkelere karşı çıkarak "ilerici" görünmeyi başaran neo-liberal islamcı AKP'nin de başarılı olmasını sağladı. Menderes-Erdoğan çizgisinin, Amerikan Çağı boyunca, bu çağın siyasi eğilimlerine daha iyi adapte olabildikleri kesin, ama  Amerikan Çağı sona eriyor ve vasat bir kopyala-yapıştır faaliyeti dışında herhangi bir yaratıcılık belirtisi göstermemiş olan pragmatik Müslüman muhafazakarlığın kendi sınırlarına eriştiği de anlaşılıyor.
Paralel Devlet kurmak fikri, aslında tam da bu tükenmişliğin bir ifadesi olarak ABD'de doğup, Türkiye'de de kötü bir taklidinin oluştuğu söylenebilir.
Neoliberallerin yükseliş devrinde ortaya çıkan yeni olgu, aslında Kapitalist Sistemin onmaz krizinin ilk kez belirginleşmesi ve "Hurra"-iyimserliğiyle borsada para basan yeni ekonominin şırıngayla altın vuruş gibi bir durumdan ibaret olduğunu söyleyen düşünürleri dinleyen olmadı. Sovyet Bloku'nun çöküşü, sanıldığı gibi sosyalizmin değil, kapitalizmin (kooperatist-devletçi) bir versiyonunun çökmesiydi. Reagan'ın tam da bu dönemde, "Zor zamanlarda demokrasiyi lağvedip tüm yönetimi devralacak paralel devlet kurmak" fikri, çok da şaşırtıcı olmasa gerek, nitekim Amerikalılar son derece rasyonel düşünebilen bilimcilere ve bürokratlara sahiptiler. O zamanlar "ABD nükleer saldırıya uğrarsa Amerikan Başkan Yardımcısı, bu pararlel devletin başına nasıl geçecek ve nasıl yönetecek" anafikrine sahip gizli simülasyonlarda (askeri/sivil manevra), 1980'lerde ilk kez yapıldığında Dick Cheney, Wyoming eyaletinin Cumhuriyetçi senatörlerinden biriydi ve bu simülasyonlarda, Başkan Yardımcısı rolünü oynuyordu, yani Paralel Devletin Başı rolünü. 11 Eylül 2001 olayı sırasında da Bush'un yardımcısı -yani, "gereğinde" devreye girebilecek olan gizli paralel devletin de başıydı. 11 Eylül sonrası yazılan yüzlerce kitap, ve yazılmaya devam eden başka kitaplar da, bu olaylar sırasında son derece sakin kalabilen çok az sayıda birinin de Chaney olduğunu ve bu pararlel devleti devreye soktuğunu bilirler. Irak ve hatta İran savaşı konusunda ısrarcı olan, Bush'a -belki baskı uygulayarak- adeta bir dünya savaşı açmanın eşiğine gelen de Chaney idi ve Türkiye'de AKP'nin "başarıdan başarıya koştuğu" 11 Eylül sonrasının faşizan neoliberal Amerika'sının politikaların en çok destekleyenlerden biri de gene AKP idi.
Amerikan devleti içinde yatay ve dikey örgütlü olduğu anlaşılan bu derin yapının hukuk ve demokrasi ötesi bir mantaliteye sahip olduğunu, varlığını korumak içgüdüsüyle hareket ettiğini ve suç işlemekten kaçınmadığını biliyoruz. Çöküş aşamasındaki diktatörlüklerin içgüdüsel otoriterleşmesinin bir tür kurumsal ifadesi gibi duran ve önemli bir askeri opsiyona sahip Amerikan paralel devletine karşın Cemaatin, askeri bir opsiyona sahip olmadığı, ama ayrı bir fikri/zikri kulvardan gelmenin avantajıyla AKP'den ayrı bir yapılanma oluşturabildiği görülüyor. Ve bu yapılanmanın "üyeleri"nin önemli bir bölümü, devlet memuru olarak alt-üst ilişkisiyle hareket eden insanlardan ibaret olduklarından, AKP ile (veya diğer siyasi gruplarla) araya kesin bir çizgi çekmenin zor olduğu da malum.
"Paralel devlet" kavramı, en zor zamanlar için düşünülmüş bir intern organizmanın, yapay bir zor zaman yaratarak yönetimi devralmasıyla birlikte düşünülmek zorunda. Jürgen Elsässer'in yazdığı "Schattenregierung" (Gölge Hükümet) adlı kitapta da bu konuda yakın tarihte izler aranıyor ama şu söylenmiyor: "Bir tiyatro sahnesinde şöminenin üzerinde bir tüfek asılıysa, o tüfek oyunun sonunda patlar." Yani, demokrasiyi ve hukuk sistemini iptal ederek "zor zamanda" iktidarı eline alacak bir yapı kurarsanız, o yapı birgün iktidarı ele alır -veya ele almayı dener.
Türkiye'de, islamcı muktedirlerin zayıf entelektüel yanı nedeniyle çürütemeyip "kötüledikleri" "Kemalist (Atatürkçü) elit"e karşı kullanmak için uzun yıllara yaydıkları stratejik paralel devlet örgütlenmesinin, aslında bir yapının kendi sonunun ifadesi demek olduğunu anlamasını bekleyemeyiz. Çünkü bu, çürümenin ifadelerinden biridir, Sovyetler Birliği'nde de, II. Abdülhamit diktatörlüğünde de, hatta tarihte de yaşanmıştır. Ama şunu bekleyebiliriz: Paralel devletlerin olduğu ülkenin yönetimleri/devleti, kendi sonunu yaşamaktadır ve Türkiye örneğinde kendi sonunu yaşayan, Menderes-Erdoğan Müslüman muhafazakarlığıdır. Bugün çok kesin görünen bu durumu, ABD'nin dünyadaki etkisini yitirişine ve bu etkiyi başka bir tür etkiye dönüştürme girişimlerine bağlayabiliriz. İşte tam da bu aşamada ortaya çıkan durum, Türk Müslüman muhafazakarlığının, ABD'nin ve Batı'nın bu yeni manevrasıyla ve yeni değerleriyle bütümüyle uyumsuz olduğudur. Ve bu uyumsuzluğun başında da, yaratıcılık yoksunluğu, entelektüel zayıflık ve (niteliğin değil) niceliğin yükseltilmesi gelmektedir.
Bu aşamada "Paralel Amerikan Devleti"nin durumu ve gücü ne? Elsässer, bu yapının -Bush döneminde olduğu gibi çok güçlü olmamakla birlikte- hala yaşadığını söylüyor. Ve varlığı ile Obama için hala bir tehtike arzettiği düşüncesinde. Bu yapı, bizzat devletin bir parçası olduğu için -ki Türkiye'de de benzeri bir durumun olduğunu sanıyorum- olağanüstü bir durumda bu yapının tüm devlete hakim olup kendi faşizan mantalitesini ülkeye dikte etme ihtimali var. Elbette buna karşı demokratik güçler de yoğun bir mücadeleye girişirler, ama sadece böyle bir Paralel Yapı kurulması ve/veya ona göz yumulması bile, o ülkenin demokrasisindeki zaafa işaret eder. Böyle yapılar, halkın engin akıl/tecrübe potansiyelini de dışladıklarından, ülkelerin genel entelektüel/yaratıcı kapasitelerine de negatif etkide bulunurlar. Türkiye'de bu yasakçı etki, AKP iktidarının özellikle son döneminde yaşandı/görüldü.
Türkiye'de amirlerinden değil de Gülen Cemaati'nden emir aldığı iddia edilen bürokratlara dayanan ve "Kemalist Elit"e karşı adeta gizlice örgütlenmiş, AKP tarafından desteklenmiş (veya görmezden gelinmiş) bir "Paralel Devlet"in, devlet tarafından artık tolere edilmeyip, onunla bir iç savaşa girilmesi, Müslüman Muhafazakarlığın nihai hedefine ulaştığı anda "İkiye ayrılıp çökmesi"olarak yorumlayabiliriz. Bu blogda, bu olayın spiritüel boyutunu anlatmayı deneyen bir yazı bulunuyor (tıklayınız).
Olay, AKP veya Gülen Cemaati'nin zafer kazanması değil, bir devrin çöküşünün ifadesidir ve bu çöküşün ardından bu iki faktörden birinin devleti yeniden kuracağı düşünülemez, -zira bu iki faktör de hiç bir bakımdan yakın geleceğe ayak uyduracak yapıda ve kapasitede değildir. Neoliberal paradigmanın sona erdiği ve Postkapitalist paradigmanın giderek daha güçlü bir şekilde ifade bulduğu günümüzde, çöküşten korkan bir yeni güç bulunmadığından, paralel devlet kurmak da kimselerin aklına gelmeyecektir. Yeni dönemin en dikkatli olunması gereken yanı, ABD ile akıllı/yakın ilişkilerin olabileceği, ama Amerikancılığın artık olabilemeyeceği gerçeğidir; yükselen evrensel değerlerin bugün de esasen Batı'da hakim olduğunu bilmek, ama Doğu'ya özgü değerlerin bunlara yeni bir boyut katacağını ve Doğusuz Batıcılığın da işlemeyeceğini asla unutmamak gerçeğidir. Ve hepsinden önemlisi, daha çok Sol tarafından savunulmuş değerlerin yükselişi, kadının ve kadınsı değerlerin yükselişi, niceliğin değil niteliğin yükselişi gibi konuların temel alınması gerektiğidir.
Yeni bir Dünya kuruluyor ve Türkler de o Dünya'daki yerlerini alıyorlar. Bu açık ve net gelişmenin, gizli-kapaklılığın ortadan kalktığı internet çağında, en temel ahlak kuralları ve insani değerlerle sorunlu kesimlerin kontrolünde sürdürülmesi mümkün değildir. Türkiye'yi bu istikamette değişmeye zorlayan zaman kalitesi/devran da, yol üzerindeki paralel ve terelel yapılar nitel bir şekilde değişmeden (veya yıkılmadan), kimseye rahat vermeyecektir.

Twitter mon amour ve dijital idealizm...

Küçümseyen arkadaşlarım haala var. Twitter'e ve sosyal medya dünyasına girmemekte ısrar eden ve bunun için kendince haklı nedenleri olanlar var -mesela kardeşim. Başka bir arkadaşım, Twitter'ı sadece "Direct Message" göndermek için kullanıyor. Steve Jobs'un "Bilgisayar aynı kamyon gibi yük taşır" sözünün üzerinden yıllar geçti; Bilgisayar, sadece bilgileri insana taşıyan bir "araç"tan çok daha fazlası artık.
Twitter'e ilk girdiğimde "140 işaretle ne anlatılır ki?" diye düşünmüştüm ve işin sadece eğlence boyutuyla ilgilenmiştim. Sonra blogumdaki yazılarımı Twitter'dan duyurmaya başladım, derken kendimi, minik bir Avatar/resim ardına gizleyen ve sevmeye başladığım, yazmadıklarında yokluklarını hissettiğim, birçok dost insanın ortasında buldum. Gerçek hayatta ne gördüğüm, ne de kendileriyle telefonda konuştuğum dostlar. Ama bazılarını gerçek hayatta da tanıdım ve özel dostluklar oluştu bu arada. Fakat bütün bunlar, internet hakkında düşünmeye devam etmemi ve açıkçası kuşkulanmamı engellemiyor.
İnternet ve sosyal medya, hayatımızın her alanına giredursun, bu konuda özel yaklaşım tarzları da oluştu. Mesela -bir dostumun dediği gibi- Twitter bana daha akıllı, daha hızlı ve daha yaratıcı geliyorken, Facebook'un labirentleri sıkıyor. Orada da dostlarımın olmasına rağmen, Facebook'a girmek içimden gelmiyor, -zamanı da daha iktisatlı kullanmak gibi bir durum da var ayrıca. Tabii bunlar konunun "özel" kısmı. İşin tüm toplumu (hatta Dünyayı) ilgilendiren genel kısmı daha farklı, daha ciddi. Mısır'da şifreli internet haberleşmeleri ile sms ve Twitter kullanarak dünyanın ayağa kaldırılabilmiş olması, sosyal medya destekli yeni tip devrimlerin olması, gelişmenin iyi tarafı. Gezi İsyanı sırasında Twitter'in önemi asla reddedilemez. Ve onlardan önce de, WikiLeaks diye bir fenomen vardı ve ben onlar hakkında burada yazılar yazmıştım. Fakat internet toplumu, sadece iyi özelliklere sahip değil. Önemli, hatta oldukça ciddi sorunlar da var internet konusunda.
Dijital idealizm, yetmişli yıllarla birlikte ortaya çıktığında, araba garajlarında Apple ve benzeri firmalar kurulmuştu. Ve internetin ilk ortaya çıkıp topluma malolduğu dönemde bunun için çalışan idealist teknisyenlerin amacı, herkesin bilgiden alabildiğine yararlanmasıydı ve bu konuda dünyada demokratik bir bilgi paylaşımı mantalitesinin oluşmasıydı, bu konuda herkesin eşit imkanlara kavuşmasıydı. Başlangıçta bu fikrin önemli ölçüde mümkün olduğunu da söyleyebiliriz. Ama kısa zamanda İnternet'in yeni bir Güç/İktidar malzemesi olduğu anlaşıldı ve sistem kendini ona göre konumlandırdı.
Türkiye'de pek yankı bulmasa da Edward Snowden'in NSA konusundaki açıklamaları, birzamanların dijital idealizminin altının çoktan oyulduğunu, dev firmalarla gizli servisler tarafından nasıl kullanıldığını gösterdi.
Bilgisayar ilk piyasaya çıktığında, üniversitelerde yeşil ekranlı, neredeyse küçük buzdolabı veya çamaşırmakinası iriliğinde aletlerdi. Dikişmakinası gibi ses çıkaran program kartı okuyucuları vardı! Ama şimdikilerle kıyaslandığında bir iyi tarafları vardı: Fortran kursu yapıp, kendiniz program yazabiliyordunuz. Evet programlar şimdiki gibi cilalı, güzel dizaynlı, eğlenceli falan değildi, IOS veya Windows gibi programlara mahkum değildiniz ve her türlü özel bilginizi bilgisayara yüklemiyordunuz. Yazdığınız program, bizzat sizin ürününüz oluyordu ve bilgisayardan anlayan insan cinsi o zaman programını daima kendi yazardı, bunu da kendi istediği gibi yapardı, şimdiki gibi belli formatlara mahkum değildi.
Neredeyse ilk taşınabilir aletlerini ürettiğinden beri Apple kullanan biri olarak, bu sisteme nasıl alıştığımı yeniden farketmek için, bir arkadaşımın başka bir marka Laptop'unun başına oturmam yetti. Milyonlarcası gibi "App" indirip kullananlardan biriyim ve şimdiye kadar oturup "App nasıl yapılır?" diye öğrenmeye de vakit bulamadım -ki kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacak bir şey olabilir...
Hazır programlar kullanıyoruz ve bu programların hepsi belli firmaların belli yaygın formatlarına uygun şeyler. Programların nasıl olması gerektiğini bize sormuyorlar, ve bu karmaşık şeyler üzerinden nasıl ve nereye kadar dinlendiğimizi bilmiyoruz. Bu konuda bilgili dostlarımdan dinlediğim korku senaryoları hiç de az değil.
NSA skandalı patladığında, Merkel Amerikalılara posta koymuştu, çünkü onu dinlemişler. Erdoğan'ı da dinlediklerini ima eden Obama'ya Türkiye'den bir tek kişinin çıkıp da adamakıllı laf ettiğini henüz duymadım (belki da söyleyen olmuştur da ben duymamışımdır -umarım!) Ama günümüzde internette ve TV ekranlarında, hatta Meclis'te Parti grup toplantılarında uçuşan dinleme protokollerinin NSA'nın bilgisi haricinde şeyler olduğunu düşünmek saflık olur. Artık dünya böyle, ve bu hiç iyi değil. Evet, yolsuzlukla ilgili dinlemeler iyi bir amaca hizmet etti ve Türkiye'deki yolsuzlukların boyutunu gösterdi, ama böyle yaygın dinlemeleri olumlu/iyi birşey saymak kesinlikle mümkün değil, zira esasen siyasi bir amaca hizmet ediyorlar. WikiLeaks olayı patladığında ve Türkiye ile ilgili dinleme protokolleri de yayınlandığında, sadece birkaç gün konuşuldu, o kadar.
Bu şekilde, Google/Mikrosoft/AngryBirds vs. kullanan herkesin tüm mahrem bilgilerine girilebildiği, insanların dinlenebildiği söyleniyor. Mahremiyetle birlikte özgürlüğün de buharlaştığını söyleyebiliriz. Çünkü özgürlük, insanın tam anlamıyla mahrem bir hayatının da olması ve hür iradeye sahip olması demektir.
İnsanların, bir zamanların özgür bilgisayar programlamacılığı noktasından pasif Apps noktasına gelmeleri, rahatına düşkünlükle özgürlük yitiminin nasıl el ele verebileceğini gösteriyor. Daha önemlisi, bizzat Amerikalı entelektüellerden gelen uyarılar ve bence ciddiye alınmalılar.
Jaron Lanier'in geçen yıl yayımladığı "Who Owns the Future" adlı kitabında da gösterdiği gibi, internet idealizmi, bilginin doğasını gözardı etti ve bu boşlukta şimdi firmalarla gizli servisler cirit atıyorlar. Dünya George Orwell'in "1984" ütopyasına hiç bu kadar yakın olmamıştı. Eskiden petrolü kontrol etmek -reel ekonominin- olmazsa olmazıydı, şimdi para akışını kontrol etmek -sanal ekonomi için- olmazsa olmaz. Ve bunun yolu da tercihleri belirlemek, interneti kontrol etmekten falan geçiyor. Lanier, bilgi kontrolünün pasif internet kullanıcılarının yönlendirilebilmesi için devasa yeni bilgisayarlarla yapıldığını ve bunun artık ciddi bir tehlike oluşturmaya başladığını söylüyor. Ne kadar çok ilişki ve ne kadar çok bilgi akışı olursa, manipülasyon olasılığı da o kadar yükseliyor. Lanier, bu dev bilgisayarlara örnrk olarak, büyük online satış sitelerini işleten bilgisayarları gösteriyor. Anlaşıldığı kadarıyla bu sitelerin arkasında, yeni nesil çok büyük ve pahalı bilgisayarlar var.
Ben, iPad'den okunan bir dergiyi takip ediyorum. Adını vermek istemediğim bu İngilizce dergide, okumak istediğiniz konuları siz belirliyorsunuz ve dergi zaman içinde sizin tıkladığınız konulara bakarak, size ona göre yazılar sunmaya başlıyor, sizin zevklerinize uyum sağlıyor. Kişiselleştirilmiş bir dergi. Benzerleri de var elbette. Ama Lanier, bu yolla o devasa bilgisayarların trand oluşturup insanların tercihlerini yönlendirmek istikametinde geliştirildiklerini söylüyor ve insanların firmalar tarafından yönlendirilmelerini engellemek için gelecekte internetin reklamdan arındırılmış bir bölge halinde "ücretli" olmasını öneriyor, çünkü sistem sağlayıcılar, reklamlardan ve insanların yönlendirmesinden devasa paralar kazanıyorlar ve interneti de bu şekilde bedava sunuyorlar. Jobs'un eskiden sözünü ettiği gibi, bilgisayarın yeniden, sadece bir tür yük kamyonuna dönüşebilmesi, belki o zaman mümkün olabilir.
İşte bu vesileyle karıştırdığım bir roman tüylerimi diken diken etti. Yazarı, sıradan bir bilimkurgu yazarı falan da değil, Time dergisinin "Dünyanın en etkili yüz kişisi" listesine aldığı, Microsoft'un en sofistike adamlarından biri ve "The Circle" adlı romanında bir Mega-Google'dan bahsediyor. Twitter ve Facebook dahil birçok kanaldan, insanların tüketim alışkanlıklarını -hatta düşünme biçimlerini- yönlendiren ve tüm insanlığı kontrol eden bir firma! Silicon Valley'ın dünyada yükselen sessiz gücüne dikkat çekmeyi amaçlayan romanda insanlar müşteri olduklarını sanıyorlar, ama aslında bu firmanın ürünleri haline gelmiş bulunuyorlar. Firma onları, düşünme biçimlerinden tutun da alışveriş alışkanlıklarına ve yaşam biçimlerine kadar yönlendirip belirliyor.
İnternet konusunda düşünmeye devam etmemiz gerekiyor. Dijital idealizm de bunu gerektiriyor zaten.

Türkiye, 'Değişim ve Dönüşüm Dönemi'nin devamına hazır mı?

Türkiye'nin Değişim/Dönüşüm Dönemi tam gaz devam ediyor. Kısaca geriye doğru bakacak olursak, bu blogun konusu olan 2008-2024 döneminin en tayin edici döneminin içinde yaşadığımızı, ama 2013 yılı Mart ortasında başlayan bu hızlı dönemin, (2015 Kasımında son bulacağını düşünecek olursak) henüz ortasına bile gelmediğimize dikkat çekebiliriz! Bunun anlamı, önümüzde daha yoğun ve hızlı, ama -Gezi'den beri alışılmadık şeylere alıştığımızı hesaba katacak olursak- daha az şaşıracağımız bir dönem olduğunu söyleyebiliriz.
Değişim/Dönüşüm'ün Türkiye açısından anlamı, Türkiye Cumhuriyeti kumaşından, yenilenmiş yeni bir ülkenin doğması ve belli misyonları üslenmesidir. Hayat devam ediyor ve Değişim/Dönüşüm, bir hayat belirtisi, canlılık ifadesi.
Türkiye Tarihinin bu en önemli döneminde, "değişim" babında konuşulan konuların esasen "AKP'nin indirilmesi" dolaylarında seyretmesi büyük bir talihsizlik. Gerçi Zaman Kalitesi, birçok şeyi "otomatik pilot" kesinliğiyle, gitmesi gerektiği istikamette ilerletmektedir ve gazeteler/basın, insanı kusturacak boyutlarda "Politika" odaklı malesef (yani "o ne dedi, bu ne dedi, şu çok sert konuştu!" boyutunda). Halbuki sıcak sıcak henüz anlaşılamayan değişim, Türk mantalitesi ve ahlak/din anlayışlarından, sosyo-ekonomik yapıdaki kaymalara, zevklerin değişmesine, eski komplekslerden kurtulunmasına ve yeni filizlenmeye başlayan kültür/sanat anlayışlarına, ve şimdi burada konu etmeyeceğimiz çok daha derin alanlara uzanıyor. Kendini Türkiye'nin "Entelektüelleri" saymak cüretinin sahibi gazete esnafının, şimdilik bu boyutta bir şeyi değil anlatmak, anlama kapasitesi bile pek görünmüyor. En çok konuştuğumuz siyasi ifadesiyle, adına "Müslüman Muhafazakarlık" dediğimiz kesimin, ülkenin kurucularına "Faşist ve Ayyaş" dediğinden beri başının beladan kurtulmadığını, kabuslar gördüğünü, -hadi bunu da işin "ilahi boyutu"yla ilgili birşey sayabileceğimizi de- söyleyelim. Olay 2024'de sona ermeden önceki en yoğun dönemin de yoğun dönemine giriyoruz ve şimdi yaşanacak değişimlerin, tohumlarının daha önce atılmış şeylerle ilgili olduğunu/olacağını hatırlatmayı da bir borç biliyoruz. Bu konuların galiba en can yakıcısından birincisi de "Kürt meselesi" ekseninde dönen olaylar dizisi olabilecektir. AKP öncesinin "Atatürkçü Türkiye" dediğimiz, kendine özgü makro milliyetçilik dönemine bir dönüş beklenmemesi gerektiği gibi, "Ezik Türk" dönemine de bir geri dönüş beklenmemelidir. Yeni Türk modeli, kendisiyle ve Atalarıyla/Atatürk'üyle ve çoketnikli/çokdinli kültürüyle barışık bir dünya vatandaşıdır. Bu vatandaştan Diyanet tipi "Sünni Vatandaş" çıkarmaya çalışanlar nasıl avucunu yalarsa, "Katıksız Türk" çıkartmaya çalışan Türk Milliyetçisi de, -Zaza'dan Kürt çıkartmaya çalışan Kürt milliyetçisi de- avucunu yalar. Ama daha oralara gelmeden, ısrarla gözden kaçırılan bir sürü küçük olayın/gelişmenin, ileriki yıllarda, nasıl önemli olduğu/olacağı da anlaşılmaya başlanabilir. Değişim/Dönüşüm'ün siyasi anlamda gözlere sokulacak kadar belirgin ifadeleri, yarım bırakılmış işler konusunda olacak gibi görünüyor -ki benim aklıma bu noktada önce Kürtler, sonra devletin cemmatler/tarikatler tarafından işgali, çiftlik haline getirilmesi falan geliyor. Ama asıl değişim anlamında aklıma gelenler, toplumun muhafazakarlaştırılması konusunun değişimi ve ahlaki değerlerin erozyonunun değişimi, İslam dininin AKP tarafından mahvedilmesinin değişimi, devletten geçinen varsıl vasatlar zümresinin "sorunları" ve "Sıfır kültür/sanat" konuları... Bunlara Aleviliğin ve sekülerliğin aşağılanmasını, sistemle ilgili bıçaksırtı konuları falan da katabilirsiniz. Bu alanlardaki gelişmeler, uzun yıllardır devam eden seyrinden, beklenmedik farklı istikametlerde olabilir. Ülkenin dünyadaki konumu bakımından da, şimdiye kadar olduğu gibi "otomatik Amerikan pimi" gibi işlemeyeceğini de söyleyebiliriz.
Şimdi güç bela da olsa dengede görünen birçok şeyin dengesinin bozulması da ihtimal dahilinde. İstikrar bozulabilir. Fakat yeni bir istikrar kurulabilmesi için eski istikrarın bozulmasını da çok fazla takmamak gerekiyor, zira bu dönemin geçici ve olağanüztü bir dönem olduğu unutulmamalı.
Şimdi, belki kimsenin ummadığı türden altüstoluşlar yaşandığında ve Türkiye yeni bir istikrar arayışına girdiğinde, bu Değişim/Dönüşüm'ün bir zorunluluk olduğunu ve bunu durdurmaya hiç bir "dünyevi" kuvvetin muktedir olmadığını, bu işin sonunun gerçekten iyi bir yere çıkacağını, buna inanmak ve bunun için elden geldiğince çabalamak gerektiğini şimdiden bilmek gerekiyor. Yaşanacak değişimleri engellemeye kalkarak boşuna kuvvet/nefes tüketmek yerine, değişimin yanında yer almak, en doğru tutum olacaktır. Türkiye, bu olaydan, yenilenmiş-güçlenmiş olarak ve yenilenmş bir kimlikle çıkacak. Geleceğin Türkiye'sine şimdiden katkıda bulunmak, değişimden yana bir tutumla mümkün. Ve özel ricam: Bu olayın sadece siyasi bir mesele olmadığını, "Erdoğan gidecek Kılıçdaroğlu gelecek" gibi birşeyden ibaret olmadığını da anlamak şart. Geleceğin nesillerini, AKP veya CHP gibi, Cemaat veya MHP gibi müzelik malzemenin pek de ilgilendirmediğinden emin olun!..

Artan dindarlıkla azalan ahlaklılık ve yeni dindarlık türleri hakkında notlar

Türkiye'de kamuoyu yoklamalarında, "dindar sayılırım" diyen kişi sayısı genellikle yüzde seksen civarında gezinir, ama aynı yüzde seksenin camileri (ve diğer dinlerin mabedlerini) doldurdukları görülmemiştir. Şimdi dindar olduğunu iddia edenlerin ahlaksızlık katsayısının yüksekliği üzerinde fazla durmayacağım, bu malesef bir gerçek. Buna çok kızan ama somut nedenleri üzerinde pek durmayan kamuoyu, esasen, İslam dininin çarpıtıldığı/kullanıldığı üzerinde duruyorlar ve bunda haksız da değiller. Burada dikkat çekmek istediğim, bu tartışmanın gölgesinde kalıp görünmeyen başka bir fenomen: İnanç anlayışının değişmesi.
Avrupa'da 18'inci Yüzyılın ortasına kadar, Türkiye'de de neredeyse 21'inci Yüzyılın eşiğine kadar "din" denince anlaşılan, dinin ritüelleriydi -hala öyle. "İslamın beş şartı" ve buna namaz kılmak falan da dahil. Dindar olmak demek, Sünniliğin adeta devlet dini sayıldığı Türkiye'de, "namazında niyazında" olmak demek. Ama gel velekain kimse namaz kılmıyor, buna pek imkan da yok zaten sekiz saatlik iç gününde. İnsanların gene de çok dindar olduklarını iddia etmeleri, "İslam'ın beş şartı" ötesinde yeni bir dindarlık anlayışı benimsediklerini ve anlayışta öyle namaz falan kılınmadığını söyleyebiliriz. Benzeri durumu, dünyanın başka yerlerinde de görebilirsiniz ve inancın yeni bir format aramakta olduğunu anlarsınız.
Din özel bir şey midir yoksa sosyal bir bağlayıcılığı mı vardır. Tanrı'ya konuşmak, ona yakarmak, dua etmek için ille de camiye kiliseye gitmek ve bir din adamına "sığınmak" mı gereklidir? Cemaat liderlerine göre belki evet, ama gelişmelerin istikameti tersini işaret ediyor.
Bugün şöyle bir soru da sorabiliyoruz artık:
İyi dinler kadar, kötü dinler de var mıdır? Neden dindar olmak iddiasında olanlar bu kadar ahlaksız olabiliyor? Galiba bu soruların kök sorusu, din dediğimiz şeyin günümüzde ne anlam ifade ettiği ve hayatında namaz kılmadığı halde evinden dua etmeden çıkmayan insanların dindarlığının hangi kategoride değerlendirilmesi gerektiği. Budistler, Tanrı fikrinin olmadığı, sineği bile incitmeyen, ama bazen Müslümanları katledebilen bir dindarlığa sahipler. Türkler de namaz kılmadan inanan ve bir kesimi dipsiz yolsuzlukları vicdanen rahatsız olmadan yapabilen bir dindarlığa sahipler.
Dünyada taşlar bile değişiyor, kıtalar bile hareket ediyor, Koca Anadolu yarımadası her yıl bilmemkaç santimetre Yunanistan'a yaklaşıyor iken, dini inanç biçimlerinin ritüellerin sınırlarını çoktan aşıp bir düşünsel/felsefi yaklaşım haline gelmekte olduğu gerçeği, çok sayıda yeni soruyu da gündeme getiriyor. Soru sormak, yaşamın sürdüğünün işareti. Ritüelsiz yeni din anlayışı sessiz sedasız kendine yeni bir yer açarken, dogmatik/kuralcı/ritüelci anlayış da feci halde yozlaşıyor. Yeni dindarların eskiyi temsil ettiği iddiasındakilerden daha dürüst oldukları açık, yaşanan pratik bunu çok açık ve net bir biçimde gösterdi. Aslında din konusunda gelişmenin istikametini oldukça net görebiliyoruz: Ritüele değil ahlaki değerlere önem veren, yalana karşı allerjisi olan, bireyselliği ve özgürlüğü ön plana çıkarıp cemaat kontrolünden kurtulmayı tercih eden, dinin kuralarına önem vermeyip Tanrı'ya -özel bir- bağlılığı ön plana çıkaran bir dindarlık anlayışı yükseliyor. Özgürlüğü değil biatı/cemaati esas alan, dinin eski katı kurallarına ahlakı bile kurban edebilen dindarlık anlayışı ise krizde. Bireysel olmayan eski (cemaatçi) şekilci biatkar dindarlık ise iflas etti çöküyor. Kamuoyu soruşturmalarında "Dindarım" diyen yüzde 80'leri çantada keklik sayan eski tip ahlaksız siyasallaşmış dindarlar, hayatlarının hayal kırıklığına hazırlanmalılar.

Türkiye'nin 2014 yılını etkileyen zaman kalitesi hakkında

2012 yılı Şubatında Türkiye'de hiç yoktan ortaya çıkacağını tahmin ettiğim siyasi güce "Üçüncü Güç" adını vermiştim. Bugün bu güce "Gezi Ruhu" diyoruz ve bedenlenmemiş bir 'Düzenleyici/Devrimci Güç' olarak Türkiye'yi dönüştüren etkilerin oturduğu sağlam bir temel/fundament sayıyoruz. Gezi isyanını ortaya çıkaran etki, geçen yılın Mart ayı ortasında başlamış ve şaşırtıcı bir şekilde ilk tepe noktasını hemen 31 Mayıs günü yaşamıştı. Bu etki devam ediyor ve 2015 Kasım ayına kadar sürecek. Bunun anlamı, Türkiye'de taşların oturmasına ve iktidardaki muktedir İslamcıların, (iktidardan düşseler bile) rahat yüzü görmeyecekleri ve rahat uyuyamayacaklarıdır. Bu aynı zamanda Türkiye'yi dönüştüren Üçüncü Gücün de rahat bulamayacağı ve rahat vermeyeceği demektir. Elbette 2013 yazı yoğunluğunda yürüyüşler/protestolar olmuyor, ama Gezi'nin verdiği özgüven ve perspektif, sadece iktidar ve muhalefeti değil, halkı -ve en önemlisi- gençliği dönüştürüyor.
Türkiye'yi geçen yılın Nisan ayından beri etkileyen ve halkın dünyaya bakışını değiştirmekte olan etki, 2014 yılı boyunca işleyecek, hatta 2015'in ikinci ayına (eski Göçebe takvimindeki "Güç" dönümü/yılbaşı günlerine) kadar etkiyecek görünüyor. Bu etkiye örnek olarak, eskiden "Atatürk Türkiye'si"nin, kafadan "emperyalist" ilan edip işin içinden çıktığı Avrupa ve Batı'ya karşı değişen yaklaşımı gösterilebilir, veya "Molla" denilip küçümsenen İran'a ve Araplara karşı yaklaşım (hele Suriye'nin seküler halkının islamcı taşdevri faşistlerine karşı direnişini gördükten sonra). Bu dönem, idealist yaklaşımlarla da ilgili olduğundan, Türkiye, Suriye'deki "iç" savaşa benzin dökmek yerine daha yapıcı bir rol üstlenebilir. Tabii bu durum, her halde Türk Dışişleri'nin bugünkü Erdoğan/Davutoğlu kadrosundan kurtarılmasıyla mümkün olur.
Türkiye, geçtiğimiz Nisan ayından beri, "yeni" varlığını üzerine kurduğu (islami) temellerin bütünüyle sarsıldığı bir dönem yaşıyor. Bu sürece, Gülen-Erdoğan koalisyonunun bozulması da dahil, zira bu ortaklığın bugünkü gibi bozulacağını Gülen ve Erdoğan dahil kimse düşünmüyordu. Bu ortaklığın bozulması, Anadolu'da kurulmaya kalkılan "İslami bilmemne rejimi"ne de, tam başlamadan noktayı koymuştur. 2012 yılı yorumumda, akla hayale gelmeyecek yeni ortaklıkların yaşanabileceğinden sözetmiştim. AKP'nin Kemalistlerle/Ordu'yla yakınlaşma girişimi, CHP'nin Cemaate ılımlı yaklaşımını, bu etkiye örnek sayabiliriz. Biraz Stokholm sendromuna benzer bir etki. Ancak bu etki, 2014'ün Mart ayına kadar süreceğinden, seçimler sonrasında yeni bir durumla karşılaşma olasılığı yüksek.
Nisan ayı ortasına kadar sürecek başka bir etki, Türkiye'de güçlü olmak isteği ve iradesinde yepyeni "zirvelere" ulaşılacağına işaret ediyor ki, bunu ancak büyük bir güç savaşı formatında algılamak mümkün. Erdoğan'ın verdiği her tepkinin "çok sert" diye nitelenmesi, buna bir işaret sayılabilir. Her kesimde bir güç artışı söz konusu, -AKP hariç! Bunu şuna dayanarak söylüyorum: Erdoğan'ın hukukla da değil, evrensel hukuk sistemiyle girdiği "savaş"ı kaybedeceğini, şimdiden buraya yazmakta fayda var. Erdoğan bu zaman kalitesinin etkisinde, yapması gerekenin tersini yaptığından büyük zarar göreceğe benzer -bu zarar şimdiden oldukça net görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla, bu zaman kalitesinin etkisi Nisan ortasında sona erdiğinde, Erdoğan'ın ve Türkiye'nin "hayatı" önemli ölçüde değişmiş olabilir.
Türkiye'nin yalnızlaşmasına işaret eden göstergeler, dış politikadaki kırık-dökük durumlarının Eylül ayına kadar süreceği yönünde. Bu süreçte Türkiye'nin yepyeni bir gizli-müttefik edinmesi ve bu ittifakın onbeş yıl kadar sonra büyük önem kazanması mümkün. Yani Rusya ve Çin'le özel bir yakınlaşma, bu yılın gizli gündemi olabilir.
Bu yaz oldukça sakin ve dingin geçeceğe benzer. Türkiye, bir zamandır etkisinde olduğu bir tür çılgınlık/delilik halinden nisbeten de olsa kurtulacak görünüyor. Bu yaz insanların gönlü rahat olacak gibi -umarım öyle olur.