Dünya ekonomisini/siyasetini yönlendiren AĞ ve "Sistemin merkez firmaları"

Sistemin "Merkez firmaları"nın bir numarası: Barclays Bank
Orbis bilgi bankasına kayıtlı 37 milyon firmanın ilişkilerini inceleyen, çok karmaşık sistemlerin işlemesi türünden sofistike konularda uzman üç ("Sistem dizaynı") bilim adamı, bir araştırma yapmışlar. Konu, global ekonomik sistemdeki güç dağılımını, firmaların karşılıklı bağımlılık derecesini ve firmaların global ekonomi üzerindeki etkilerini, ekonominin dinamiklerini ölçmek. Stefania Vitali, James B. Glattfelder ve tabii Stefano Battiston. İsviçre'nin saygın eğitim kurumlarından ETH'nın Sistem Dizaynı masasından üç bilim adamının oluşturduğu grup içinde Stefano Battiston özellikle dikkat çekiyor. Battiston, ekonomi alanındaki böyle (ama çok daha sınırlı) başka bir araştırmasını, Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz'le birlikte yayımlamıştı. Şimdiki konu, çok genel hatlarıyla bildiğimiz başka bir gerçeğin global ekonomiye (ve tabii firmalara) uyarlanmış hali: ABD ve Çin birbirine bağımlıdır ve bu iki ülke arasındaki bağımlılık ilişkisi (ortaklık), günümüz global neoliberal sistemin en temel özelliğidir. Karşılıklı bağımlılık, liberal ekonomi döneminde (1945-1980'li yıllar) asla bu ölçüde 'zorunluluk' boyutunda değildi. Stefano ve arkadaşlarının gösterdiği asıl konu, aynı karşılıklı bağımlılık ilişkisinin firmalar arasında da mevcut olmakla kalmadığı. Bir grup firmanın arasındaki ilişki çok daha "bağlayıcı" boyutlarda. Çünkü dünyanın bazı dev firmaları, diğer dev firmaların hisselerine sahip -hem de oldukça yüklü miktarda. Ortada, birbirinin sahibi olan ve mülkiyet üzerinden birbirine bağlı bir AĞ var. Bunu, karmaşık bir yumak şeklinde düşünebilirsiniz. İpe takılı 1318 firma var ve bu firmalar, başka iplerle de birbirine bağlı. Ve adına "Sistemin merkez firmaları" adını vereceğimiz bu topyekün ağ, global dünya ekonomisi toplam cirosunun yüzde 60'ını yapıyor. Battiston ve arkadaşları, bu yumağın içinde daha da küçük bir grup keşfetmişler. Birbirinin sahibi bu 174 firma grubu ise, dünya ekonomisinin yüzde 40'ına sahip.

"Abi Dünyanın sonu geliyomuş, doğru mu?"

"Mucize" tıfıllardan Azra! Felaket vız gelir, tırıs gider...
Van/Erciş yazıları 3

Van M tipi Cezaevinin arkasında, cezaevinden yüz metre kadar uzakta açık alanda çadır kurmaya çalışan bir ailenin yanındayım. Beni buraya kadar getiren Nimetullah ile Ömer, on-onbir yaşında iki cengaver. Ömer kumral, sessiz bir çocuk. Nimetullah zayıf, esmer ve konuşkan.
Deprem olduktan hemen sonra cezaevinde bir isyan çıkmış, mahkumlar kaçmışlar. Ama olay öyle birşey ki, ileride mutlaka filmi falan yapılır. Etrafımdaki on kadar çocuk arasında en makul ve mantıklıları olan orta iki talebesi üniformalı Kübra, eşofmanlarla, terliklerle dışarı kaçan mahkumların çıktıkları yeri eliyle gösteriyor. Hapishane duvarı, köşeye yakın kısmında iki yerinden yıkılmış. En köşedeki yıkıntıda duvar sadece bir metre yüksekliğinde, oradan dışarıya çıkmak çok kolay. Hemen yanındaki diğer yıkıntının yüksekliği de en çok birbuçuk metre. Yüz metreden uzun dev duvar, bir de orta kısımlarında yıkılmış, ama yıkıntı sadece üst kısımda olduğundan, oradan kaçmak olanaksız.

Van'da depremzedelerin çadır sorunu ve insanları talancılara dönüştürmek

Van/Erciş yazıları 2

"Bizi talancılara döndürdüler, böyle yardım olmaz."
Bunu söyleyen, Van Hacıbekir mahallesinden bir baba. Ufaklıklardan biri kucağımda, diğer iki kız -biri on biri onbir yaşında- iki yanımda, babalarını dinliyoruz. Btandadan yaptıkları cadırin önündeyiz. Hemen yanında küçük bir piknik çadırı var, içinde beş-altı kadın oturmüş sohbet ediyorlar. Moralleri düzgün, ama ufaklıkların babası sayesinde. Çocukları için çırpınan bu adam, yardımlardaki koordinasyonsuzluk ve çadır eksikliği yüzünden değil, asıl, yardımların yapılış tarzına isyan ediyor.
"Zeytin paketlerini insanların üzerine atıyorlar. Tutunca patlıyor, zeytinler ortalığa saçılıyor. Savaşta bile böyle yardım dağıtılmaz."

Van ve Erciş depremi ile yükselen insani değerlerin sesi, nefret dilini yendi

Erciş şehirmerkezinde...
Van/Erciş yazıları 1

Depremden birkaç saat sonra hemen uçak biletlerimizi alıyoruz ve pazartesi sabahı beş küsür uçağıyla Diyarbakır'a uçuyoruz. Van'a yer yok. Sabah yedide Diyarbakır'dan taksiyle Erciş'e doğru yola çıkıyoruz.
Malabadi köğrüsünün yanından geçip son sürat Erciş'e ilerliyoruz. Beş saat kadar sonra Erciş kapısından şehre girerken ilk izlenimimiz, eski giriş kapısının bile yıkılmış olması oluyor.
Daha önce Gölcük depremini yaşamış biri olarak, insanların inanılamayacak kadar tevekküllü ve sakin olması dikkatimi çekiyor. Burada hayat, her fakir Anadolu kasabadaki gibi yavaş ilerliyor.
Yıkımın boyutlarını görünce, durumun Gölcük'ten pek farklı olmadığını görüyorsunuz. Ama bu kez sayısız kurtarma ekibi var. Hemen Gürcü ekibi dikkatimi çekiyor. Sonra İstanbul'dan, Ankara'dan, Adana'dan ve daha birçok yerden gelenler var. Şehrin tam merkezindeki caminin yanında üç bina yanyana tamamen çökmüş. Ambulansların biri gidip biri geliyor. Bir adam dikkatimi çekiyor. Adamın yüzünde hiç bir ifade yok, ama gözlerinden yaşlar akıyor.

İnsanoğlunun, düşünsel alandaki zayıflığının kötüye kullanılması hakkında

İnsanın düşünme özürlü olduğu bazı alanlar var. Bunlar, hiç bilinmeyen şeyler de değil. Ama çok yaygın bir şekilde ve bazen sistemli bir şekilde kullanılarak insanlar fena halde aldatılabiliyorlar ve o alanlarla ilgili tahminlerin yalan/yanlış olduğunu -en akıllı olanlar bile- anlayamıyor.
İnsanoğlu belli düşünme tarzları konusunda zayıf. Tarih içindeki gelişimi ona farklı bir yol çizdiği ve bu yol sayesinde hayatta kalabildiği için, onun doğasına uygun olmayan düşünce biçimleri üzerinden tahminlerde bulunması istendiğinde, tamamen yanlış tahminlerde bulunabiliyor. İnsanın belli belli düşünce tarzlarıyla yanlış tahminlerde bulunacağını peşinen bilmek ve bu alanlarda ısrar etmek, insanoğlunun yanlış kararlar almasını istemek gibi bir hinlik içerdiğinden, bu alanlara değinmek gerek. Akıllı olanların bile uzunca bir süre kanabildiği alanlar bunlar. Ama 'Yalan Düzeni' eskisi kadar kolay işlemiyor...

2012 sonrası yeni düşünce biçimlerine açılırken, müziğin rolü hakkında

Bilinen en eski müzik aleti, 35.000 yıllık kemikten bir flüt. İnsanların neden müzik yaptıkları bilinmiyor. Ama müzik, insanı insan yapan en önemli özelliklerden. Hatta düşünmekten bile daha önemli, çünkü bugün "düşünmek" deyince akla rasyonel düşünce geliyor ve daha farklı tarzlarda düşünmek anlayışı neredeyse kaybolmuş/unutulmuş durumda. Müzik, insanın duygu/düşünce dünyasının dünü ve bugününü birbirine bağlayan, unutulmuş olanı da içinde taşıyan bir ortak payda/havzadır. Ve elbette duygusal bir yana sahiptir.
Düşünce tarzının oldukça değişeceği önümüzdeki dönemde, bu geçişin sağlıklı bir sonuca ulaşması için en önemli güvence, müzik olacaktır.

Hükümetin ekonomik önlemlerinin asıl nedenini halka anlatmak...

Sadece iki hafta içinde öyle şeyler oldu ki, politikacıların neden paniğe kapıldığını anlamak kolay. Ama ne oldu?!.. İşte bunu gazeteler henüz yazmıyor, mecburen biz yazacağız.
AKP'nin Kızılcahamam "kampı"nın ikinci gününde Başbakan Erdoğan, başka ülkede olsa kıyamet koparacak türden klasik "sert" konuşmalarından birini daha yaptı. Türk vatandaşına "Sen" diye hitab ederek, emir kipi kullanarak, pahalı arabaya binmemesini, sigara içmemesini falan "önerdi". Bu arada arabaların markalarını da verdi, örneklerinin hepsi Alman arabalarıydı.
(Danke schön!)
"Teğet" edebiyatına alıştırılmış Türk milletine veremi (Yunanistan'ı) göstererek sıtmaya (zamlara) razı etme dili şimdiden böyleyse, İktidara karşı önümüzdeki dönemde alenen bir iç savaş bile başlayabileceğini ben buraya şimdiden yazayım!
Ne mi oldu?
Elbette doğrudan Türkiye'de olan büyük birşey yok. Ama Türkiye'nin üzerinde durduğu sanal para piyasası göçmek üzere. Türkiye için sadece Kemal Derviş'in "Cari açık" ve yapılan zamların pek fayda sağlamayacağı uyarılarından bahsedebiliriz. İlginç gelişmeler oluyor, önemli sinyaller var ve olayları birlikte değerlendirmediğiniz taktirde bunların anlamı gözden kaçabiliyor.

Çökmeye aday ülkelerden Çin ve Türkiye ile benzerlikleri

Son on yıldır Çin ekonomisi ortalama yüzde on büyüyor. Çin en dikkat çekici dönemini, hemen Sovyetler Birliği'nin çöküşü ardından 1997'de yaşamıştı. O yıllarda Çinliler neye yatırım yaparlarsa kazanıyorlardı. Ama durum eskisi gibi değil artık. Çin'in nasıl ve hangi yoldan çökebileceğini ilk kez 2005'te Bush Irak'ı mahvettikten sonra Avrupalı dostlarla konu etmiştik. Çin'deki asıl sorun, "devlet kontrollü neoliberalizm"di ve batıdaki "devlet kontrolsüz neoliberalizm" versiyonu yanında bazı avantajlara sahip olmakla birlikte, o "avantajlar" önemli bir risk içeriyordu aynı zamanda. Bu ilk riske ben -şekilde görüldüğü gibi- kısaca "Devlet kontrolü" diyeceğim! Aslen geleceğe doğru önemli bir opsiyon olan "devlet kontrolü" (ve devlet müdahelesi) yanlış kullanıldığı zaman, (kriz döneminde) "devlet konolsüz" neoliberal ekonomiye kıyasla daha kötü negatif etki yapabilir. Peki neden? Çünkü Çin'in en büyük firmaları ve sektörleri doğrudan iktidar elitinin kendine çalışan (veya hortumlanan) devlet firmalarıdır ve devlet müdahale ederken, ekonominin bütününü/trendleri düşünmekten ziyade, ÇKP yandaşlarının kârını ve iktidarını "düşünerek" hareket edecektir. İktidarda kalabilmek için kendi yandaşlarını "görmek" zorundadır. Bu tip devasa firmaların başında da Çin bankalarını sayabiliriz.
Konuyu seçmemizin nedeni, bu yapının, birçok bakımdan Türkiye'ye ve Türkiye'nin ihale merkezli "yandaş ekonomisi"ne benzemesi...

İstanbul'un kurucusu Konstantin, Tanrı'nın işareti ve Karamürselli Helena

August Comte deyimiyle, "Dünyanın Başkenti İstanbul"un kurucusu Konstantin, 27 Şubat 272'de, Roma İmparatorluğu'nun Moesia eyaletinin Naissus kentinde (Niş) doğmuş. Bu eyalet o zamanlar, kuzey Trakya ve Makedonya'ya uzanan bir yönetim birimi.Konstantin'in asıl adı, Flavius Valerius Constantinus ve ilk kez, babasıyla birlikte anılıyor. Babası I. Constantius'un lakabı "Chlorus" (solgun). 293 yılında, Roma'nın 'Dörtlü İktidarı'nda yer alacak 'Küçük İmparator' ilan ediliyor.
Bu titri açıklamamız gerek...
O yıllarda Roma İmparatorluğu, dört hükümdarın birlikte hüküm sürdüğü, devrimci denecek kadar orijinal bir yönetim sistemine sahip. Tarihçilerin 'Tetrarşi' dedikleri bu sistem, 283 yılında İmparator olan Diokletian tarafından kuruluyor ve sistemin kurallarına göre; hüküm süren her iki 'Büyük İmparator' (iki Augusti), 20 yıllık iktidarlarından sonra tahttan çekilip, yerlerini 'Küçük İmparator'lara (Caesares) bırakıyorlar. 'Küçük İmparator' da, daha yaşarken, Büyük İmparator tarafından seçiliyor, böylece iktidara (kokusu sonradan çıkabilecek) "yabancı madde" sokulmamış oluyor. Bu sistemde iktidar ille de babadan oğula geçmiyor.
Roma, sarsılan gücünü korumak için bu yönteme başvururken, İmparatorlara kudsiyet kazandırmayı da amaçlıyor.

Kapitalizmin yeni aşaması: devlet kontrollü firmalar ekonomisi ve Türkiye

Kısa bir aşama olacağından kuşku yok ama mutlaka konuşulması gerekiyor...
Bu aşamayı anlamak için, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve Çin'deki liberalleşmeye iyi bakmak gerekiyor.
"Sosyalizm" denen sistemin, bir tür kapitalizm olduğunu, para/iş sistemi (yani kapitalizmin 'Anafikri') olarak liberal kapitalizmle arasında sadece nüans farkları olduğunu yeniden yazmaya bilmem gerek var mı. 25 Aralık 1991'de Mikael Gorbaçov'un ünlü konuşmasıyla serbest piyasa ekonomisine geçildiğinin ilanı ve altı gün sonra Deng Xiaoping, "Güneye Yolculuğu" ardından daima, "free-market-capitalism" denen şeyin zafer kazandığı söylendi.
Acaba öyle mi?!
Şimdi 2008 krizine bakıyoruz ve asıl krize girenlerin (ve çıkamayanların), "Sosyalizmi yenen" serbest piyasa ekonomisinin aktörleri olduklarını görüyoruz: ABD, AB ülkeleri, vd. Kısaca "G7 Ülkeleri" de diyebiliriz.

Büyük bankalar yeniden krize girmek üzereyken, yeni para türüne doğru mu?

Eylül 2008'de Lehmann Brothers Bankası çökünce, ekonomik kriz başlamıştı. Şimdi yeniden, benzeri bir kriz tehlikesi var. Finans çevrelerine panik havası hakim. Bankaları kurtarmak için devletler milyarlarca Dolar "kredi" (yani Hibe) verdiler. Bu paraların ne olduğu, geri ödenip ödenmeyeceği hiç konuşulmadı. Yeni kriz, elbette yeniden bir 'Güven Krizi' (Çünkü para, -burada defalarca yazdığımız gibi- artık sanal hale geldiğinden, maddi karşılığını yitirmiştir ve bir tür "inanç" biçimine dönüşmüştür). Bankalar arasındaki para trafiğinin ve bankaların müşterileriyle ilişkilerinde güven bunalımı yaşandığı anlaşılıyor. Bankalar, batmak üzere olan Yunanistan gibi ülkelerin devlet kâğıtlarıyla ilişkili olabileceklere karşı kuşkulular. Devletler iflas ederse, onları büyük bankalar izleyecek. Bu korku, politikacıları da sarmış görülüyor...
Korkunun ecele faydası yok. Kriz etkilerini azaltmak ve halktaki güven duygusunu yükseltmek için, sistem ötesine doğru bir hamle yapıp, 'Yerel Para' uygulamasına geçilebilir. Yani şöyle...

'Beyaz Örtülü Kadınlar Ordusu'na ve kadınsı değerlere üç Nobel...

İsveç Nobel Komitesi zamanın ruhuna uygun davranıp üç kadına Nobel Barış Ödülü verdi. Karar o kadar doğru, o kadar yerinde ki söyleyecek söz bulmak zor! Türkiye'de iktidar kabalığının, adaletsizliğin ve elli yaş üstü karaktersizlik örneklerinin zirve yaptığı bir zaman diliminde, dünyada bu kadar güzel şeylerin olması inanılmaz -ve Türkiye için de çok umut verici. Kadınlar, yükselen yeni değerlerin sahipleri olarak, erkeklerden çok daha güçlüler. Herkesin bunu iyi anlaması gerek.
Nobel Komitesi herşeyden önce kadınsı değerleri ve kadınların yükselen gücünü ödüllendirmiştir. Burada ödüllendirilen değerlerin ne olduklarına ve nasıl işlediklerine kısaca dikkat çekmek istiyoruz.

Erivan'daki dev Amerikan Büyükelçilik binası ve "Jeostrateji" hakkında

Bazı şeyler dikkat çeker...
Erivan'daki Amerikan Büyükelçilik binası da dikkat çekiyor, çünkü İstanbul'daki yeni Konsolosluk binasıyla bazı benzerlikler taşıyor. Yeni Amerikan Büyükelçilik ve Konsolosluk binaları neden kale gibi ve neden şehir merkezlerinden uzak yerlere inşa ediliyor? İstinye'deki Amerikan Konsolosluğu'nun yeri ve şekli, başlangıçta garip karşılanmıştı ama buna alışıldı.
Erivandaki Amerikan Büyükelçilik binası da havaalanından şehre giderken yol üzerindeymiş ve şaşırtıcı bir büyüklüğe sahipmiş. Gerçi Amerikalılar buna bin türlü neden buluyorlar, Ermenistan'la ilişkilerin iyileştirilmesinden bahsediyorlar, güzel. Ama, galiba bu ilginç "inşaatlar"a biraz daha yakından bakmanın bir zararı olmaz.

Türkiye, NATO adına Suriye'yi işgale mi hazırlanıyor?

NATO, ağırlığını Türk Ordusu'nun oluşturacağı bir askeri operasyonla Suriye'yi işgale mi hazırlanıyor? WorldNetDaily'de Aaron Klein imzalı bir yazının başlığı, NATO'nun yeni bir savaşa hazırlandığı şeklinde. Suriyeli bir diplomatın sözlerine dayanan ve salı günü (4.10.11) yayımlanan haberde, halen NATO birliklerinin Türkiye'de işgal hazırlıkları yaptıkları söyleniyor. Suriyeli diplomat, Rusya'dan silah yardımı gördüklerini, mesela S-300 roketleri aldıklarını, ama Rus desteğinin kesilebileceğini, ABD ve AB'nin Rusya'ya ekonomik teşvikler yaparak bu desteğin önünü kesebileceğinden endişe duyduklarını da anlatmış. Ruslar, Suriye'de halen "askeri danışmanlık" sıfatıyla bulunmaya devam ediyorlar.
Tam da bu haberin internete düştüğü gün, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad, olası bir NATO saldırısından sözetti. Esad, Ortadoğu'yu ateşe vermekle tehdit ediyor. Esad'ın sözlerini Rusların RIA Novosti ajansı da dün abonelerine ayrıntılarıyla geçti. Bunun, Türkiye'yi de dolaylı olarak ilgilendiren bir yanı var. Esad'ın İran Fars ajansı tarafından yayımlanan açıklaması, 9 Ağustos günü Ahmet Davutoğlu'na söylediklerinin birebir aynı olabilir mi?

Noam Chomsky / "Öğrenciler anarşist olsunlar"

Die Zeit gazetesinin "Üniversiteli Eki" için Noam Chomsky ile yapılan söyleşiden bölümler sunuyoruz:


Bay Chomsky, dünyanın en çok alıntı yapılan bilim adamısınız., 45 yıldır siyasi aktivistsiniz. Bugün politikaya şöyle bir bakınca, insan sormak zorunda kalıyor: "Public intellectuals" (Basında kendine yer bulan, yazarak kitlelere ulaşabilen entelektüeller) belli hedeflere ulaşabilecek durumdalar mı?
Bu soruya nereden geldiniz?
Afganistan'da savaşılıyor, dünya ekonomik krizin sonuçları altında eziliyor, sosyal uçurum derinleşiyor...
Sorun çok basit. Entelektüellerin ezici çoğunluğu, iktidarların hizmetkarı. Kendilerine "uzman" deyip hükümetlere danışmanlık hizmeti veriyorlar -hem de sadece bugün değil, yüzyıllardır. Ama her toplumun kıyısında, eleştirel entelektüeller vardır. Bu iki entelektüel tipi de etkilidir: İktidarların uşağı olanlar ve Muhalifler.

'Gayrı Safi Milli Mutluluk Katsayısı'. Zenginliğin yeni ölçüsü

Büyük devlet nasıl olunur?
Artık silahla/külahla ve de sanal para ve rakam üretimiyle, büyük haritayla falan değil; somut ve akıllı önerilerde bulunarak, herkesin mutluluğunu ve barışı düşünerek büyük devlet olunuyor.
İşte örnek:
Himalayalarda, coğrafi bakımdan küçük bir ülke olan büyük Bhutan Krallığı. Orijinal adı "Druk Yul/ འབྲུགཡུལ་". Bu ülke, Birleşmiş Milletler'de (BM) bir öneride bulundu...
Bhutan'ın önerisiyle BM, şöyle bir karar aldı:
"Ülkelerin zenginliğini ölçmek için kullanılan faktörlere, 'Mutluluk' faktörü de eklenmelidir."
Oradan devamla BM'den şöyle bir karar çıktı:
Halkların "Mutluğu(nu) sağlamak, en temel insani hedeflerden biridir."
Bhutan, bir "Gayrı Safi Milli Mutluluk Kavramı" oluşturulmasını önerdi.
Öneri hem kabul eildi, hem de Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Nobel ödüllü ekonomist Stieglitz tarafından benimsendi. (Bkz. Milliyet, 5.10.11)

ABD'nin Pakistan'a saldırı ihtimaline karşı barışı savunmak...

Obama son dönemde yeniden "Fundamentalist tehdit"ten bahsetmeye başladı. İslamcıları hiç sevmiyoruz, onların da savaş tezgahının bir parçası olduğunu görüyoruz, ama burada başka ve daha tehlikeli bir durum var. ABD'nin Pakistan'a karşı sertleşen dili uyarıcı olmalı. Bin Laden'in öldürülmesiyle El Kaide, korkutucu bir örgüt olmaktan çıktı. Onun yerini şimdi "Haqqani Ağı" diye adlandırılan örgüt alıyor ve bu örgütün arkasında Pakistan olduğu öne sürülüyor.
Burada en tehlikeli yan, Amerikan Genelkurmay Başkanı Amiral Mike Mullen'in bu örgütü resmen, Pakistan gizli servisi ISI'nin bir kolu ilan etmesidir. Böylece doğrudan Pakistan'ı hedef alıyor. Amiral Mullen, Haqqani adlı örgütün Pakistan'ın emriyle Afganistan'ın Wadak bölgesindeki Amerikan üslerine 10 ve 13 Eylül'de saldırıp orada o büyük katliamı yaptıklarını söylüyor (Bkz. FAZ gazetesi, 23.9.11).
Son haber, orduyla yakından ilgili Senatör Lindsey Graham'ın sözleriyle, Pakistan'a karşı "Bütün opsiyonların masada olduğu" yönünde! (AP Haberi 25.9.11) Bunun anlamı, ABD'nin Pakistan'a karşı gereğinde askeri güç kullanılabileceğidir.

Christos Retoulas / "Laiklik, Vahdet-i Vücud felsefesiyle şekillendi"

Yunanlı araştırmacı Christos Retoulas'ın Anadolu'daki İslam ve laiklik anlayışı üzerine Akşam (Gazetesi)'nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
-Osmanlı'daki İslam'ı nasıl tanımlıyorsunuz? Temelinde ne yatıyor?
Türk İslamiyeti'nin temelinde Vahdet-i Vücud konsepti var. Araştırmalarım 18'inci yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı'nın baskın dini ideolojisinin Vahdet-i Vücud olduğunu gösteriyor. Osmanlılar bu tarihten sonra -özellikle Güneydoğu ve Karadeniz bökgelerinde- önce Suudi Arabistan'da gelişen Vahabilik, daha sonra da doğrudan doğruya Batı'yla karşı karşıya geldiler ve çok büyük değişimler görüldü. Bu yaklaşım, o zamanki Hindu-Müslüman Hindistan'dan gelen Nakşibend etkisi, İmam-ı Rabbani'nin görüşlerine dayanır.

OSMANLI'NIN TEMELİ
- Çalışmanız açısından bu görüşün ayırıcı özelliği nedir?
Bu görüş Vahdet-i Vücud'a değil, Vahdet-i Şuhud'a dayanır. Yani, Vahdet-i Vücud gibi 'Varlık birliği' değil; 'Şehadet birliği' esasına dayanır. Bu durum, toplumun bazı kesimleri ve o dönemki Osmanlı elitleri arasında bir çatışma meydana getirdi. Daha önceleri Vahdet-i Vücud esasına dayanan ve Rumeli-Anadolu'da asırlarca süren Ahrar” Nakşibend”lik yerine, Vahdet-i Şuhud'u esas alan 'Müceddidiyye' ve onun 'Halidiyye' diye bilinen kolu etkin olmaya başladı.  Vahdet-i Şuhud güçlenip, Vahdet-i Vücud düşüncesi zayıflayınca, Hıristiyan Ortodokslar Osmanlı'ya karşı ayaklanmaya başladılar. Geç 18'inci ve erken 19'uncu yüzyıl ayaklanmaları tam bu döneme denk geliyor.
- Vahdet-i Vücud imparatorluğu bir arada tutan temel felsefe miydi?
Elbette, aynen öyle. Benim çalışmalarıma göre, Ortodoks Hıristiyanlık ve Vahdet-i Vücud felsefeleri Allah algısı, aşk, güç ve akıl, insan doğası, gibi meselelerde din felsefesi bakımından paralellikler, ortak anlayış gösteriyor. Bu nedenle, tarihte aynı kişinin hem Hıristiyan hem Müslüman olduğu sıra dışı örnekler görebilirsiniz. Mesela Güney Arnavutluk'ta hem Ortodoks Hıristiyan hem Bektaşi olan pek çok kişi vardır. Bu hiç bir zıtlık yaratmaz. 1930'larda İstanbul'da yaşayan Yunanlı bir Rum'un çok önemli bir Mevlevi olduğunu da ben araştırmalarım sırasında buldum.

Amerikan Ordusu Kuzey Pasifik'te üstünlüğünü yitirdi mi?

Amerikan Deniz Kuvvetleri'nin, herbiri 25 milyar Dolar değerinde onbir büyük aktif uçak gemisi var (küçükleriyle birlikte toplam 24). Bu gemiler, özünde bir deniz gücü olan ABD'nin en önemli askeri savunma ve saldırı/operasyon merkezleri, -en azından şimdiye dek öyle sayılıyordu. Ama hâlâ öyle mi, yoksa artık bu bir illüzyon mu?
Dünyada toplam 37 adet bulunan irili ufaklı aktif üçak gemilerinin büyük Amerikan versiyonları, bir güç değil askeri zaaf teşkil ediyor olabilir. Ve bu durumu önce Çin anlamış görünüyor. Büyüklük/irilik/pahalılık giderek bir zaafa dönüşüyor. Uzmanların verdiği son haberlerden çıkan sonuç şu: Amerikan 7'inci Filosu bundan sonra Kuzey Pasifik'te istediği gibi gezemeyecek, hatta oraya giremeyecek gibi görünüyor. Çin'in yeni geliştirdiği DF-21D roketleri, Amerikan uçakgemilerini etkisiz hale getirebiliyor ve bu roketler çok ucuzlar! Ortada bir "fiyat/maliyet" sorunu ve "ucuz Çin işgücü" sorunu var ki, savaşlarda artık hangi faktörlerin önem kazanabileceğini göstermesi bakımından önemli.