Kishore Mahbubani / 'Demokrasi dersi de yetti artık!'

Der Spiegel dergisinin, Singapurlu düşünür ve diplomat Kishore Mahbubani ile yaptığı söyleşiden.

S: Sayın Mahbubani, çalıştığınız üniversitede Asya'nın müstakbel yöneticileri eğitilecek. Öğrencilerinize demokrasi hakkında ne anlatıyorsunuz?

MAHBUBANİ: Demokrasinin zayıf ve güçlü yanlarını anlatıyorum. Demokrasinin birçok güçlü yanı var. Bu nedenle uzun vadede bütün toplumların demokratik toplumlar olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu, uzun vadeli bir ideal. Asıl soru, bu hedefin hangi hızla gerçekleşeceği.

S: Mümkün olduğunca çabuk gerçekleşsin desek nasıl olur?

MAHBUBANİ: İşte bu olmaz. Siz Batılıların yaptığı en büyük hata, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi gelişme seviyesinde olursa olsun, her toplumun birkaç gün içinde demokratik toplum olabileceğine inanmanız.

S: Bunun neresi büyük hata?

MAHBUBANİ: Bunu bana sahiden soruyor musunuz? Milyonlarca insan, Batı demokrasisinin ihracı nedeniyle acı çekti. O insanların çektiği acıdan Batı sorumlu.

S: Demokrasi nedeniyle insanlar nerede acı çekti?

MAHBUBANİ: Mesela Yugoslavya'da. Oradaki savaşın kuşkusuz birçok nedeni vardı, ama o nedenlerden biri de, Batı'nın ille de demokrasisini Balkanlara ihraç etmek istemesiydi. Bu, bütün milliyetçi/ulusalcı güçleri açığa çıkardı (serbest bıraktı). Ve Slobodan Miloşeviç Sırp cumhurbaşkanı seçildi. Herhalde sizin de farkettiğiniz gibi -bir katil. Sonuç soykırım oldu. Demokrasi ihracının faturası soykırım oldu. Gerçek bu. Buna rağmen, dünyanın herhangi bir yerinde demokrasi kurdurarak -otomatikman- iyi birşey yaptığınız konusunda neden ısrar ediyorsunuz? Saçmalık bu!

S: Miloşeviç, demokrasinin değil, otoriter sistemin ürünüydü. Demokrat bir iktidar değildi, otoriterdi. Asya'da demokrasiye geçişin kurallarını biliyor musunuz?

MAHBUBANİ: Birinci Kural: Demokrasiyi isteyip istemediklerine her zaman sözkonusu insanlar karar vermeliler. İkinci kural: Şu olasılık her zaman gözönünde bulundurulmalı: Demokrasi, bir ülkeye dayatılınca, iyiden çok kötü sonuçlara varılıyor.

S: Öğrencilerinize, belli şartlar altında otoriter yönetim biçimlerinin demokratik yönetim biçimlerinden daha iyi olabileceğini mi öğretiyorsunuz?

MAHBUBANİ: İlginç. Anlayışınızda sadece siyah ve beyaz renkler var. Ya demokratik, ya otoriter.

S: Ara formlar mı var?

MAHBUBANİ: Evet. Bizce önemli olan, sorumluluk sahibi devlet/hükümet yönetimidir. Bütün devletler, sorumluluk bilinciyle yönetilmeli. Özellikle de gelişmekte olan ülkeler. Bunun otoriter yolla mı yoksa demokratik yolla mı yapıldığı, başta pek de önemli değildir. Seçilen yol, topluma ve onun gelişme seviyesine uygun olmalı. Mesela Çin, demokratik yoldan yönetilmiyor ama sorumluluk bilinciyle yönetiliyor.

S: Rejim muhalifleri, bunu farklı değerlendirirlerdi her halde. Birden, demir parmaklıkların ardında kaybolabileceklerinin hesabını yapmak zorundalar. Buna sorumluluk bilinci mi diyorsunuz?

MAHBUBANİ: Her hal-û karda, biryerlerden herhangi bir reçeteyi alıp onu Çin gibi bir ülkeye giydiremezsiniz. Çin'in bir gecede demokrasiye karar vermesi tam bir felaket olurdu. Bu karar sonucu, yüzmilyonlarca insan acı çekerdi.

S: Asıl gerçek, sizin demokrasiye hiç değer vermemeniz olabilir mi?

MAHBUBANİ: Bu kötü bir yakıştırma. Toplumların uzun vadede demokrasi lehine karar vereceklerine gerçekten inanıyorum. Ama bunun ne zaman olacağını bilmiyorum. Zamana ihtiyaç var.

S: Sizin vatanınız Singapur'un bol zamanı vardı. 40 yıldır bağımsız bir ülke ve başarılı bir ekonomiye sahip. Burada neden hala demokrasi yok?

MAHBUBANİ: Bu sizi niye rahatsız ediyor? Singapur hükümeti birkaç yılda bir demokratik yoldan seçiliyor, halk da bunu istiyor. Singapurlular, bizim bu toplumsal anlaşmamızdan/uzlaşmamızdan memnun. Sizin halkımıza ve onun iradesine saygınız yok her halde.

S: Ona bakarsanız, halk sert cezaları da istiyor; ölüm cezasını, kırbaç cezasını.

MAHBUBANİ: Evet öyle görünüyor. Niye biliyor musunuz? Çünkü insanlar kendilerini öyle daha emniyette hissediyorlar. New York'ta ve Avrupa'nın birçok şehrinde geceleri sokağa çıkamazsınız. Singapurda çıkarsınız. Burada gecekondu bölgesi yok, çünkü iyi işleyen bir sosyal sistemimiz var. İnsanlar, bu paketin bütününden memnun. Ve ona belli kısıtlamaların (yasakların) da dahil olduğunu biliyorlar. Kendi seçimleri. Kimse onları buna zorlamadı.

S: Özgür bir basın ne kadar önemli?

MAHBUBANİ: Çok önemli.

S: Singapur'da basın özgürlüğü neden kısıtlı?

MAHBUBANİ: Her toplum kendi kültürünü, kendi kurallarını geliştirir. Singapur'da birçok halk grubu yaşıyor. Eskiden aralarında yoğun çatışmalar vardı. Bu yüzden gazeteciler, etnik gerilimler konusunda yazmaya izinli değiller.

S: Bir toplum susmak yerine, sorunlarını açıkça konuşabilmeli.

MAHBUBANİ: Ah bu tavsiyenize çok teşekkür ederim! Burada küçücük bir adada dört milyon insan yaşıyor. Biz, dünyanın en kırılgan devletlerinden biriyiz. Böyle bir devlet, Almanya'dan veya ABD'den farklı yönetilmek zorunda. Belki bunu Batıda nihayet kabul edersiniz. Başkalarına ders verme devri geçti. Alışılmadık bir devir yaşadık; Batının dünyaya galebe çaldığı, onu kolonize ettiği, kontrol ettiği bir devir. Bu devir artık sona erdi -kesin bir şekilde. Artık bize, toplumlarımızı nasıl örgütlememiz gerektiğini anlatmaya bir son verin!

S: Asyalıların çoğu, sizin gibi öfkeli mi böyle?

MAHBUBANİ: Çok daha fazlası. Batıdan ders dinlemekten bıkmış durumdalar. Miğdeleri bulanıyor. Batılı dostlarıma tavsiye ediyorum: Kendi çıkarınız için buna bir son verin!

S: Kulağa bir tehdit gibi geliyor.

MAHBUBANİ: Dostça bir uyarı. Batının çıkarı, dünya nüfusunun çoğunluğuna yukarıdan bakmak yerine onlarla işbirliği yapmaktan yana.

S: Somut olarak neyin değişmesi gerekiyor?

MAHBUBANİ: Akıllanın, empati kurun -dünyanın geri kalanıyla olan ilişkilerinizde. Diğerlerini dinlemeyi öğrenin. Yoksa o çok korktuğunuz kültürler/medeniyetler savaşı işte o zaman olacak. Tıpkı ilkokul sınıflarında olduğu gibi; bir öğrenci, sınıfın geri kalanını (yaramazlık yaparak) terörize ederse, nefret ve öfke uyanır. Batı, son ikiyüz yıl boyunca sınıfın yaramazı/tiranıydı.

S: Verilen 'dersler'in kime zararı dokundu ki -Asya halklarına mı, yoksa özellikle baskıcı siyasi önderlere mi?

MAHBUBANİ: Soru da tipik Batılı sorusu. Yüksek atlarınızın üzerinde, kendinizi ak şovalyeler sanıyorsunuz. Dıgıdık dıgıdık dıgıdık ve zavallı halkları kötü önderlerinden kurtarmak zorunda olduğunuzu düşünüyorsunuz. Gerçekte, demokrasi ve insan hakları kılıfı altında sadece kendi egoist çıkarlarınızın peşinden gidiyorsunuz. İkiyüzlülüğünüzü anladık artık.

S: İnsan haysiyeti, dünyanın her yerinde geçerli mi?

MAHBUBANİ: Gayettabii. Her insan eşit haklara sahip olmalı. Ayrımcılığa maruz kalmamalı.

S: Öyleyse, insan haklarını açıkça çiğneyen devletleri nasıl savunabilirsiniz?

MAHBUBANİ: Bu dünyada tek bir mükemmel toplum bile tanımıyorum. Onun için hiç biri diğerini yargılamamalı. Sadece, sütten çıkmış ak kaşık (saflığında) bir toplum diğerlerini yargılayabilir.

S: Herkes birşeyler öğrenebilir.

MAHBUBANİ: Tabii, suçlular birşeyler öğrenebilir. Ama böyle bir suçluyu, diğerlerinin suçlu olup olmadığına karar verecek (yargıya varacak) pozisyona getirmemek gerekir. Yoksa diğerleri şöyle der: 'Sen hakim değil suçlusun, evine git (defol).'

S: Çin'deki ve Guantanamo'daki insan hakları ihlalleri arasında en az bir fark var, o da; Guantanamo sistemde bir hata, ama Çin'deki insan hakları ihlalleri sistemin bir parçası.

MAHBUBANİ: O zaman, ABD gibi gelişmiş bir ülkeden beklenenler, Çin gibi bir ülkeden beklenenlerden daha fazla olmalı. Guantanamo, insan hakları tartışmasını tamamen değiştirdi.

S: Batılı bir ülke insanlara kötü davranırsa muhalefet var, özgür basın ve güçlü bir sivil toplum var. Onlar eleştiriyorlar ve kötü durumun değişmesini zorluyorlar. Otoriter devletlerde bütün bunlar baskı altına alınıyor.

MAHBUBANİ: Yani şunu mu diyorsunuz; basın özgürlüğü olduğu müddetçe işkence serbest midir?

S: Hayır. Ama basın özgürlüğü, keyfiliğe son vermek için önemli bir önkoşul.

MAHBUBANİ: Çin'de devletin tabii ki çok daha kötü suçları var. Ama gelişmenin yönü (trend) olumlu. Geçtiğimiz yıllarda Çin'de 400 milyon insan fakirlikten kurtuldu. Çin modernleştikçe, insan hakları ihlalleri de azalacak. Önemli olan, gelişmenin istikameti. Ve istikamet doğru. Fakat Batıda farklı. Orada gelişmenin istikameti negatif (olumsuz).

S: Nereden bu sonuca varıyorsunuz?

MAHBUBANİ: 11 Eylül'e verdiğiniz tepkiden. Batı kendini tehdit altında hissetti, o zamandan beri tüm özgürlük felsefeniz sallantıda. Birden devlet, kendi vatandaşını istediği gibi gözetleyebildi. Ve buna kimse bağırıp itiraz etmiyor.

S: Şimdi de siz bize ders veriyormuşsunuz gibi geliyor kulağımıza. Batı Asya'dan (birşeyler) öğrenebilir mi?

MAHBUBANİ: Birsürü şey öğrenebilir. Fikir akışı 200 yıldır tek istikametli bir yoldu. İyi fikirlerin çoğu Batıdan geldi. Şimdi fikirlerin ters yönde de dolaşmasının vakti.

S: Batı Asya'dan ne öğrenmeli?

MAHBUBANİ: Önce tolerans. Önce diğer toplumları oldukları gibi kabul etmeyi öğrenin. Sonra bakarız.

S: Sayın Mahbubani, bu sohbet için teşekkür ederiz.

Kishore Mahbubani
, Singapur'un Birleşmiş Milletler elçisiydi. Halen, National University'nin Lee Kuan Yew School of Public Policy okulunun yöneticiliğini yapıyor. Asya'nın (provokatif bir dile sahip) en pırıltılı yeni filozoflarından sayılıyor. Son yayımladığı 'The New Asian Hemisphere' adlı kitabında, Batıının üstünlüğünün sona erdiğini savunuyor.

Der Spiegel 19.05.2008

Erkan Mumcu / Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e mektup

1.
Türkiye, bir ‘siyasal sistem krizinin’ içinden geçmektedir. Bu krizin ideolojik göstergesi laikliktir. İktidar partisi hakkında açılan kapatma davası bu krizin yeni bir safhasıdır. Önümüzde belirsizlik ve kaos vardır ve krizin devlet krizi haline dönüşmesi ciddi bir olasılıktır.

Yaşanan sürecin sorumluluğunu yargıya veya demagojik bir üslupla statükoya yüklemek yanlıştır. Siyasi sorumluluğun da kabul edilmesi gerekir. Meseleyi oluruna bırakmak doğru olmayacağı gibi, inisiyatif alınması, siyaset mekanizmasının harekete geçirilerek bir şeyler yapılması da zorunludur.

Teşhisler doğru konulmalı ve yanlış teşhisler üzerinden tartışmaya bir son verilmelidir. Sorun Anayasa’nın öngördüğü siyasal düzenin kendisindedir. Bu düzen, değiştirilmediği takdirde, aynı olumsuzlukları üretmeye devam edecektir.

Hatta, güncel bir kriz olarak kendini gösteren sistemde mevcut sorun, güncelin çok ötesinde, Lozan Anlaşması ile kurduğumuz statükonun -bağımsız devlet, milli ekonomi, tek millet gibi değerlerin- geleceğini de sarsabilecek mahiyettedir.

Bir tek seçimin sonuçları dahi devletin tüm fonksiyonlarını, dolayısıyla güçlerini tayin etmeye imkân vermektedir. Bu gerçeği dürüstçe ve içtenlikle görmeliyiz. Bu yapının doğru olmadığını da kabul etmeliyiz. Yüzde 35 oy alan bir partinin, parlamentoda yüzde 70’lik bir üstünlük elde ettiği görülmüştür. Bu gücün ise demokratik işlemediği, Siyasi Partiler Kanunu’nun zaafları nedeniyle dar bir kadro hegemonyasına girebildiği ortaya çıkmıştır.

Mevcut anayasal düzen, yasamada üstünlüğü ele geçiren siyasal odağın, icrada olduğu kadar, kademeli olarak yargıda ve tüm devlette hâkimiyet tesisine elveren bozuk bir tasarıma dayanmaktadır.

Sonuçta parlamento, dar bir kadronun ıstampası haline gelebilmektedir. Yasalar, istenirse istenildiği şekilde çıkarılmakta; istenmediğinde ise gerekli olsa bile çıkarılmamaktadır. Böylece, yürütme dar bir kadro ile bütün yapılara hâkim olabilmekte ve Parlamento denetimi de işletilememektedir.

Dahası, aynı parlamentonun cumhurbaşkanını belirlemesiyle, aynı kadro bu defa devletin yargı erki ile diğer kurumlarına da egemen olabilmektedir. İşte bu noktada, “büyük zaaf” kendini açığa vurmaktadır: Sistem bütünüyle kendisini, yetkilerini sigorta olarak gördüğü ve kilit taşı konumuna yükselttiği cumhurbaşkanının iyi niyetine bırakmıştır. Nitekim, şahsınızın cumhurbaşkanı seçilmesi etrafında yürütülen tartışmalar sistemin bu büyük zaafını daha görünür hale getirmiştir.

Sistemin kendisini savunmak için neredeyse hiçbir imkân veya araca sahip olmadığı açıktır. Parti kapatma ya da demokrasi dışı müdahaleleri bir araç veya yöntem olarak kabul etmek de mümkün görülmemelidir. İktidar partisi hakkında açılan kapatma davasının arka planında, laiklikle ilgili sorunlar ve siyasal iradenin bu konudaki üslubundan öte, esasen bu zaafla yüz yüze gelmenin yarattığı tedirginlik ve kaygı vardır.

Türkiye’nin demokrasisi, güçlerin tek merkezde toplanmasına yol açıyor. Bir tek seçim sonucu, bütün mekanizmaları yönetip belirliyor. Bir tek seçim sonucuyla devletin tüm güçleri ve kurumları bir tek merkezin elinde toplanabiliyor.

Neticede, ülkemizde sadece hükümet ve yasamanın değil, yargı, üniversite, ordu ve tümüyle bürokrasinin; devletin tüm kademelerinin aynı kadronun belirleyiciliğine açık hale gelmesi, hatta bu kadronun uzantısına dönüşmesi bu sistem içinde mümkündür.

Ülkenin selameti; demokratik kültüre, kamuoyu baskısına ve iyi niyete emanettir. Fakat görülüyor ki, medyanın mahkûmiyeti kamuoyunu etkisizleştirmektedir. İdeolojik kutuplaşma ise uzlaşmayı imkânsızlaştırıyor. İyi niyet işlemiyor; çünkü klasik kural hükmünü icra ediyor ve mutlak iktidar mutlaka bozuyor.

Elbette ki, kusurlu düzenin sorumlusu siyasi iktidar değildir. Evet, siyasi irade gerekli iyi niyeti göstermemiştir. Hükümet etmeyi boyunduruk altına almak olarak anlamış, kusurları kullanarak tahakküm alanını genişletmiştir. Kaygılar karşısında özenli davranmamıştır. Fakat bu nedenlerle bütün sorumluluk ona yüklenemez. Çünkü başka bir kadro partisi de iktidarda olsaydı aynı şekilde davranabilirdi.

Teslim etmek gerekir ki, ortaya çıkan tablo büyük çapta eşyanın tabiatı gereğidir ve kaçınılmaz bir sonuç gibi görünmektedir.

Gelinen aşamada, Türkiye’nin siyasal sisteminin, bir kadro partisinin çoğunluğu elde etmesi durumunda, ‘çoğunlukçu diktatörlük ya da parti devleti rejimine’ doğru bir sapmaya müsait olduğu açığa çıkmıştır.

Bilindiği gibi; çoğulcu, anayasal demokrasi güçlerin tek elde toplanmasına izin vermez. Devlet fonksiyonlarının farklı ellere dağıtılması ve bunların hem kendilerini hem de birbirlerini denetlemeleri esastır. Aksi takdirde özgürlükler teminatsız kalır. Çağdaş demokrasiler ise özgürlüklerin önceliğine dayanırlar. Halkın yönetimi anlamında demokrasi, ancak ve sadece özgürlük ilke ve değerlerine dayandığı ve bunları temin edebildiği derecede makbuldür. İnsanlığa büyük bedeller ödeten mutlak demokrasi devri çoktan kapanmıştır. Bir kişinin veya bir azınlığın mutlak hâkimiyeti ile çoğunluğun mutlak hâkimiyeti arasında bir fark yoktur. Hatta ikincisi daha yıkıcı olabilmektedir.

Yaşadığımız siyasal krizin dışavurumu ise laiklikle ilgili anlayış farklılıkları üzerinden gerçekleşmektedir. Laiklik milli egemenlik ilkesinin diğer yüzüdür. Bu anlamda, devlet erklerinin yegâne referans kaynağının beşeri irade olması demektir.

Bununla birlikte laikliğin, dinin toplumsal hayattan da tasfiyesini isteyen bir ideolojiye dönüştürülmesi kabul edilemez. İktidar partisi hakkındaki iddianamede böyle bir yanlış anlayış yansımaktadır.

Kutsala olan inanç ve bağlılığın, dinin statik ve bilimsel olmayan bir “düşünce” olduğu iddiasıyla adeta küçümsenmeye çalışılması ise, yadırgatıcı ve dar görüşlü bir tutumdur. Laikliği ideoloji haline sokan anlayışın, dinin toplumsal hayattan tasfiyesi için devleti işlevlendirmeyi talep ettiği açıktır. Devlet, toplumsal hayatı ladinileştirme misyonu üstlenmeye zorlanmaktadır.
Devletin inançlardan bağımsızlığı ilkesi, devletin yurttaşlarını inançsızlaştırması şekline büründürülmek istenmektedir. İşte bu da, çoğulcu demokrasiden bir başka otoriter sapmadır.
İktidar partisinin başörtüsü sorununun çözümünde seçtiği yöntem yanlış bulunabilir. Şahsınızın, izale etmesi beklenirken, bu yanlışa geçit vermiş olması da eleştirilebilir. Siyasal iktidar sözcü ve mensuplarının problemli bazı söylem veya fiilleri de söz konusu olmuş olabilir. Ve fakat, bütün bunlar, laikliğin toplumun inancının karşısına çıkarılmasını haklı göstermez. Yanlışa karşı bir başka yanlış dikilmektedir. Türkiye bu açmazla karşı karşıyadır. Bu yaklaşımın anayasa yargısıyla benimsenmesinin kaçınılmaz sonucu, devlet-toplum, resmi ideoloji-toplumsal hayat çatışmasıdır ki, en uzak durmamız gereken tehlike budur.

Milletiyle didişen bir devlet zafiyete mahkûmdur. Milletini kaybeden, toplumsal rızaya dayanmayan bir devlet yaşayamaz.

Ama unutulmamalıdır ki, üzerinde yaşadığımız coğrafyada ancak devlet varsa ve güçlüyse millet olarak var olunabilir. Aslında, örgütlü güç birliği anlamında devleti yetersiz toplumlar, millet kalamazlar, dinlerini dahi koruyamaz ve yaşayamazlar, vatanlarında güven içinde var olamazlar, hak ettikleri refahı başkalarına devretmeye mahkûm kılınırlar.

Bekle-gör anlayışına teslim olunmamalıdır. Rehavet çare değildir. Beklenirse görülecek olan da bellidir. Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük alanını daraltıcı veya parti kapatma yönlü kararlarının tetikleyeceği sosyal ve politik süreçler, Türkiye’yi potansiyel tehlikelere sürükleyebilir.
İçeride ağır bir kriz yaşanırken, dışarıdan birtakım süreçler kurgulanabileceği de dikkate alınmalıdır. İçerideki iktidar çekişmesinin, devletimiz ve milletimiz için egemenlik zafiyetine dönüşmesi ihtimali yadsınamaz.

Kürt meselesi etrafında biriken gerilimin din-laiklik veya muhafazakârlık-modernlik bağlamlarında çoğaltılarak ve derinleştirilerek büyümesi, Irak’ın yapılanmasıyla ilgili ortaya çıkması olası gerilimlerle, global ekonomik kriz dalgasıyla beraber düşünüldüğünde; Türkiye’nin bir iktidar boşluğuna, istikrarsızlık dönemine tahammülünün olamayacağı görülmelidir.
Varolan gerilimin hesaplaşmaya dönüşmesinin milletin kazanımlarını tehlikeye atacağı şuuruyla hareket edilmelidir.

2.
Türkiye’nin ihtiyacı yargıyı etkisizleştirecek bir sözde “mahkeme devrimi” değildir. Cumhuriyet’in korunmasız kalmasına neden olacak tadilat ve ayarlamalar da çıkmaz yoldur. Yanlışı yanlışla düzeltmeye yeltenilmemelidir. Yapılması gereken, özgürlüklerin önceliğine dayalı anayasal demokrasiyi, Cumhuriyet’in ilkelerini de özümsemiş olarak, düzgün bir şekilde tesis edip işletebilmektir.

Öncelikle, Türkiye’de güçler ayrılığı ilkesini gerçekten işler kılacak bir sistem revizyonuna gidilmesi şarttır. İkinci olarak, ibadet ve eğitimle sınırlı inanç temelli taleplerin özgürlükçü bir anlayış çerçevesinde karşılanmasına imkân verecek ideolojik bir revizyon yapılmalıdır.
Siyasal kuruluşta güçler ayrılığını kurumsallaştırmak üzere, başkanlık veya yarı başkanlık sistemine geçiş yolu açıktır. Bu yönde önemli bir adım atılmıştır. Bu adım gerekli unsurlarla desteklenerek insicamlı bir bütünlüğe kavuşturulabilir.

Her halükârda, sistemin şu haliyle devamı yeni sıkıntılara neden olur. Başkanlık sistemi tercih edilecek olursa, cumhurbaşkanının icrai yetkileri artırılmalıdır.

Hangi sistem tercih edilirse edilsin, yasamanın denetim olanakları işlevsel bir zeminde etkinleştirilmelidir. Siyasi partiler üzerindeki lider ve genel merkez diktası kırılmalıdır. Parti disiplinini makul düzeye çekecek tedbirler alınmalıdır. Bu amaçla, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu yeniden düzenlenmelidir. Meclis İçtüzüğü, komisyonların etkin ve özgür çalışmasını, yasamanın yürütmeden özerkleşmesini sağlayacak yönde değiştirilmelidir. Çift meclis sistemine geçilmesi (senatonun yeniden ihdası) ciddi olarak düşünülmelidir.
Yürütmenin istikrarı sağlanıp, yasamanın yürütmeyi denetlemesi kurala bağlanacağına göre, yasamanın oluşumunda ‘temsilde adalet ilkesi’ mutlaka esas alınmalıdır.

Yargının özerkliği ve tam bağımsızlığı tesis edilmelidir. Yasama ve yürütme organlarının yargı organı ve özerk olması gereken diğer kurumlar üzerindeki belirleyici etkileri ortadan kaldırılmalıdır. Cumhurbaşkanının yüksek yargı kademelerine üye ataması uygulamasına son verilmelidir. Fakat yargı saltanatına engel olacak önlemler de mutlaka alınmalıdır.

Dokunulmazlık, yasama ve yargıda görev gerekleri ve doğasıyla sınırlandırılmalıdır.

Tüm temel hak ve özgürlükler, anayasada ‘fakatsız-amasız’ bir güvence sistemine alınmalıdır.
Üniversite ve YÖK, devlet tekeli kaldırılarak özerkleştirilmelidir.

Devlet erklerinin birbirlerinden özerkleştirilmeleri yanında, kendilerini ve birbirlerini etkin şekilde denetlemelerine imkân verecek mekanizmalar kurulmalıdır.

Siyasal iktidarın ekonomiyle ilgili karar ve uygulama kapasiteleri şeffaflık, objektiflik ve etkin denetlenebilirlik ilkeleri temelinde yeniden düzenlenmelidir. Özerk kurul ve kurumların devletten, hatta ülkeden bağımsız yapı ve işleyişleri, anayasal düzen içinde sorumlu bir hale kavuşturulmalıdır.

Yerel yönetimlerin etkin denetime tabi olmaları mutlaka sağlanmalıdır.
Bu yeniden kurgulama kararları; müzakereye sevk edecek, icrayı gerçek bir denetime açacak, otoriter veya totaliter tahakküm oluşturulmasına hiçbir surette imkan ve ihtimal vermeyecektir. Ama aynı zamanda; yönetebilir, otorite tesis edebilir bir demokrasi sağlayacaktır. Sistem sürprizlere karşı dayanıklı bir işleyiş edinecektir.

Unutulmamalıdır ki, demokrasi, salt seçimli sistemlerin değil, anayasal düzenlerin adıdır. İktidarın özgürlük güvenceleriyle sınırlandığı rejimdir. Milli irade kavramının içi boş bir retorik unsuruna dönüştürülerek sömürülmesine son verilmelidir. Milli irade milli egemenliğin sahibi ve kudreti olmak gerekirken, içine düşülen ideolojik ve sistemik krizlerde milli egemenliği zayıflatan ve kendi gücü olan devletine muarız bir kapasite konumuna sürüklenmemelidir.
Kuvvetler ayrılığının gerçek bir işlerliğe kavuşturulması, sadece çağdaş çoğulcu demokrasiye uyumlu olmak anlamına gelmeyecektir.

Bürokrasi, yargı ve ordu gibi devletimizin omurgası niteliğindeki tarihsel-kurumsal varlık ve kapasitelerimizi de, bir yandan asli vasıflarıyla etkinleştirecek, diğer yandan tarihsel, geleneksel, hatta doğal rol ve işlevlerini çağdaş bir demokratik devlet formunda gerçekleştirebilir kılacaktır.

Türkiye’nin rejim-halk ikiliğinden kurtarılması yönünde bir ideolojik revizyona gidilmelidir. Bu kapsamda, -siyasal yöneliş içermemek koşuluyla- inanç temelli bireysel taleplerin laikliğe karşıt olarak yorumlanmasına son verecek bir anlayış birliğine varılmalıdır.

Laiklikle ilgili bir berraklık ve kesinlik oluşturulmalıdır. Türkiye, devlete kültür ve yaşam tarzı empoze edici katı bir ideolojik rol yükleyen sağlıksız bir içtihadın insafına bırakılamaz.

Anayasa üstü bağlayıcılığı olan, devletimizin kurucu belgesi Lozan Anlaşması’nda yer alan millet tarifi, mutlaka anlaşılmalı, göz önünde bulundurulmalı ve korunmalıdır. Böylece, milletin inancı-devletin ilkesi arasında bir çatışma olduğu kanısını besleyen ve toplumda kutuplaşma riskini artıran bir yaklaşımdan da kurtuluruz.

Siyaseti, değerler alanında kamplaşmış kümelerin inatlaşmasına çeviren tartışmalara son vermek ve değerler etrafında merkezileşen bir demokratik siyaset oluşturmak mümkün hale gelir.

Köklü revizyon çalışması, uzlaşmayı mümkün kılacak bir yöntem içinde, gücün mutlaklaşmasını önleyecek sivil ve demokratik bir anayasa hedeflenerek hayata geçirilmelidir.

Siyasi partiler ve sivil toplumun yanı sıra, devletin omurgasını oluşturan yargı-ordu-üniversite gibi unsurların da mutabakatın merkezinde yer almaları amaçlanmalı ve sağlanmalıdır.

Yukarıda belirtilen esas ve usul üzere bir değişim başarıldığı takdirde, bugün karşılaştığımız türden krizlerin tekrarı önlenecektir. Sistemin selametinden kaygı duyulmasına mahal kalmayacaktır. Değer odaklı olası siyasal gerilimlerin toplumsal bölünmelere yol açması da önlenecektir. Böylece devletin düzeni; kuvvetler ayrılığı, ilkeler-değerler uyumu ve kurumlar devleti olma temelinde yeniden kurulacaktır.

Burada yapılan öneri, kimsenin geri adım atmasını gerektirmeyen, tam tersine herkesin bir adım ileri yürüyerek, çatışma ve kriz durumunu ortadan kaldıracak bir amaç ve yöntem benimsenmesidir.
Ya Türkiye, yaşanan sistem krizini kendisi, kendi aklı ve kudretiyle aşacaktır. Ki bu, iç bütünlüğün mutabakatla sağlanması demektir. Ya da bu gidiş, uluslararası hegemonyanın Lozan statükosunu kendi işine gelecek şekilde tadil etmesine bile fırsat verecek müdahalelerine elverişli bir zemin oluşturacaktır.

Yaşanan kriz ve belirsizlikten, devletin kudretini, milletin birliğini, yönetebilen çağdaş ve çoğulcu demokrasiyi mümkün kılacak bir çözüm çıkarmak zarureti vardır. Fırsatı da vardır.

Türkiye’nin ufkunun aydınlatılmasında inisiyatifi Sizin almanız en şık ve doğru olan yoldur. Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Devlet, bugün yaşayan nesillerin mutlak mülkiyetinde değildir. Devlet, milletin ezelden ebede uzanan şahsı manevisidir. Geleceğimiz devletimiz eliyle şekillenecektir. Devletin bekası, milletin birlik ve selameti için, sorumluluklarınıza sahip çıkmanız gerekmektedir.

Siyasi geçmiş ve kimliğinizden yalıtılmanızı Sizden kimse istememelidir. Fakat Siz de, bulunduğunuz makamın gereklerine tam riayet eden bir duruşu lütfen gösteriniz.Bilgi ve takdirlerinize saygılarımla arz ederim.

Erkan Mumcu, Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı

RADIKAL 19-20.05.2008

Neoliberalizm ve Demokrasi

Demokratikleşme yolunda önemli adımlar atan neoliberal partilerin, o demokratik hakları sahiden kullanmak isteyen işçilere karşı rahatlıkla totaliterleşebilmesi, neoliberalizmin 'demokrasi' anlayışının sorgulanmasını zorunlu kılıyor. Neoliberalizm ne kadar demokrattır? Ya da: Neoliberalizmin savunduğu demokrasi, nasıl bir demokrasidir?

Globalleşmenin iyice belirginleştiği Soğuk Savaş sonrasının en dikkat çekici siyasi gelişmelerden biri de, devletçi sosyalist (kooperatist kapitalist) yapılanmaların ve her türlü devletçiliğin (milli ekonomilerin) 'anti-demokratik, demode' sayılması, yoğun bir eleştiriye tabi tutulması ve yeni bir 'demokrasi' talebiydi. Eski Sovyet muhaliflerinden kısmen devralınan yeni demokrasi talebi, Amerikalı yeni muhafazakarların devlete aşırı güvensizliği ve piyasaya sonsuz güveni ile daha geniş bir çerçeveye oturtulmuştu. Demokrasiyi genişletmek için devleti piyasa karşısında mutlaka küçültmek gerektiği fikrini savunan yeni söylem, neoliberal politikaların temelini oluşturan özelleştirmeleri ve piyasanın ulusdevletlerden bağımsızlaşmasını, 'liberal demokrasi' adına savundu.

18'inci yüzyıldan itibaren ortaya çıkan liberal demokrasi, feodal sosyo-ekonomik bağımlılık ilişkilerinin yerini kapitalist piyasa ilişkilerinin ve onun ürünü 'birey'in alması sonucu ortaya çıkmıştır. 17'inci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Batı Avrupa'nın bazı merkezlerinde para kullanımının sosyal alanın tamamını kapsamasıyla birlikte doğan 'birey' formatı, kendi kazanıp kendi harcayabilen, kendi üretip kendi tüketebilen ve bu konuda artık cemaatine/aşiretine hesap vermeyen, onlardan bağımsızlaşmış şehirli vatandaş formatıydı. 'Birey'i birey yapan sosyo-ekonomik (ve psikolojik) özelliklerin başında, 'kendi kaderini kendisinin tayin ettiği' gerçeği (ve duygusu) gelmekteydi. Bireyin/vatandaşın yeni sosyo-ekonomik yapısına en uygun siyasi yönetim biçimi de, kendi kaderini ulusal sınırlar dahilinde kendisinin tayin ederek kendi kendini -kısmen de olsa- yönettiği liberal demokrasi olmuştur. Liberal demokrasi, toplumların kapitalistleşme/homojenleşme süreci içinde, ulus-devlet haline gelen tek tek bağımsız devletlerde hayat bulmuştur.

Buradan, liberal demokrasinin belirleyici özelliğine gelebiliriz.
Liberal demokrasi, ulusal sınırları ile ekonomisinin sınırları özdeş olan, politikanın ekonomiyi kontrol ettiği bağımsız ülkelerde yaşayan demokrasidir. Sözkonusu özelliklerin, 1990'lı yıllardan başlayarak bütün dünyada, ama en çok da sistemin çevre ülkelerinde neoliberalizm tarafından aşındırıldığını söyleyebiliriz. Neoliberal 'demokratikleşme'ye rağmen bu nasıl oluyor?

Neoliberalizmi liberalizmden ayıran temel özellik, milli sınırlar ötesinde işleyen global ekonominin tek tek ulus-devletlerin kontrolünden çıkmasıdır. Yani kapitalist ekonominin ulus-devletten bağımsızlaşmasıdır. Sistemin kendi içinde bir devrim sayılabilecek bu durumun doğurduğu sonuçları kısaca özetleyecek olursak:

Para/döviz ilişkileri ve piyasa, her bireye açık bir şekilde ulus-devlet ötesi bir karakter kazanmıştır. Bu nedenle, 'birey'in temel özelliklerinden olan 'bir ulus-devlete aidiyet' duygusu aşınmaktadır ve muazzam gelir uçurumları üreten global ekonomi, bu eğilimi güçlendirmektedir. Birbirinden kopmaya başlayan sosyal kesimlerin kendilerini siyasi alanda ifadesi de neoliberal 'demokrasi' söylemini esas alan dincilik ve mikromilliyetçilik gibi ekonomi ötesi kültürcü söylemler olmaktadır.

Kimliğini esasen para/iş üzerinden ve ulusdevlet aidiyeti üzerinden ifade eden modern birey, neoliberal dönemde bu iki temel faktörün de erozyona uğraması sonucu giderek marjinal bir format haline gelmektedir. Bir yanda, parası/işi olmayan ve sosyal hayatın dışında kalan kalıcı işsizleri, diğer yandan kendini ulusdevlet aidiyetinin dışında tanımlayanları üreten neoliberal sistem, liberal demokrasinin temel taşı 'birey/vatandaş' formatının altını oymaktadırlar. Ama liberal demokrasiyi, içi boş bir kurallar bütünü haline getiren neoliberalizme özgü yeniliklerin başında, demokrasinin ekonomiyi kontrol edememesi gelmektedir. Böylece demokrasi, ekonomik bakımdan yaptırım gücü olmayan bir laf kalabalığı haline gelmektedir ve politikaya olan güven kaybolmaktadır.

Seçmen davranışları tüm dünyada önemli ölçüde değişmiştir. Parti üyeliği hızla terkedilmekte, partisine sadık seçmen oranı, liberal dönemle kıyaslanamayacak ölçüde düşmektedir. Siyasetin etkisizleşmesi nedeniyle oyların istikameti hızla değişebilmektedir. Parlamentolarda tartışmaların artık tarihe karıştığı, sadece başkan ve yakın adamlarının dediğinin olduğu şekilsel demokrasiler heryerde yaygındır. Günümüzde hükümetlerin en önemli işlevlerinden biri, global ekonominin dikte ettiği politikaları halka tebliğ etmek haline gelmiştir. (Liberal demokrasi bunun tersidir)

Tarihin en para ve ekonomi odaklı sistemi olan neoliberal kapitalizmde, ekonomi konusunda söz sahibi olmayan demokrasileri liberal demokrasilerle karıştırmamak gerekiyor. Neoliberal bir demokraside ekonomiye karışması engellenmiş halk, sınırsız laf ve yürüyüş özgürlüğüne sahiptir. Hatta 'demokratik' hakları gün geçtikçe artmaktadır. Ama örneğin 'demokrasi beşiği' ülkelerde bile, global kapitalizmin neden olduğu küresel ısınma konusunda hiçbir kayda değer önleyici tedbir alınamamaktadır. Zira lafla peynir gemisi yürümediği gibi, yürümekle yollar da aşınmaz. Bundan fazlası gerekir. Kısacası: Ekonomiye karışma yeteneğine sahip işçilerin 1 Mayıs’ta sokağa çıkmalarına bile tahammülsüzlük, sistemin çevre ülkelerindeki neoliberalizme özgü 'demokrat' bir tavırdır.

RADIKAL 17.05.2008