Yakın geleceğin düzeni ve 'Çalışmadan Yaşamak'

İnsanlık tarihi boyunca asla bu kadar çok çalışılmadı. 19'uncu yüzyıldan bugüne kadar insanın yoğun çalışması, tarihte benzersizdir. İnsanlığın çalışma hastalığı, en beğenmediği "Köleci Toplum" denilen (ve asla yaşanmamış) çağla bile kıyaslanabilecek durumda değildir. Tamamen kapitalist topluma özgü birşey olan bugünkü "ücretli çalışma" hastalığı, insanoğlunun/insankızının eşi benzeri görülmemiş bir köleliğe sürüklemiştir ve bu köleliği "doğal" saymanın ve buna bir ömür boyunca tahammül etmenin gerekçesi de, "çalşmayana ekmek yok" (yani aslında: "Çalışmayana para yok, çünkü herşey sadece parayla alınabiliyor") demektir.
İnsanoğlunu ve insankızını bu kölelikten kurtarmanın zamanı geliyor...
Çalışmayı, işçiyi, (ücretli) emeği yükselten din adamlarının elinden, ortodoks Solun elinden, ahlakçı/ahlaksız öğretilerin elinden, ücretli iş sihirli değneğini alıyoruz ve tam ortasından çatırt diye kırıyoruz! Bu yazının ana fikri budur.
İnsanlara fabrikalara doldurup çalıştırmak, onları sadece bir tür human dolap beygiri seviyesine indirgeyen kapitalist iş toplumunun alternatifi, kapitalizmin en önemli bileşeni işçiler değildir. Kapitalizmin alternatifi, hem kapitalistleri hem de işçileri ortadan kaldırmaktır, yani iş toplumunu tüm ilişkileriyle birlikte iptal etmektir.
Bu fikirlere 1980'lerin sonunda konuşa-okuya vardım, ama en iyi ifadesine, 2003'te, Frankfurt'un ünlü Sol kitabevi Ypsilon'da incecik bir broşürde rastladım. Keşfettiğim kitapçığın adı "Manifest gegen die Arbeit" idi (Çalışmaya karşı manifesto). Aynı kitapçıda, Robert Kurz'un "Weltordnungskrieg" (Dünya düzeni savaşı) adlı kitabına da rastladım. Açıkçası önce Kurz'un kitabı dikkatimi çekmişti, Irak savaşının eli kulağındaydı ve o "Bütüncül Emperyalist Savaş" konusunda çok doğru, sarsıcı şeyler söylüyordu. Eve kadar bekleyemedim ve dili son derece çetrefil bu kitapları, oracıkta okumaya başladım.
Bu gün İstanbul'a gelen arkadaşım Norbert Trenkle ile böyle tanıştık -manifestoyu yazan üç kişiden biri oydu (diğerleri: Robert Kurz ve Ernst Lohoff. Bir takma ad olan Lohoff'la da -yani Fritz'le de- tanıştım).
Burada konuşacağımız konu, "Çalışmadan yaşayan toplum". Ama önce, "Çalışmak" konusundaki önyargıları kırmak gerekiyor.

21 Aralık sonrasında değişecek paradigmayı anlamaya çalışmak ve Thomas Kuhn

Thomas S. Kuhn. O bir Bilim teorisyeni, Bilim tarihçisi ve en önemlisi de bir 'Bilim Filozofu'. Bugün birçoklarının kal-û belâdan beri aynı şey sandığı bilimin -herkesçe kabul gören ve din gibi inanılan- bugünkü hale nasıl geldiğini inceleyip "Paradigma konsepti"ni geliştiren ilk sağlam düşünür. Kuhn önemli, çünkü Bilim'in kendine özgü haliyle oluşumu ve devamı kadar, ona benzer -tüm özellikleriyle kendi içinde bir bütünlüğe sahip- başka bir bilimin ortaya çıkmasının felsefi altyapısını ortaya koyan kişidir. Onun felsefi bakışından yaralanarak, şimdi birşey söyleyemeyeceğimiz 21 Aralık sonrasında filizlenebilecek yeni uygarlık türü hakkında en genel haliyle konuşabiliriz belki de. Ama önce Thomas Samuel Kuhn ve paradigması:
1922'de Cincinetti'de doğan ve daha 1996'da yitirdiğimiz bu adam, bilim dediğimiz şeyin ötesine bakabilen ilk bilim kişisi olarak, sessiz bir devrim yapmıştır -ve bize bilim ötesine nasıl bakabileceğimizi göstermiştir.
Bugün dillere pelesenk olan "Paradigma" lafını, dil biliminden (linguistik) alıp, bilim denen şeyin ortaya çıkışı ve zaman içinde belli bir yere oturmasını incelerken kullanmıştır. Temel eseri "The Structure of Scientific Revolutions"da, devrimlerin paradigma değişiklikleriyle doğrudan ilişkisinin olduğunu söyler ve (sayısız teorinin bütününden oluşan) bir paradigmanın, bir önceki paradigmadan, bir devrimle ayrıldığını anlatır. Böylece, bir devrimle birbirinden ayrılmış iki farklı paradigmanın, aynı kriterlerle ölçülemeyeceğini gösterir. Yani hava metreküple, uzunluk metreyle ölçülür, ama radyoaktif maddenin kütle kaybını metreyle ölçemeyiz, bunlar iki farklı şeydir (bu duruma bilimde "incommersurable" deniyor).

Gizli Maya takvimi Tzolkin, Yi Ching ve 21 Aralık sonrası hakkında

Çin'e Batıdan giden Hristiyan tüccarlardan bazıları orada kalıp koloniler kurmaya başlayınca Cizvitler, ilk misyonerlerini gönderdikleri Çin'e yerleşmişler. Meraklı keşişler, sonunda elbette Yi Ching'i de keşfetmişler ve bir zaman sonra onu kendi dillerine de aktarmışlar. Ne olduğunu anlamak için, bu sistemle derinlemesine ilgilenmekle görevlendirilen keşişler çıldırınca, hem tarikat hem de Papa, Yi Ching ile ilgilenmeyi Hristiyan keşişlere yasaklamış!
Yi Ching
Yi Ching, 64 Heksagram'dan (yani altı katmanlı Yin-Yang çizgilerinden oluşan işaretlerden) oluşur. Bu sistemde -mesela Hristiyanlıktaki ve Müslümanlıktaki gibi- birbirinden kesinlikle ayrı bir iyi-kötü ayrımından çok, soyut ve birbirine zıt sayılabilecek, ama birbirini karşılıklı etkileyen/tamamlayan özelliklerin (işaretlerin) etkileşimi anlatılır. Asıl haliyle Yi Ching, eril ve dişi gücün etkileşimini inceler -incelemek ne kelime, bu konuda evrensel bir yasalar/kurallar manzumesi sunar. Bu yasalar bütününün ana fikri, Göçebenin de yasasıdır: Değişmeyen tek şey harekettir. Yi Ching'de aslolan, değişim/dönüşümdür. Durağanlık yoktur. Herşey değişir ve bu değişimin, herşeyi kapsayan belli kuralları vardır -işte bu kuralların karikatürize edilerek 64 işarete indirgenmesi, belli genellemeler üzerinden gelişmenin/değişmenin türünü ve istikametini belirlemeye yardımcı olur. Çin düşüncesine Göçebelerden geçmiş olan bu kadim kitap, aslında bir kitap da değildir, çünkü baştan sona okunup biten birşey değildir. Bölümler birbirini izlemek zorunda değildir. Her işaret değişerek, diğer 63 işaretten biri haline gelebilir. Kitabı, sorduğunuz her soruya göre farklı/yeniden okuyabilirsiniz. Bu da onu sonsuz kılar. Batı Dünyasının aklına bu yüzden testir, çünkü modernizme de "ilham" veren linear düşünme tarzından farklı bir metod kullanır.
Tzolkin
Tzolkin'i incelerken, bana Yi Ching'i hatırlatan tarafı, önce sayısal sembolizmi oldu. (Burada, konuya aşina olmayanlar için "Sembolizm" diyoruz, ama çok somuttur aslında) Tzolkin, yukarıda gördüğünüz gibi, 13 sayı ve 20 işaretin kullanıldığı özgün bir matematiktir. Bizim kullandığımız 10 sayı yerine Maya'lar 13 sayı kullanırlar ve onları 20 işaretle kombine edip, bizim bugün kullandığımız matematikten çok daha kapsamlı ama daha basit bir hesaplama sistemi kullanırlar.
Yi Ching'de "Progression" dediğimiz 2, 4, 8, 16, 32, 64'lük bir sayı dizini esastır. 64 temel varyasyon bulunur. 13 ve 20 kombinasyonundan oluşan Tzolkin'de elde edilen temel varyasyonlar 260 adettir.
İlginç olan ilk konu, hayatın temeli sayılan DNS'i (yani DNA'yı) oluşturan nükleik asitin sadece 64 varyasyonu olmasıdır. Yi Ching'de Heksegram şekillenmeleri, DNS'in şekillenmeleri (yani farklı canlılar oluşturmak üzere şekillenmeleri) ile benzerlik taşır. İşte bu şekillenmelerin -yani yaratılışın- özgün bir irade tarafından belli kombinasyonlarla yeni DNS şeklinde ifadesinin matematiği de "Tzolkin'dir" gibi görünüyor. José Argüelles, "Bu şekilde türlerin şekillendirilmelerinin izini sürüyoruz ve vardığımız yer, 'Evrenin Kalbi', yani Maya'ların Hunab-Ku diye adlandırdığı Tanrı oluyor" diyor. Tzolkin Kodu, bu etkileşimi saptamaya yarayan bir tür kutsal matematik gibi işliyor. Burada Tzolkin ve Yi Ching'i birbirine bağlayan nokta; Yi Ching'in yerdeki yaşamı (hareketi) ve onun dönüşüm yasalarını ifade etmesi, Tzolkin'in de yaşamın/yaradılışın tüm ayrıntılarıyla evrenin bilinçli merkezi (Tanrı) arasındaki doğrudan bağı/ilişkiyi/konumu ve bunun zaman/mekan ötesi kodunu sunuyor. İki sistemin de ortak özelliği, dönüşümlü olmaları. Onlar, tıpkı mevsimlerin her yıl tekrarlanması gibi, linear değil dönüşümlüler ve biz şunu biliyoruz: Her mevsim her yıl tekrarlansa da, hiçbir mevsim, hatta hiçbir gün, bir öncekiyle aynı değildir. Tzolkin ve Yi Ching'in anafikri de bu zaten.

Arap Solcularının devleti 'Demokratik Arap Cumhuriyeti Sahra' ve Polisario efsanesi

Seksenli yıllarda en meraklı olduğum konulardan biri, dünyadaki devrimci hareketlerin mücadeleleriydi. sadece bunun için iz3W dergisini sürekli alırdım. O zamanlar oldukça ilkel bir teknikle yayımlanan A5 formatındaki bu dergi, Nikaragua'dan Doğu Timor'a kadar heryerden, 3. Dünya'dan haberler verirdi. Dün gece küçük bir Twitter sohbetinde, eskiden izlediğim önemli bir grup hakkında, neredeyse tüm bildiklerimi unuttuğumu anladım. Bu grubun adı Polisario.
Batı Sahra'da destan yazan Arap devrimcilerinin hikayesini bu sabah yeniden öğrenmeye koyuldum ve hatırladıklarımı, yeni öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. "Arap" sözcüğünün neredeyse İslam ve İslamcılıkla özdeşleştirilmeye çalışıldığı günümüzde, halen yaşamakta olan ve İslamcılıkla alakasız Solcu Demokratik Arap Cumhuriyeti Sahra (DARS) adında bir ülke var ve 53 ülke tarafından da tanınıyor.

Demokratik Arap Cumhuriyeti Sahra
El Vali Mustafa Seyid, veya arkadaşlarının taktığı adıyla "Luley", Fas'da silahsız bir bağımsızlık hareketi kurmanın imkansızlığını anlayınca, etrafında toplanan arkadaşlarıyla devrimci bir örgüt tasarlıyor. 1970'de Rabat'ta liseyi bitiren çiçeği burnunda Hukuk öğrencisi Luley ve arkadaşları, devrimci arkadaşlarıyla birlikte Batı Sahara'yı İspanyol hakimiyetinden kurtarmak için gerilla savaşı verecek bir örgüt kurmak için 10 Mayıs 1973'de, Moritanya sınırında bir yerde toplanıyorlar. Yeni örgüte, Frente Popular para la Liberacion de Seguia el Hamra y Rio de Oro adını veriyorlar, yani Seguia el Hamra ve Rio de Oro'nun kurtuluşu için Halk Cephesi, kısa adıyla Frente Polisario. El Vali, örgütün Genelsekreterliğine seçiliyor.
Polisario'nun savaşı çabuk sonuç veriyor ve İspanyollar, Sahra'dan sahillere çakiliyorlar ve 1975'de sadece sahilde tutunabiliyorlar, oradan da evlerine dönüyorlar. Avrupa'nın son kolonisi Batı Sahara'dan İspanyol askerleri çekilince, "barışçıl" bir şekilde üçyüzbin Faslı, Kralın isteğiyle silahsız, bölgeyi işgal ediyorlar. "Yeşil Marş" denen bu olay 1975 Kasımında yaşanıyor. Olayı Faslılar çok ciddiye almış olmalı, çünkü anlatıldığı kadarıyla Fas'da her şehirde, mutlaka bir "Yeşil Marş" Caddesi varmış!

Adı, yazdığı roman tarafından konan kadın: Murasaki Shikibu

O, dünyanın ilk romancısı...
1003 yılında yazmaya başladığı romanı Genji Monogatari'de, Şehzade Genji'nin sevgilisi rolünde!
İyi anlaşılması için tekrarlamak istiyorum: Dünyanın ilk romanı, bir kadın tarafından yazılmıştır ve o Japonya'nın gururu bu güzel kadının adı da Murasaki Shikibu'dır.
Babasından edebiyat dersleri alan ve erkek kardeşi de yetenekli bir şair olan Murasaki Shikibu'nın bahtsızlığı da, romanın onun olup olmadığı tartışmaları ve söylentileridir. Edebiyattan anlayan bir babanın kızı olduğundan, bir kadının nasıl bu kadar güzel yazabildiği, "kuşku" meselesi olmuş ve soru işaretleri günümüze kadar gelmiştir.
Asıl adı, birçok eski yazar gibi bilinmiyor. "Shikibu", babasının mesleğinden yola çıkarak kullandığı adıdır (törenleri örgütleyen saray memuru). "Murasaki" ise, orijinal romanı "Şehzade Genji'nin Hikayeleri" romanında anlattığı Genji'nin sevgilisi Murasaki'den yola çıkarak, "bu mutlaka kendisidir" diyen okurları tarafından konmuştur!

21 Aralık 2012 'Senkronizasyon'u ve ötesi hakkında

Maya'lar, M.Ö. 3113'de başlayıp, 21 Aralık 2012'de sona eren sürenin 13'üncü son dörtyüz küsür yılını, 19 Katun'a bölüyorlar ve şu anda içinde bulunduğumuz, 1992-2012 dönemine, 13 Ahau 13 Lamat diyorlar. Sonra sıfır noktasına yani 21 Aralık dönümüne, sıfır noktasına doğru ilerleyen bir dönem -içinde bulnduğumuz dönem- ilerliyor. 21 Aralık günü, sıfır noktasını ise 0.1 İmix Akordu (veya Senkronizasyonu) diye adlandırıyorlar. Bundan ne anlamak gerekiyor? José Argüelles'in tahminlerinden de yararlanarak bazı takminlerde bulunmak mümkün. Ama daha sonrası hakkında bir bilinmezlik halesinin ardına gizlenen geleceğin o kadar da bilinmez olmadığını düşünüyorum. Bunun temel nedeni, tüm bilinmezliğine rağmen, gelişmelerin istikametine bakarak belli şeyler söylememize izin veren bir durumun söz konusu olduğudur. Malum günle sembolize edilen bu köklü değişim/dönüşüm anının teorik anlamını -herkesin anlayıp "inandığı"- bilimsel bir bakışla yorumlamak pek de yanlış olmasa gerek.

Divan edebiyatının mucidi, şairlerin şahı Rûdakî

Duşanbe'deki Rudaki anıtı
Masalların doğduğu, büyüdüğü, baharat kokuları arasında çocuklara anlatıldığı, kedilerin mutlu mesut yaşadığı çağlarda, Ebu Abdullah Cafer bin Muhammed Rudaki adında bir çocuk, Samanlılar hükümdarlığı altında, Bugünkü Samerkand yakınındaki Rudak'ta doğmuş. Yıl 859. Kaside, gazel, rubai, mesnevi türünden özgün eserler yazmış yazmasına, ama onu büyük kılan, bugün adına "Divan Edebiyatı" dediğimiz şiir formunu icad etmesi elbette. Fars edebiyatının şahı, şairlerin kralı sayılan Rudaki için Firdevsi, Şehname'sinde özel bir yer ayırır.
Müzisyen, şarkıcı ve şair bir adam. Sasani sarayına çağrılıp orada yaşamaya başlamasıyla birlikte Farsça bir kültür dili olarak onun dev eserleriyle kendini yeniden keşfeder. Doğu ile Batı arasındaki Orta Bölge'nin en önemli şairlerinden Rudaki'yi önemli ve ilginç kılan, şiir formatında yeniden yazdığı eseri Kelile ve Dimne'dir.
Bu hikayeleri çocukken bana tanıtan bir amcam var. Jean de la Fontaine'den okuyup sevdiğim fabl türünde. Tabii onlardan farklı olduğunu sonradan anladım. Asıl adı Panchatantra olan bu eserin, M.Ö. 2. ve 6. Yüzyıllarda İran-Hint kültürünün harmanlandığı bir atmosferde Beydaba tarafından yazıldığı bilinir. "Pancha", Sanskritçe beş demek olduğundan, "beş duyu"nun yanıltıcılığına dikkat çeken eski mistik fabller toplamıdır. Rudaki, İslam kültür ve Uygarlığının kök salmaya başladığı ve eski Fars-Sanskrit geleneğinin yeni din İslamla karışıp özgün formlar yarattığı dönemde yaşamıştır. Eski fablları yeni bir Farsçayla yazıp, yeni de bir dil kurmuştur aslında ve bu hayvan hikayeleri, Ortaçağda, İslam Uygarlığının yayıldığı yerlerde okullarda çocuklara okutulmuştur.
Rudaki'nin büyüklüğü, İslam öncesinin engin Fars kültürünü, yeni İslam kültürüyle birleştirmesinden gelir. Rudaki, Farsçanın bir edebiyat dili olmasını sağlayanların başında gelmektedir ve Arapça'dan esinlenen yeni Fars alfabesinin yaygınlaşmasında da önemli rol oynamıştır -popüler eserleriyle. Yeni Fars dilinin gramerine varıncaya kadar şekil vermiştir. Aruz vezni kalıplarını bulan, kurallarını koyan Rudaki'ye boşuna 'Şairler kralı' denmiyor olsa gerek!

Konstantiniye notları SteglitzMind'a misafir (Söyleşi)

SteglitzMind adlı yazarlar ve kitap blogunda sevgili Gesine von Prittwitz, benimle yaptığı söyleşiyi yayınlandı. Onun da isteğiyle söyleşinin Türkçesini buraya alıyorum.
Gesine von Prittwitz, edebiyat-bilimci ve kitap PR'i yapan Prittwitz & Prittwitz Ajansı'nın sahibi.


Steglitz, "Konstantiniye notları" ile birlikte Selçuk Caydı'yı sunar
(Steglitz stellt Selçuk Caydi mit "Konstantiniye notlari" vor)

Kitap meraklısı blog yazarları kendilerini takdim ediyorlar, blog önerilerinde bulunuyorlar, sonra onlar da davet ediliyorlar. "Steglitz, kitap meraklısı blog yazarlarını sunar" başlıklı söyleşiler dizisinin amacını, başka bir yerde anlatmıştım.
Bugün daha çok İstanbul ve İzmit'ten yazdığı 'Konstantiniye notları' bloguyla Selçuk Caydı kendini takdim ediyor. Petra Gust-Kazakos ve İsviçreli Sandra Matteotti ile birlikte onu, bu serbest söyleşi dizisini başlatmaya çağırdım. Benim dikkatimi Twitter'da çeken, özgün ve resim gibi bir dil kullanan Selçuk, blogunu Türkçe yazıyor. Türkçe bilmeyen ben, bir söyleşinin, onun hakkında ve blog yazarlığı konusunda daha çok şey öğrenmek için iyi bir fırsat olabileceğini düşündüm. Ve böylece, benim bakışıma kapalı olan, başka bir kitapsever bloglar dünyasına da kısaca göz gezdirmek istedim.


Birkaç kelimeyle künyen... 

Okur-Yazar. Karikatürist. İstanbul kitapçılarının (eskiden Berlin kitapçılarının) meraklı gezici ruhu. Gökkubbenin altındaki, geçmişte gelecekte ve bugünde yazılmış yazılacak tüm matbuata ilgi duyar. Almanya'da yetişti. İstanbul'da çeşitli Alman medya kuruluşu için çabalar.

Ne zamandan beri ve nerede blog yazıyorsun?

Hiçbir şekle şemale kalıba uyamadığımı anlayınca, dört yıl önce blog yazmaya başladım. Daha önce gazetelere siyasi ve ekonomik analiz yazıları yazdım, ama en severek yazdıklarım, dergilere siyasi kültür yazılarıydı ve onları daha sonra bir kitap olarak yayınladım. Benim blog yazılarım, Konstantiniye notları etrafında toplanmış üzüm salkımları gibi. Google Blogger, başından beri sevdiğim sunucu platformdu. Sonra Türkiye'nin günlük çılgınlığı yetişti ve Blogger tüyü yünü herşeyiyle yasaklandı. Şokun tesiriyle WordPress'de yazmaya devam ettim. Blogger yasağı birkaç hafta sonra kaldırıldı ama blogumun ikizi bir süre yaşadı.