Çin Halk Kurtuluş Ordusu'na Cumhurbaşkanı Xi'den "Savaşa hazır ol" emri

Troçki'nin kurduğu Kızıl Ordu'yu bilmem ama Mao'nun kurduğu Çin Halk Kurtuluş Ordusu, çok pragmatik ittifaklar politikası uygulayabilen çetin bir ordudur. Mao'nun gerilla savaşı ile ilgili bir kitabı, sarı sırtı ve kızıl kapağıyla kütüphanelerimden birinde tüm ihtişamıyla en önde duran Rororo yayınevi kitaplarındandır. İkinci Dünya Savaşında Japon Ordusu bir taraftan Amerikan Ordusu'yla savaşmasaydı Çin Kızıl Ordusu Japon Ordusu'nu yenebilir miydi ondan pek emin değilim. Japonların nasıl çatin bir halk ve ordu olduklarını çok sonra öğrendim ama şimdi bu iki ordunun denkliği konusunda düşünmeden edemiyorum, zira biz Türkiye'de Yılbaşı rehaveti ve Erdoğan'ın "Yolsuzluk Sorunu" ile meşgulken, Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping Çin Halk Kurtuluş Ordusu'na "Savaşa hazır ol" emri verdi ve bu emrin yalancı İslamcıların yaptığı türden bir blöf olduğunu hiç sanmıyorum.
Senkaku/Diaoyu adaları konusunda Japonya ile Çin'in arası hanidir açık, gerginlik bazen yükseliyor bazen alçalıyor ama aylardır gündemde. ABD bu gerginliğin Japonya tarafında bulunuyor ve tansiyonu düşürmek için pek birşey yapmayıp "korkutmak" opsiyonuna oynuyor. Amerikan Ordusu dünyanın tartışmasız en büyük ordusu ve -teorik olarak- her konvensiyonel savaştan muzaffer çıkacak güçte, ama ekonomi konusunda hiç de öyle olmadığını artık liseli Sol aktivistler bile biliyor.
Hal böyle diye -"emperyalizm yıkılsın" türünden gürültü çıkaranlara bakıp bir savaşa razı mı olacağız? Elbette Hayır. Ama Çin'in son zamanlarda yepyeni sekter/milliyetçi saldırgan bir dil benimsediği gerçeğini de gözardı etmeyeceğiz. Olayın şakaya gelir yanı yok. Çin, Doğudaki Çin Denizinde Amerikan savaş gemisi ve Amerikan destekli Japon tehdidi istemiyor ve bunu bir tür şeref meselesi haline getiriyor. Gelişmelerin en ciddi yanı, ÇKP'nin kontrol ettiği gazetelerde, hangi Amerikan kentlerinin Çin atom denizaltıları tarafından atom roketleriyle vurulabileceğini gösterir haritaların yayınlanması. Durum, gerçekten ciddi. Uzun menzilli Çin bombardıman uçaklarının Pasifik Okyanusu kıyısı ve yakınlarındaki şehirleri nasıl bombardıman edebileceği faraziyeleri de cabası.
Amerikalıların özellikle Güney Pasifik'i kontrol etmeye devam etmeleri, Çinlileri kızdırıyor ve bu saçma düşmanlık da insanı düşündürüyor…
Çinliler, şu anda dünyadaki en etkili siber saldırı gücüne sahipler, Amerikan ekonomisini etkileyebilecek önemli finansal aparatlara sahipler. Tarihleri boyunca hep uzun vadeli stratejik hesaplar yapan, rafine bir akla sahip olan, bu nedenle Türklerin batıya göçmesini sağlayıp onları Batı'nın başına bela eden hareket tarzını kısmen terketmiş görünüyorlar. Yıllar önce burada yazmıştım: Çin bugünkü ekonomi ağırlıklı pasif politikalarını sürdürürse, birkaç on yıl sonra ABD'yi istediği gibi yönlendirebilen hakim güç olabilir, ama hızlı ilerleyen tarih ÇKP'nin başını döndürmüşe benziyor. Herşeyden önce Çin, kapitalist sistemin onmaz krizini kendine göre yaşayan ve buna karşı taktik bazı önlemler dışında uyuyan bir ülke. Devlet kontrollü neoliberal Çin kapitalizmi, önemli sorunlarla boğuşuyor ve sistemin Batılı merkez ülkeleri gibi homojen milli yapıya sahip değil, yani sistemin sallanması durumunda işçi/çalışan ayaklanmaları yanında milliyetçi ayaklanmaların çıkması da olası. Kısacası, sistemin önemli bir krizinde uluslararası destek alabilecek mikro-milliyetçilik çok başını ağrıtabilir, ama ürkütücü yeni bir Han milliyetçiliği, azınlıkları hizada tutabilir. Şaka bir yana, ÇKP, "safları sıklaştırmak için" sınırlı bir savaşı göze alabilir ve Amerikalılara ne kadar ciddi olduğunu göstermek için Hawaii veya benzeri bir yere göstermelik saldırı provası düzenleyebilir.
İslamcılarından kurtulup yeni bir Çağa adım atmanın eşiğindeki Türkiye'nin bir savaşa ihtiyacı yok. Pasifikte yaşanacak bir savaş, benim güzel Çinli ve Japon dostlarımı kötü duruma düşürür elbette ama Türkiye'ye etkisi çok daha farklı olabilir. En kestirmeden söylemek gerekirse: Bu savaş patlamadan, AKP'yi mutlaka defetmek gerekiyor. Zira savaş başlarsa demokrasi ve insan hakları/haysiyeti gibi sorunlar ne Amerikalıların ne de Avrupalıların olur -Çinlilerin zaten olmaz. Türkiye, Gezi Ruhu'nun gösterdiği yoldan yürüyecek, ama bunu zorlaştıracak potansiyel, Pasifik Savaşı'yla doğabilir. Zaten global dünyada savaşları -hele bu ölçekteki savaşları- bölgesiyle sınırlandırmanın imkanı yoktur, heryer kendine göre etkilenir. bu nedenle savaşa karşı olup bir an önce AKP'yi iktidardan indirmek, en önemli görev olmayı sürdürüyor.

2013 sona ererken Avrupa basınında yılın olayları

Her yıl sona ererken, basında adettir, geçen yıla yeniden bir bakılır ve önemli olaylara dikkat çekilir. Türkiye çok önemli bir Değişim/Dönüşüm süreci içinde olduğu için böyle şeyler bu kez kaynadı. Bunda olayların hızı ve yoğunluğu kadar, basın üzerinde kurulan baskının ve otosansürün de rolü var elbette. Ama Türkiye dünyanın dışında değil ve yeniden Türkiye'nin en hızlı günlerinden birine, "İkinci Gezi Sezonu"na dalıp Dünyayı unutmamak adına, Avrupa basınından küçük bir seçki sunuyorum: Onların gözüyle 2013'ün önemli olayları.
İtalyanların liberal ekonomi gazetesi Il Sole 24 Ore, Tayyip Erdoğan ve AKP'ye karşı başlatılan yolsuzluk soruşturmasında, "korkunç bir yılın bitiş çizgisi"ni görüyor. Mısır'dan Libya'ya Arap Baharı ütopyasının sonu, Suriye trajedisi derken, Erdoğan ile birlikte on yıllık "Ilımlı İslam" deneyinin yenilgiyle sonuçlandığını yazıyor. İstanbul'daki yeni "Sultan" olarak görülen Erdoğan için, eski "Boğaziçi'ndeki hasta adam" teriminin kullanılabileceğini söyleyen gazete, Avrupa adına özeleştiri de yapıyor: "Erdoğan Türkiye'si Avrupa için neden bir sorun?" soran gazete, kendi sorusunu, "Çünkü onun sağlar göründüğü istikrarı fazla destekledik" diye yanıtlıyor.
Liberal İsviçre gazetesi Corriere del Ticino, Putin'in 2013 yılını hiç olmadığı kadar güçlenmiş bir şekilde tamamladığını yazıyor. Gazete Suriye savaşı olayından Ukrayna'daki halk ayaklanmasına, hatta Chodorowski'nin affedilmesine kadar bir dizi başarı kazanan Putin'in, AB'ye alternatif bir Ortak Pazar kurma planlarına da değiniyor. Alman Der Spiegel dergisi de son sayısına Putin'i kapak yaptı, ama negatif anlamda. Derginin kapak konusu, Putin'in Batı'ya ve demokrasiye karşı kötü tavrıydı.
Fransız internet gazetesi/dergisi Slate, NSA skandalı ve Edgar Snowden üzerinde durup, konunun 2014'de de önemini koruyacağını söylüyor.
Belçika'nın haftalık Knack gazetesi, 2013 yılının Barack Obama için pek de başarılı sayılamayacağı üzerinde duruyor. Amerikan Meclisi'nin Obama'nın bütçesini kısması ise Amerikan Başkanı'nın başarısızlıklar listesinin en üstünde yer alıyor.
Avrupalıların üzerinde durduğu konulardan bir diğeri de, Balkanların hareketlenmesi ve halkın sokağa inmesi. Sadece Bulgarlar değil, Romenşer de Gezi benzeri olaylar yaşadılar. Romen internet gazetesi Gandul tam da bu konu üzerinde duruyor. "Söndü denen protesto ateşi harlandı" gibi de bir cümle kuruyor bu konuda.
Büyük Britanya'nın The Times gazetesi, "öldü ölecek" diye tartışılıp durulan Avro'ya Avrupalıların sahip çıkışını çok önemsiyor. Ve Katolik İspanya'nın muhafazakar El Mundo gazetesi, Amerikan Time dergisinin yılın adamı ilan ettiği Papa Franciscus'un Vatikan'ı ve Kiliseyi devrimci bir şekilde değiştirmesi üzerinde duruyor. Açıkçası konuyu ben de önemsiyorum ve önümüzdeki dönemde bu kununun İslamcı pisliğinden kurtulacak Türkiye için de önemli olacağını, zira Türklerin bu olaydan öğrenip kendilerine pay çıkaracaklarını sanıyorum.
Bu listede Çin ve Japonya'dan bahseden birilerinin bulunmaması, mesela İran'dan bahsedilmemesi, global sistem krizinin yeni istikametine değinenlerin çıkmaması eksiklik elbette. O boşlukları da biz kendimiz dolduracağız artık!

2014, Türklerin yeni bir tarih yazmaya başlayacakları yıl mı?

2013 Yılı, AKP iktidarı için tam bir hezimet yılı oldu. Hükümetin dış politikası çöktü, Suriye ile yapılan "dolaylı" savaşta Hükümet yenildi ve ardından gelen Gezi ayaklanması, Erdoğan ve AKP'nin dünyadaki itibarını sıfırladı. Giderayak yıl sonunda başlayan "Yolsuzluk operasyonu" ise Hükümete bu kez iç politikada önemli bir darbe vurdu. Ekonomi, tehlike sinyalleri vermeye başladı ve "Kürt Sorunu" hakkında oyalama hamleleri dışında hiç bir somut adım atılmadı. Türkiye 2014 yılına, Gezi Ruhu'nun Türklere sağladığı yeni bir özgürlük için mücadele mantalitesiyle ve umutla giriyor.
Türkler, kavga tonu yüksek bağrış-çığrış "politika"yı sevmiyorlar ama, bu hareketlilikten de kendilerine bir canlılık ifadesi çıkarmayı, bu çatışmalardan öğrenmeyi biliyorlar -en azından Gezi'den beri bunu söyleyebiliriz sanıyorum. Bu anlamdaki tecrübelerin olumlu katkılarının "yüksek" olacağı bir yıla giriyoruz. Yerel Seçimler ve Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinin yapılacağı ve belki Erken Seçim'lerin de yaşanacağı önemli bir yıl olacak.
2014 yılı, mental anlamda Türkiye için önemli bir değişimin yaşanacağı yıl olabilir. Neoliberal Paradigma'nın dünyayı etkilemeye başladığı 1980'li yıllardan beri yükselen, "Türkiye'yi Osmanlı'nın devamı anlamında islami temelde yeniden kurmak" fikri, bu yıl etkisini tamamen yitirebilir. Bilindiği gibi bu düşünce, "İslami Dünyayı birleştirip önderi olmak" veya benzeri tonlarda, Turgut Özal döneminden beri yükselen "idea" veya "motivasyon"du. Türkiye'nin neoliberal döneminde, "ütopya" formatında ülkeye hakim olan bu anlayış, 2011 yılından beri hızlı bir hezimet sürecine girmişti. 2008 Yılında başlayan ve Neoliberalizm sonrasına işaret eden yeni dönem (Post-kapitalist dönem), muhtemelen 2024 yılına kadar sürecek etkisiyle Türkiye'yi iki temel açıdan etkiledi. Bunlardan ilki, sürecin başında devletteki Kemalist unsurların tasfiye edilmesiydi. İkincisi, onun yerine yeni bir devlet kurmak sürecinin daha başında, "Yeni Osmanlı"nın bir anlam ve gelecek krizine girmesiydi. Bütün bu süreçte Türklerin yarısından fazlasını etkilemeye başaramayan AKP,  Neoliberal paradigmanın şahikası ve son temsilcisi olarak, büyük bir hızla güç kaybetti. Nüfuzunu neredeyse tamamen yitirip, etkileyemediği seküler Türkiye ile sadece iktidar ve devlet gücüne dayanan bir dehşet dengesi kuran "Yeni Osmanlı" fikriyatı, 2014 itibarıyla bu dengenin altında kalabilir. 2014, Seküler çevrelerin özgül ağırlığı ve ezici çoğunluğu oluşturduğu mental bir yapı içinde, Türkiye'nin topyekün mantalite değişikliğine gitmesini sağlayabilir. Bunu, "Yeni Osmanlı" fikriyatının -eski AKP çevrelerinde de- kesin sonu olarak okuyabilirsiniz. Önemlidir, çünkü bu ütopya, sadece AKP'nin değil, Gülen Cemaatinin ve daha öncesinin Milli Görüş'ünün vs. hayat bulduğu alandır.
Türkiye 2014'de, "Yeni Osmanlı" ve "İslamı birleştirip ona baş olamak" ütopyalarının hem kendi ruhuna uymadığını hem de çocukça/yanlış olduğunu idrak edeceği bir yıl yaşayabilir, ve tabii bunun yerine yeni bir ütopya iyice belirginleşebilir. Yeni ütopya, oldukça gerçekçi, Gezi'de ortada konan Haklar-Özgürlükler-Demokrasi temelinde yükselebilir. Fakat tıpkı İslamcılığın 1990'ların başındaki hızlı yükselişiyle benzeşeceğinden, güçlü bir karşı tapki alabileceğini de gözönünde bulundurmak gerek. Bunun anlamı, 2014'ün bir altüst oluş ve sıkı mücadele yılı olarak hatırlanacağıdır. Konjonktürün/paradigmanın işaret ettiği istikamet, "Yeni Osmanlı" zihniyetinin tamamen yenilip iktidar gücünü ve etkisini de kaybedebileceği ve tarihe intikal edeceği istikamet olduğundan, 2014 yılı, bu istikametin çok netleşeceği ve ilk sağlam ifadelerini bulacağı yıl olabilir. Bu yıl şanssızlıklar, bir önceki yılda olduğu gibi AKP'nin ve Cemaatin yakasını bırakmayacak gibi görünüyor.
Türkiye Gezi sürecinde, insanların birbirleriyle sorunsuz sevgi atmosferi kurabildiği ve yardımlaşmanın en aktif biçimler aldığı benzersiz bir dönem yaşadı. 2014 yılı, bu yeni mantalitenin topluma daha çok nüfuz edip onu daha da dönüştürdüğü yıl olabilir, çünkü dayanışma gerektiren ve kitlesel eylemlere yol açabilecek bir atmosfer 2014'de de kendini fazlasıyla hissettirecek gibi. Neoliberalizmden beslenen "islami muhafazakar Osmanlıcı" zihniyet büyük ölçüde yenilip AKP dahil tüm partilerde etkisini çok büyük ölçüde yitireceğinden, yeni arayışların bir ifadesi olan kültür/sanat girişimlerinin, fikir tartışmalarının, yeni düşünce gruplarının vb. daha belirgin olacağı bir yıl olabilir 2014.
Ben bu süreçte Türklerin kendi tarihleri içinde, gelecekte de anılacak en önemli olayın, kendi kendilerini yeniden ve islami olmayan başka bir gözle değerlendirmeye başlamaları olacağını sanıyorum. Türkler en az beşyüz yıl gibi oldukça uzun bir süredir dünyada İslam'la özdeş değerlendirilen bir halktı. Eski feodal/Ortaçağ anlayışlarının iflası ve Batı merkezli modernleşmenin yükselişiyle -Atatürk'le- bu yeni yükselişe katılan Türkiye, Batı'nın SSCB'ye karşı "Yeşil Kuşak" kurmayı planlamasından beri islamcılaşıyor. Neoliberal dönemde bu gelişmenin elbette kuru bir NATO kararından çok daha öte nedenleri vardır, ama Türkiye'nin -bir zamanların- "Emperyalist Batı"ya karşı çetin bir savaşla kurulmuş olması, Yeşil Kuşak İslamcılarının "Yeni Osmanlı" ideasını "Batıya Karşı" gösterip Türkiye'de taraftar toplamasına yardımcı olan bir etmendi. 2014 Türkiye'sinin kendini İslam ile tanımlamayacak yeni mantalitesi ise Batı ile çok daha komplekssiz ve dost bir ilişki kurmasını mümkün kılıyor, çünkü modernlik artık Batı merkezli değil. Paradigmayla birlikte eski düşmanlık kategorilerinin de değişmesi, Türkiye'ye kendini daha sağlıklı değerlendirmek bakımından yeni mental alanlar sunacaktır. 2014 yılında Türkler yeni bir kader çizgisi ile geleceğe doğru yürüyor olabilirler. Bu yeni yürüyüş belki de 2015'de başlayacaktır ama 2014'de istikameti çok daha netleşebilir.

Vatikan'da devrim ve Papa Francesco'nun kapitalizm eleştirisi

Açıkcası bu kadarını beklemiyordum. Yukarıdaki başlığını atarken de iyice düşündüm. "Gezi Parkı İsyanı" konusunu yazarken de iyi düşünmüş ve adına "Devrim" demiştim, şimdi de Vatikan'da yaşananlar için bu tanımlamayı kullanıyorum. Bazıları devrim sözcüğünün altında ille de Ekim Devrimi gibi silahlı ayaklanmalar ve kan deryaları arıyor, iktidara devrimi yapanların gelmesini şart koşuyor falan. Ben, içinde yaşadığımız "yumuşak devrimler çağı"ından son derece memnunum ve Vatikan'da olanlar da bu türden bir devrim. Yeni devrimler derinden işliyor ve herşeyi yavaş yavaş dönüştürüyor. İşte gene böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Yıllar önce Radikal gazetesi için II. Jean Paul'dan bahseden "Antikapitalist Papa" başlıklı bir yazı yazdığımda, Papa'nın kapitalizmi eleştiren tavrından da bahsetmiştim ve o zaman bunu devrim diye adlandırmak gelmemişti, çünkü değildi. Nihayet Hristiyan geleneğinde sisteme ve zulme karşı çıkan bir damar her zaman olmuştur, İslami gelenekte de vardır, samimi inancın her daim muktedirlerden yana saf tuttuğuna inanmak saflık olur! Ama devrim, nitel bir değişiklik demek. Mesela Martin Luther'inki bir devrimdi, Türk Bektaşi/Ahi koalisyonu fikriyatının Anadolu'da tutup İranlı Mevleviliğin tutmaması da ayrı bir devrimdi. Şeyh Bedrettin'in yaptığı da davrimcilikti. Ama Vatikan'daki sözkonusu durum neden bu kadar önemli?
Eski Papa Joseph Ratzinger'in, yani XVI. Benedictus'un görevini bırakıp adeta Papalıktan istifa edişi, kendi göbeğini dünyanın merkezi sanan Türk basınında hiç kimseyi ilgilendirmedi, kuru bir son sayfa haberi olarak kaldı. Papalık, neredeyse iki bin yıllık bir kurum, bir milyar nüfuslu Katolikliğin merkezi, Vatikan, küçük ama etkisi büyük bir yer. 

Vatikan'da değişim...
Roma'nın kalbinde, bir mahalleden küçük Vatikan'ın bir ülke sayıldığını bilmek, hele orada her santimetrekaresi iğne oyası gibi işlenmiş San Pietro Katedrali'ni gördükten sonra daha da heyecan verici oluyor. 
Ülkesi olmayan bir devlet… 
Ben bu ilginç fikri, önce Almanya'da Malta Şovalyelerinin binasının önünden geçerken düşünmüştüm. Vatikan'ın resmi gazetesi, yani Pravda'sı L'OsservatoreRomano'yu da ilk kez bir devlet kütüphanesinde gördüm. İncecik, siyah-beyaz bir gazeteydi, formatı diğer gazetelerden biraz farklıydı. 1861'den beri İtalyanca çıkan bu gazete, Vatikan'ın hemen girişindeki İsviçreli nöbetçi asker kulübesinin karşısındaki küçük dükkanda satılır. Resmen Vatikan toprağı sayılan buradaki küçük dükkanda keşişler veya rahibeler çalışır. Gazete, resmen Papa'nın İçişleri Bakanlığı gibi çalışan bir büro tarafından yayınlanmaktadır.
Papa'nın özel sekreteri, bu ülkesiz devletin en önemli görevlilerinden biridir ve bu vesileyle size yeni "gariplikler"den bahsetmeye başlayayım: 
Papanin resmî sekreteri Georg Gänswein, bütün gün Papa Francisco'un hizmetinde, geceleri de eski Papa Benedictus'un yazışmalarıyla meşgul, eski Papa'nın hizmetinde. Bu iki Papa'nın fikriyat bakımından neredeyse gün ile gece kadar birbirinden farklı olduğunu söylerdim, ama olaylara daha yakından bakınca, çok daha ilginç bir durumla karşılaşıyorsunuz.
Alman Papa Benedictus, Katolikliğin beğnaz yorumlarından birini savunan entelektüel bir din adamıydı ve şimdiki sekreteri de bir Alman, Gerhard Ludwig Müller. Ama daha önemlisi, bir zamanlar "Engizisyon" makamı olan ve Katoliklik inancını "sapmalardan" korumakla görevli makamın başında da bir Alman var, Gerhard Ludwig Müller. "Kutsal Ofis", daha Papa Johannes zamanında bazı Katolik din adamlarını çekip uyarmıştı, yani Engizisyon kendi halinde "işine" devam ediyor. Papa Benedictus'un kendi anlayışına uygun bu iki makam bugün işlevini önemli ölçüde yitirmiş bulunuyor, çünkü yeni Papa Franciscus hiç kimsenin ummadığı bir şey yapıp devlet içinde bir devlet kurarak, Katolik Kilisesinin birçok önemli makamını baypas etti. Böyle bir şey yapabilmesi için onun önünü açan ise eski Papa Benedictus, sadece bu pek bilinmeyen durum bile, bir devrimin emin adımlarına işaret ediyor. Ama devrim hangi yolda? İşte asıl önemli olan da bu: Antikapitalist yolda ve Vatikan'ın yapısını değiştirecek istikamette.
Arjantinli yeni Papa Jorge Mario Bergoglio 76 yaşında, hem annesi hem de babası İtalyan asıllı. İtalyanca ana dili ve halktan gelen biri. Ama bir önceki muhafazakar Papa Joseph Ratzinger iyi aile çocuğu, entelektüel. Ailesinde yazarlar, milletvekilleri var. Dokuz ay kadar önce görevinden de boşuna çekilmedi. Resmen, yorgun düştüğü söylendi, ama neden yorgun düşmüştü? 
Anlaşıldığı kadarıyla, muhafazakar çizgisi oldukça kesin olan Papa adına karar verenler çoğalmıştı. Bu tip yorumları Avrupa basınında okudum ve daha önemlisi, bu yolla birbirini kayırma işlerinin yaygınlaşmış olması ve galiba bazı Papalık makamlarının haddinden fazla güçlenmesi ve bunu yararcı bir biçimde kullanmasıydı. Entrikadan anlamayan entelektüel papanın, Vatikan'daki bu iç güç olaylarıyla başa çıkamadığı konuşuluyor ve bizzat onun masasının üzerinden önemli bir belgenin "kaybolması" ile, entrikanın onun çalışma odasının içine kadar uzandığını anlayıp çekilmeye karar verdiği söyleniyor. Papa XVI. Benedictus görevinden çekilerek, aslında bir sonraki Papa'nın Vatikan'da bir temizlik yapmasının da önü açmış. Seçilen yeni Papa'nın, fikir ve karakter olarak eski Papa'dan tamamen farklı bir insan olması, yapılması gerekeni engellememiş, tam tersine.
Bir zamanların Engizisyon bürosu ve Vatikan'ın teorik birimleri ve hükümet gibi işleyen birmlerini işlevsiz bırakan Papa Francesco, düzenli olarak dünyanın dört bir bucağından sekiz Kardinalini Vatikan'a çağırıp, Katolik alemini, başkanlığını yaptığı bu dokuz kişilik üst konseye yönettiriyor. Ve ilk defa bir Papa, Katolik Cemaati dışından danışmanlar tutuyor, bunlara da adeta kendi hükümet yetkilileri gibi yetkiler veriyor ve bu danışmanlardan biri de otuz yaşında genç bir kadın, tam bir maliye dehası. Vatikan'daki tüm yolsuz işleri ve banka hesaplarını kontrol ediyor! Eski Papa'nın entelektüel ve estetik yeni bir şekle sokmaya çalıştığı Papalık, şimdi büyük bir değişim yaşayarak hem daha şeffaf bir kurum haline geliyor, hem de alenen Solculaşıyor!

Solcu Vatikan?!
Papa Francesco'nun bir Ferman yayınladığını ve fermanın "radikal Sol" öğeler içerdiğini, basında okumuştum. Fermanın bir kitap haline getirildiği ve yaklaşık ikiyüzelli sayfa olduğu söyleniyor. Ben Papalığın resmi web sayfasından 180 sayfalık orijinal metni indirip okudum ve gerçekten çok etkilendim, çünkü daha önce okuduğum ve kapitalizmi eleştiren Papalık fermanlarından önemli bir farkı var. Bu ferman, kapitalizmi acımasızca eleştirmekle kalmıyor, ilk kez ona karşı tüm Katolik Papazlarını da seferber ediyor...
(Yazı devem edecek)

Putin'in onuncu "Ulusa Sesleniş" konuşması Avrupa basınında

Rus Cumhurbaşkanı Vladimir Putin'in onuncu "Ulusa Sesleniş" konuşması, içeriğinden ziyade tarzı açısından oldukça ilginç. Putin konuşmasında, Rusya'nın bir süper veya yerel güç olarak algılanmasını istemiyor ve alçakgönüllü tavrı ile, samimi barışçı bir perspektif sunuyor -ve bu haliyle kendini beğenmiş görgüsüz Türk muktedirlerinin tam zıddı bir tavır sergiliyor. Tam da Ukrayna, Gezi benzeri eylemlerle ayaktayken Putin'in tavrını nasıl okumak gerekir, Rusya yeni bir samimi demokratikleşmeye doğru mu gidiyor, -tüm bu konular, Avrupa basınında oldukça geniş bir yer tuttu ve Türkiye'de malesef yeterince önemsenmedi. Avrupa Basınının Putin'in konuşmasına yaklaşımı genellikle olumlu olmakla birlikte, özellikle Ukrayna nedeniyle sıkı eleştiriler de içeriyor.
Büyük Britanya'nın muhafazakar gazetesi The Daily Telegraph, Putin'in "Rusya binlerce yıldır etik değerlerin ve ahlakın savunucusudur" sözüne takmış. Haklı olarak Rusya'da adi suçların yüksekliğine, yolsuzluğa dikkat çekiyor ve bu yüzden birçok Rus işadamının ülkesini terketmesi üzerinde duruyor. Malul olduğu üzere zengin Rusların bir çoğu Londra'yı mesken tutmuş vaziyette ve bu sadece lüks tutkusuyla alakalı değil. Gazete, "Geleneklerle uyuşmayan Batılı değerlere karşı" çıkan Putin'in ahlak bekçiliğini kimsenin ciddiye almayacağını düşünüyor.
Liberal Fin gazetesi Etelä-Suomen-Sanomat, Rusyanın Batı etkisinden ne kadar çok korktuğunu konuşmasıyla gösterdiği fikrinde. Ukrayna'nın Rusya ile AB arasında bir mücadele alanı haline geldiği tesbitini yapan gazete, Ukrayna'nın Rusya'ya ait olduğu fikrinin aslında aşınmış olduğunu, zira Ortodoks Kilisesini "tipik Rus" sayan Putin'in Rus değerleri tanımının dış dünya için sorunlu olduğuna işaret ediyor.
Liberal Avusturya gazetesi Wiener Zeitung, Ukrayna'nın giderek Rusya'ya teslim olması ile Rusya'nın artan gücü arasında bir paralellik kuruyor. Ukrayna'nın kararının Avrupalı değerlerden yana, ama ekonomisinin Rus gazından yana olduğuna vurgu yapan gazete, korkunç yolsuzluk ve skandallara rağmen Rusya'nın adım adım dünya siyasi sahnesindeki eski yerine doğru ilerlediğini yazıyor.
Rusları iyi tanıyan Bulgarların günlük gazetesi 24 Chasa, Ukrayna iktidarıyla alay ettikten sonra, halkın güvenebileceği bir lider aradığını ve Putin'in Ukraynalılara böyle bir liderin profilini sunduğunu düşünüyor. Gazetenin fikri, "Putin, siyasi mücadeleyi kazanır" yönünde.
Estonya'nın liberal günlük gazetesi Eesti Päevaleth, Rusya'nın eski etkili zamanına geri döndüğü tezinde çıtayı daha da yükseltip, Putin'in açılışını yeni yaptığı Haber Ajansı Rosiya Segodniya özelinde, eski Sovyet devrine geri dönmeye başladığını iddia ediyor. Gazetenin baş yazısında Putin Rusyası ile Brejnev Rusyası birbirine benzetiliyor. "Bu yeni ajansın görevi, Rusya'dın dünyadaki yeni imajını pekiştirmek."
Avrupa basını, Rusya'yı -savaş olmadığı takdirde- bir tehdit/tehlike olarak algılamıyor, Avrupa'nın yumuşak gücünden emin. Rusya'nın daha muhafazakar bir çizgi çizen ama kendinden emin yeni tutumu, birçok dengeyi değiştirecek önemde. Türkiye'nin bir an önce Erdoğan ve İslamcı vasatizminden kurtulup, dünya politikasındaki yerini almalı. Ama İslamcı tahribatını tamir etmek zaman alacak. Türkler, ikinci sınıf bir ülke kalmalarının müsebbibi "Müslüman Muhafazakar" odunizminden kurtulmadan, dünyada ciddiye alınmayacaklar.

Çin-Japon anlaşmazlığında dünyayı ilgilendiren yeni durum

Dünyadaki ortak kanı, global ekonominin merkezinin/motorunun giderek Doğuya kaydığı yönünde. Fakat Çin, çok eski ve köklü bir geleneğin mirasçısı olarak uzun vadeli stratejiler yapan ve zamana oynayan barışçı yeni bir güç imajı çiziyordu. Bu imajın bir takiyye olmadığını, Çin kültüründen kaynaklandığını düşünüyordum -ve tanıdığım Çin uzmanları da bu yünde fikir beyan ediyorlardı. Ama galiba çok önemli bir faktörü gözden kaçırdım: Kapitalizm…
Bu temel faktörü gözardı edenleri döne döne eleştiren ben, Çin'in 2008 sonrası post-kapitalist dönemde krizlerin dayatmasıyla bu temel özelliğini bile değiştirmek zorunda kalabileceğini düşünmedim.
ÇKP, Çin'in hızla "büyüyen" ve patlamanın eşiğinde duran ekonomisi, katlanarak artan petrol ihtiyacıyla, gelişmeleri zor kontrol ediyor ve büyük bir barut fıçısının üzerinde oturuyor. Çin bankaları feci durumda. Ülke içinde ekonominin mahvettiği umutsuz geniş bir kitle yaşıyor ve bankalar çöker veya emlak balonu patlarsa, olay ÇKP'nin başına patlayabilir.
Çin, yeniden keşfettiği milliyetçilik damarını, ÇKP iktidarının sağlamlaşması için yeniden bir manivela olarak kullanmaya başladı. Bu bağlamda tüm mülliyetçilikler gibi "jeostrateji" yeniden keşfedildi ve bu düşüncenin pekişmesinde Batı da -jeostratejik çıkarımlarla- katkıda bulundu: "Doğu Çin denizi tam anlamıyla kontrol altına alınıp, oradan Amerikalılar kovulmadan, Çin bir süper güç olamaz."
Batılılara has bu düşünce, klasik anlamda bir süper güç olmayı düşünmeyen Çin için yeni bir cazibe "fikri" haline gelmiş görünüyor, zira milliyetçilik yükseliyor -ve Çin milliyetçiliğinin baş düşmanı her zaman Japonya olmuştur. İşin kötü yanı, Japonya'da da Shinzo Abe Hükümeti milliyetçiliğe oynuyor ve 2000'li yıllardan itibaren geliştirmeye başladığı ordusuyla gösteriş yapmayı seviyor. Japon uzay teknolojisinin şu anda dünyada ABD'yi bile geçip bir numara haline geldiği söyleniyor. Japonya, yeniden bölgesel bir güç ve yeniden süper güç olmanın hayallerini kuruyor. İşte böyle bir zamanda Japonya'nın "Senkaku" adalarına (Çincesi "Diaoyu) Çin'in alenen konmaya kalkması, Doğu Çin denizinde bir tür kardak krizi çıkarttı. İşin en vahim kısmı, iki ülkenin de olayı bir şeref meselesi heline getirmiş olması ve atacakları en fak diplomatik geri adımı bile "yenilgi" gibi algılayacak öfkeli kamuoyları yaratmış olmaları.
Burada vahim ve yeni olan, Çin'in yumuşak bir büyük güç olmak özelliğini terkedip, sert süper devlet olmak sinyalleri vermesidir. İç politikada yükselen tehdit katsayısı, ÇKP'yi hırçınlaştırıyor. Bu tavır, ÇKP'nin korktuğuna da işaret eder, -ki haksız da sayılmaz. Tahrir ve Gezi'de olan, dünyada internet üzerinden hızla yayılan "doğrudan demokrasi" anlayışı, Çin gençliğinde de yayılıyor ve Çin bunu için sadece kendi ülkesinde kullanılabilen kontrol altında tuttuğu bir Twitter türü de kullanıyor, ama tüm kodları kıaran Çinli gençler Dünya'ya açık ve bunu artık kimse önleyemiyor.
Çin çok kısa sürede ABD'ye eş bir güç haline geldi. Deng Xiaoping'in reformlarından bu yana sadece 30 küsür yıl geçti, öncesinde Çin Bangladeş gibi bir yerdi. Çin, dünyanın her kasabasında-köyünde satılan ürünlerine rağmen, Dünya siyasetinde hala bir cüce, dışişleri bakanlığı etkisiz ve zayıf, bu konularda Ruslar olmadan pek bir varlık gösteremiyor. İşte şimdi Doğu Çin denizini kendi denizi haline getirerek, en azından "milli gurur"u okşamayı umuyor -ama olmuyor.
Jponya, Çin ordusundan çok daha iyi eğitimli, motivasyonu yüksek ve teknik bakımdan daha üstün, Amerikan desteğini almış bir orduya sahip. Çin'in bölgedeki uçuşları kendi kontrolü altına aldığını söylemesinin ardından iki Amerikan B-52 bombardıman uçağı, yasak bölgeyi baştan başa uçtular ve tehditler savuran Çin hiçbirşey yapamadı. Fakat durum, Çin'in bu işin peşini bırakmayacağını gösteriyor.
Çin, Doğu Çin Denizinde Amerikalılar gibi davranıyor, silahlarını gösteriyor! Hatta Hawai'ye bir savaş gemisi göndermek gibi provokatif hareketlerden bile kaçınmıyor. Sistemin metal yorgunluğu belirginleşirken Çin, kendini arıyor ve umarım böyle devam ederek Amerikalılara benzemeye kalkmaz. Çünkü böyle giderse Çin ve Japonya'nın, küçük bir çatışma şeklinde bile olsa, savaşma ihtimali hiç de yabana atılır gibi değil. Çin eğer savaşırsa (tabii bunu konvensiyonel bir savaş anlamında söylüyoruz), kaybedebilir ve küçülebilir. Doğu Türkistan ve Tibet, Çin'in zayıflamasını dörtgözle kollayan bölgeler, Çin'den ayrılabilir ve bu bölgeler (ve Moğolistan) Japonların her daim doğrudan ilgi alanı olmuştur. Beni düşündüren diğer konu, Fukushima reaktörü nedeniyle giderek zehirlenen Japon adalarında yaşayan insanların, 70 yıl önce olduğu gibi Asya'da "Yaşam alanı" arayıp aramayacağı. Çinlileri ve Korelileri düşündüren bir konu.
Çin, sabırlı ve derinden giden gücüne oynamak varken sabırsızlığına ve askeri gücünü kullanma isteğine teslim olursa sadece Çin'in bir kısmını Japonlara, Doğu Türklerine ve Tibetlilere kaptırmakla kalmaz, dünyayı da birbirine katar. Olası bir Çin-Japon savaşının dünya ekonomisini mahvedeceğini söylemeye gerek bile yok. Ekonomilerin bozulma hızı, hırçınlıkların ve sabırsızlıkların da yükseliş hızını belirliyor. Korkarım kapitalismin günümüz son aşaması, Çin'de olanları da hızlandırıyor ve hızlanmaya zorluyor. Savaş olmaması umuduyla bekleyip görelim.

Egon Bahr'dan uyarı: "Siber Dünya Savaşı kapıda"

Egon Bahr, benim Willy Brandt ve Herbert Wehner ile birlikte bir solukta anacağım üç dev Sosyal Demokrat, ya da 20'inci yüzyıldan günümüze miras son dev politikacılardan, 91 yaşında…
Geçen hafta, yeni yitirdiğimiz Willy Brandt'ın anısına bir konuşma yapması için bir okula davet edilmiş ve bir sınıfta liseli gençlerle bir sohbet yapmış. Kendisinden Brandt hakkında ve Almanya'dın Doğu politikası hakkında konuşması beklenirken o bir tek kunuda konuşmuş -hem de soluksuz: Siber Dünya Savaşı!
Yetmiş küsür yıldır politika yapan, bakanlık yapmış bu kadar önemli bir politikacının konu üzerine bu kadar ciddi gitmesi, benim de dikkatimi çekti.
90 Dakika konuşan Egon Bahr, Siber savaşın ilk kez Amerikalılar ve Ruslar arasında İran üzerinden yapıldığını söylemiş ve şöyle bir cümle kurmuş:
"İnternet, 21'inci Yüzyılın atombombasıdır."
"Çığır açan her yeni buluşun savaş için kötüye de kullanıldığını anlamamakta ısrar ediyoruz."
Bahr bunları anlatırken, neden Sosyal Demokrat Parti'ye (SPD) üye olduğunu da, "Bir daha asla savaş olmaması için" diye özetlemiş. Öğrenciler arasında bulunan Türk asıllı Büşra diye bir kız, "Ama bizi biraz korkuttu" diyor. Bahr'ın öğrencilere anlattığı son sır da şu:
"Uluslararası Politikada mesele asla Demokrasi veya İnsan Hakları değildir. Esas olan, devletlerin çıkarlarıdır. Tarih derslerinde size ne anlatılırsa anlatılsın, bunu unutmayın."
(Kaynak: Rhein-Neckar-Zeitung 4.12.2013)

Yani çağa yeni bir hikaye ve Göğün kapılarını açmak hakkında...

Bu kez size, hayalle gerçek arasında bir hikaye anlatmak istiyorum. Hikayenin ne kadarının hayal, ne kadarının gerçek olduğu belirsiz olduğundan, kararı siz vereceksiniz...
Şimdiye dek birilerinden, "Buna Dünya hazır değil, bunu erteleyelim" gibi sözler duydunuz mu? Benzerlerini ben duydum. Türkiye'de yaşıyorsanız siz de duymuşsunuzdur. "Halk daha geri, demokrasiden anlamaz" veya, "Bu anayasa halka bol geliyor" gibi sözler duymuşsunuzdur. Hikayemiz, henüz birşeylere olmamaklaö ama henüz hazır olunmayan durumların gerçekleşeceği süreçte yaşıyor olmakla ilgili, ve galiba İnsanoğlunun/İnsankızının Dünya'daki tekamül/evrim/gelişme macerasıyla ilgili.
İnsanları titrine göre değerlendirmeyi bundan otuz yıl önce terketmiş biri olarak, şeyleri/ürünleri/işleri de, günümüzün parasal değer normları ötesinde değerlendirmeyi de yaklaşık yirmi yıl önce tam anlamıyla benimsedim. Kolay olmadığını söylemeliyim, çünkü bu vaziyette "kafadengi" insan bulmak çok zor oluyor! Kısacası, beni bir kişinin yaldızlı Profesörlüğü falan değil, sahiden orijinal ve yeni bir fikrinin olup olmadığı ilgilendirir. Aynı şekilde bir insanın insani anlamda değerini esas alırım ve bu kişinin zengimliğine/fakirliğine veya kafasındaki bilginin miktarına bakmam. Hal böyle olunca, dünyanın en iyi üniversitelerinde ekonomi eğitimi aldığı halde, bunu söylemekten utanan insanlarla da, sadece bir Budist keşiş olduğu halde fizik kurallarını bambaşka bir yerden ama doğrudan daha doğru anlatan insanlarla da tanışabiliyorsunuz, hani derler ya "Sen neysen, karşına çıkanlar da o olur", bizim Türkler buna "Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş" da der.
Thomas Alva Edison, dediğim adamlara iyi bir örnektir, sadece birkaç ay okula gitmiş. Evde annesinden ders almış meraklı bir tip. Yani mühendis falan değil, ama ansiklopedileri açtığınız zaman "meslek" hanesinde "kaşif" yazar. 1847 doğumlu. Demek o devirde henüz birşeyler icad etmekle uğraşanların ciddiye alınabilmesi için henüz üniversite mezuniyeti şartı aranmıyormuş -eh o devirde üniversiteler de var tabii. İşte Edison gibi adamlardan biri de, 1917'de İsviçre'de doğmuş ve doğduğu yerde de 2011'de ölmüş Paul Bauman. Fakir bir terzinin oğlu Paul Bauman'ın bu hikayeyle şöyle bir ilgisi var. O da Edison tipi "alaylı" bir kaşif, o da bir buluş yapıyor, ama bulduğu şey, "Dünya buna hazır değil" denilerek, iptal ediliyor, veya iptal edildiği söyleniyor, ama ortada bir fikir var ve bu fikir, küçücük bir cemaat tarafından korunuyor.
Bauman, Edison'dan bir konuda tamamen farklı, çünkü keşfini, gördüğü bazı vizyonlardan sonra ortaya atıyor, yani ortada bir tür inspirasyon/sezgi veya ötesi bir olay sözkonusu, zira kendisi gaipten bir takım bilgiler aldığını falan söylemeye başladıktan sonra etrafında bir cemaat oluşuyor ve grup sonra bilim adamlarına benzer bir şekilde -ama spiritüel "yönlendirmeyle" çalışıyorlar. Bir teknik dahi olup çıkan bu adam, saat falan tamir ediyor, köydeki en karmaşık araç o zaman neyse, onlardan anlıyor, söküp takıyor falan. Anlattığı şeyleri ve "öğretilerini" dinlemek için köye gelenler olmaya başlıyor ve nihayet 1952'de bir cemaat kuruyor, adı "Meternitha". Paul Bauman bir de araç yapıyor. Bu araç, bilinmedik bir yoldan elektrik üretebilen, iki mıknatısın kullanıldığı ve belli bir mekanik işlemle elektrik üretebilen bir araç. Araca "Testatika" adını veriyorlar. Komplo teorisiyle hikaye arasında gidip gelen olayın özü ise, herkesin kendi ihtiyacı kadar elektrik üretebilmesi fikri. Araç, o zaman Dünya Savaşlarıyla petrol uğruna birbirini yiyen büyük devletlerin işine gelmeyecek bir şey. Zira petrolü kontrol eden, dünyayı kontrol ediyor. Eğer enerji kaynağı kontrol edilemezse, ne süper ulusdevletlere ihtiyaç kalır, ne de onların birbirini yemesine. Zaten Güneş Enerjisi, Rüzgar enerjisi ve benzeri enerji kaynaklarını petrol ve kömürden ayıran da bu. Velhasıl-ı kelam, aracın bir tek örneği yok, planları kayıp, Bauman da bir tecavüz suçlamasıyla hapse girip çıkınca üçyüz kişilik cemaatinin sayısı yüz kişiye düşüyor. Cemaat gene orada yaşıyor, Bauman iki yıl önce dünyadan göçtü, cemaat de kendini bir zamandır "Hristiyan Cemaat" ilan etmiş vaziyette, ama söylence bitmiş görünmüyor.
Bauman sahiden böyle bir alet icad etti mi yoksa sadece "hür enerji" fikrinin dünyada yaygınlaşmasına katkıda bulunmak için mi böyle yaptı, bilmiyoruz tabii. Ama, Hintlilerin ünlü devasa zamanlar takvimi ile bu olay arasında bağ kuranlar da yok değil. Hintlilerin takvimi, "Tanrı'nın bir günü" falan deyince, sonsuz sayıda sıfırı sayıp size bir uzun rakam çıkarabilecek kesinlik sahibidir. Mayaların 2012 sonunda biten malum takvimi kadar kesin değildir belki, ama Maya'ların tahviminden çok daha eski ve geniş zamanları hesaplar. İşte bu takvime göre 5000 küsür yıl önce İnsanlık "Kali Yuga" çağına girmiştir. "Karanlık Çağ" adı verilen bu çağın başlangıcının, bugün adına A-Draconis gibi birşey denen bir yıldıza dayanarak hesaplandığını hatırlıyorum. Bu dönem, benim Türkçeye çevirdiğim "Bhagavad Gita" destanının baş kahramanı Avatar Sri Krishna ile ilgisi olduğundan, dayanamayıp biraz anlatacağım (kitabı yayınlayan yayınevi, kitabın adını -her nedense, bana da bildirmeden- "Bagavad Gita" koydu, doğrusu "Bhagavad Gita"dır). Avatar, her çağın açılışında/başlangıcında, Tanrı'nın bir canlıda bedenlenip, yeni çağın kapılarını insanlar/hayat için açan kişiye denir. Bir tür ruhsal önder gibi düşünülür. Krishna da, kara tenli bir savaş arabası sürücüsü olarak resmedilir, hep flüt çalan kitsch resimlerle tasvir edilir. Tanrı'nın yeni çağı açan yeniden bedenlenmesi olarak, spiritüel/ruhsal yasaları, savaşmak istemeyen prens Arcuna'ya anlatır. Mahabharata destanının küçük bir kısmından ibaret olan Bhagavad Gita (Tanrı'nın Şarkısı), Hintlilerin en yaygın ve en sevdikleri kutsal metindir -en sevdikleri diyorum, zira Hintlilerin kutsal metinleri inanamayacağınız kadar çoktur ve bazıları binlerce yıl eskiye dayanır.
Yani Krishna'nın açılışını yaptığı 5000 yıllık karanlık bir çağın bitişi, yenisinin başlamak üzere olduğu veya başladığı ile ilgili bir hikaye bu. Çeşitli boyutların açılarak Göğün kapılarının zorlanması gibi bir durum. "Dünyanın henüz hazır olmadığı" en temizinden atıksız enerji kaynaklarının ortaya çıkmasından tutun da, İncil'de sözü edilen 7 mührün açılmasına kadar bir dizi eski hikayenin birbirine karıştığı bir durum. Konuşulan iyimser hikaye ise, sona eren karanlık "Kali Yuga" Çağı'nın ardından aydınlık bir çağın geleceğidir, eski Hint yazıtları bunu döne döne anlatırlar. Hristiyan keşişlerle konuşursanız, yeni çağın başlangıcında açılan mühürlerin de, çeşitli "boyut"larla ilgili olduğu gibi "alternatif" hikayeler duyabilirsiniz, mesela birinci mühür fizik/maddi dünyayla ilgiliyse duyguların dünyası, üçüncüsü canlıların auralarının dünyası, dördüncüsü enerji ile falan ilgilidir (buna Çinlilerin "Ki/Chi" dediği enerji de dahildir). Sözkonusu boyutlar arasında, inançsal/ktsal boyut, ruhsal boyut ve neden/sonuç (Asya'da "Karma" denen kader türü) ilişkileri boyutu da vardır. İşte yeni çağ ile ilgili böyle birbiriyle ilişkili boyutların birbirini tetikleyerek açıldığı bir sürecin içinde olduğumuzu varsayarsak ve bu sürecin 14 yıllık bir dönemi kapsadığını da o konuşanlardan duyarsak, bu sürecin "enerji" boyutunun, yüz kişilik bir Hristiyan cemaatin bilgisi dahilinde olduğunu da düşünebiliriz. Nihayetinde bu bir hikaye, ama petrol/gaz/kömür gibi coğrafi bölgelere bağlı enerji kaynaklarına karşı "coğrafyadan bağımsız" enerji kaynaklarından yana olmak için nedenlerimiz çok ve ben de bu nedenleri 2004'den beri yazanlardan biriyim, o halde böyle bir hikayeyi buraya yazmakta da bir sakınca olmasa gerek!

Batı Avrupa Kültürünün dünyaya mal olmuş altı özgün özelliği hakkında notlar

Eskilerin dediği gibi, 'Eğer çıkmazsokağa girdiyseniz, oradan çıkmak için önce geriye dönersiniz. AKP iktidarı altında Türkiye'nin bir çıkmaz sokağa girdiği, son birkaç yıldır oldukça kesin bir şekilde anlaşıldı ve geriye dönüş özlemi de "Sembol Atatürk"de buluşmak ve benzeri konularda ifadesini buluyor. Türkiye, kendi çağının evrensel değerlerini benimseyip cesaretle uygulamış Atatürk'ün bu ilkesini benimseyip, şimdinin evrensel değerlerini cesaretle benimser ve uygularsa, Atatürk'ün ruhuna uygun hareket etmiş olacak, Atatürk zamanını/fikriyatını bugüne taşıyarak değil. Zira "geri dönüş", o zaman doğru bir "geri dönüş" olacak ve Türkiye'ye önemli zaman kazandıracak.
Bu bağlamda, saygın tarih Profesörü Egon Flaig'in, "Batı Avrupa Kültürünün dünyaya mal olmuş altı özgün özelliği" olarak sıraladığı konulara burada değinmek istememin nedeni, hem gelecek hakkındaki tartışmalara kışkırtıcı bir etkide bulunmak, hem de Batı'ya karşı çıkarken bile Batılı normları/değerleri bilerek/bilmeyerek nasıl kullandığımıza dikkat çekmek ve artık evrensel bir kültürün oluştuğunu, bunların dünyada benimsendiğini ve belki onlardan yola çıkarak yeni değerler oluşturmanın daha sağlıklı olabileceği düşüncesi. Flaig'in düşüncelerini buraya, gene "geri dönüş" mantığına uygun olarak alıyorum.
AKP çıkmazından geri-geri çıkmak, arabanın sürekli geriye doğru gideceği anlamına gelmiyor. Dünya da değişiyor ve dünyada/Türkiye' de eleştirdiğim birçok şeyi AKP'den kurtulmak adına burada destekliyormuş gibi görünmekten ziyade, geri vites konusuna dikkat çekmek istedim. Ve Geri vitesin Avrupa ve dünyayla ilgili konuları da Flaig'den kısaca alıntılayalım:
1. Avrupa Kültürü, hayatın giderek daha geniş alanlarını "bilimsel gerçek" (bilimsellik) kıstasının hükmüne teslim eden tek kültürdür. Tarihte bunun başka bir benzeri bulunmuyor.
2. Sadece Avrupa Kültürü, "Siyaset alanı"nın otonom hale gelmesini sağlamıştır.
3. Avrupa Kültürü, insanın en kötü şekilde aşağılanması olarak gördüğü köleliğin kaldırılmasını kabul ettirmiştir ve Hümanizmin evrensel kurallarını koymuştur.
4. Avrupa Kültürü, elitlerinin kendi kendilerini düzenli olarak eleştirdikleri tek kültürdür. Bu tutum, entelektüelizmin kamusal rolünü de ortaya çıkaran özelliktir.
5. Avrupa Kültürü, başka kültürlere karşı işlediği suçları itiraf eden ve yoğun bir şekilde kendi işlediği suçları araştıran tek kültürdür.
6. Sadece Avrupa Kültürü, diğer kültürlere karşı büyük bir merak geliştirmiştir ve etnomerkezci değildir.
Flaig'in bu ilkeleri iyi ve çerpıcı tesbitler, kuşkusuz konuşulacaklardır. Ama daha önemlisi, Anadolu Kültürü'nün böyle özgün kriterleri var mıdır, veya daha genelleştirip soracaksak, Batı ile Doğu arasındaki Ara Bölge'nin böyle özgün değerleri nelerdir? İşte bu sorunun yanıtlarını da tartışanlara bırakmak istiyorum.
(Alıntı, yazarın 2012'de yayımlanan "Das Menschenbild der Inklusion" adlı uzun makalesinden alınmıştır)

Norveç'in deniz dibinde insansız fabrikası ve düşündürdükleri

Türkiye kısır "siyasi" çekişmelerden önünü görmekte zorlanırken, evrensel değerlere endeksli yeni Türkiye'nin ve Türkiye Siyasilerinin popülizmi bir kenera bırakıp Dünyaya daha büyük bir ciddiyetle bakmalarının zamanı geliyor. Norveç'in denizin üçbin metre dibine kurmayı tasarladığı yeni bir fabrika, birçok normun kalitesini değiştirecek özellikler taşıyor.
AKP'nin çevre barbarlığı ve aleni doğa katliamına son verecek yeni Gezi-mantalitesinin şekillendireceği Türkiye, temiz doğaya verilen önemi kuşkusuz önemli temel ilkelerinden saymaktadır. Konu biraz da bu ilkeyle ilgili, çünkü petrol firmaları bile buna dikkat etmeyi hedefleyen adımlar atıyorlar. Dünyada çevre bilinci yükseliyor. Şimdi el değmemiş doğanın görünmeyen yüzünde, mesela denizin dibinde çalışan insansız fabrikalar devrine doğru ilerliyor olabiliriz. Kendi kendine işleyen, kendi kendini tamir edebilen ve insanların sadece denetlemekle yetindiği bu akıllı fabrikalar, insanın aklına Matrix filmini getirse de, insanın üretimden dışlanmasının yeni bir aşama teşkil ettikleri açık.
Üçte ikisi Norveç devletine ait Statoil firmasının geliştirdiği proje, denizin dibinden petrol çıkarmak konusunu iki adım daha ileri götürerek, Antartika kıtasında kalın buz kütlesinin altına, denizin üçbin metre derinliğine indirilen ve tamamen karanlıkta kendi kendine çalışan bir fabrikanın, oradan petrol çıkarmasına odaklanıyor. Çevrecilerin haklı olarak dokunulmaması için mücadele verdikleri Antartika, halen çıkarılmamış dünya petrollerinin yüzde 13'üne sahip. Üç yıl önce Meksika Körfezi'nde BP firmasının petrol kuyusunun deniz dibinde petrol sızdırmasıyla, bölgenin tarihindeki en büyük çevre kirliliği yaşanmıştı. Şimdiki hesap, petrolü çıkaran, ayrıştıran ve borularla karaya pompalayan düzeneklerin hepsinin denizin dibine yerleştirmek. Bunun teknik ve parasal avantajları hakkında yazılmış teknik makaleler var, ama olayın bizi ilgilendiren kısmını üç noktada özetleyebiliriz:
1. İşçisiz fabrika (ve kapitalist sistemin işçisiz neden ve nasıl işlemeyeceği konusu) -ki bu olay yaygınlaşırsa sistemin dışına doğru ilginç bir hamleden bahsedebiliriz sanıyorum. Yani sistemin makro işleyişi (ve değiştirlmesi) ile ilgili önemli teorik çıkarımlarda bulunabiliriz.
2. Bu konuda muazzam yatırımların yapıldığı (birbuçuk milyar Dolar), dünyanın dört bir yanından bilim adamların ortak çalıştığı böyle projelerden öğrenmek ve konsept olarak çeşitli alanlarda nasıl işletileceği konusunda tecrübelerden yararlanmak -siyasi didişme ve boğa enerji kaybı devrini kapayacak Türkiye'nin ve Türklerin öğreneceği bir şey.
3. Petrol endüstrisinin ve endüstrileşmenin yeni trendini bu vesileyle iyice incelemek mümkün, çünkü Oslo'da ikiyüzden fazla petrol firması konuyu birebir takip ediyor veya bizzat kendi adamlarıyla projeye dahil oluyor.
Oslo'da üzerinde çalışılan su altı fabrikası için geliştirilen bir kompresör 18 bin ton ağırlığında ve 74 metre uzunluğunda, insanoğlunun hiçbir şekilde inemediği derinliklerde çalışıyor ve suyun yüksek basıncını ve konumunun avantajını kullanarak daha az enerji tüketiyor. Uzay teknolojisi kadar ekstrem koşullara odaklı fabrika, sessiz sedasız yeni normlar koyuyor ve yakın gelecekte birçok konuda örnek olabilir. Bu girişim nemli, çünkü geleceğin dünyasında göz önünde acaip fabrika binalarının olmayacağını, bunların görüş alanı dışına çıkarılacağını ve Cennet gibi bir dünyada yaşanacağını hesaba katabiliriz, trand bu istikamette. Anadolu ve İstanbul'un da bu trendin bayraktarlarından olacağı, Gezi İsyanı'yla görüldü. Geleceği işaret eden her türlü yeni anlayışı, yeni teknolojiyi dikkate almakta fayda var.

Papa Francesco'nun kapitalizme yönelttiği öldürücü eleştirisi ve inananlara çağrısı

Daha önce de Vatikan'dan yayınlanan ve bu blogda da sözünü ettiğimiz, kapitalist sisteme yönelik Papalık Fermanları, mektupları olmuştu, ama bunların hiçbiri 180 sayfalık şeyler değildi. Bu kez Papa kapitalizmi eleştirmekle kalmayıp, dünyadaki tüm Hristiyan din adamlarını da fakirlerin yanında sisteme karşı durmaya çağırıyor. Ben şimdi bu "kitap" denebilecek sözleri okuyorum ve onlardan burada da söz etmek istiyorum…
(Yazı hazırlık aşamasında)

Jean-Paul Sartre ve onun varoluşsal absürd dili

Galiba çağımızın bilinen ve önemsenen son popüler filozofu. Ve bu yanıyla oldukça öne çıkıp, edebiyatçı yanı kısmen gölgede kalmış bir düşünür Jean-Paul Sartre. O, angaje bir dünya entelektüeli ve Proust'tan Camus'ye kadar laf sokmadığı yazar olmayan acımasız bir eleştirmen. 68'li Sol'un ikonlarından Sartre'nın "absürd" ve "dil" hakkında yazdıklarını okurken, konudan burada da bahsetmeyi düşündüm. Sartre, birçok eseriyle günümüzde de okumaya değer düşün ve edebiyat devlerinden...
(Yazı hazırlık aşamasında)

Willy...

Willy…
Sevenleri ona böyle sesleninir.
Nazilerle hiç alakası olmamış, onlara en başından itibaren karşı durmuş ilk Almanya Başbakanı. Açıkçası ben onu çocukken televizyonlarda tanımıştım, babamın hayran olduğu, adından evimizde bahsedilen bir adamdı. Onda başka bir pırıltı, diğer politikacılardan farklı bir karizma vardı. Konuşma yaparken sözlerinin arasına uzun aralıklar koyardı. O aralarda, dinleyici de düşünürdü ve sözlerine devam ederken, dinleyicilere onun sözlerini birlikte düşünmüşler hissi verirdi. Sesi kulaklarımda...
Almanların saygı duyduğu birçok politikacısı vardır. Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrasının ilk Başbakanı Konrad Adenauer'e saygı duyarlar. Benim saygı duyduğum ve şimdi hemen aklıma gelen Herbert Wehner vardır mesela, Brand zamanının SPD Meclis grubu başkanı veya Egon Bahr. Willy Brand, Almanya'nın dördüncü Başbakanı olarak, Nazilere hiçbir şekilde bulaşmamış ilk Liderdir ve seçildikten sonra da, "Hitler bu gün savaşı kesin olarak kaybetti" demiştir, -ki doğrudur. Sosyal Demokratlar Willy Brand'ın önderliğinde 150 yıllık tarihlerinin en büyük zaferini kazanmışlardır ve Almanya'da ilk kez iktidara gelmişlerdir -çok daha önemlisi, Willy, diğer politikacılar gibi sadece sayılan biri değil, sevilen bir politikacı olmuştur. Dört dil konuşuyordu.
Herbert Ernst Karl Frahm adıyla, 18 Aralık 1913'de Lübeck'de doğan Willy, "gayrımeşru" bir çocuk olarak doğmuştur ve gençliğinde hep bir baba hasreti çekmiştir. Baba yerine koyduğu ilk kişinin, Almanca öğretmeni olduğu ve bu adamın onun konuşma yeteneğini keşfettiği söylenir.
Sizi bilmem ama benim için de, "bir insan ya politikayla ilgilenmiyordur, ya da solcudur." Bu ilke, genç Frahm için de geçerliymiş ve tabii ilkgençliğinde hemen "İşçigençlik" diye bir gruba katılmış, sonra da SPD'den ayrılanların kurduğu SAP partisine üye olmuş. Nazilerin 1933'de iktidara gelmelerinden sadece iki ay sonra, küçük bir bavul, iki gömlek, yüz Mark para ve yeni bir isimle Danimarka'ya, Rødbyhavn şehrine kaçmıştır. Kod adı Willy Brand, sonra ona yapışmıştır tabii. Ve o andan itibaren Nazilere karşı aktif faaliyette bulunmuştur. Nazi döneminde Almanya'da kalmış yeni Alman politikacılarının hepsi, Nazilere susmuş, hatta onlara bir şekilde katılmış da olsalar, "Willy Brand 12 yıl iskandinav ülkelerinde ne yaptı" diye sormaya da kalkmışlardır, çünkü adı o zamanlar pek bilinmeyen biriydi.
Willy güzel bir Norveçli kadınla evlenmiş, ondan Ninja adında bir kızı olmuştur. Tabii bu kadar değil. Willy, bu yeni adı altında, Almanya'daki Hitler karşıtlarına kuryelik yapmış, İspanyol iç savaşında direnişçilere yardım etmiştir ve bu arada Willy Brand adıyla direnişçilere hizmet ediği anlaşılmış, Alman vatandaşlığından çıkarılmış ve Nazi gizli servisi Gestapo'nun listesine girmiştir. İşte bu bile onu, çılgınca bir cesaretle Berlin'e gitmekten ve oradaki gizli direnişe katkıda bulunmaktan alıkoyamamıştır. Gunnar Gaasland takma adıyla Berlin'e indiğinde pasaport kuyruğunda onu bir okul arkadaşı hemen tanır. Adamın üzerinde Alman Wehrmacht'ın subay üniforması vardır ve Willy'nin Gestapo tarafından arandığını da bilmektedir. Cesaretine şaşırmış ve saygı duymuş olmalı, zira sınıf arkadaşını tutuklamak yerine, Almanya'ya girmesine izin vermiştir.
Willy Brand, 1948 yılında yeniden Alman vatandaşlığına kabul edildi ve 1966'da ilk kez CDU-SPD koalisyonuyla hükümete girdi ve yeniden kurulan Federal Almanya'nın Dışişleri Bakanı oldu.
Sosyal Demokratların Almanya'da ilk iktidarı da 1968 yılına denk geldi. Willy, Hristiyan Demokrat ve Sağcı CDU yerine, daha ılımlı küçük liberal parti FDP ile koalisyon kurdu.
Willy Brand, kitleleri avucunun içine alıp büyüleyici konuşmalarına rağmen, son derece içine kapanık bir kişi. Biyolojik nabasının kimliğini ancak 34 yaşında öğrenip, onunla bir kez bile konuşmamasından mıdır, kadınlarla bir türlü dost olamamasından mıdır? Otobiyografisini yazarken, birlikte hayatının en güzel otuz küsür yılını geçirdiği iki çocuğunun annesi ikinci karısı Rut'tan bir satırla bile bahsetmemesi, bazen saatlerce tek kelime etmeden oturması, garip hallerindendir. Bu uzun susma seanslarında bazen en temel nezaket kurallarına uymadığı, mesela karşısındakine sadece bir iki kere kafa sallamakla yetindiği de olur. Onu yakından tanıyan ve konuşurken gösterdiği performansından büyülenenler, onun suskun, derinlikli sohbetlerden uzak, basit fıkralar anlatıp gülen biri olduğunu söylerler.
Geçenlerde, 31 Mayısta başlayıp 19 gün süren Gezi Direnişinin ardından, iktidarın Nazi devrindeki gibi toplama ikiyüz küsür bin insanlala yaptığı Kazlıçeşme mitingine, tek başına çevap veren Erdem Gündüz'le tanıştım. Tabii sohbette, onun Taksim Meydanı'nda "Duran Adam" olmaya nasıl karar verdiğini sordum. Yanıtı kısa ve netti. "Buna bedenim karar verdi." O gün o an birşey yapması gerektiğini hissetmiş ve sırt çantasını kapıp Taksim'e gitmişti. -Anlık bir karardı. Willy de 7 Aralık 1970'de Varşova'da böyle anlık bir kararla, Varşova Getosu önündeki saygı duruşu sırasında diz çöktü…
Kendi halkının Yahudilere karşı işlediği büyük suça, daha ilk gençliğinden itibaren hiç bir şekilde karışmadığı ve Nazilere karşı çocuk yaşlardan itibaren karşı olduğu halde, halkının büyük suçunu kendi omuzlarına yükleyerek diz çöken Willy, işte biraz da bu yüzden bir ikondur. O, sezgilerine göre hareket eden, "Mistik ve Melankolik" bir adamdır. Son eşi Brigitte Seebacher onu bu sözlerle betimlemiştir.
Willy'nin iktidarında Federal Almanya, Sosyalist Blok'daki Doğu Almanya ile yeni ilişkiler geliştirdi. Willy, ABD ve SSCB'nin silahsızlanmayı tersine çevirip silahsızlanma yolunda adımlar atmaları için uğraştı. Gençliğindeki devrimci haşarılığını ve çocukluğunu unutmamasından olacak, SPD Gençlik Kolları JUSO'ların radikalliğini her zaman anlayışla karşıladı. Bu dönemde devlet içindeki (Sol) radikal unsurları belirleyip uzaklaştırmak politikasını daha sonra, "yaptığım en kaba hata" diye niteleyecektir.
Willy'nin destanlaştığı ve SPD'nin tarihi bir başarıyla rekor oy aldığı 1972 seçimlerinden sonra, içine kapanıklığının hastalık derecelerine vardığı anlar oldu. Bonn'daki Başbakanlık villasının çatı katındaki odasına kapanıyor ve günlerce çıkmıyordu. Soranlara, "Başbakan soğuk aldı, dinleniyor" dendiği dönemlerin ardından, Willy'nin komplo gibi bir olayla Başbakanlıktan istifası gelir.
En yakın adamlarından birinin Doğu Alman casusu olduğu anlaşıldı -ya da şöyle: Bir yılı aşkın süredir şüpheleniliyor olmasına rağmen yakalanmadığı da sonradan anlaşıldı. Bu olay yaşandığında, siyah-beyaz bir televizyon ekranında Willy'yi seyreden çocuklardan biri de bendim. Evimizde bir fırtına esti. Babamın idolü, partisinin başkanı Willy, 6 Mayıs 1974 günü istifa etmiş, olayı biz de bir gün sonra öğrenmiştik. O günlerin ağır havasını ve halkın üzüntüsünü anlatmak kolay değil. Bu olaydan SPD içinde sorumlu tutulanlar da oldu tabii, mesela benim hayranı olduğum aksi adam Herbert Wehner.
Willy Brand, daha sonra Sosyalist Enternasyonal'in başkanlığını yaptı, kalın kalın kitaplar yazdı veya onun hakkında yazıldı, ama ona olan sevgi azalmadı. Politikaya 1990 seçimlerinde yeniden dönmeye çalıştığı biliniyor, ama SPD'nin yenilgisi, buna fırsat vermedi.
Kanser tedavisi gördüğü 1992 yılında artık ayakta bile duramayacak kadar zayıf bir bünyeye sahip olmasına rağmen, onu ziyarete gelen, zamanın Başbakanı Helmut Kohl için beyaz bir gömlek giyip, kravat takmış. Kohl, "Bana bak, benim için kravat takmana gerek yok ki" diye gülümseyince, Willy şöyle demiş: "Alman Başbakanı gelince böyle olması gerekir" demiş.
Willy Brand, aynı yılın 17 Ekim günü hayata veda etti.

İnternetten gelen sosyo-kültürel global devrim ve onun Solcu ruhu hakkında

Birbuçuk yaşındaki minnacık kızı benim iPad'imi kullanırken görünce, "bu tıfıllar artık MultiTasting-programlı doğuyor olmalılar" diye düşündüğümü iyi hatırlıyorum, -daha geçen yıldı. O minicik parmaklarıyla iPad'i karmakarışık bıraktı ama ona bakarken bazı bilmediğim fonksiyonları da öğrenmiş oldum. Yeni çağın yeni çocukları bilgisayarların dumanını attırabursunlar, bir de internetten anlamayan politikacılar var!
Şu anda okul çağındaki çocuklar, İnternetin en olağan şey sayıldığı bir dünyaya doğuyorlar ve internet öncesi diye bir çağ yaşandığını düşünmekte zorlanıyorlar. Ve bu yazıda İnternet'in insanları önemli ölçüde değiştirmeye başladığını, hatta eskisinden farklı bir insanın doğmakta olduğunu iddia ederken, bir taraftan da her türlü yeniliğe karşı çıkan klasik muhafazakar anlayışa değinmeliyim.
Jonathan Franzen, internete eleştiri getiren en tanınmış adamlardan biridir. Mesela internet kullanan insanların, entelektüel çöp ile özlü bilgiyi birbirinden ayırma yeteneğini yitirdiklerini söyler. İnternetin zararları konusunda yirmi yıl kadar önce bol "materyal" bulunmaktaydı. İnternetin aptallaştırdığı söylendi, insanlarda derinliği azalttığından dem vuruldu, stratejik düşünmeyi kötü etkilediği, gençlerin karmaşık metinlere konsantre olmalarını önlediği iddia edildi. Ama son yirmi yıllık internet devri ve kuşağı -ki bunu 90 kuşağıyla başlatabiliriz- bambaşka olumlu/pozitif sonuçları da şimdiden göstermiş bulunuyor:
Yepyeni bir katılımcı demokrasi ve politikacıları denetleme kültürü, internet üzerinden oluştu. Toplumsal tartışma/konuşma kültürü değişti, bu konuda hızla 'nezaket' ağır basmaya başladı (zira mesela özellikle İslamcılar arasından çıkan) küfürbazlar, hemen dışlanmaya, internet toplumunun dışına itilmeye başlandı. Toplumsallaşmanın ve iletişimin 'herşey' haline geldiği yeni internet devrinde, bu alandan dışlanmak, büyük bir ceza halini aldı, bu nedenle bazı (yazılmamış) kurallar belirmeye başladı. Kısacası -hiç abartmadan söyüyorum- düşünme ve hareket biçimi, sosyal toplum anlayışı, şirket/iş (sisteme göre: para/meta/üretim/tüketim) ilişkileri, hepsi değişiyor ve hepsi -kapitalizmin sistemsel bir kriz yaşadığı döneme denk gelmiş vaziyette- oldukça hızlı yaşanıyor. Gezi gibi, Tahrir gibi, Occupy Wall Street gibi halk hareketleri internette doğuyorlar ve doğmaya devam edecekler -yani "bu daha başlangıç!" Gelişmelerin hızı nedeniyle, yaşananları 'Devrim' sayabiliriz.
İnternet, düşünme biçimini etkiliyor, çünkü çok daha kısa sürede çok daha fazla enformasyona maruz kalan insan seçici olmayı, birçok konuyu bir bakışta kavramayı ve sezgilerini daha efektif kullanmayı öğreniyor. Aynı anda çok daha fazla konuyla ilgilenmek melekesi gelişiyor. Modernleşmenin ilk dönemi, okur-yazarlığın yaygınlaşmasıydı, ikinci aşaması eğitimin yaygınlaşması ve kompleksleşmesiydi. Günümüzdeki aşamada insanlar düşüncelerini yazıyla ifade etmeyi ve özgür bilgi toplamayı, bunları kendince kategorize edip yenilerini üretmeyi öğreniyorlar. Ve bu yeni aşama, özgürlükle ilgili bir aşama, o yüzden de kısıtlamalara karşı büyük tepki veriyor.
Yeni bir toplumsal iletişim dili ve etik oluşuyor. İnsanlar, dünyanın öbür ucundaki insanlarla bile konuşabiliyorlar ve bunu belli bir üslup çerçevesinde yapıyorlar. Diller farklı olsa da, üslup üzerinden herkes birbiriyle konuşabiliyor ve bu üslubu bozup, internette oluşan yeni etik anlayışına uymayanlar, uyarılıyor veya son çare olarak takip listelerinden siliniyor. Kurallar kendiliğinden, teamüller sonucu oluşuyor, henüz yazılı kurallar yok, ama yakında olabilir.
İnternette oluşan diğer konu da adalet. Ezilenler destekleniyor, düşenler kaldırılıyor, devletlerin/hükümetlerin adaletsizliğine topluca yeni tip protesto türleriyle direniliyor. Olay global bağlantılı ve herkesin birbiriyle ağ şeklinde iletiğimi üzerinden oluşan dev bir ağ gibi. Bu ağ, yeryüzünü kaplıyor.
Internet üzerinden bilgi ve iletişim sonucu ortaya çıkan bu durumun en önemli özelliği gerçek bir demokrasi ve eşitlik. Toplumu demokratikleştiren ve adalet/ahlak, angajman, devleti denetlemek gibi birçok özelliğiyle Sol bir tınıya sahip. Bu özelliğiyle internet, içinde yoğun olarak yer alan herkesi, Sol değerlere daha açık hale getiriyor.
İş konusu, ileride nasıl bir seyir izleyeceğini bilemediğimiz daha farklı bir mecraya doğru ilerliyor. Kapitalizme özgü para/meta ilişkilerinin kategorik bir krizle yüzyüze olduğu günümüzde, sistemin icad ettiği "şirket" adını verdiğimiz örgütlenme türü de değişiyor. Üç boyutlu yazıcılardan, artık akla gelebilecek her türlü aracın evlerden üretilebileceği yeni bir döneme girmek bir yana, üretim anlayışının da radikal bir şekilde değiştiğini görüyoruz. Kapitalizmde sistemin işleyebilmesi için mümkün olduğunca çok üretilmesi ve üretilenlerin daha pahalıya satılması esastır. İnternet toplumunda tersine gelişen bir trend var. Mesela Çin'deyken görüp uçmuştum: Ülkedeki tüm DVD'ler ve Müzik CD'leri kopya. Tamamı! Aklınıza gelen her filmi, gayet düzgün -hatta lüks- kitapçılarda/plakçılarda, orjinalinden ayıramayacağınız kadar iyi paketlerde alıyorsunuz ve tabii oldukça ucuza. Eskiden kitap yazıp bundan geçinenlerin yerini, yazdıklarını konuşmak için davet edilen yazarlar alıyor. Müzisyenler plaklarla değil konserlerle para kazanıyorlar. Ve üretim tekeli, belli büyük firmaların elinden çıkıyor. Benim de izlediğim ve televizyondan çok daha kaliteli tartışma blogları var. İlgilendiğiniz konuda, konunun uzmanı farklı kişilerin tartışmalarını canlı veya sonradan internetten izleyebiliyorsunuz.
Bu değişimde dikkat çekici olan başlıklardan biri, -ki üzerinde ileride de çok konuşulacaktır- insana bakışın değişmesi. Eski anlayış, insana bir makina olarak bakıyordu/bakıyor. Demokrasinin hem işleyişi hem de formatı değişiyor. Artık "Doğrudan Demokrasi" (veya "Katılımcı Demokrasi") diye birşeyden söz ediyoruz ve bu internet sayesinde olabiliyor. Sistemin denetlenmesi olanağı ve imkanları artıyor, hiçbirşey gizli kalmıyor. Bu önce küçümsenmişti, ama YouTube'de bir meydanda balyozla kendi BMW otomobilini, firmayı protesto etmek için parçalayan adamın filmi iki miyon kişi tarafından seyredilince, bunun etkisini de daha iyi anlıyorsunuz. Tüketicinin aktif bir şekilde ürünleri boykot etmesi veya desteklemesi gibi yeni etkili demokratik tepki türleri doğdu. Gezi protestoları dairesinde, hareket hakkında ileri-geri konuşan ve desteklemeyen sanatçıların tam bir yıkım yaşadığını görüyoruz.
Ve oldukça geç olmasına rağmen Türkiye'nin muhafazakar muktedirleri de internetin önemini anladı, kitle halinde kaba-saba küfürbaz sosyal medyaya doldu ve sadece biriki ayda yokoldu, etkisizleşti. Doku uyuşmazlığı hemen görüldü. İnternet kullanan toplumların gençliği, eskisinden çok daha özgürler ve Gezi'de de gördüğümüz gibi daha yaratıcı ve akıllılar. Konu hakkında daha çok konuşacağız.

Ali Ahmad Said / Dînî faşizm, faşizmlerin en kötüsü

Yaşayan en büyük Arap şair Ali Ahmad Said'in (Adonis
Hürriyet Gazetesi'nde 8 Kasım 2013'de yayınlanan söyleşisini 
kısaltarak buraya alıyorum.
 
Bağdat, Halep, Şam yıkılıyor. Arap dünyası kendi zenginliklerini kendi elleriyle yıkıyor. Bu canınızı yakmıyor mu?

Alfabeye (Arap alfabesine) ev sahipliği yapan topraklarda müzeler, eski kiliseler, evler yok ediliyor. Hem de bir hiç için. Bir devrim kendi zenginliklerini yok etmez. Acı çekmekten daha ağır bir üzüntü benimkisi. Kendi zenginliklerini kendi elleriyle yıkan Ortadoğu halkının acısını yaşıyorum. Benim ülkem Suriye şiddetle parçalanıyor.

Suriye’de olanları nasıl izliyorsunuz?

Arap dünyasında olanlar bana göre devrim değil, rejim değişikliği için düzenlenen komplolar. Suriye’de olup bitenler korkunç. Elbette bir şeyler değişmeli ama diyalogla, demokratik yoldan değişmeli. Savaş, şiddet hiçbir şeyi çözmez.

Arap dünyasında Türkiye hakkında ne düşünülüyor?

Bazıları Türkiye’yi seviyor. Bazıları da nefret ediyor. Türkiye’nin imajı güzel bir imaj değil. Tayyip Erdoğan sert ve kapalı bir yönetici. Türkiye’nin Suriye politikası da korkunç bir imaj yarattı. Türkiye Suriye’yi yok etmek isteyen barbarlara destek ve cesaret verdi. ‘Yeni Osmanlı’ korkusu var. Türkiye’nin Suriye politikası “etik bir başarısızlıktır”. Türkiye’de olup bitenlerden dolayı da endişeli bakışlar artmakta.

Türban tartışması hayli canlı şu sıralar. Kadınlar ve türban konusuna nasıl bakıyorsunuz?

Kadınları rahat bırakın. Nasıl istiyorlarsa öyle giyinsinler. Türban konusu kadınların özgür iradesine bırakılmalı. Kime ne? Devlete gelince, devlet bunu ne özendirmeli, ne yasaklamalı. Benim zamanımda Şam’da türban bir güzellik sembolü idi. Kadın inanılmaz çekici idi. Şimdi türban sembolü de değişti.

Siz başından beri “Arap Baharı devrim falan değil” diyorsunuz. Neden?

Başta Arap tarihinin yeni miladının Tahrir Meydanı olacağını umut ettim. Ama 2-3 ay gibi kısa bir sürede işler değişmeye başladı. Gençler, öğrenciler, entelektüeller ve kadınlar tarafından yaratılan bu olağanüstü barışçı devrimi çaldılar. Şiddet ön plana çıktı. Arap dünyasında yaşananlar bize gösterdi ki, din temelinde kurulan bir ülkede devrim yapamazsınız. Devrimler doğaları gereği dinlerle özdeşleşemez. Ennahda, Müslüman Kardeşler... Bunlar karşı devrim hareketleridir. Toplumu özgürleştiren hareketler değil. Şimdi farkına varılıyor. Dini faşizm, bana göre faşizmlerin en kötüsü. Belki de şimdi Mısır’da gerçek bir devrime gidiyoruz. Hâlâ umutluyum.

Bütün dinleri mi kastediyorsunuz?

Evet aralarında derece farkı olsa da hepsi... İslam, içlerindeki en katısı belki de. İslam’a ya da inanca karşı değilim, tersine insanların inanma hakkını savunuyorum. Ama bir iktidar, bir güç tarafından empoze edilen dini reddediyorum. İnsan için inanmak kadar inanmamak da bir hak. Ama İslam bunu kabul edemez. İnanmayan kâfirdir. Dolayısıyla politika ve dini birbirinden ayırmak, dini kişiyle Allah arasında bırakmak lazım. Din ve kurumları ayırmak şart.

AKP modeli uzun süre Arap dünyasına model olarak gösterildi ama?

Ben bu modele inanmıyorum. Bugün yaşananlar ne o zaman? Bireyler özgür değil, kadınlar özgür değil. Nasıl demokrasiden söz edersiniz? Türkiye’de Müslüman Kardeşler zihniyeti çok etkin ve kurumları bir bir yok ediyor. Türkiye’nin gerileme riski hâlâ var.

İyi bir örnek yok mu size göre?


Şu anda Müslüman ülkelerdeki İslami hareketler İslam hakkında korkunç bir imaj yayıyor dünyaya. Müslüman Müslüman’ı din adına kırıp geçiriyor. Ve buna kimse isyan etmiyor. Bütün İslam dünyası kendisine şu acıklı soruyu sormalı. Neden 1.5 milyarlık İslam dünyasında inanan, ibaret eden tek bir filozof, ressam, şair çıkmıyor? Para var, kalkınma var, her şey var ama filozof yok, sanatçı yok! İslam şairleri inanan şairler değildir. Filozoflar da öyle. Mistik bir devrimciydi Yunus Emre. Mevlânâ da öyle. El Farabi gibi, İbn-i Sina gibi, Averroes (İbn-i Rüşdi), hepsi inanç sistemlerinin dışındaydı. Birey olarak Müslümanlar, dünyanın diğer bireyleri kadar zeki ve yetenekli. Hiçbir eksikleri yok, ama zincirlenmiş durumdalar.

Neden filozof çıkmıyor sizce?

Çünkü tek hedefleri iktidarda kalmak. Bu Müslümanların kendi kendilerini yok etmesinden başka nedir! Bu haliyle İslam kendi kendisinin düşmanı.  

Sizin çözümünüz ne?

Laiklik ve bireysel haklar elbette. Öteki ‘düşman’ değildir. Öteki, benim bir parçam. Diğeri olmadan ben de kendim olamam. Oysa Arap dünyasında bugün bir hiç uğruna biri ötekini kırıyor. Bu nedenle, bugün Müslümanlar kendilerinin en büyük düşmanıdır. Laik olmayan toplumlarda demokrasiden söz etmek zor. Bu çağda bunu anlamak zorundayız artık.

Mısır’da olup bitenlere ne diyeceksiniz. Mursi’nin alternatifi darbe mi?

Umarım bu gerçek devrimin başlangıcıdır. Ordu halkın taleplerine destek verdi. Şimdilik durum bu. Bana göre devrim her şeyden önce şiddetsiz olmalı. Kanlı devrim bana göre, insana karşı bir şey.

Ama Müslüman Kardeşler halkoyuyla geldi.

Toplumlar da bireyler gibi hata yapabilir. Bu hata idi.

Edward Snowden / Gerçek için bir manifesto

Edward Snowden bu manifestoyu 1 Kasım 2013 günü Moskova'da yazdı.

Dünya, çok kısa bir süre zarfında, sorumsuzca operasyon yapan gizliservisler ve onların kriminal dinleme/gözetleme programları hakkında çok şey öğrendi. Gizli servisler bazen bile bile yüksek makamlardaki politikacıların veya kamunun kendilerini kontrol etmesini önlemeye çalışıyorlar. NSA ve GCHQ en kötü suçlular gibi görünseler de -yayınlanan son dokümanların gösterdiği gibi- kitlesel dinleme/gözetlemenin global bir sorun olduğunu ve global çözümler gerektirdiğini unutmamalıyız.
Böyle programlar sadece özel hayatı tehdit etmekle kalmaz, düşünce özgürlüğünü ve açık toplumları da tehdit eder. Casusuluk teknolojisinin varlığı, politikayı belirlememeli. Yasalarımız ve değerlerimizin, dinleme/gözetleme programlarını sınırlandırması ve insan haklarını koruması, Bizim ahlaki sorumluluğumuzda.
Toplum bu sorunu, ancak, bilgi mahremiyetine de aldırmayan açık ve nesnel bir tartışmayla anlayabilir ve kontrol edebilir. Kendilerini ifşa edilmiş gibi hisseden, kitlesel dinleme/gözetleme sistemlerinin açığa çıktığını düşünen Hükümetler, bu tartışmayı bastırmak için, hiç yaşanmadık türde bir kovuşturma başlattılar. Gazetecileri korkuttular ve açıklanan gerçekleri kriminalize ettiler. O aşamada kamuoyu, bu ifşaların yararını ölçecek durumda değildi. Kendi Hükümetlerinin doğru kararlar almasına güveniyorlardı.
Bugün bu güvenin yanlış olduğunu ve kamunun yararına olmadığını biliyoruz. Engellemeye çalıştıkları tartışma, şimdi dünyanın bütün ülkelerinde yapılıyor. Ve zarar vermek yerine, ifşa edilip kamuya malolan bilginin yararı, toplum tarafından anlaşılıyor, çünkü şimdi siyasette, denetimde ve yasalarda reformlar önerilecek.
Vatandaşlar, toplumu ilgilendiren tayin edici önemdeki bilgilerin bastırılmasına karşı mücadele etmeliler. Gerçeği söyleyen, suç işlemiş olmaz.

Edward Snowden

Ho Chi Minh'in emrinde Viyana'lı bir Devrimci: Ernst Frey

20'inci Yüzyıl gerçekten de çok hızlı ve korkunçtu. Heyecan, adrenalin falan derken, dünya tarihinde olmadık ölçüde kıyımların, du dönemde yaşandığı acı bir gerçek. En eski ve köklü/detaylı mistik metinlerde, savaşın ve insan öldürmenin değil, barışın yüceltildiği ve canlıları öldürmenin ne demek olduğu anlatılır, mesela Srimad Bhagavatam, buna iyi bir örnektir. "Tanrı adına" (veya iyi bir amaç uğruna) öldürmek, ancak monoteist dinlerin ortaya çıkmasından sonra (adeta) "kurumsallık" kazanmış bir durumdur -elbette bu konu da burada, daha sonraki yazılarda konuşulmayı bekliyor.
Arjantinli devrimci Che'nin Küba'da savaşması, Kongo'da savaşması, Bolivya'da ölmesi bize artık çok normal geliyor. Çünkü o bu klasta biri ve dünyanın bu absürd haline dayanamayıp mücadele etmiş biri. Che ünlü, onu herkes tanır, bir ikondur, ama Viyanalı Ernst Frey'i kimse tanımaz -bunu tabii, Türkiye için söylüyorum. 1915'de doğan ve 20'inci Yüzyılın azgınlığına göre bir hayat sürmüş olan Frey, atılgan devrimci bir öğrenciyken, daha onyedi yaşında "Sosyalist Ortaöğrenim Öğrencileri Birliği"ne üye olduğunda yıl 1932. Bir yıl sonra Hitler Almanya'da iktidarı ele geçirdiğinde o da yeni bir Sol fraksiyonda: "Junge Front", Genç Cephe, veya Gençlik Cephesi, biraz Dev-Genç gibi bir örgüt. Bir yıl sonra Komünist Parti'nin Gençlik örgütünde, propagandacı. Diğer talebelerle "siyasi eğitim" için buluştukları en güvenli yer de Viyana Ormanları! Frey bu dönemde "Profesyonel Devrimci" oluyor ve partiden maaş almaya başlıyor. Ve tabii tutuklanıyor, 15 gün hapisle yırtıyor, parti onu Ortaöğrenim talebelerini yeniden örgütlemek için sağa sola gönderiyor.
Ernst Frey, Vietnam Üniformasıyla...
Frey'in hareketli hayatının asıl, Nazi Almanya'sının Avusturya'a girmesiyle başladığı söylenebilir. Tabii yeniden hapsediliyor hem de Avusturya'yı illegal yoldan terkederken. Dört ay hapisten sonra onu bırakıyorlar, o da 1938 yazında Paris'e kaçıyor. Amacı, oradan İspanya'ya gidip İspanyol iç savaşına katılmak. Burada anlayamadığım konu, Frey'in "İspanya'ya çeşitli bürokratik nedenlerle gidememesi." Paris'e kaçan Frey, nedense İspanya'ya kaçamıyor ve üyesi olduğu partiden, Fransız lejyonlarına katılmak için izin istiyor. Geleceği o zamanda görüp mü bu kararı veriyor, yoksa Avrupa'da Yahudi olmanın ne kadar tehlikeli hale geldiğini mi düşünüyor, başka bir nedeni mi vardır, bunu Frey'den öğrenemiyoruz, ama bir de bakıyoruz ki Frey, devrimcilikle alakasız bir Fransız lejyonunda Cezayir'de komando eğitimi alıyor, oradan da 1942'de karga-tulumba Hindiçini yarımadasına gönderiliyor. İkinci Dünya Savaşının en cıvcıvlı yılları. Ve lejyona katılan diğer Alman/Avusturyalılarla birlikte askeri birliğin içinde, Hitler kuklası Fransız Petain Hükümetine karşı bir örgüt kuruyor -ki cesaret gerektiren bir şey. Savaşta böyle şeylerin cezası anında kurşuna dizilmek olabilir. Oradayken, Ho Chi Minh'in kurduğu "Hindiçini Komünist Partisi" ile ilişkiye geçiyor, sonra parti onu üyeliğe kabul ediyor ve orada, Fransızlara karşı kazanılan "Ağustos Devrimi"ne katılıyor.
Frey, 1945 yılında, Vietkong'un efsane generali Vo Nguyen Giap'ın en yakın adamlarından biri. Onunla birlikte, karargahta çalışıyor. Giap 1946 yılında Vietnam gerilla ordusunun baş komutanı, Fransızlara karşı savaşılıyor ve ilk büyük zaferini henüz kazanmamış, Frey 1951 yılında Giap'a veda edip memleketine dönüyor. General Giap 7 Mayıs 1954'te ünlü Dien Bien Phu savaşında modern ve muzaffer Fransız ordusunu yenip tüm lejyonerleri Vietnam'dan sepetlendiğinde Frey, Viyana'da bazı firmaların mallarını satmaya çalışan küçük bir tüccar. Hayat hikayesini, yaşadıklarını yazıp Avusturya Komünist Partisi'ne veriyor ama partiyle hiç alakası yok.
Ernst Frey 1994'de öldüğünde ardında 1200 sayfalık bir kitap taslağı bırakmış. Kitabı 2001'de, bir Otobiyografi olarak yayınlandı da, dünya böyle bir adamın yaşadığını öğrendi. Ve asıl kitap çıktıktan sonra, hayatının boyutları da anlaşıldı. Sizi bilmem ama, Asya ile ilgili biri olarak "Vietnam mon amour" adlı kitabın beni oldukça heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Kitabı basıma hazırlayan ve emeği geçen Doris Sottopietra'ya da teşekkür etmeliyiz. İspanya'ya gitmeyişinin asıl nedenini de kitaptan öğreniyoruz: İspanyol devrimcileri sosyalistten çok anarşistler ve Frey'in ideolojisine tersler.
Frey, Hindiçini savaşında Fransız saflarında savaşırken Japonlar tarafından esir de alınmış ve savaş bittiği için altı ay sonra serbest bırakılmış. O zaman doğrudan memleketine dönmemiş mesela, onun yerine Hanoi'ye gidip, yanındaki diğer arkadaşlarını da Hindiçini Komünist Partisi'ne üye yapmış, kendisi zaten Eylül 1942'den beri Ho Chi Minh'in partisine üye. Vietnamlı Komünistler Frey'e önce Tonking'de öğretmenlik yaptırmışlar, sonra da Vietkong'un Fransızca "Le jeunne Viet-Nam" gazetesini o çıkarmaya başlamış. Ama Fransızca bilen adam kıtlığı nedeniyle hemen general Nguyen Son'un danışmanlığına doğrudan güneydeki cepheye göndermişler. Yıl 1946. Temmuz ayındaki Ankhe Geçidi savaşından sonra Frey, Vietkong'un albay rütbeli tek Avusturyalı subayı olmuş, terfi etmiş. 1947 Nisanında Chine ve Batha savaşlarından sonra Güney Truong-Bo'da Frey, oradaki direnişin ikinci kurmay başkanı ve bizzat general Giap tarafından oraya gönderilmiş. Aralık ayanında kazanılan Viet-Bac savaşını bizzat o yönetmiş. 1948'de, dördüncü direniş bölgesi komutanının -bir general- yardımcısı olmuş.
Frey, 1949 ilkbaharında, çok çalışmak, yetersiz beslenme ve Malaria nedeniyle bilncini kaybedecek kadar hastalanmış ve yıl sonuna kadar hastaymış, sonra Vietnam Savaş Bakanlığı'nda çalışmaya başlamış. Daha Mayıs 1949'da, askerlikten azledilmesi için bir dilekçe vermiş, ama dilekçesi önce reddedilmiş. Frey, 21 Ocak 1950'de, yeni açılan Çin sınırından geçerek önce beş ay "Çinli yoldaşlar"a misafir olmuş, sonra biraz daha Çin'de kalmış ve 16 Nisan 1951 günü oradan ayrılmış. Tabii o zaman Çin'den Avusturya'ya nasıl seyahat edilir, hiçbir yoldaş bilmediğinden, onu önce Sovyetler Birliği'ne göndermişler. Ruslar onu bir ara unutmuşlar ve nihayet 4 Haziran 1951 günü, SBKP Merkez Komitesi'ni de karıştırmak pahasına Viyana'ya inmiş.
Ernst Frey'in otobiyografisinin ilk kırk sayfasını okuyunca, tamamen sıradan bir çocukluk geçirdiğini görüyorsunuz. Kitapta eski aile fotorafları var, ve o eski sararmış sepya fotoraflardan. Bu yazının sonunu nasıl getireceğim bilmiyorum ama, yazılmadığı sürece son derece ilginç birçok hayat hikayesinin kaybolup gittiğine en iyi örnek, galiba Ernst Frey'in hikayesi. O Che gibi ünlü değil, ama kitabı yayınlandığından beri önce Avusturya'da, sonra da dünyada tanınan biri oldu. İleriki yaşlarını, nasıl olup da kapı kapı gezerek elektrik süpürgesi gibi şeyler satmakla geçirdiğini ise anlayabilmiş değilim. Ama Vietnamlıların Çinlilerle yakınlaşmalarından sonra general Giap ile ideolojik ayrılığa düştüğünü ve kafasının fena halde karıştığını yazıyor.
Ernst Frey 1980'de, Vietnam'a hizmeti nedeniyle Ho Chi Minh Madalyası ile taltif edildi.

Otoriterleşen çoğunlukçu demokrasinin krizi hakkında notlar

Demokrasinin giderek bozulduğu, şekilsel ve çoğunlukçu bir totalitarizme dönüştüğü Türkiye, demokrasi konusunda yoğun bir öğrenme sürecinden geçiyor. Malum, "öğrenmek" dediğimiz edimin en sahici ve sağlam olan türü, özdeneyimlerle öğrenmektir. Dünyaya açık bir yer olmasına rağmen, dünyayla değil kendikendisiyle ilgilenmekten dünyayı göremeyen bir yer olan Türkiye, bu çok önemli özdeneyimle meşgulken, sadece Türkiye'de değil dünyada da bir demokrasi erozyonu yaşandığını pek görmüyor. Tabii buradan hareketle -resmen hasta!- islamcıların "aklına" uyup, "Eh bak, Avrupa'daki Demokrasi de bozuluyormuş, daha ne şikayet ediyorsunuz?" demeyeceğiz. (Bu cümleyi de buraya, İslamcılığın bir akıl/ruh hastalığı olduğunu yeniden göstermek ihrtiyacı duyduğumdan yazdım)
Demokrasinin krizinde dikkat çeken konular, "demokratik kararlar"ın, yani -şimdi anlaşıldığı şekliyle- çoğunluk tarafından alınan kararların "sağduyulu olup olmadığı", hatta bazen "cezai ehliyetinin olup olmadığı" tartışılır noktaya iyice yaklaşmış durumda. Bu tip "demokratik" konuların başında, (en azından benim 2007'den beri yazıp durduğum haliyle) "ekonomi demokrasisi" geliyor -ki, demokrasilerin kanseri "yolsuzluk" sorunuyla da doğrudan ilgilidir. Kamu Malı'nın kullanılması ve halkın ortak kullanımına sunulması olayı. İhaleleri, iktidara gelenin "götürdüğü" kamu malı düzeni. Yöneticiler nasıl oyla seçiliyorsa, yatırımların biçimi ve dağıtımı da, onu kullanacak yerel/ulusal halk tarafından belirlenmelidir. Gezi Devrimi, geleceğin Katılımcı Demokrasi'sinin bu önemli ilkesini, tüm "muhafazakar" kafalara çakmıştır. Bunu şimdi herkes, en azından öğrenmiş bulunuyor -böyle bir ilke var ve gelecekte uygulanacaktır.
Sorun sadece bu değil elbette. Ondan daha önemli olan, "Hukuk Devleti" ilkesi var. Bu ilke Türkiye'de erozyona uğramak bir yana, alenen yıkılmıştır. Dünyada da bir hukuk erozyonu söz konusu. Tabii burada kolaya kaçıp, konuyu "tarafsız hukuk yoktur" lafazanlığında boğmak da mümkün. Lafazanlığı İslamcılara bırakıp, onlarla aramızdaki çok açık ve net çizgimizi koyuyoruz: Özgürlükçülük. Bu ilke ile, İslamcıların koyunist laf cambazlıklarını iyot gibi ortaya çıkarmak mümkündür. O halde, 2008'den itibaren bin kere söylediğim ilkeye, 'Özgürlükçülük' ilkesini de ekliyorum. O zaman bu ilke şöyle detaylanmaktadır:
Her zaman ödünsüz bir şekilde insani/evrensel değerleri savunmak, dürüst olmak ve özgürlükçü olmak.
Demokrasinin katılımcı yanının, "Neoliberal Post-Demokrasi"lerde tamamen iptal edilip, herşeyin sandığa ve mecliste boşboş konuşmaya indirgendiğini biliyoruz. Türkiye, bu konuda "örnek ülke" konumunda. Aynı şekilde insan-hakları, ondan daha önemlisi: İnsan Haysiyeti, kolaylıkla çiğnenebiliyor. Türkiye'de Başbakan'ın alenen Halkın bir kısmına "Çapulcular" demesi, hem tarihe hem de siyasi literatüre geçti. Basın Özgürlüğü konusu ise herkesin nalumu. Türkiye'de bu konuların çok aleni ve belirgin bir şekilde bozuluşu, şekilsel demokrasinin -en azından Türkiye özelindeki- krizini anlamayı kolaylaştırıyor.
Ama Türkiye'de neredeyse hiç konuşulmayan, finans çevrelerinin demokrasi (ve tabii sosyal yapı) üzerindeki bozucu etkisi. İktidar politikacılarının bazen makul aklın sınırlarını zorlayan sözlerini yorumlamaktan vakit kaldığı ölçüde, Türkiye'de borçlar sorununun, kredi kartı uygulamalarının vd. anvak lafazanlıktan zaman kaldığı zaman basında yer aldığı görülüyor. "Sıcak Para" deyip geçilen konunun, demokrasinin totaliterleşmesinde oynadığı rol de konuşulmalı. Bu konu, finans piyasalarındaki çöküşün hemen ardından, hem Avrupa'da hem de Amerika'da gündeme gelen konuydu. Amerikan Hükümeti (ve sonra Avrupa), "kurtarmak için" trilyonlarca Doları özel bankalara verirken, o paraların sahibi halka sormadılar. Bu paraların ne olduğu bilinmiyor ve halka geri ödenmeleri mümkün değil!
Sadece Türkiye'de değil, Dünyada da üzerinde durulan diğer konu, demokratik kurumlardan bir çoğunun tartışmalı hale gelmesidir. Sol cenahtaki politikacıların "Katılımcı Demokrasi" dedikleri, benim "Doğrudan demokrasi + Parlamenter Demokrasi" diye özellikle iki ağırlık noktasını belirtme ihtiyacı duyduğum "Yeni Demokrasi", ve onun garantörü rolündeki "Partilerüstü Gezi Hareketi" tipi mobil/canlı halk hareketleri tipolojisi, Türkiye'de doğdu ve önümüzdeki süreçte belli bir kurumsallaşmaya da gidecektir. Dünyanın Haziran ayında işini-gücünü bırakıp gece-gündüz Türkiye'yi izlemesinin nedeni, demokrasinin yeni türü konusunda burada bir nüve görmesindendir. Bu konuda, ahmaklık katsayısı yüksek İslamcıların da önemli negatif-katkısı olmuştur elbette.
Kitleler/Halklar, demokrasinin yeni bir mertebesine, daha adil ve daha medeni bir türüne geçişi talep ediyorlar. Gezi Hareketine Dünyanın şaşırtıcı ilgisi de bu nedenleydi. Sabahın dördünde, Gezi'den haber bekleyen yabancı dostlarımdan biri, dünyanın öbür ucundan, açıkça, "Gezi bizim umudumuz" dedi.
Demokrasinin bir değil birkaç krizi birden yaşanıyor ve dünyadan buraya bakan insanları da düşünerek, dünyaya bakmakta fayda var. Aslında, bir ayrışma yaşanıyor. Her türden Muhafazakarlar tarafından savunulan bir "Eski Demokrasi" var, bir de bu eski demokrasiden kopup ileriye doğru yürüyen ve artık gençler kadar yaşlılar tarafından da istenen "Yeni Demokrasi." Kuşaklar arasındaki kopuş, Türkiye'de sancılı olmuyor, çünkü hayatları ezilerek geçmiş Sol eğilimli yaşlılar da çocuklarının yanında duruyorlar. Muhafazakarların çocukları ise, çok küçük bir yaygaracı grup dışında, "Yeni Demokrasi"ye yaraftar veya merakla bekliyor. Ekonomik Demokrasi, Doğa/Hayvan Hakları Demokrasisi, Eğitimin dünya ile uyumlu kalitede olmasından doğan Eğitim Demokrasisi, bütün bu konular, Yeni Demokrasi'nin konu yelpazesinde. İklimleri etkileyen Endüstri/Finans (kısacası Kapitalist Sistem) konularında uygulanacak Demokrasi (Bu konuda şehir yönetimlerinin daha da özerkleşmekte olduğu günümüzde, Dünya Şehirlerleri Birliği'nin iklimsel bozulma konusunda devletlerden daha başarılı ve hızlı yöntemler geliştirdiklerini burada yazmıştım).
2008'den itibaren etkimeye başlayan ve Türkiye'de en az 30 yıl boyunca tam anlamıyla etki gösterecek olan yeni konjonktürün "Sol" bir konjonktür olduğunu yineleyelim. Bu vesileyle açıktan söylenmesi gereken de şudur: Kapitalist sistemin belirlediği ve Dünyadaki yaşam koşullarını ortadan kaldırmakta olan Kapitalist Yaşam Biçimini, (yeni bir tür) 'Refah' kalitesinden asla taviz vermeden akıllı bir biçimde değiştirmek. Türkiye Tarihinin en vahşi kapitalizminin sahibi/koruyucusu/muhafazakarı "Müslümanlar"dan kurtulmak, bu yolda Türkiye'de atılacak en önemli adım olacaktır. Dünyadaki durum biraz daha karmaşıktır. Demokrasinin krizi, aslında Politika'nın da krizidir. İşlevi olmayan ve gelecekte daha da gereksiz olan siyasi kurumları saysak, oldukça büyük bir yekün tutar.
Eskiden Solcuların çok kullandığı, Türkiye'de İslamcıların Solculardan çaldığı "Darbeeğ" çığırtkanlığı ve darbenin sadece askerler tarafından değil, Berlusconi, Zapatero, Erdoğan tarafından da -sivil formatta- yapılabileceği gerçeği, artık Avrupalı entelektüel çevrelerin de gündeminde. Konu beş yıl kadar önce Doğu Avrupa'da da tartışılmıştı. Özel bankaları halkın parasıyla kurtarmak, bunun için bilmem ne komisyonları kurmak, hatta Yunanistan'ı bu yöntemle kurtarırken halka hiç sormamak, demokrasinin neresinde? Bunu geçen yıl Avrupa Basınında bol bol sorup bol bol yanıtladılar, ama kimse Türkiye'deki gibi sokağa inmedi, belki kaynama derecesine daha var orada.
Aslında sorun, "Demokrasinin krizi" değil, "Demokrasinin ilgası." Hele Türkiye'de bu rahatlıkla söylenebilir. Neoliberalizm, Sosyalist Blok yaşarken Batı Dünyasında kazanılmış hakların geri alınması ve sosyal devletin de acımadan yıkılmasıdır. Bunun sonucu, derin sosyal sorunlar oldu. Herşeyi özelleştirmek, kimliklerin de özelleşmesini beraberinde getirdi. Kürt sorunundan "Müslüman kimlik" sorununa kadar, hepsinin neoliberalizmle ve onun toplumu ufalayıcı etkisiyle ilgisi var. Sorunların sosyo-ekonomisini konuşmayan (ve malesef bilmeyen) havanda su dövmeye meraklı köşe yazarı esnafının etkisizliği ve çaresizliği de bu yüzden.
1968'deki gençlik hareketleri, 1970'li yıllarda tüm dünyada yeni aşamalara geçip mesela çevre bilincini yükseltirken, Türkiye, gençlerini öldürüp hapsetmekle meşguldü. Kendi küçük kafasının almadığı hiçbirşeye izin vermeyen Türk Muhafazakarlığının direncini Gezi Hareketi kırmıştır. 1968'den sonra Solcu gençlere yapılan onca eziyete rağmen Avrupa'da nasıl yeni bir dönem başladıysa, Türkiye'de de başlayacaktır ve 1968 öncesinde Avrupa'ya hakim eski usul muhafazakar kafa nasıl değişmek zorunda kaldıysa, Türkiye'deki de değişecektir -doğanın yasasıdır. 1968 sonrasında Avrupa'daki değişimin nasıl olduğuna bakarak, burada da Gezi sonrasında nasıl bir değişim yaşanacağını tahmin etmek mümkün.
1968'lilere karşı Avrupa ülkelerinin gizli servislerinden tutun da polisine jandarmasına kadar her "araç" kullanıldı, her yol denendi. Orada gençler, Vietnam savaşına karşı çıkarak, kendi ülkelerinde de mesela Havaalanı yapımına karşı çıkarak başlamışlardı, daha sonra atom reaktörlerinin yapımına karşı çıktılar. Katılımcı demokrasiyi savundular, yöneticilerin dönüşümlü iktidarına taraftılar, seçilecek adayların partilerin değil halkın belirlediği kişiler olmasını istediler, homofobik yaklaşımlarla mücadele ettiler, kadını küçümseyen yaklaşımlarla mücadele ettiler (hatta bu aşamada sağlam bir kadın hareketi doğdu), yeni yaşam biçimleri denediler, ırkçılık/faşizm karşıtı yaklaşımların dünyada kurumsallaşması ve öyle kalması için ciddi katkıda bulundular. Gezi Hareketi'nin bir ay içinde sergilediği yaklaşımlara bakarak, 68'lilerden da fazlası olduğunu biliyoruz. Şimdi bunların bilincinde olup, birçok şeyi konuşmak ve böylece geleceğe hazırlanmak gerekiyor, -zira Türkiye'nin geleceği Gezi-Kuşağına ve onların çocuklarına emanet edilecek, Türkiye'yi belki 30 yıl onlar yönetecek.