Atelier VIII










 Sahnelerin Yıldızı

 

 

“Tiyatro savaş gibi bir sanat ve rulet gibi bir kumardır,

nasıl sonuçlanacağını asla önceden bilemezsiniz.”

                                            Karel Čapek

 

 

1.

Seyircilerin kardaki izleri, Cosmopolitan tiyatrosunun girişinde sabaha kadar kalmaz, atıştıran kara rağmen hava çok da soğuk sayılmazdı. İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında eksi otuz dereceleri görenler, Orta Avrupa’ya güneyin yumuşak ikliminin daha sık uğradığını söylüyorlardı. Sovyet esaretinden yeni dönen vestiyerin odaklandığı günlük gazete bulmacası umduğundan daha zor, tiyatronun iyi bir Jugendstil taş işçiliği örneği sayılan yüksek giriş kapısı ardına kadar açık, yanına sonradan monte edilmiş bilet kulübesinin küçük penceresi sıkı sıkıya kapalıydı. Kulübede çile dolduran sarışın gişe memuresi, elbise düğmeleriyle aynı boyutlardaki küçük kol saatine bakıp duruyordu. Sarı abajur ışıklarıyla aydınlatılan üst kat fuayesine iliştirilmiş barın kısa boylu tıknaz barmeni de, mesleğinde zirveye yeni ulaşmış tiyatro eleştirmeni Anton Bergmann’ın kırmızı şarabını bitirip locadaki yerini almasını bekliyor, loca katındaki ayaklı saatin sarkacı, zamanı biteviyeleştirip anlamsızlaştıran bir makinanın mekanik düzeneği gibi monoton tiktaklarla salınarak üst kat fuayesinde yüksek yoğunluklu derin bir yalnızlık üretiyordu.

   Bergmann, kadehinden bir yudum daha aldı. İnsanı yumuşak bir hoşnutlukla sarıp sarmalamakta, sek şarabın üzerine yoktur. Cosmopolitan’ın loca katındaki barın tek müşterisiydi. Oturduğu kanepede bacaklarını iyice uzatarak kocaman iki tavşan kulağı gibi diktiği ayaklarına baktı. Sabah itinayla boyadığı ayakkabılarından sağ tekinin ucunda ufak bir koyuluk gördü, seksenine merdiven dayamış belalısı duayen eleştirmen Klaus Davidoviç’in sol şakağındaki yaşlılık lekesine benziyordu.

   İkiyüz yıl önce Fransa’dan İsviçre’ye göçenlerin getirdiği rafine mekanik bilgisi olmasaydı,  onlardan biri olan büyük dedesi, Bergmann&Sohn adıyla tanınan saat markasını yaratamaz, babası Julius Bergmann da onu Zürich’deki en iyi okullarda okutamazdı. Yetenekli Anton, daha lisedeyken okul gazetesinde yazılar yazıyor, babası ve dedeleri gibi saatçi olmayı asla düşünmüyordu. Ailenin kendini fazla önemseyen saat markası iyi ki İsviçre’nin en tanınmışlarından değildi de, Anton aile geleneğini ve toplumsal beklentileri çiğneyerek saatçilik dışında başka bir mesleğe, hem de tiyatro eleştirmenliği gibi önemsiz bir saçmalık saydıkları bir işe bu kadar kolay soyunabildi. Gözünde saatçi oküleri, kıl inceliğindeki saat zembereklerini dikkatle saat gövdelerinin içine yerleştiren, nokta kadar vidaları sıkarak yaşayan biri olmak, veya saat ustalarının tepesinde onlara şeflik yapmak, işin onca şanına şerefine bol sıfırlı parasına puluna rağmen Anton’a göre değildi.

   Julius Bergmann gibi geleneklerine düşkün Avrupalı kapitalistler, eski feodal adetlerden bir tür modern kudsiyet devşirmeyi severler. Saat firmasının Cenevre’deki ikiyüz yıllık merkez binası da bu özentiyi yansıtır. Bergmann&Sohn derebeyliğinin iktidar nişanesi antika patron koltuğunun mekanı, bir müze salonunu andırır, Fransız saraylarından esinlenilmiş abartılı süslemeler ve karanlık pahalı yağlıboya tablolarla doludur. Yönetim katının duvarları, her an ateş alabilecek alev rengi atlasla kaplıdır ve Anton için çocukluğundan beri bir türlü sevemediği küsüratlı kuru sayıların, soğuk mekaniğin mekanıdır. Kızıl kahverengi dalgalı saçlarıyla şef ofisine yakışacağı düşünülen Anton Bergmann’ın, avantajlı kendi kaderine razı olup firma yönetimini babasından devralmak yerine, tahttan feragat ederek ihtiyar Julius’u hayal kırıklığına uğratması, Bergmann ailesinin bir numaralı gündemi olmayı sürdürüyor. İnatçı Julius, oğlunu er geç ikna edebileceği düşüncesiyle yaşıyor, inadı onu sahiden diri tutuyor, makul saydığı her insan gibi oğlunun da aklın yolunu seçerek babasıyla inat yarıştırmayacağını umuyor.

   Yazılmamış feodal kurallara göre taht, babadan oğula geçer, babadan damata değil. Yaşlandıkça kıvrılıp kısalan, kısaldıkça aksileşen Julius Bergmann, oğlunu ikna edemezse koltuğunu damadına bırakmak zorunda kalacak ve bunu düşünmek bile istemiyor. Münih’de ekonomi tahsili yapmış sarışın damat Paul, Julius’un küçük kızı Anette’nin kocası. Kapı gibi cüssesi ve boğa gibi kalın ensesiyle, yöneticiliğe Anton’dan hem daha yatkın hem daha yetkin. Sümüklü böcekler dağı anlamına gelen “Schneckenberg” gibi absürd bir soyadına sahip olmasa, yaşlı Julius bu kadar dertlenmezdi. İki metal fabrikasına sahip ünlü bir mühendisin oğlu gururlu Paul Schneckenberg’e, kendi soyadını bırakıp karısının soyadı Bergmann’ı almasını ima etmek dahi mümkün değil. Julius, Ortaçağın tarihe karışmasından yüzlerce yıl sonra arayıp bulduğu Bavyeralı bir Heraldik uzmanına aile arması siparişi verirken, çift kalkan üzerine işlenmiş, iki aileyi birlikte temsil edecek yeni bir aileler arması alternatifini de düşünmedi değil. Sonra, sümüklüböceksiz bir Bergmann armasında karar kıldı. Dakikliğe atıfta bulunmayı amaçlayan armanın üzerinde, Roma rakamlarıyla süslenmiş bir saat kadranı bulunuyor. İstisnaları saymazsak ortaçağdan bu yana, üzerinde saat değil kum saati bulunan arma yapmak bile kimsenin aklına gelmemişken, Julius’un çaresizlik nişanesi anlamına gelebilecek Roma rakamlı yarım saat kadranı, içine düştüğü durumun ifadesi mealinde, onikiye beş kalayı gösteriyor.

   Ailenin tek oğlundan beklenen, tahtı bir an evvel babasından devralıp, alev renkli atlas kata yerleşmesidir elbette. Julius’un gözünde meslek bile sayılamayacak eleştirmenlik işi ile, feodal geleneklere sahip prestijli Bergmann&Sohn firmasının bir numaralı kişisi olmak, kıyas kabul etmez. Julius için lafta, eleştirmenlik de yabana atılacak bir iş değildir tabii. İnsan hobi mahiyetinde, eleştirmenlik yapmaya pekala devam edebilir. Gel velakin, Anton Bergmann babasıyla aynı fikide değil. Boş zaman uğraşısı niyetine yandan çarklı eleştirmenlik yapmayı içine sindiremeyen yazarın gözü, ona layık görülen onca övgüden sonra, kargadan iri uğursuz kuş türlerinin uçarken gölgelerini düşüremeyecekleri kadar yüksek zirvelerde. İnsanoğlu ve insankızının Tanrı’dan devraldığı en has özelliği yaratıcılık ise, yaratıcılığın en soylu ifadesi sanattır ve en soylu sanat türü tiyatrodur. Kutsal sanat eyleminin hem de tiyatro ile ilgili kısmında söz sahibi olmak, Anton Bergmann için büyük bir ruhsal tatmin anlamına geliyor. Mesleğinde ulaştığı zirvede kalabilmek için, kural kaidelere bile aldırmadan gerekeni yapmakta kararlı. Tiyatro seyircilerini etkileyip yönlendirebilen yazılarıyla, sadece Rosenwertheim’ın yerel gazetesi Rosenwerheimer Post’da değil, ülkenin en büyük saygın gazetelerinden Münchner Rundschau’da da altı aydır boy gösteriyor. Kültür alanında daima referans alınan gazetenin sahibi, Bergmann’ın yenilikçi modern eleştirilerinin müdavimi olunca, genç eleştirmen safra atarak hafifledi ve “sanat dünyasının ufuklarında içi boş bir sıcak hava balonu gibi yükseldi”. Bu sözler, tiyatro eleştirmenlerinin ünlü duayeni Klaus Davidoviç’e ait. Bergmann’ın yazdığı eleştirileri diline dolamasının bir nedeni de, koca ülkede bula bula aynı coğrafyayı seçip tesadüfen komşu kasabalarda oturmaları olamaz. Ülkenin en dikkat çeken iki eleştirmeninin birbirine yirmi kilometre yakınlıkta yaşayıp bu kadar uzak bu kadar zıt düşmeleri, yazdıkları gazetelerin çalışanlarını da eğlendiriyor. Sivri köşeli keskin dilli yazılarıyla, Dünya Savaşı sırasında terkettiği Troçkistliğinin ertesinde Almanya’da yeniden başladığı hayatını ilkeli yazarlık ve ilkeli sanat anlayışını savunmaya adayan Davidoviç, Amerikanvari modern yazılar yazan Bergmann’ı fena halde kızdıran yazılarının ikincisinde, genç eleştirmeni sıcak hava balonuna banzetmekle kalmayıp, yazdıklarıyla ince ince dalga geçerek fena halde kızdırmıştı.

   Bergmann ülkenin sanat camiasında iyi tanınıyor, kendisine saygı duyuluyor, bu sayede İsviçreli ailesinin duygu sömürüsüne ve olağan tacizlerine eskisi kadar aldırmıyordu, ta ki Davidoviç gibi usta bir eleştirmenin onun canını yazılarıyla nasıl yakabileceğini gösterinceye kadar.

   Zirvelerin yalnızlığında tehlike daha ürkütücüdür. Yükseldikçe, rahatsızlık verenlerin niteliği de değişir. Davidoviç’in iğneleyici sözleri bazen kesici delici hale geliyor ve ona her yerde her zaman erişiyor. Aralarındaki yazarlar düellosu başlamadan önce sadece bir kez buluştuğu duayen eleştirmen Davidoviç’in sesi hep kulaklarında. Susturmakta zorlanıyor. Örnek aldığı dev bir eleştirmenle aynı seviyeyi yakalamanın verdiği özgüven, onu rahat bırakmayan kırmızı atlas akraba zehirlenmesine karşı bir tür panzehirdi. Davidoviç’in susmak bilmeyen hayali, Bergmann’ın özgüvenini zayıflatıyor. Mesleğine yüksek bağlılık derecesi, aile aristokrasisinden bağımsızlığını ilan edebilecek maddi ve manevi güce nihayet ulaşmış olmasıyla alakalı olabilir mi? İnsanın severek yaptığı işten para kazanması, ekonomik bağımsızlığını kazanması, kendini iyi hissetmesine yetip de artmaktadır belki de. Her işe kolay tarafından yaklaşmak gerektiğini söyleyen Julius’un günlük yumurta kadar pürüzsüz, para ve aile itibarına odaklı basit bilgeliği, belki tam da bu konuda iyi işliyordur.

   En iyi eleştirmen ödülüne kırk yaşına basmadan sahip olmak, Anton Bergmann için, Bergmann&Sohn firmasının kralı birinci Julius’un gölge edemeyeceği güneşli yüksek zirvelerden ilkini temsil eder. Kırkıncı yaş gününü, yeni moda bir partiyle kutlamasının asıl nedeni de elde ettiği bu başarıydı. Büyük şehrin banliyösü sayılabilecek kasabanın lüks semti Bornheim’da oturan eleştirmenin olağan harcamaları kazancının bir hayli üzerinde seyrederken, oğluna severek maddi destek sağlayan ak saçlı otoriter Julius’un çelik mengene kararlılığındaki ısrarı şimdilik pek işe yarayacak gibi görünmüyor. Anton, ulusal tiyatro eleştirmenleri derneğinin başkanı seçilip ülkenin en büyük gazetesinde tiyatro eleştirileri yazmaya başladığından beri babasının maddi desteğine ihtiyaç duymuyor. Julius, oğlundan saatçi de patron da olmayacağını henüz kabullenmedi. Oğlunun, çocukluğundan kalma saatçi kabuslarından kurtulduğunu, yeni kabusunun Klaus Davidoviç diye biri olduğunu bilmiyor.

   “Hayatın anlamı, kişiye ve kişinin hayata sorduğu sorulara göre değişir, ille de bir anlamı olmak zorunda değildir. Hayatın, bildiğimiz ve açıklamaya meraklı olduğumuz anlamda bir mantığı da yoktur, üstelik son ifadesi de herşeye dönüşebilecek bir hiçliktir. Tibetli budistler ritüellerinde, şekli şemali belirlenmiş, kapalı kartal pençelerini andıran kilolarca ağır, metal bir nesne kullanırlar. Dorje adlı bu aleti, Ghanta denen çan ile birlikte kullanırlar. Dorje, aydınlanmayı ve gerçeğin asla yokedilemeyen doğasını sembolize ederken Ghanta, bilgelik ve hiçliğin sembolüdür. İkisi birlikte, Shunyata’nın, yani bir odağı olmayan hiçliğin içinde hiçliği kavıp bir odak oluşturarak yok edilemez bir bilgeliğe ulaşmanın sembolüdür. Akıllı ve yetenekli olmak iddiasındaki çağın amatör insanları için varoluşu ve hiçliği fantastik nesnelerle ifade etmek, mantıken çelişkili sayılsa da, hikayeler dinlemeyi ve oyunlar seyretmeyi seven insanın özüne yatkın bir durumdur. Hayatta mantık aramak, yeryüzünün en kibirli yaratığı insana mahsus yanılgıların başında gelir. Mantıklı uyumsuzluklardan kurtulup gerçek hayata entegre olmanın yolu sanattan geçer. Bu nedenle sanatın her türü, sosyal hayatın estetiğini kalitesini şekillendirirken, insanın karakterine de yeni boyutlar ekler, onu derinleştirir. Sanat, elbette küçük bir azınlığın uğraş alanıdır. Buna rağmen sanatçılar insan neslinin özünü teşkil ederler. Sanatçı ruh, her türlü uygarlığın, dinin ve inancın da kaynağıdır. Her hangi bir Tanrı’ya inanmadan, dua ve ibadet etmeden, hatta sevap işlemek zorunda bile kalmadan, Tanrı’ya en yakın durabilenler, sanatçılardır. Bu gerçeği bildiği halde, sanat üretemeyen ve sanatın yüksek haletiruhiyesine ulaşamayıp sanat hakkında bol keseden atıp tutanlara da eleştirmen denir.”

   Bergmann yutkundu. İki yazar arasındaki atışmalar başlamadan önce sadece bir kez buluşup başbaşa yemek yediği Davidoviç’in bu karmaşık sözleri, aklından çıkmıyordu. O Dorje denen aletin ne olduğunu sorup soruşturmuş, üşenmeyip Tibet Budizmi hakkında bir de kitap okumuştu. Davidoviç’in sözlerinin, kitabı okumadan önce mi sonra mı aklına yerleştiğinden emin değildi, bu zaten önemli değildi.

   Tanışma talebi Bergmann’dan geldi. Hayranlık duyduğu ve gizliden gizliye örnek aldığı bu büyük adamla hani şu av eti yemekleri sunan şehir dışındaki Gasthaus’lardan birinde buluştu. Davidoviç, umduğundan daha ufak tefek, fotoraflarında göründüğünden daha yaşlı ve daha şişmandı. Yazarların, yazılarından bilinen kamusal yanlarının dışında bir de yakınlarına gösterdikleri yanları vardır. İşte o yan, kamu tarafından bilinenden çok daha farklıdır ve genellikle pek de mükemmel sayılamayacak hatlara sahiptir. Bir yazar, elbette yazdıklarıyla değerlendirilmelidir, dost sohbetlerinde söyledikleriyle veya oturma odasında söylendikleriyle değil. Ama konu edilen yazarı tanıyanların böyle kurallara uymakta daima zorlandıkları da sır değildir. Hayatı, yazdıklarından ve yazmak istediklerinden ibaret olan Bergmann’ın kendince su duruluğundaki iç dünyasını alalade “kuşku” markalı tek bir mürekkep damlasıyla bulandırmayı başaran telifsiz sözler, artık Julius Bergmann’a değil, Klaus Davidoviç’e ait.

   Duayen eleştirmenin insaf tanımayan sanatçı-eleştirmen ayrımı, Bergmann’ı can evinden vurmuştu. Genç eleştirmenin çekmecesinde de, bir türlü tamamlayamadığı, aylar ve yıllardır tek satır eklemediği yarım tiyatro oyunları bulunmaktaydı. Aklının bir köşesinde bir hayli tozlandığı halde, kendini içten içe sanatçı saymak ona iyi geliyor, kendini daha değerli hissettiriyordu. Yemekten sonra vakit geçirmeden hemen evine gitti, söylenerek yarım saat boyunca yazdığı oyun taslaklarını aradı. Taslaklar, aklında kaldığı yerde ve şekilde değillerdi. Bulduklarını okudu, beğenmedi. Kim bilir kaçıncı kez, yeniden yazmayı düşündü.

   Buluşmadan sonraki haftalarda Davidoviç’ten korkusu, ona karşı yavaş yavaş gelişen derin bir kin ve nefrete, derken gerekçesini yeni ve modern zamana uygun fikirleri üzerinden yeniden kurguladığı acımasız bir yazar tavrına dönüştü.

   Yakın dostlar arasında saçmalamak hoşgörülebilir. Bergmann’ın babası yaşındaki Davidoviç’le tek taraflı hayranlık ilişkisi dışında herhangi bir yakınlığı bulunmuyordu ve o yakınlığı da tabaklardaki soslu geyik eti ile birlikte küçük tatsız lokmalar halinde birbuçuk saat içinde tükenmişti. Hele yemekten sonra Gasthaus’un önünde el sıkışarak ayrılışları, hiç hoş değildi. Bergmann, Davidoviç’in keskin dili ve kıvrak zekasından, Doberman görmüş sincap kadar ürkmüştü. Kendini rakipsiz sayan Bergmann, Davidoviç’de yenilmez bir mücadele azmi sezmiş, adamın günlerden bir gün ona sarması ihtimaline karşı, dostluğu ve hatta yaltaklanmayı değil, örtülü tehdit bile sayılabilecek sessiz bir mesafeyi seçerek, düelloyu başlatmıştı. Üstelik bunu, gençliğine güvenerek yapmıştı. Çenesi ve kalemi kuvvetli Davidoviç, yaşlı bir adamdı nihayet. Üstelik pek sağlıklı da görünmüyordu. Daha sonraki haftalarda, adamın yazdığı her yazı Bergmann’a dokundu. Genç tiyatro yazarı Karl-Heinz Türmenrot’un avantgart oyunu “İşin Sonu”nu “Amerikan tiyatrosuna özenen, sanatsal değeri tartışmalı basit bir iş” diye niteleyince, Bergmann çok sinirlenerek kendi dürüstlük sınırını ilk kez aştı. Türmenrot’un oyunu hakkında Davidoviç’e inat, “Tiyatro sanatının ülkemizde yeni bir döneme girdiğini muştuluyor” gibi övgü dolu sözler yazdı, hem de pek öyle düşünmediği halde. Davidoviç’in yazıları gene güzel ve baharatlıydı, hatta her biri kesilip saklanabilecek türden şeylerdi, ama öfkenin cesaretlendirici etkisi, o güzel yazıları, yaşlı yazara yönelteceği eleştirilerde kullanılacak malzemeye dönüştü. Genç eleştirmen, tiyatroseverlerin zevkle okuduğu Davidoviç yazılarını, kurumuş yaprak kolleksiyonu yapan okul çocuklarının zoraki titizliğiyle gazate sayfasıyla birlikte yırtarak alıyor, katlayıp kaba kartondan mavi bir dosyanın içine istifliyordu. Amacına hizmet eden ve Davidoviç’e karşı kullandığı her yazıyı da dosyadan çıkarıp itinayla buruşturuyor, top yaptığı sayfayı keyifle kağıt sepetine atıyordu.

   Davidoviç, beyaz örtülü yemek masasının ardından, zamanın ve mekanın ötesinden, sorgulayan gözlerle dimdik Bergmann’a bakıyor, genç eleştirmen de kendine sessiz sözsüz “Ya Davidoviç sözlerinde haklıysa?” sorusunu soruyordu. Adamın bir çok bakımdan haklı olduğu, Bergmann’ın kendine itiraf etmekte zorlandığı yanlar vardı elbette. Ama Anton Bergmann’ın hayalindeki yaşlı eleştirmen, genç meslektaşına bazen ağzına geleni söylüyordu.

 

                                                                    ***  

 

“Bir bardak şarap daha alacak mısınız?”

   Kısa boylu barmen, sorusuna mutlaka yanıt almak isteyenlerin cüretiyle sesinin tonunu alışılandan yüksek tutmuş, elindeki boş limonata bardağını beyaz mutfak beziyle parlatmayı da bırakmıştı. Bergmann, bar doluyken sesi soluğu çıkmayan düğme burunlu tıknaz barmenin tavrını kabalık olarak yorumlamak yerine, “Hayır teşekkür ederim” demekle yetindi. Bu mekanda sadece bir bardak sek şarap içerdi, asla iki bardak değil.

   Haftalardır sahneye konan oyunu bir kerecik olsun başından itibaren seyredememiş olmasından Bergmann’ı sorumlu tutmayı seçen barmen, daha derin ve detaylı cümlelerini, takma adla yazdığı yeni moda Amerikanvari kısa hikayelere saklıyor, oyunun başlamasına dakikalar kala bara gelip camın kenarındaki kanepeye kurularak şarap sipariş eden ünlü eleştirmene ifrit olduğunu saklamakta zorlanıyordu. Seyirciler sessizce yerlerini alıp sabırla perdenin açılmasını beklerken, Bergmann, barın Cumhuriyet Meydanı’na bakan penceresinin önünde, arada sırada şarabını yudumlayıp hindi gibi düşünüyordu. Bardağı neredeyse boştu ve o bunun farkında değildi. Fuayede el ayak çekilip oyun başladıktan sonra, tiyatroya alınan gazeteleri haşırdatarak karıştırabilen, bazı sayfaları özenle yırtıp katlayarak ceketinin iç cebine koyabilen ve oyun başladıktan sonra barda pinekleyerek barın açık kallmasına neden olabilen tek imtiyazlı seyirci oydu. Diğer gazeteciler gibi not tutmaz, barmenle zaten konuşmaz, oyun başlayıp yarım saat kırkbeş dakika geçmeden locadaki yerini almazdı. Perde inip herkes bara doluştuğunda, Bergmann locadaki koltuğundan kalkmaz, fuayeye çıkarak, seyircilere görünmek istemezdi. Dedikodu, evrensel bir iletişim türüdür. Oscar Wilde’a kalsa, kötünün iyisidir. Dedikodudan daha kötüsü, mesela bir insan hakkında kimsenin tek laf etmemesidir. Bergmann konunun o tarafını önemsemez. Ses getiren eleştiri yazıları yazan onun gibi yetenekli bir yazar hakkında konuşulacaktır elbette. Dedikodunun, geniş tabanlı söylentiye dönüşüp itibar katline yol açma ihtimaline karşı Bergmann’ın aldığı en iyi önlem, ayak altında fazla dolaşmamaktır.

   Sabah sol tarafından kalkıp kendini bir türlü toparlayamayan barmenin, bir de görev alanını oyun boyunca terketmemesi gerektiğinden aksiliği üzerindeydi. Barın yüksek masasının ardında, bardakları parlatarak oyalanıyor, eleştirmenin şarabını bitirip gitmesini bekliyordu. Bergmann her seyirci gibi defolup locadaki yerine geçse, barmen de temizlikçilerin sık sık yaptığını yapıp, daima boş tutulan en dip locaya girerek oyunu bir kez olsun başından itibaren loca katından seyredecekti. Ara verildiğinde o da seyirciler gibi bara gelip işinin başına döner, üstelik bunu tiyatro müdürü Prof. Dr. George C. Backer’in ruhu bile duymazdı. Bergmann barda pineklerken barmen hiçbir yere gidemezdi, çünkü oyunu tiyatro müdürü ile aynı locadan seyrediyordu ve müdüre “barmen barda yoktu” diye gammazlaması halinde işinden bile olabilirdi. Birkaç ay önce envanterde iki viski şişesi eksik çıkınca, müdür bey küplere binmiş, şişelerin parasını barmenin maaşından kesmeye kalkmıştı. Araya, çalışanların amiri ve gedikli yer gösterici Billy girdi de müdür beyin kafayı bozup barmeni işten atması önlendi.

  Tiyatro çalışanları, gala geceleri dışında oyunlarla pek ilgilenmez, alt kattaki odalarında kahve içerek pinekler, havadan sudan konuşur ve gizliden gizliye iskambil oynarlardı. Profesör, iskambil denen mereti sevmez, iş saatlerinde masa üstünde görünmelerine tahammül göstermezdi. Sahneye konan oyun, Jean-Paul Sartre’nın “Şeytan ve Sevgili Tanrı”sı, Avrupa’nın bütün önemli tiyatrolarına uğramış modern bir başyapıt sayıldığından, tiyatro çalışanları daha önceki haftalarda birer ikişer dip locaya misafir olmuş, Cosmopolitan’ın barmeni dışında herkes oyunu seyretmişti.

   Bergmann, barmene bakmaya bile tenezzül etmeden, gözlerini akşamın saat sekiz gongunu çalmaya hazırlanan ayaklı saate çevirdi. Barmen, bardakları kurulayıp parlatmayı hızlandırarak sinirlerini yatıştırmaya çalışırken, zamanı ileri sarıp Bergmann’dan bir an önce kurtulacağını umuyordu. Eleştirmenin yeni edindiği şarap âdeti nedeniyle başını seyredemediği bu ikinci oyundu. Diğer fanilerden başka bir boyutta yaşadığına inanan Bergmann, ona içinden sövüp saymakta olan barmene değil de, mekandaki ahşap antika saate dikkat kesilmişti. 19’uncu yüzyıldan kalma bir doksan boyundaki sarkaçlı saatin, Klaus Davidoviç’ten aşağı kalır yanı yoktu. O da Bergmann’ın dünyasını terkedip onu rahat bırakmıyor, Bavyera usulü abartılı süslemeleriyle modern mekanın ahengini bozarak varolmakta ısrar ediyordu.

   Babasının lise mezuniyeti hediyesi, şaşmaz Bergmann&Sohn marka kol saatine baktı. Lanet olası ayaklı saat sahiden de dakikti. Buna rağmen, feodal dönemden kalma bir ahir zaman mobilyasının, 1950’li yıllarda, modern tiyatronun ve Dünya Savaşı sonrası sanat özgürlüğünün sembolü Cosmopolitan’ın fuayesinde ne aradığı, Bergmann’ın kendi kendine sorup durduğu malum sorularındandı ve bu sorulara Backer’in verdiği illet edici mantıklı cevaplar bulunmaktaydı. Tiyatronun tarihiyle özdeşleştirilen bir nesne. Baba yadigarı. Başka gerekçeler de vardı. Nazilerin sansüründen geçip halk sanatına sayılmış salon mobilyası. Kozmopolit sözcüğünü çağrıştıran her şeyin “dejenere” sayıldığı zamanlarda tiyatronun adı da farklıydı elbette. Profesör, tiyatronun adını savaştan sonra değiştirip, Nazi dönemine kendince ıslak sünger çekmiş ama bu saate dokunmamıştı. Bergmann’a kalsa, modern Alman dizaynı sade bir duvar saati ile yetinilebilir, eski ayaklı saat de Davidoviç’e yapılması gerektiği gibi bit pazarına, hatta haftada bir servis kapısının önünden geçen çöp kamyonuna yüklenebilirdi.

   “Hayal kuramayan yeteneksiz sanat tutkunlarının, sanat camiasına dahil olabilmek için seçtikleri yegane meslek eleştirmenliktir.”

   Davidoviç’in sözleri Bergmann’ın kulaklarında yankılandı. Yaşlı eleştirmen, boynuna ağır geldiği anlaşılan koca kafasını yana eğerek, “Daha gençsiniz” demişti, “böyle konuları dert edinmenize gerek yok.” Sözlerinin Bergmann üzerindeki etkisini tartmak için dudaklarını büzerek ona dikkatle baktı. “Hayat, mantıklı bir istikamette ilerlemiyor”. Başı, tarlada yatan tembel karpuzlar gibi sol omuzunun üzerinde hareketsiz kalınca, Bergmann da kımıldamadan adamı dinlediğini farketti ve önündeki uzun bira bardağına saldırdı. Gasthaus’un loş salonunda yuvarlak masada Davidoviç’i dinlerken, “Dünya gene de dönüyor” sözünü Galileo Galilei’nin, Davidoviç gibi tonlayarak söylemiş olabileceğini düşünmüştü. Davidoviç’in görüntüsü ve babacan ses tonu yakasını bırakmayınca, adamın hayali ile gerçeğinin söylediklerini birbirinden ayırmak zorlaştı. Davidoviç, oturma odasında yakınlarıyla konuşurken yaptığı gibi formaliteleri bir kenara koymuş, belki bu yolla kendi zayıflığını da genç meslektaşına göstermek istemişti, nihayetinde Davidoviç de bir eleştirmendi. Zeka ve yaratıcılık, onların boyutlarından bihaber olan egoları fena halde ürkütebilir. Davidoviç, Bergmann gibi bir yazarı açık sözlülüğüyle ürkütebileceğini düşünmemişti belki de. Genç yazarın o buluşmayı, akla karanın birbirinden ayrıldığı, Davidoviç’in ne kadar saçma ve zararlı fikirler savunduğunu anlayarak ona karşı düşmanlık beslemeyi hak sayacağı bir vesileye çevireceğini nereden bilebilirdi.

   Yemek yedikleri Gasthaus’un loş atmosferinde, yola bakan salonun tek yuvarlak masası, iki eleştirmenin silüetine ayrılmıştı. Bergmann, yemekten hiç tad alamadı. Tek hatırladığı, kavuniçine yakın sarı renkli bir sosun içinde gördüğü ada çayı bitkisi yaprakları ve geyik etiydi. Laflarla dayak mı yoksa sahiden yemek mi yemişti, bilmiyordu. Davidoviç’in sarfettiği ve sarfetmediği alaycı sözleri hatırlayıp öfke nöbetine kapıldığında, Gasthaus’da, yemekten çok daha başka bir şey yemiş olduğu fikrinde. Kendini çılgınlıkla ifade eden bir bilgeliğe, ya da onu aşan başka bir şeye şahit olduğunu düşünüyordu. İşte bu da onu ondan alıyor, bazen öfke nöbetlerine kapıldığı oluyordu. Evet, masada sadece soslu av eti, salata ve boşaldıkça doldurulan bardaklar vardı. Tesiste genellikle geyik, nadiren yaban domuzu eti sunulurdu, o gün geyik günüydü. Kasabanın dışındaki Gasthaus’a giderken, tosbağa cinsinden arkadan motorlu Volkswagen’inin zırlaya zırlaya katettiği oniki kilometre boyunca idolü Davidoviç ile yemek yiyeceğine ne kadar da sevinmiş, ne kadar da heyecanlanmıştı. Buluşacakları salona girerken, sırtında o en sevdiği üç düğmeli ceketi vardı. Davidoviç tarafından ruhen zehirleneceği yemeğe kendi isteğiyle, ölümüne susamış acemi çaylaklar gibi koşa koşa icabet etmişti.

   Dışarıda kar, şaşırtıcı bir şekilde yağmura dönüştü. Cumhuriyet Meydanı’nı kaplayan ince kar tabakası erirken, yollar parladı, binaların sarı ışıkları, şehrin görünen kısmını pırıltılı bir masal diyarına çevirdi. Ateş böcekleri gibi gidip gelen BMW Isattalar, fantastik oyuncak otomobillere benzettiği Gogomobiller, koyu renk paltolu fotörlü bir kaç adam ve şemsiyeli bir kadın, Bergmann’ın kadrajına girip, hemen çıktılar.

   Anton Bergmann küçük bir çocukken ailesinin gururuydu. Bergmann’lar, bu hastalıklı mızmız oğlanı, Zürich’in en iyi okullarına gönderdiler. Ergenlik döneminde fasülye sırığı gibi uzadı. Edebiyat derslerinde yazdığı güzel kompozisyonlar öğretmenlerinin dikkatini çekti. İlk yazıları okul gazetesinde çıktı. Bir Zürich gazetesinde yayımlanan ilk yazısı, Berlin Tiyatrosu başyönetmeni Gustav Gründgens övgüsüydü. Anton, iki öğretmenin gözetiminde sınıf arkadaşlarıyla birlikte Berlin’e yaptığı okul gezisinde tiyatroyu keşfettiğinde, Johann Wolfgang von Goethe’nin “Faust” adlı ünlü eseri sahneleniyordu ve oyundan önce yanlarına gelip tek tek ellerini sıkan Gründgens’le yaptığı yirmi saniyelik dialogu allayıp pullayıp güzel bir okur mektubuna çevirmeyi başarmıştı. Yazısı önce öğretmenlerini, sonra da Zürich gazetesini şaşırttı. Bergmann’ın yazı hayatının başlangıcını bir okur mektubu teşkil eder.

   Kızılkahverengi gür dalgalı saçlarını Einstein gibi uzatıp eleştiriler yazmaya başlamadan önce Bergmann, tarih ve sanat tarihi eğitimi aldı, Latince ve eski Yunanca öğrendi. Savaş döneminde Naziler tüm Avrupa’yı ayaklarının altına alıp postallarıyla çiğnerken, Cenevre’de yaşayan ailesinin kanatları altında, postane müdürlüğünde telgraf memurluğuyla iş hayatına atıldı. Böylece kendini, hem askerlik yapmaya karşı direnmiş hissediyor, hem de Stefan Zweig gibi olay yerinden uzak da olsa, kendini savaşa karşı dik durmuş sayıyordu.

   Postanede memurluk yapmak yerine babasının firmasında çalışarak saat gibi düzenli ama ruhsuz tiktaklara göre işleyen biri haline gelseydi, belki zamanından önce patron ofisine kapılanıp bambaşka türden saygın ama ruhsuz biri olacaktı. Pırıltısız mat bir işkolik. Babası gibi feodal özentilere sahip eski moda bir kapitalist. Parasını çoğaltmakla meşgul bir zavallı. Öyle biri olmak istemedi. Kimlerin gözünde saygın biri olduğunuz önemlidir. O yazı yazmaya odaklanmalıydı. Franz Kafka da memurluk yapmış, bir taraftan da boş vakitlerinde yapacağını yapıp yazacağını yazmamış mıydı. Kafka’yı sadece bu özelliği nedeniyle seven Anton Bergmann da öyle yaptı. Savaş boyunca zamanın İsviçre gazetelerine konserler ve tiyatro oyunları hakkında eleştiri yazıları gönderdi. Her günün gündemi İsviçre’nin sınırları dışında Avrupa’da tüm korkunçluğuyla yaşanan savaş barbarlığı olunca, tiyatroya gitmek ve insana sadece savaşı değil kendini de unutturan oyunlar hakkında yazmak, savaş sözcüğünü bile kullanmadan savaşa isyanın en rafine biçimi gibiydi. 

   “Dünya Savaşı sonrasında gazetecilik eğitimi almadığı halde gazeteciliğe terfi edenlerin seçtikleri yollar birbirine benzer. Aynı alandaki olayları yazarak dar alanda yaratıcılıktan uzak yazı hayatını seçenler, veya köşe yazarı olarak fazladan haber kovalamadan genel kültürünü konuşturanlar. Bir gazetede yazmaya başlamışsanız, eninde sonunda kendinize şu soruyu sorarsınız: Yazı ve yorum alanlarından yorum alanı beğenmek gerekse, seçilecek en iyi, en prestijli alan hangisidir? İşte o zaman, sanatı ve sanat eleştirmenliğini keşfedersiniz.” Davidoviç olsa böyle derdi ve şöyle devam ederdi, “Sanat eleştirmenliği türleri arasında en yücesi, tiyatro eleştirmenliğidir. Siyaset soslu denemeler yazıyorsanız ve Montaigne gibi bir dâhi değilseniz, yazılarınız çabuk bayatlar. Sanat hakkında yazdıklarınız uzun süre tazeliğini korur.” Davidoviç, alnındaki kırışıklıkları tek tek ortaya çıkaran alaycı bir üslupla sırıtarak, “Mesela tiyatro hakkında yazmak isterseniz, bazı oyunları göklere çıkarıp bazılarını yerin dibine sokarak dikkat çekebilir, stil sahibi sivri dilli bir eleştirmen olduğunuzu ilan edebilirsiniz”.

   Bergmann bu sözleri, hayal mi gerçek mi olduğunu sorgulamadan şaşkınlıkla dinlemişti.

   “Bazı eleştirmenlerin en acınası yanı, yazdıklarını sanat sanmaları.”

   Galiba bunu sahiden de söylemişti.

   Hocasından ders almaya gelmiş uslu talebelerin sükunetiyle, yaşadığı şoku gizlemeye çalışan Bergmann, karşısındaki ünlü eleştirmenden, “En komik yanın da, sırtından çıkarmadığın, saç renginle bir örnek şu üç düğmeli ceketin” sözünü duymuş muydu, yoksa bu da içinde yankılanan tatsız monologlardan mıydı.

   “Hiç haz etmediğin İrlandalılara benzediğinin farkında mısın?”

   Defalarca hayalinde canlandırdığı o akşam yemeği buluşmasında, duymuş olabileceği bu ve benzeri cümleleri aklından çok geçirmişti. Amerikalılardan ve dünyanın amerikanlaşmasından pek haz etmeyen Davividoviç’le buluşmasından sonra üç düğmeli ceketini bir daha giymedi, saçlarını da inadına Amerikan usulü kısacık kestirdi. Amerika, geleceğin adıydı ve geçmişe takılıp kalmış eski tüfek eleştirmenlere göre değildi.

   “Bergmann, hokka gibi burnu, iri mavi gözleri ve şarap dışında başka şeyler için açılıp açılmadığı belirsiz küçük ketum ağzıyla, daima genç kalmaya yeminli katalog tipi bir burjuva veledidir.”

   Davidoviç, bu lafları pek âlâ söylemiş olabilirdi. Onun kışkırtıcı tarzına daha önce hedef teşkil edip gözden düşmüş, adı sanı unutulmuş başka yazarlar da vardı. Bergmann onlardan biri değildi elbette. Kendini yazarlık ilkelerini savunmaya adadığını söyleyen Klaus Davidoviç’in son dünya savaşından önce Avrupalı Troçkistlerin gizli kozu, Ekim devrimi sırasında Petersburg’da devrimci, hatta Ekim ihtilalinin iki numaralı adamı Leo Troçki ile akraba olduğu hakkında çeşitli gazeteci dedikoduları duymuştu. Soyadı benzerliklerinden türetilmiş akrabalıklara inamak gerekmese de, başka bir söylenti vardı ki, yaşlı eleştirmeni çileden çıkarmaya yetmişti. Klaus Davidoviç, savaş sırasında İsviçre’de değil de Sovyetler Birliği’nde yaşamış olabilir miydi? Rosenwertheim’da Noel vesilesiyle yapılan yıl sonu toplantısında yerel bir gazete redaktörü, savaş döneminde İsviçre’de tek bir Davidoviç yazısı yayımlanmadığını söylemişti. Bilerek mi söylemişti, yoksa o da bir yerden mi duymuştu belli değildi. Ancak, Stalin’in demir yumrukla yönettiği Sovyetler Birliği’nde bir Troçkistin kurşuna dizilmeden veya Sibirya’ya sürülmeden yaşayabilmesinin tek gerekçesi, Troçkist yoldaşlarını stalinistlere satması olabilirdi. Davidoviç, kendini gizleyerek hayatta kalmayı başarmış Troçkist arkadaşlarını ihbar ederek onlara ihanet etmiş olabilirdi. Keskin dilli Davidoviç’in sinirlerini bozmak ve canını sıkmak için düşmanlarının kendi aralarında mırıldandığı, onun haline tavrına yakıştırdığı kötü söylentiler vardı elbette, ama o söylentiler arasından en can yakanı, Davidoviç’in arkadaşlarını ihbar etmiş bir hain olabileceğini ima eden Bergmann yazısıydı. Bergmann, iki tiyatro eleştirmeni arasındaki düellonun en sıkı darbesi sayılabilecek bu yazısını yazarken çok öfkeliydi. Yaşlı adamın hangi yazısına öfkelendiğini hatırlamıyordu. Yazarlık ilkelerini ölçülerini takmadan, ününe ve inandırıcılığına güvenerek, Davidoviç’e azami zarar vermeyi amaçlayan yazısını, ince eleyip sık dokuyarak, çift anlamlı sözcükler kullanarak alaycı dille yazmıştı. Hakaret sayılamayacak, ama özellikle meslektaşlarının kafalarında soru işaretleri uyandırmayı başaran bir yazıydı.

   “Kibrit çöpü gibi ince uzun Bergmann, gazete okurken Bertholt Brecht’inkine benzeyen tel gözlükler takmasına rağmen, ne Brecht’e, ne de Dünya Savaşı sonrasının popüler herhangi bir sanatçısına benziyor. Bir çakımlık birkaç parlak yazısını saymazsak, yıldız gibi parladığı nadir eşref saatlerinde yaydığı aydınlık, hiçbir karanlığı aydınlatacak sürekliliğe sahip olamıyor.”

   Davidoviç bunları kelli ferli yazarlara değil, yazılarını yayımlayan gazetenin genç çalışanlarına anlatmışsa, hepsi de kahkahalarla gülmüş, ona bir de kafa sallayıp tasdik etmişlerdir.

   “Bir sanatçı özentisinden ziyade, hiç para sıkıntısı çekmemiş, babadan zengin bir snob örneği. Zevksizliği ve cimriliği yüzünden evini ikinci sınıf sanat eserleriyle doldurmuştur. Babasının parasına ulaşamadığı takdirde sanata kuruş para harcamayı zul sayan, tiyatroyu da Cosmopolitan’da seyrederek bedavaya getiren eleştirmen müsveddesi. Sanatçılığa özenmekle birlikte, sadece eleştirmenliği sayesinde sanatçıların yanına yaklaşabilen yetenek fukarası.”

   Bergmann, evinin çalışma odasında asılı replika tabloları düşünerek içini çekti. Davidoviç’in onun hakkında böyle atıp tutması kuvvetle muhtemeldi. Tanrının cezası saat firmasının cehennemden ödünç alınmış kırmızı ofisinde oturuyor olsaydı, en azından hakiki bir Picasso tablosuna sahip olur, ofisin ucube duvar kağıtlarını derhal değiştirir, mesela mavi falan yapardı. Ofisteki eski tabloları müzelere bağışlardı. O asırlık ağır ahşap masa ile gösterişli patron koltuğunu da Julius’un malikanesine gönderirdi. Böylece Julius Bergmann, bahçeye karşı koltuğunda ömrünün sonuna kadar oturabilir, hatta isterse koltuğunda ölebilirdi.

   “Bergmann, okur mektuplarına mutlaka cevap verir, ya da verdirir mi demeliyiz? Gazeteye onun adına gelen mektupları okuyan ve yanıtlamaya değer olanları masasına koyan renksiz sekreter kız, Bergmann’la evlenip aynı işi onun evinden yapmaya dünden razı. On parmak fırtına gibi yazan, daktiloyu adeta konuşturan sekreter adaylarının en hızlısı ve en güzeliydi. Gazetede çalışmaya başladığından beri gözü Anton’da. Gel velakin bay Bergmann, kendini ‘sanata’ adadığını söyleyip, aslında sadece kariyerini düşündüğünden, bu konuda dikkate değer bulmadığı kişilere ayıracak zamanı, sekreter kızlara ayıracak libidosu bulunmamakta.”

   Bergmann dişlerini sıktı. Davidoviç onu iyi ki yakından tanımıyor, böyle şeyler söyleyemiyordu. Okurlara gönderilen mektupları elbette sekreter kız yazıyor, bunun için maaş alıyordu. Diğer eleştirmenler de, çalıştıkları küçük gazetelerde sekreterlik hizmetlerinden kendilerince yararlanıyorlardı. Aynı şey Davidoviç için de geçerli değil miydi. Onun sekreteri yok muydu sanki.

   “Bergmann da yazılan mektupları lütfen imzalar.”

   Evet. Gönderilecek okur mektuplarını hemen imzalıyordu. Okurlara yanıt vermek, özgürlükler ve kişisellikler devrinde artık önemseniyordu.

   “Bergmann, sanat camiasından biriyle evlenmek ister. Mesela, Cosmopolitan oyuncu kadrosunun yıldızı Monica Colinsky ile mutlu bir izdivaç, ne güzel olurdu. Sanatçılar tarafından sevilmek, Bergmann’ın gerçekleşmemiş hayali, yalnızlığının tesellisi.”

   Bergmann şarabından bir yudum daha aldı. Hayalindeki Davidoviç, atlar gibi sırıtarak sözlerine devam etti.

   “Sarışın Colinsky, her sahici sanatçı gibi, her hangi bir eleştirmenle evlenmeyi düşünmüyor. Kırk küsür yaşındaki Bergmann’ın o uzun boyu ve renksiz mat çehresiyle, Colinsky’nin ilgisini çekme ihtimali bulunmuyor.”

   Cosmopolitan, işini gücünü bırakmış, loca katındaki bar kanepesinden dışarıyı seyreden Bergmann’ın sessiz monoloğunu dinliyordu.

   Davidoviç, 1920’li yılların kutuplaştırıcı keskin diline sadık kalarak kaleme aldığı bir yazısında, sinemayı tiyatronun dejenere olmuş hali ilan edince, Bergmann ona derhal bayrak açtı. Davidoviç, sinemayı tiyatronun kötü bir kopyası sayıyordu.

   “Sinemada erişilen ilüzyon düzeyi, sergilenen olayı çok daha inanılır kılıyor, kanlar akıyor, aktörün özenle makyaj yapılmış yüzünde ölüm daha sahici duruyor. Tiyatro farklı. Tiyatroda, gerçeğin taklit edildiğinin farkındayız ve çok da gerçeğe benzememesiyle barışığız. Sahnede vurulup yere düşen kişinin aslında ölmediğini biliyoruz. Sinema oyuncusu, seyircisinin ağladığını hissetmiyor, kahkahalarını duymuyor. Filme alınan sanatçı, seyirciden kopuk bir kişi. Oysa sanat denen şeyin zirvesi, sanatçı ile izleyici arasındaki doğrudan etkileşimdedir ve hiçbir sanat dalında sanatçı, izleyicisiyle tiyatro kadar yakın ve yoğun iletişim halinde değildir. Tiyatro’yu sanatların en yücesi yapan, tam da bu özelliğidir. Sinema fazla büyütülüyor. Seyircisiyle sanatçısının iletişimleri açısından kıyaslandıklarında sinema, tiyatrodaki yoğunluğun kötü bir kopyası olmaktan ileri gidemez ve hep öyle kalacaktır. Tiyatroda sanatın halkla buluştuğu iletişim ve etkileşim ânı sahicidir ve her tiyatro oyununda yeni bir kalitede tekrarlanır. Her oyun ve her oyunda tekrarlanan performans, hem seyirci, hem de sanatçı açısından tekildir. Sinemada çekilen bir sahne, bir sonraki gün, aynısının tıpkısı, bire bir tekrarıdır ve sinema sanatçısı gösteriler esnasında seyirciyle iletişim halinde değildir, seyirciyi hissetmez. Tiyatro sanatçısı ise her oyunu yeniden ve başka türlü yaşar. Tiyatro hem sanatçı hem de seyirci için yaşayan bir sanattır.”

   Davidoviç’in tiyatroyu güzelleyen eleştiri yazısına Bergmann çok sert tepki gösterdi.

   “Sinemada perdede gösterilenleri seyredersin, onlar seni görmez, duymaz, sadece bir görüntü ve sestir, ama sinema sanatçısının seyircisiyle etkileşiminin olmadığı söylenemez. Filmde görüntünün gücü çok yüksektir. Sinemaya, yoğunlaştırılmış otantik hayatları seyrederek onları yaşamak için gidilir. Orada Tanrı rolü oynayan aktör, tiyatrodakinden daha inandırıcıdır, zira sinemada kullanılan efektler, tiyatroyla kıyaslanamayacak kadar zengindir. Sinemada, kendi hayatımızın sıkıcı kadersel tekrarlarını unutur, filmdeki daha iyi ve daha ilginç yoğunlukları yaşarız. Film yıldızlarına bakın, onlar yeni mitlerin vücut bulmuş halleridir. Bir Humphrey Bogart, Amerikan sosyal tarihinin bir ifadesi olarak herkesin tanıdığı bir yıldızdır. Son filmlerinden ‘Biz melek değiliz’ (We’re no Angels) filmi ne kadar dokunaklıdır. Heinz Rühmann da öyle değil midir. Tiyatro oyuncusu olarak çok başarılıydı, sinema filmlerinde oynamaya başladıktan sonra tüm ülkede tanıdı. ‘Feuerzangenbowle’ filmini kim bilmez. Bogart’ı bütün dünya tanıyor. Bu tanınmışlık, sanatçı ile seyirci arasındaki iletişim ve etkileşimin başka bir biçimde sürdüğünü, hatta artıp yoğunlaştığını göstermez mi? Davidoviç, bit pazarına layık fikirleriyle çağa uyum sağlayamıyor. Sinemayı küçümsemesi, zamanı ıskalamış kalemşörlere has trajik bir komiklikten öteye gidemiyor.”

   Bergmann’ın bu sözleri, Davidoviç’in söylemiş olabilecekleri yanında çok daha hafif kalsa da, karlı kış geceleri kadar gerçekti ve hedefine ulaşıp duayen eleştirmen Davidoviç’i can evinden vurmuş görünüyordu. Yaşlı eleştirmenden uzunca bir süre ses çıkmayınca, Bergmann da, taşı gediğine koyduğundan emin oldu. Davidoviç’i eleştirdiği yazısının, diğer eleştirmenlerin örtülü desteğini kazandığına inandı. İki eleştirmenin atışmasında Bergmann’ın tarafında yer alan iki yerel gazete yazarı sinemayı savunup, Davidoviç’in adını vermeden, Bergmann’ın argümanlarına yenilerini eklemeden, “Yirminci Yüzyılda böyle demode fikirler savunulamaz” mealinde cümleler yazdılar. Sinemaları dolduran seyirci sayısı her geçen gün artarken, fikirlerini destekleyecek yeni argümanlara gerek duymamışlardı.

   Yaşlı yazarın yazıları gazetede bir süre görünmeyince, haftada bir yayımlanan eleştirilerine geçici olarak son verildiği dedikodusu yayıldı. Gazeteciler, dedikoduyu severler, nihayet Davidoviç de bir gazetede çalışıyor ve bu nedenle gazeteci sayılıyordu, hem de bir yazısında popüler basını, “halkı meşgul etmeyi amaçlayan ucuz eğlence kurumu” ilan etmesine rağmen. Gazetecilerin pek haz etmediği Davidoviç, yazısını evden yazıp kızıyla gazeteye gönderdiği için gazete binasında zaten nadiren görünündüğü söyleniyordu. Hiç sektirmeden her cuma yayımlanan yazıları, gazetede haftalarca görünmeyince, Bergmann, bu düelloyu kazandığından iyice emin oldu. Gazete okuru unutkandır, bir gazeteci gazete sayfalarından kaybolsa çoğu kez farkına varmaz, ama Klaus Davidoviç gibi birinin eksikliği hemen hissedilir. Onun Cuma yazısını okumadan tiyatroya gitmeyen, uç fikirlerini, köşeli karakterinin doğal ifadesi sayan sadık bir okur kitlesi mevcut.

   Bergmann, yaşlı yazarın fikirlerini ve kerameti kendinden menkul değerlendirmelerini eleştirmek bir yana, yemek masasının başında sırıtan suratına iri kalibreli bir kurşun yapıştırmayı bile defalarca aklından geçirdi. Bazı günler de, Davidoviç’in fikriyatını “bit pazarına layık” sayıp, “trajik komik”liğini ilan ettiği ustruplu dilini bile aşırıya kaçmış buluyor, pişman oluyordu. Bergmann, eski idolünün gönlünü almayı düşündüğü günlerin ardından sertleşerek, “az bile yazdım” diye gururlanıyordu. Adamı yerin dibine sokacak başka yazılar de yazmıştı, ama kibarlığından ve inceliğinden taviz vermemişti. Son yazısı, birine söylenecek son söz kadar sert miydi?.

   Yerinde ve zamanında söylenmiş bir tek söz, bazen kurşundan daha etkili olabilir. Karlı Alp dağları eteğinde yüksek sesle söylenen sözlere her zaman dikkat edilir. Dağları çileden çıkarmamak, çığlara neden olmamak gerekir. İsviçre ve Bavyera dağlarında bu kurala uymadığı için pisi pisine can verenler olur.

   Sinemaya karşı anlamsız antipatisi nedeniyle Davidoviç’in okurlarından tepki aldığı, Bogart ve Marilyn Monroe hayranı gazete patronunun, “O ihtiyarın abuk sabuk yazılarını bir daha gazetemde görürsem sizi de kovarım” diye sayfa redaktörlerini azarladığı söyleniyordu. Bergmann bunu, gazetede aynı odayı paylaştığı sayfa sekreteri Christian’dan duymuştu. Rasyonel sınırlar içinde kalmaya dikkat eden gazetecilerin kendi aralarında yaptıkları dedikodular, o sınırları zorlamakta serbesttir.

   Yaşlı eleştirmenin çalıştığı yerel gazete, Davidoviç’in yazılarını aynı gün yayımlayan büyük ulusal Die Allgemeine gazetesi yönetiminden gelen bazı tepkilerden ürkerek Davidoviç’i emekliye sevketmiş de olabilirdi. İyi yazarlar için yaş haddi diye bir şey yoktur. Yetmişini çoktan aşmış Davidoviç için bu kural, iyi yazar sayılmadığı gün geçerliliğini yitirmiş olabilir. Eleştirmenler dünyasının karla kaplı yüksek dağı susmuş görünüyordu ama son yazısını belki henüz yazmamış, son sözünü söylememiş, çığ olup Bergmann'ın üzerine inerek onu ezmeye karar vermemişti. Bergmann’ın Christian üzerinden dikkatle kulak kabarttığı gazeteci fısıltılarına bakılırsa, Davidoviç’in bileti çoktan kesilmişti. Küçük gazeteler, rezil olup kovulmuş yaşlı bir eleştirmeni sayfalarına kabul etmezlerdi. Birkaç abone dışında esamisi okunmayan yerel gazatelerde yazmaya da Davidoviç tenezzül etmezdi. Koca göbekli laf ebesi, belli ki Bergmann’ın önce davranarak harekete geçirdiği çığın altında kalmıştı. Genç eleştirmen, en önemli rakibini yok etmenin gizli gururunu yaşarken, tetikçi sıfatının üzerine yapışmasını önlemek amacıyla, adamın yazarlığının son günlerininde ona centilmence davranmak için fırsat kolluyordu. Ne de olsa düşene vurulmazdı. Ya da Davidoviç’in sözleriyle, “Erdemli bir tavır sergilemek, yeteneksiz kariyeristler açısından en konforlu tutumdur”.

   Duayen eleştirmenin yazı hayatından kaybolup evine çekilmesinden sonra, Bergmann’ın kafasının içinde konuşup duran bed sesi de susacaktı elbette. Yazmayan biri, yazan eleştirmenler dünyasında yaşıyor sayılmazdı, sanatçılar dünyasına zaten kabul edilmezdi.

   Bölgedeki yerel gazetelerde tiyatro yazıları yazan eleştirmenlerin takip ettiği dört tiyatro, iki de sinema bulunmaktadır. Özel cep tiyatrosu Windmühle’yi saymazsanız, geriye şehirlerdeki iki devlet tiyatrosu ile Rosenwertheim’ın Cosmopolitan’ı kalıyor. Hepsi de savaş sonrasının kasvetinden kurtulmak isteyen vatandaşlar arasında büyük ilgi görüyor. Her kasabada tiyatro olmadığından, bölgenin bütün tiyatroseverleri trenlere doluşarak veya arabalarına binerek tiyatrolara akıyor, salonları dolduruyorlar. Savaş felaketinin yaşandığı günlerde bile kapanmayan tiyatro, o günlerde elbette başka bir ad taşıyordu. Nazi döneminde bir tiyatronun değişik millet ve ırklardan insanları biraraya getirmek anlamına gelen kozmopolit bir ad taşıması düşünülemezdi.

   Bergmann kravatını gevşetip kırmızı şarabından son bir yudum daha aldı, bardağını yanındaki üç ayaklı oval masaya bıraktı. Modaya uygun asimetrik şekli nedeniyle “böbrek masa” diye adlandırılan lamine yüzeyli mobilyanın üst kattaki küçük bara alınmasını tiyatronun müdürü George C. Baker’a o önermişti. Kamusal desteği kaçırmamak adına ezbere bildiği Schiller ve Shakespeare oyunlarının da sahneye konduğu Cosmopolitan tiyatrosu, elbette modern bir yer olmalıydı. Müdür Baker ile kişisel dostluğu nedeniyle sık sık tiyatroya gelen Bergmann'a kalsa, üst kat salonunun modernleşmesi adına, mesela şu ayaklı saatin defedilme vakti de gelmişti.

   Bergmann, günün eleştiri yazılarını okumak için gazeteleri pupa yelken açmadı, sabahtan hepsini okumuştu. Son yıllarda film eleştirilerine ağırlık veriyordu. Savaştan sonra Avrupa sinemalarında neredeyse her iki filmden birinin Amerikan filmi olmasına tahammülsüzlük gösteren eleştirmenlerden değildi. Elvis Presley’in hareketli Rock’n Roll müziğine kapılıp o acaip dansları yapmayı havailik saymakla birlikte, evinde Amerikan işgal kuvvetlerinin “American Forces Radio”sunu dinliyordu. Roxy sinemasında Presley’in “Love Me Tender” filmine gitmiş ve filmden ziyade, genç seyircilerin Elvis’e abartılı ilgisini izlemişti. Bogart’ın hiçbir filmini kaçırmıyordu. “Bus Stop” filminden beri Marilyn Monroe hayranıydı, Marlene Dietrich’in sinemada izlediği filmlerinden sonra, son zamanlarda yoğunlaştığı müziğini de izliyor, her plağını satın alıyordu. “Lili Marleen”, evde en sık çaldığı plaktı, “Sag mir wo die Blumen sind” de öyleydi. Kadınların pantolon giymeye özenmesini sağlayan Marlene Dietrich gibi bir aktristin, sinema seyircisi ile etkileşim halinde olmadığını söylemek mümkün müydü. Ah Davidoviç.

   Bergmann, sinemada film seyrederken, eleştirmenlerin kendi aralarında sık sık gündeme getirip asla yazmadıkları o meşhur soruyu kendine de sormuştu. Tiyatro çağı kapanıyor muydu? İnsanlık tarihi kadar eski bir sanat türünün gözden düşmesi ihtimali bulunmasa da, Amerikan filmlerinin özellikle genç seyircileri büyülediği tartışılmaz bir gerçekti. Davidoviç, yeni Amerikan sinemasına ifrit olan eski moda eleştirmen sıfatıyla, “Sinemayı Amerikalılar değil Fransız Lumiere kardeşler icad etti, hiç olmazsa Fransız filmlerini izleyin” diye yazdığında da, Davidoviç’e saldırmak için eline bir fırsat geçirdiğini anlamakta gecikmeyip, adamı yerden yere vurmuştu. Eleştirilerin, insanları çene yarıştırmaya yönlendirmesi, gazete yöneticilerinin ve patronlarının sevdiği kalemşör meziyetlerindendir. Skandala dönüşmemesi kaydıyla arada sivri laflar kullanmak iyidir. Ulusal gazetelerin, yerel gazetelerden aldıkları yazıları durdurma kararları da küçük gazeteler için daima tayin edici önemdedir. Düşük bütçeli yerel gazetelerin, ortaklık kurdukları büyük gazetelerle iyi geçinmeleri gerekir. Keskin yazılar yazmak zevkli olduğu kadar risklidir de.

   “Usulen yazıp söylediklerin bir yana, hesaba katıp ciddiye aldığın insanlar, sadece kamu önünde meşruiyet kazanmış sanatçılar ve eleştirmenlerden ibaretse, küçücük bir azınlığın dengesiz zirvesinde peşinen zor bir hayat seçmişsin demektir. O zirvelerden kolayca kayılıp derinlere düşülebilir.”

   Bir türlü bitiremediği yemek tabağının başında oturan Davidoviç, gözlerini açarak alaycı bir dille, “Tiyatro eleştirmenlerinin genç kralı Anton Bergmann, Cosmopolitan’ın kırmızı kadife perdeli dev sahnesini en iyi gören locasını, adeta adına kayıtlı özel mekanı haline getirerek, kraliyetini perçinlediğini sanıyor. Ona tacını giydiren asıl banisi, tiyatro müdürü Profesör Baker” dedi.

   Bergmann derin bir nefes aldı. Barmen şimdi uzun bar masasının ardında eğilmiş, büyük bir ciddiyetle, masanın üzerindeki kağıda bir şeyler not alıyordu. Bulunduğu yere ait değil de, tesadüfen orada bulunan bir yazar gibi uzun uzun yazıyor, durup düşünüyor, yeniden yazıyordu. Eleştirmen, “Birine mektup yazıyordur” diye düşündü. Yazardan ziyade iyi giyinmeye özen gösteren bir muslukçuya benzetebileceği barmeninin takma adla hikayeler yazdığı fikri, tiyatro çatısı altında aşina olduğu normlara aykırıydı.

   “1950’li yılların adı konmamış bakımsız dandy’si, süt benizli kült eleştirmen Bergmann, kendini Cosmopolitan’ın ruhu sanıyor.”

   Bergmann, gözlerini yeniden ayaklarına çevirirken, Davidoviç bir kahkaha attı, koca kafası iki yana doğru garip bir şekilde sallandı. Davidoviç Gasthaus’daki ahşap sandalyede arkasına yaslandı, düşmüş başını omuzundan kaldırarak iri ve parlak gözlerini yeniden Bergmann’a dikti.

   “Tiyatro sanatının yazarından yönetmenine, oyuncusundan müzisyenine kadar her sanatçısı, yaşadıklarından ilham ve anlam üretirken, Bergmann yazı üretiyor. Sanatçılar, Bergmann’ın en kıymetlileri. Hayatında aniden gelişen sürprizlere maruz kaldığında Tanrı’ya sığınıp konuları kadere bağlayanlar, Bergmann’ın ilgi alanına girmiyor. Sanatçılar dışındaki insan kalabalığının sıradanlığında bir derinlik aramıyor, o insanların, sanatçılara ilham kaynağı olduklarını bilmek istemiyor. Genç snob, abartılı bahar yağmurlarından yararlanmasını bilmeyen, yağmur sularının üzerinden akıp gittiği dik çatılar gibi. Oysa insan, ancak sürpriz rahmetlerin içine nüfuz etmesine izin veriyorsa sanatçı olabilir. İlhamın filizlenerek yeri göğü tutan çiçek deryalarına dönüşebilmesini sağlayan kişidir sanatçı. Bergmann, eleştirmenlikten daha fazlasını hak ettiğini, nihayet bir gün yoluna sanatçı olarak devam edeceğini hayal ededursun, çekmecesindeki yarım kalmış tiyatro oyunlarını bir türlü yazıp bitiremiyor. Gazete çalışanı bir eleştirmenin trajedisi, bunları bildiği halde, okunup bir süre sonra unutulan yazılarına devam etmek zorunda kalmasındadır.”

   Anton Bergmann, gözlerini Cumhuriyet meydanına çevirdi. Yağmur dinmişti.

   “Sanatçıların yanında kendini gerçek mekanında hisseden Bergmann, ne yaşarsa yaşasın, sanat adına yazdıklarının kalitesinden emin olamıyor. ilhamının ona verdiği ifade izninin eleştiri yazılarıyla sınırlı olduğunu kendine itiraf edebilmesi için belki ellisini aşıp altmışına merdiven dayaması gerekiyor. O yaşa ulaşıncaya kadar, olgunlaşmamış birkaç sanatçıyı daha yerin dibine sokarak aslında kendi seviyesizliğine isyan edebilir, başka bir sanatçıyı göklere çıkarıp onunla birlikte yüceldiğini hayal edebilir. Ama ne yazarsa yazsın ve ne kadar iyi yazarsa yazsın, eleştirmenlikten sanatçılığa terfi edemeyeceği korkusu onun yakasını bırakmıyor. Çekmecesinde sakladığı oyun taslaklarının asla oynanmayacağını, oynansa da diğer eleştirmenler ve sanatçılar tarafından asla ciddiye alınmayacağını düşünüyor.”

   Bergmann gözlerini kapadı. Gözyaşlarını kendine bile göstermek istemiyordu. Gözlerini araladığında Cumhuriyet meydanı buğulandı. Derin bir nefes aldı. Toparlanmak için kendine bir kaç saniye zaman tanıdı, kanepeden kalktı ve barmenin yüzüne bakmak zorunda kalmamak için, hesabı ona ödemek yerine bahşişiyle birlikte masaya bıraktı ve lavobonun yolunu tuttu. Loca’ya gitmeden önce yüzünü yıkayıp kendine gelmeliydi.

   “Yazı yaşamınıza eleştirmen olarak başladıysanız, eleştirmen olarak devam edersiniz. Şaşmaz eleştirmenlik gerçeğinizi değiştirmeye kalkmanız halinde alacağınız en yok edici tepkiler, bir zamanlar eleştirdiğiniz sanatçılardan ve diğer eleştirmenlerden gelir. Sohbetlerinde sizi ima ederek küçültürler, sonra zevkle imha ederler.”

    Gong sesini duyunca Bergmann, yanından geçtiği ayaklı saate paylar gibi dik dik baktı ve lavaboya doğru yürüdü.


(…)