Farklı kültürlü halklardan bir ortak kültür çıkarırken: öncelik sorunu


ABD'de onca farklı halktan nasıl ortak homojen bir kültür oluşmuş, Türkiye'de nasıl?
Konu, ortak kültür...
(Ekonomiye pek bakmıyoruz!..)
Walt Whitman...
Onun örneğinde Amerikan kültürünün oluşması, önemli dersler içeriyor.
Derslerin başında da, makul sınırlar koymanın önemi geliyor.
Bu ne demek?!..
Amerikan kültürünün nasıl ortaya çıktığını anlatması bakımından çok güzel bir örnek Walt Whitman (1819-1892)
Yeni bir halkın kültür dokusunu kurmak, hiç de yabana atılır bir konu olmasa gerek.

Kitabı "Leaves of Grass", popüler Amerikan kültürünün küçük bir kopyası/örneği gibi.
Dünyanın her köşesinden gelme bin türlü milleti bir araya getirip nasıl bir ulus kurarsınız?.. Kapitalizmin homojenleştirici özelliğini kültüre nasıl tahvil edersiniz? Bunun ORTAK kültürünü nasıl oluşturursunuz?..
Türkiye için de oldukça önemli bir konu olsa gerek.
Bu konuda Whitman'da dikkat çeken ilk konu aksiyon!
(Başta bir ulus kurma çabası/mücadelesi yükseltiliyor. Devrimci bir yaklaşım önemseniyor) Çünkü başta ortak bir kimlik yok!..
Bunun kültürü yapılırken, önce dil önemseniyor elbete. Ama daha fazlası var:
Whitman bir şair!.. Bir gazeteci...

Avantgard şiirleri, düz yazıya yakın bir kıvamda yazıyor...
Ve bunların bir toplamı olarak, popüler Amerikan kültürünün kıvamını tutturuyor.
1. Şimdinin, anın kültürünü yapıyor.
Yaptığı, bu anlamda yeni bir şey. Günlük hayatın
(gazetecilerde rastlanan türdeki) realist şimdiki zamanının kültürünü esas alıyor. Tarihi olmayan yeni bir halk için en iyi ve kolay çözüm. (Ama bu anlayışın/kültürün, kapitalizmin hakim kültürü haline gelip dünyaya yayılması da garip sayılabilir)
2. Whitman, buradan çıkan anlık kültürü -Batı'ya özgü- üç temel konuyla destekleyerek bir mit haline getirmeyi amaçlıyor: Demokrasi, Protestanlık ve kendi kaderini belirlemek fikri
(-ki bu da doğrudan kapitalizmle alakalı. Paraya bağımlılık pratiği demek oluyor).
Dünyanın bu tarafında, Anadolu'da durum tersi.
Anadolu'da kültürü Whitman gibi, şimdiki zamanla sınırlamak hem gereksiz hem mümkün değil -çünkü Anadolu on bin yıllık kesintisiz bir evrilip/değişen kültür tarihine/birikimine sahip.
O halde Anadolu'daki ortak kültürün temel ilkesi, şimdiki zamanla ilgili değil, geriye (ve ileriye) doğru uzanan tarihle/gelecekle sınırlanmak zorunda -yani uzun peryotlar dahilinde değerlendirilmek zorunda.
Amerika'daki gibi, insanları bir arada tutabilmek için devrimci aktif bir ideoloji bulmak da şart değil. Çünkü birliktelik, sanıldığından çok daha sağlam.
Anadolu'nun eski kodeksine sadık kalmak esasen yeterli olabilir.
Bu kodeks, Anadolu'daki kültürel değişimi ve değişkenliği esas alan, geriye doğru neredeyse sınırsızlığı ilke ediniyor. Paraşütle havadan inmiş -mesela Amerika'dan- ithal yeniliklerin uzun vadede yaşama şansı yok.
Kültürler iç içeler, hiçbiri katışıksız değil, zamanla değişiyorlar, birbirlerine dönüşebiliyorlar. Anadolu gibi bir yerde,
(dünyada 20'inci yüzyıla hakim olan, yukarıda sözünü ettiğimiz, "Şimdiki zaman esastır" Amerikan ilkesi esas alınarak) etnik/dini kimlikler üzerinden çatışma üretmek fikri, Amerikan çağıyla birlikte sona erecek demektir -denebilir. Zira Amerikan yüzyılına özgüdür.
Sonuç:
'Şimdi'ye odaklı; ve bugünkü durum sanki hep sürecekmiş gibi, halkı farklı "homojen" (değişmez!) kültürel kategorilere hapseden anlayış Anadolu'ya uymamaktadır.
Whitman'da sadece 'Şimdi' esastı.
Amerika gibi bir yer için idealdir.
Anadolu'da da galiba... 'Geçmişten geleceğe uzanan sonsuz değişkenlik' esas... Ve bu değişkenlik, bugünün Türkiye'sinin kültürel bütünlüğü ve ortak paydası üzerinden yürür.
Dünyada Amerikan çağı biterken...
Türkiye'de (Türk ortak paydalı) kültürel bütünlükten ayrı, yeni bir 'homojen Kürt kültürü' çıkartmak ihtimali sıfıra yakındır.
(Bu kültürel homojenleşme ihtimali ne kadar çok büyütülür ve ne kadar çok ciddiye alınırsa, o kadar çok acıya neden olacaktır.)
Amerikan çağına özgü...

(Sonsuza dek aynı kalacağı sanılan)
'Şimdi' kültürünü esas alan bir dönem hızla kapanıyor.
Geriye, ondan hiçbirşey kalmayabilir.

Spekülasyon: Devrimler çağı geri mi geliyor?


Spekülasyonlara devam...

Devrimler devri kapandı. Neredeyse otuz yıldır, devrimci falan olmak, alay konusu. Bir devir sona erdi, evli evine kövlü kövüne döndü (-müdür?)
(Evet aralarından çok müdür çıktı!.. Reklamcıları, gazetecileri, sanatçıları da cabası)
Herhalde bundan böyle işe git-gel, üret-tüket sonsuza dek sürecek bir sıkıcı "demokrasi" çağı yaşanacağı sanıldı... Öyle olmayacağını herkes biliyor artık.
Şimdi "iyimser" (ve de gülümser) liberal aydın bulmak bile zorlaştı.
Tersine, herkes karamsar.
(Hadi karamsar değil, 'dikkatli' diyelim -ki daha doğru bir deyim olacaktır)
İyimser olmak şimdi önemli, ama gerçekçi olmak koşuluyla.
Ancak o zaman, en kötü durumlar bile iyimserliği sarsamaz.
Sadede gelelim.
Dünyada firmalara (ve hatta ülkelere) danışmanlık hizmeti veren 'Trend araştırma firmaları' vardır ve bir tür 'think tank' gibi çalışırlar. Bu firmalardan bazılarını takip etmek sahiden ilginç olabiliyor. Mesela Mathias Horx ve firması, ilk defa 'Trend araştırmaları' (Trendforschung) terimini dünyaya mal etmiş kişilerden biridir. Bundan onbeş yıl önce seri Trend kitapları dizisinin ilkini yayımladığında (kitabın dizaynı müthişti), henüz internet falan da yok gibi birşeydi. Tam bir neoliberal teorisyen oldu. Ona kalsa bugünlerde uzaya turistik seferlere çıkmış olmamız, oradaki boşluğa boş boş bakmış olmamız gerekiyordu.
(Mathias Horx elbette eski bir Solcu!)
Şimdi, kriz sonrasının meslekleri, yükselen iş alanları falan diye sayıklayıp duruyor. Yükselecek neoliberal bir ekonomiden bahsediyor. Spekülatif tahminlerden kaçınan, piyasa budalası bir düşünürümüzdür. Ama o bile, geleceğin baş sorununu (ve devrimci "Sınıf"ı) tesbit ediyor: işsizler... Yani para/iş/meslek üzerinden tarif edilen toplumun dışında kalan ve böylece hem burjuvazi hem proleterya, hem köylülük hem de beyaz yakalıların ötesinde yer alan: Sınıfsızlar Sınıfı...
Ama Mathias Horx'un ve ondan çok daha cesur, çok daha yerinde tahminler yürütebilen Gerald Celente'nin 'Geleceğin Mesleği' diye sundukları işlerin başında gelen konu, aslında çok şey söylüyor: 'Survival Scut.'
Bu "gelecek" mesleği, sistemin merkez ülkelerinde üslenen uluslarötesi büyük firmaların, dünyanın kaosa gireceği yerlerdeki işlerinin güvenliğini sağlamak işi diye özetlenebilir. Yani oralardaki iş/güç sahibi 'sınıflı azınlık'ın, 'sınıfsız çoğunluk' tarafından ezilmesini önlemeye çalışmak. Burada askerlikten bahsetmiyoruz. Daha çok, kaos ortamını ve bu müstakbel kaos bölgelerini iyi tanıyan, oralardaki isyancılarla statüko güçleri arasında -firmalar adına- görüşmeler yapabilecek, ara bulabilecek, yeraltı kaynaklarının çıkarılmasını garantileyebilecek adamlar aranıyor. Her yolun mübah olabileceği ortamlarda firmaların çıkarlarını gözetebilecek, bunun için her yola başvurabilecek adamların yükselen mesleği.
Celente, önemli bir Trend tahmincisi ve bu konuda en çok güvenilenlerden, dünyadaki en saygın olanlardan biri. Sovyetler Birliğinin çöküşünden tutun da, son ekonomik krizlere kadar hepsini önceden tahmin etmiş bir araştırmacı. Son tahminleri bizi özellikle ilgilendiriyor:
Celente, yakında -en çok biriki yıl içinde- Avrupa dahil, dünyanın heryerinde iç savaşlar çıkacağını söylüyor. (Bunu IMF Parabürokratları da söylediğinden buraya alenen yazıyoruz)
Ama daha önemlisi, Mathias Horx gibi, böyle ayaklanmalardan Avrupa ve Amerika'nın muaf kalacağını söyleMİyor. Tam tersine. En geç üç yıl içinde "gelişmiş" ülkelerde iç savaşlar devrimler olacağını ve devrimler çağının yeni bir formatta yeniden açılacağını öngörüyor. "Devrimler" denen kaos ve barbarlık döneminin öznesi ise: İşsizler.
Daha kesin konuşmak gerekirse: İşsizlik sorunu çözülmezse, o zaman ortalık fena halde karışacaktır. (-Ki çözümü, "herkese iş bulalım, kurtulalım" şeklinde anlaMAmak gerekir. Herkese iş bulmak artık hem imkansız, hem gereksiz... Önemli olan, "iş" toplumunu aşmak...) Özellikle "gelişmiş" ülkelerde, nefes almanın bile özelleştirildiği yerlerde, olmadık olaylar olabilir.
Mesela, Davutoğlu'nun (herhalde anlamını pek düşünmeden) Azerileri ne kadar sevdiğini ve düşündüğünü anlatmak için söylediği gibi: "Gök yere inebilir!.."
İktidardaki betonarme "demokrat Müslüman" müteahhitlerin (odun inceliğindeki) "hassasiyetleri" sayesinde Türkiye, Davutoğlu'nun sözlerinin ne demek olduğunu yaşayıp 'görebilir'.
(Bunun bir sonucu olarak -çoğunluğun "demokratik" iradesiyle!- Türkiye'de "Müslüman" falan da kalmayabilir bu arada!)
Önümüzdeki kritik dönemi, ancak bugünkü Arabi/Emevi sultasından kurtulmuş bir Türkiye kolayca aşabilir. Yoksa "Hadi kolay gelsin" demek galiba yapılabilecek tek şey.
(İsteyen, tahtaya da vurulabilir tabii!)

Yazılı medyayla internet rekabeti hakkında





S
on günlerde durulmuş görünmekle birlikte, medya tartışmaları sürüyor. Tartışmanın en güncel ve önemli yanı da, dijital medya ve internetle ilgili konular. Medya tartışmasını özellikle alevlendiren ve gazetelerde/dergilerde gündeme getiren, internet rekabeti oldu. Basın/medya dünyasında bir hayalet, internet hayaleti mi kol geziyor?

Hemen böyle bir yakıştırmada bulunmak pek doğru olmasa gerek, ama özellikle gazetecilerin internet medyasını (ve interneti) aşırı ciddiye aldıkları kesin.

İnternetin şimdilik ciddiye alınması gereken en önemli yanı, galiba onun olumlu yanı değil: Özellikle çocuklar ve gençler başta olmak üzere çok daha fazla insan bilgisayar başında zaman geçiriyor. Buradaki 'Bilgisayar' sözünü, 'internet' diye okumak da mümkün. Tıpkı daha önce, 'Eskiye nazaran çok daha fazla insanın televizyon başında fazla zaman geçirmesi' gibi. Çocuklar eskiden kitap okumaya özendirilirdi -şimdi de özendirilmeye çalışıyorlar. Ama bu gönülsüz bir çaba gibi görünüyor, çünkü son yirmi yıldır, yoğunluğu giderek artan bir "Bilgi Toplumu" rüzgarı estiriliyor. Okullarda bilgisayarlı eğitime geçiliyor, okulda bilgisayar olup olmadığı, okulun kalitesini ölçen ilk soruların başında geliyor.

Bilgisayar ve internet, sahiden bir kalite ölçüsü mü? Yoksa tersi mi?

Modern yaşam tarzına has özelliklerinden biri de 'Basın'dır. İlk kez insanlar "Her sabah, üzeri işaretlerle kaplı kağıtlara bakarak akıllı oluyorlar". Bir yerli, modern gazete kültürünü bu sözlerle özetlemiştir. Modern zamanların 'Bilgi Patlaması', okur-yazarlık'ın halk içinde hızla yaygınlaşmasıyla, kitlesel bir fenomen halini aldı. Asıl amaç, giderek karmaşıklaşan makinelerin ve üretim süreçlerinin hakkınca işletilebilmesi için çalışanlara zoraki iş becerisi edindirmekti. Okur-yazarlığın yaygınlaşmasının ilk önemli sonucu, sözel muhakeme yeteneğinin yaygınlaşıp gelişmesidir. Okumak, anlamak, muhakeme etmek... Bu bağlamda devreye giren diğer bazı konular çok daha önemlidir: Uzun süreye yayılmış düşünsel konsantrasyon (odaklanma) yeteneği... Okuduğunun (kitabın/bilginin ruhsal) değerini bilmek ve hakkını vermek... Belli bir entelektüel kalitenin oluşması, yaygınlaşması ve bu kalitenin yükselmesi. (Burada esasen, nitel bir manevi değerdir söz konusu olan)

Postmodern internet devrinde en göze çarpan önemli konu, 'okumak' ediminin önemli ölçüde erozyona uğramasıdır. Bu ne demek? Derin konsantrasyon gerektiren entelektüalizmin yerine, çabuk ve sığ bir enformasyon, yüzeysel bilgi geçmektedir (Fastfood bilgi!). Bilgisayar (ve televizyon) başında eskisinden daha fazla zaman geçirmek, kitap başında daha az zaman geçirmek anlamına geliyor. (Kitap ve söz odaklı -modernizmle bugünkü halini alan- düşünce tarzına eleştirilerimiz saklı kalmak koşuluyla) İnternetteki onca enformasyonu (ve bilgiyi) hakkıyla yorumlabilmek için, en başta kitap okuru olmak gerekiyor (-ki bu ilk şart). Kitap okuru azaldıkça, veya sistemli kitap okumaya ayrılan süre azaldıkça, (söz ağırlıklı toplumsal düzende) muhakeme yeteneğinin de düştüğünü/bozulduğunu görüyoruz.

"İnternet demokrasisi"ni haddinden fazla gözünde büyütenlerin döne döne üzerinde durdukları konu, internette herkesin eşit olduğu, eşit söz hakkına sahip olduğu, internetin sınırsız olduğu. Fakat demokrasi ve sahici tartışmalar için insanların birbirlerini görmeleri, hissetmeleri, birlikte olmaları gerektiği gibi "organik" -yani doğal- insan olmanın gerekleriyle ilgili konuları dikkate/cidiye almıyorlar. Sözün sadece söz değil, mimik, gestik, ton, ses, intibağ vs. ile birlikte düşünülmesi gerektiği gibi şeyler unutulmuş görünüyor. İnsanların her birinden, bedensiz bir tür kitap olması bekleniyor. Hadi önemsdiğimiz kitapları/okumaları anladık... Ama insanların tartışıp konuşurken birbirinin gözüne bakması gerektiği ne çabuk unutuldu! Bunlar olmadan sağlam sosyallik de olmuyor. Olan sanal sosyallikler, anında bozulup yenileri kuruluveriyor. Hiçbir bağlayıcılığı olmayan, en ufak bir sıkıntıya gelemeyen türden "sosyallikler" bunlar. İnternetin -galiba- en büyük zararı, insanları ekranlardaki harflere indirgeyip sosyalliği sığlaştırması. Tam da bunlar, söz odaklı düşünce biçiminin -tek başına- insan doğasına yabancı bir şey olduğunu gösteriyor. İnternet demokrasi, sonuçta sanaldır!.. Katılımcı organik bir demokrasiden bahsedeceksek, bunun insanların ekrandaki kuru sözlerinden ibaret olamayacağını da teslim etmek zorundayız.

İnternet kültürünün ve "demokrasisi"nin yazılı basına alternatif olacağı umacası da tam burada çöküyor. "Dijital kültür", yazılı kültüre üstün/alternetif olmayacak, çünkü internette kalitenin yükselmek yerine düşmesi -asıl trend görünüyor. İnternet medyasını yücelten medya çevrelerinin yaklaşımı -ekonomi açısından bakıldığında-, daha ucuza adam çalıştırıp aynı reklam gelirini kapmak diye özetlenebilecek ilkel bir "kar" mantıksızlığıyla hareket ediyor. İnternet basınına hakim olan ana fikirler şunlar: Profesyonel olmayan kişilerin yaptığı gazetecilik... Basılı medyanın yaptığı haberleri esas alan bir "haber" içeriği...
Buradaki ekonomik motivasyon, ucuz maliyettir ve sonuç her zaman, kalitenin düşmesi olmaktadır. Bu gelişmenin en tehlikeli yanı, genel okuma oranı (ve sistemli düşünme oranı) mütemadiyen düştüğü için, sığ yorumların ve düşüncenin -giderek- yazılı basına da hakim olması olasılığıdır. Genel (ruhsal/düşünsel) kalitenin düşmesi yönünde işleyen sistemde "düşüş" olasılığı zaten hep vardır. Fakat, "büyütülen" internet "demokrasisi"nin sanal bir oyuna dönüşme eğilimi, yazılı basının önemini daha da yükseltebilir. Ayrıca kalitenin yakalanması, kaliteyi oluşturacak kişilerin de ona göre seçilmesini ve her açıdan desteklenmesini gerektiriyor. Kalite asla ucuz olmamıştır. İnternetin insana ters olan yanlarından biri de bu konudur: İnternette kolayca erişilebilen şeylerin değeri bilinmiyor. Kaliteyi desteklemeyen bir durumdur.


Kaliteli, nesnel, profesyonel bir gazeteciliğin (ve bilimin/düşüncenin) varlığı, profesyonelliğe bağlıdır. Yani mesela oturup okuyan/düşünen profesyonel insanların varlığına bağlıdır -bu da asla internet ucuzculuğuyla olmaz. (Entelektüel işleri bedavaya getirmeye kalkan gazetelerle de olmaz) Ama internet -kuşkusuz- sahici anlamda profesyonellik temeline sahip olanlar için iyi bir enstrüman olabilmektedir. İnternet basınının geleceği, yazılı basının geleceğine bağlı görünüyor. Yazılı basının geleceği ise, 'okumak' diye özetlediğimiz sahici işin hakkını vererek varolmasına, değerinin bilinmesine bağlı. Okumanın insana sahiden hizmet edebilmesi ise; sözel düşüncenin, sezgilerle ve makul düşüncenin irrasyonel -diğer- yarısı ile tamamlanmasıyla mümkün olabilir.

Çin'de dünyanın geleceğini tartışmak


ÇKP Çin'inin "hassasiyetleri"ne dokunmadan, çok önemli konular nasıl tartışılır?

işte bütün mesele bu!..
Türkiye'de 'Komünist' demenin anında hapsi boylamak demek olduğu dönemlerde, böyle dönemlere özgü bir dil geliştirilmişti. İktidarlara batan, sisteme batan şeyler konuşulurdu. Herşeyin bir tür koda sahip olduğu, konuya aşina olmayanların pek bir şey anlamayacağı bir dildi. Ama düşünce alanı bugünkünden çok daha genişti.
Bu dille tartışılan konular "biraz" hayattan kopuktu, teorikti falan...
Ama kıyasıya, hatta ölümüne tartışılıyordu hiç olmazsa...
(Teorik-meorik... Hiç yoktan iyidir)
Şimdi?!..
En klasik klişeler "ileri" diye kabul ediliyor.
Mesela konuşula konuşula "Demokrasi" konuşuluyor... Açılım saçılım... vs.
(Başka yerlerden ithal malzeme, orijinal değil)
Bu saçmalıkları fikir niyetine utanmadan hergün saatlerce konuşan ve yazan bir sen-ben-bizim-oğlan tayfası var Türkiye'de.
"Bak Batı'da nasıl sende nasıl?!.. Utan!.. Özür dile... Yerin dibine gir... Batı'nın şurasında bile böyle... bir de senin şu haline bak!.. Tüh sana, onların sırça parmağı kadar bile olamıyorsun!.."
Bu tonda "eleştiri!" yapmak dışında söyleyecek birşeyi olmayanları ciddiye almaya gerek yoktur... Böyle "fikirler"le kaybedilecek vakit de bulunmamaktadır... Ayrıca bu "tip" aydınlar, toptancı bir 'Batı' düşmanlığı ürettiklerinin de farkında değiller. Bunların küstah ses tonunu dinleyenler, Batı'daki herşeye düşman oluyor; Batı'daki herkesi bunlar gibi Batımerkezci, kibirli ve salak sanıyor -ki hiç alakası yok!..
Özellikle Sistemsel Batı'yı Batı'dan eleştiren ve sistemi aşmanın teorisini (ve pratiğini) yapan Dostlarımıza büyük haksızlık olur...

Batıcı "eleştirici!" aydın tiplerin antidemokratik diye beğenmedikleri Çinliler "bile", bazı "hassas" kelimeler yerine başka kelimeler kullanmak şartıyla HERŞEYİ konuşuyorlar...
'Herşey' de ne demek?!..
En başta, 'Çin'in ve dünyanın geleceği' demek...
-Hem de tüm klişelerin ötesinde...
Bu da şu demek
(bir alıntı):
"Batı'da entelektüeller, Çin'i
(demokrasi-memokrasi vs. konusunda) nasıl etkileyebileceklerini tartışadursunlar, Çinli entelektüeller Batı'nın batışı karşısında ne yapmak, nasıl tavır almak gerektiğini tartışıyorlar."
Ve tartışmalar ÇKP platformunda oluyor
(partinin otoritesi sorgulanmadan).
Çin'deki son yoğun tartışmalar hakkında yeni bir kitap var piyasada:
Mark Leonard
'ın "Was denkt China" adlı kitabı.
Yukarıdaki alıntı bu kitaptan.
(Kitabın orijinal adı: "What does China think?")

Şimdi Çin'de en çok tartışılan iki konu örneği:
1. Beijing'li politologlar arasında, demokrasinin nasıl yeni bir tür yumuşak fonksiyonel diktatörlüğe, halkı gözeten bir fonksiyonel düzene dönüştürülebileceği, bunun sınırlarının halk lehine nasıl çizilebileceği konuşuluyormuş...
2. İyice güçlendiği anlaşılan yeni Solcu çevrede ise, vahşi kapitalizmin nasıl dizginlenip çalışan haklarının nasıl yükseltilebileceği, bu arada çevrenin nasıl daha etkin bir şekilde korunabileceği -temel konuymuş.
Çin'in hassasiyetlerine dokunmadan bu konuların ve çok daha fazlasının kıyasıya tartışıldığı anlaşılıyor.
Türkiye'nin bütün hassasiyetlerine dokunarak hiçbirşey söylemeyen, orijinal fikrin kırıntısını bile üretmeyen aydınlara...
Yok onlara değil...
Tüm samimi Türk entelektüellerine ve gazetecilerine... duyrulur.

Batı'nın dünü bugünü yarını ve Türkiye





B
azı kavramlar, sanki sonsuz zamanlardan beri varmış gibi ele alınıyor ve bu bazı kaçınılmaz yanılgılara neden oluyor. Sosyopolitik ve sosyokültürel açıdan ele alacağımız Batı kavramı, bunlara beylik bir örnek teşkil ediyor. Kolay yoldan (coğrafi) düz bir tarif denemesi, hele günümüzde, kesinlikle yetersiz kalacaktır.

Daha M.Ö. 5'inci Yüzyılda, Grek (Yunan) ve Pers dünyası arasındaki kültürel/siyasi ayrımı vurgulamak için Grekler, 'Doğu'yu 'Hespera' diye adlandırıyorlardı. 'Batı'ya, yani kendi ülkeleri ve kültürel/siyasi bölgelerine 'Anatole' diyorlardı. Anadolu sözcüğünün kökeni olan bu Ad/kavram, Doğu/Batı ayrımında 'Batı' anlamında kullanılırken, bugünlere kadar gelen bu ayrımın -günümüze ilham vermeye devam eden- Doğu ve Batı Kilisesi bölünmesiyle asıl kaidesine oturduğu görülüyor. Malumdur, 1204'de Venediklilerin bir azizliğiyle Kostantıniye Dördüncü Haçlı Seferi'nin hedefi olmuştur. Şehir ve ülkenin yağmalanması ve fethedilmesiyle, Doğu/Batı (Kiliseleri ve kültür alanı) ayrımı pekişmiştir. Venedik, bu "girişim"le, rakibi Doğu Roma'nın ticari üstünlüğüne son vermiştir. Bu üstünlüğün yeniden dengelenebilmesi için, Türk imparatorluğunun 'Doğu'yu yeniden canlandırıcı etkisi gerekmiştir (Doğu kilisesi ancak ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğundaki gücüne yeniden kavuşabilmiştir). Bu denklemde Türklerin, sadece Doğulu olmakla kalmayıp, Batıdaki 'Doğulu olmak' kimliği içinde ortaya çıktıkları da söylenebilir. Rum Selçuklu ve (İklim-i Rum) Osmanlı geleneğinin pozisyonu burada çok açıktır.

Buradaki Doğu/Batı ayrımının, sadece dünyanın bu tarafında dönen bir kendi kendine gelin/güvey durumu olduğunu hiç gözden kaçırmamak gerekiyor. Orta çağdan itibaren (Batının Doğusu) Doğu'nun yeni merkezi haline gelen Anadolu'dan 'Daha Doğu' olan yerler de vardı elbette. Bunların başında, Fars ve Hint dünyası gelmekteydi. 'Daha da Doğu'yu, Anadolu'nun Doğu'lu Türklerinin algılamakta zorluk çektiklerini görüyoruz. Mesela Osmanlı Sultanlarının çok yakın dönemlere kadar Japonya'yı görmezden gelmeleri buna örnektir. O halde Anadolu odaklı DoğuRoma/Türk 'Doğu'sunu, 'Batının Doğusu' sayabiliriz. (Proto-)Türklerin uzun bir Çin, Hint ve nihayet Fars tecrübesinden sonra Batı ile bir aşk/nefret ilişkisi kurmaları, -bu son duraktaki- Doğu/Batı tanımlamalarının ötesinde değerlendirilmek zorunda
. Türkler Batı'nın Doğulusu, Doğu'nun da Batılısıdır. Fakat bu, sadece bugüne özgü bir durumdur. Asıl pozisyonları ise, bu (Türk) adla anılmadan öncesinden başlayarak, En Batı ile en Doğu arasındaki iki tamamen farklı yerleşik uygarlık arasında (Roma ve Çin) bu geniş alanda belirleyici faktör olmalarıdır. Nasıl Orta Avrupa'nın belirleyicileri Almanlar, Doğu Asya'nın belirleyicileri Çinliler olduysa, bu iki temel kültür alanı arasındaki ORTA alanda da Türkler ve proto-Türkler (18'inci yüzyıl ortalarına kadar) belirleyici olmuşlardır. Şimdi bu alanın belirleyicisi Ruslardır. Fakat durum, Orta Avrupa'daki Königgrätz (1866) savaşında Prusya'nın Avusturya'yı yenerek Almanlar üzerindeki hakimiyeti sağlamaları gibi bir gelişmeyle Türkler aleyhine bozulmuştur. '93 Harbi'nde (1877-1878) Ruslar Türkleri yenmiştir. (Daha önce yaşanan ve gözden kaçan diğer önemli olay, son bağımsız Moğol Kağanı Ligdan Han'ın yenilmesi ve göçebe savaşçı kültürünün -yerleşik kültür karşısında- sona ermesidir.) Fakat Türkler, bu, dünyanın en büyük coğrafyasının, yani ORTA bölgenin (göçebe geleneğini de içeren en eski kültürel nüvelerine sahip) en önemli iki halkından ikincisidir. Ve birinci olması, geleceğin kalitelerine adapte olmasına ve samimi çabasına bağlıdır.

Ama buraya kadar henüz, asıl 'Batı'dan bahsetmiş değiliz. Çünkü buraya kadar anlattığımız Doğu/Batı ayrımı, şimdi/bugün, (Batı merkezli) bilim çevrelerinin analizlerine yaslanmaktadır. Eskiden, yukarıda sözünü ettiğimiz çağlarda, çatışmaların/ayrımların öznesi olmak (ve hakim dil/kavram) anlamında, bir Doğu/Batı ayrımı bulunmuyordu. Bu çok önemlidir. Ve bugün tarihe Doğu/Batı üzerinden bakmak, tarihin bugünkü -hakim- ayrımlar ve kavramlar temelinde geriye doğru yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir -ki asıl yanıltıcı olan da budur.

Doğu/Batı ayrımı fikrinin geriye doğru oluşturulmuş yeni bir şey olduğuna dikkat edersek, bu ayrımın, ileriye doğru mutlaka yaşamak, devam etmek zorunda olMAdığını da -daha kolay- anlayabiliriz. Transatlantik bir birliğin (alanın) ifadesi olarak 'Batı' kavramı 1890 öncesinde yoktur. Kuzey Amerika ve Avrupa'nın kültürel/siyasi/ekonomik benzerlikleri ortaya çıkıp birlikte bir bütün olarak tanımlanmaya başladıktan sonra, 20'inci yüzyıl başında, daha çok bir Anglosakson dünyası merkezli 'Batı' kavramı ortaya çıkmıştır. Ve ilk ortaya çıktığı, sıkça kullanılmaya başladığı dönemde, 'Batı' kavramı kadar popüler ikinci bir kavram daha vardır: 'Beyaz ırk'. Ancak ABD'de devrimle ortaya çıkan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin insanların eşitliği üzerinde radikal/devrimci bir tonda ısrar etmesi üzerine, 'Beyaz ırk' kavramı, kölecilikle birlikte ortadan kalkmıştır -negif bir kavram haline gelmiştir.

Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da ortaya çıkan 'Batı', başlangıçta sadece Rusları ve Türkleri değil, Doğu Avrupalı Hristiyanları ve hatta Orta Avrupa'nın en kalabalık halkı Almanları da dışlıyordu, kapsamıyordu. (Bu sadece İngilizlerin 'Küçük olsun bizim olsun' mantığıyla falan da izah edilemez) İlk 'Batı' ile Alman dünyası arasında köklü felsefi ve yaşam tarzıyla ilgili farklılıklar vardı ve bu farklılıkların Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar sürdüğü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Almanlar aleyhine tescillendiğini söyleyebiliriz. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonunda bile 'Batı' kavramı, Almanya'da, 'Düşman' anlamında (negatif bir şekilde) kullanılmaktaydı. 'Batı' denince anlaşılan, İngiltere-Fransa ve (1917'de savaşa girdikten sonra) ABD idi.

'Batı'ya o aşamada karşı olanların -ki Almanya gibi Türkiye de karşıttı- o zamanki 'Batı'dan önemli farklılıkları vardı. 'Batı' denen ülkeler 1.Demokrasiyle yönetiliyorlardı. ABD/İngiltere/Fransa, hatta iki devrimin desteğini alarak (1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi) Almanya, Avusturya ve Türkiye'den farklı bir yönetim biçimine sahiplerdi. Fakat farklılık bundan ibaret değildi, çok daha köklüydü. 'Batı'nın yeni "uygarlığı" tamamen materyalistti. Ona karşı mesela Almanya'da (ve Türkiye'de) materyalizm ötesi 'Yüksek değerler'in ve insan ruhuna önem veren (Almanya'da felsefe, Türkiye'de tasavvufi) yaklaşımlar görüyordu -ve bu yaklaşımlar, 'Batı'lı saf-materyalist "uygarlığı", bir tür 'yabancı madde'ymiş gibi algılıyordu. Türkiye'de bu ikilemin (ruhsal materyalist/amateryalist çatışmanın sürdüğü, bu ikisinin sağlıklı bir şekilde barıştırılamadığı) bugün de, çeşitli şekillerde devam ettiğini ve bir kafa karışıklığı halinde insanları rahatsız etmeyi sürdürdüğünü biliyoruz. Orta Avrupa'daki (1945'lere kadar süren) 'Batı' karşıtlığı, açık bir şekilde, 1776/1789 değerlerine karşıdır. Bu açıdan da -aynı değerlere karşı olan- Sultan II. Abdülhamit Türkiye'si ile kolay dost olmuştur.

Türk İmparatorluğu yenilip dağıldıktan sonra 'Batı'nın değerlerini aldı (Almanya da aldı). Bu nedenle Amerikan/Fransız ihtilallerinin fikirlerini bugün eleştirmek ve yeniden tartışmak önermesi bile, birçokları tarafından gülümsemeyle karşılanacaktır. Fakat Cumhuriyet'in ilk dönemindeki 'Batıcı' Fundamentalizmi ve klasik 'Batı' fikirlerine adeta tapınmak anlayışından çok daha sağlıklı bir noktaya gelindiğini söyleyebiliriz. Türkiye'de otuzlu ve kırklı yıllarda (hatta ellili ve atmışlı yıllarda da) Fransız İhtilali'ni, 'Batı'lı değerleri eleştirmek, adeta delilikle eşdeğer sayılmaktaydı. Bugün, bu konuda -dünyanın- çok daha ileri bir noktada olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
"Almanya'nın 'Batı' kültürüne açılışı ancak 1945'den sonra olmuştur" ve bunu bu sözlerle ifade eden de (1968'de) Alman filozof Jürgen Habermas'dan başkası değildir.

Avrupa'daki 'Batı'-karşıtlığının ortadan kalkmasından sonra, Soğuk Savaş döneminde 'Batı'dan anlaşılan şey, çok açık bir şekilde NATO'dur ve Türkiye de bu anlamda 'Batılı' bir ülkedir -Tıpkı Asya'nın en doğusundaki Japonya'nın dolaylı yoldan Batılı olduğu gibi. NATO üyesi ve etkisi altında olan ülkelerin Batı sayıldığını görüyoruz. Son Dünya Savaşı, bu açıdan bakıldığında, Batı kavramının bir yeniden tanımını da beraberinde getirmiş görünmektedir. İşin ilginç yanı, bu kavram esasen siyasi ve ekonomiktir ve kültürel farklılıklar tamamen bunların gerisinde kalmıştır (mesela o dönemde İran da Batı'dan sayılmaktaydı ve İsrail'in yakın müttefiğiydi). Aynı dönemde Türkiye'de, -şimdinin İslamcılarının- "Allahı'na kadar!" Amerikancı ve Batıcı olduklarını görüyoruz. "Coni sevgileri" o kadar yoğundur ki, Amerikan 6'ıncı Filo'suna karşı gösteri yapan Solcu gençlere çivili sopalarla, "Allahu Ekber" nidalarıyla saldırabilmişlerdir. (O zaman Amerikalılar henüz Batıl değillerdi zail de olmamışlardı!..)

Soğuk Savaş döneminde NATO etrafında oluşan bu 'Batı'nın sadece askeri ve siyasi/ekonomik bir birlik olmadığını, bunların dışında bazı ortak 'Batı'lı özelliklerin bulunduğunu görüyoruz. 'Doğu' ilan edilen sosyalist ülkelerdeki insan haklarının ve halkın temsili gibi konuların, sosyalist bürokrasinin (yani Nomenklatura'nın) halka kulak asmayan kaba antidemokratik yaklaşımlarının 'Batı'da eleştiri konusu yapıldığını görüyoruz. Sosyalist 'Doğu'nun yıkılmasında, bu 'Batı'lı değerlerin de rolü olduğu malumdur. 'Doğu'nun geleneksel temsilciliğinin, Alman/Avusturya/Türk İmparatorluklarının yıkılmasından sonra esasen Sovyetler Birliği'ne (ve Rusya'ya) kaldığına da dikkat çekmeliyiz.

Sosyalist Blokun çökmesinden sonra 'Batı'lı değerlerin (bunlara kısaca değineceğiz) bütün dünyaya hakim olduğu gibi bir kısa yanılgı dönemi, 21'inci yüzyılın başına kadar sürdü. Daha eskilere/tarihe/coğrafyaya dayanan yeni bir Doğu/Batı ayrımı kavramı, neoliberal Huntington tarafından, tarihte hiç olmadığı kadar coğrafi bir ayrım haline getirildi. Buradaki temel hata, 'Batı' kavramının artık nasıl kullanılması gerektiği sorusunun Sosyalizm sonrası yeni döneme uygun olarak sağlıklı bir şekilde yeniden ele alınmamış olmasıydı. En önemlisi, böyle bir ayrıma artık gerek olup olmadığı da düşünülmek zorundaydı. Boşluk/karışlık/geçiş dönemlerine özgü kurallar işlemiş ve alışkanlıklar galip gelmiştir. Bugün bir 'Batı'dan söz etmeye devam etmek, artık sadece bir alışkanlık meselesidir. Bu kavramın geleceği yoktur ve yerini giderek başka dominant kavramlara bırakacaktır. Bu tip (Doğu/Batı) ayrımların ortadan kalkmasından önceki son aşamada 'Batı'yı iki farklı şekilde tanımlamak herhalde daha doğru olacaktır. Bunlardan biri 'Sistemik Batı'dır ve aslen 'Kapitalist yaşam biçimi'ni ve o mihvaldeki birçok sosyokültürel ve sosyoekonomik özelliği içerir... Diğeri, onunla özdeş olmak zorunda olmayan -geleceğe dönük- bir coğrafi/kültürel 'Batı' olabilir. Bu denklemde birinci sistemik 'Batı'ya karşı, coğrafi/kültürel 'Batı'lı ülkelerle/çevrelerle ittifak yapılabilir (-böyle şeyler olmaktadır da) Sadece bu bile, 'Batı' kavramının eski önemini ve geçerliliğini yitirmekte olduğunun işaretidir. Enerji tüketen, klasik körü körüne Batı düşmanlığını aşmanın ilk yolu da budur.

Buradan, eleştirilmesi gereken konuya, 'Batı'nın -günümüzdeki adının- sistemik 'Batı' olduğuna işaret etmek istiyoruz. Fakat bu da, Türkiye'nin kendiyle olan (ve bu Doğu/Batı ayrımı, veya birlikteliği) kafakarışıklığı sorununu çözmüyor. Çünkü Türkiye'nin kendi değerleri üzerinden yeni bir tanımlama değil -gene 'Batı' üzerinden bir tanımlama... Türkiye'nin böyle değerlendirmeleri kendisi açısından ve kendi değerlerine DE yaslanarak yapabilmesi gerek. 'Batı'nın -özellikle neoliberal dönemde ve kısmen günümüzde- Hristiyanlık üzerinden tanımlandığını görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında bin yıllık 'Doğu'lu Ermenistan, neoliberal döneme has "diyasporalar mevsimi!"nde, kendini 'Batı'dan daha Batılı gösterme çabasında olmuştur. Azerbaycan ise, 'Doğu'nun tipik temsilcisi sayılmıştır. Burada asıl farkın etno-kültürel neoliberal "değerler" üzerinden, (mesela din üzerinden) yapıldığı çok açıktır.

Türkiye, 'Batının Doğusu' olmak anlamında, Yahudilerle başlayan monoteist dinlerden birinin savunucusu olmuştıur. Bu bakımdan 'Doğunun Doğusu' Asya'dan tamamen ayrılır. Ne Hindistan, ne Çin ne Japonya monoteist kategoride değerlendirilebilirler (Fakat buna rağmen Türkler, Japonlarla -Doğu ve Batı Göktürkler üzerinden- doğrudan akrabadırlar, benzer dilleri konuşurlar. Bu da Türkiye'nin, üzerinde daha sonra duracağımız başka bir avantajıdır). Bu açıdan Türkiye, İbrahimi dinler topluluğunu temel alan bir büyük çevreye dahildir. Sistemik Batı'nın iyice zayıflaması ve daha da zayıflayacağı gerçeği sabit kalmak koşuluyla, Çin merkezli yeni 'Doğu' karşısında Türkiye'nin Batılı olduğu açıktır -tabii burada ille de Doğu/Batı ayrımı üzerinden konuşacaksak! (Ki ileride Doğu/Batı ayrımı bazında konuşulacağı şüphelidir) Ama konu elbette bundan ibaret değildir. Türkiye'nin ve Türklerin özelliği, tarihi birikimi, kültürü ve (üzerinde durulması gereken mantalitesi), Türkiye'yi -tıpkı Rusya gibi- özel kılmaktadır. Ve bu özellik, 'Hem Doğulu hem Batılı' olmak özelliğidir. Türkiyenin avantajı (ve laneti?), -hele şimdi- hem Doğulu hem de Batılı olmak zorunda olmasıyla ilgilidir. Zorundadır, çünkü ne Doğu'dan ne de Batı'dan vazgeçebilir. Zorundadır, çünkü ikisini de içeren ve sentezleyebilen yeni bir değerler bütünü ortaya koymalıdır. Özgün ve yeni olabilmesi buna bağlıdır.

Türk İmparatorluğunun yıkılmasından önce, o zamanın 'Batı' denen (İngiltere/Fransa/Amerika) 'güç'lerine karşı -sistemik anlamdaki- Türk itirazı neydi?

Dünyevi ve Tanrısal güç arasındaki ilk ayrım İngiltere'de, 1215'deki Magna Charta ile olmuştur. İkinci ayrım, asiller ve kapitalistler arasındaki ayrımla sonradan gelmiştir. Ve bu ayrımlar, Ortodoks Doğu kilisesi ve İslam'ın hakim olduğu bölgede değil, Batı kilisesinin bölgesinde gerçekleşmiştir. Doğu Kilisesi'nin ve İslam'ın hükümranlık alanında çok önemli bir siyasi özellik göze çarpmaktadır: Hükümdar ve Dini lider(Papa), Batı Kilisesinin hükümranlık alanındaki gibi birbirinden kesin bir şekilde ayrılmamıştır, birbirinden bağımsız değildir ve daha önemlisi... Doğu'da Hükümdar, dine hükmeder (tersi değildir). Hem Doğu Roma İmparatorları hem de Türk Sultanları, (daha sonra Halifeliği de kendi varlıklarında taşımak suretiyle) dini kontrol etmişlerdir. Bu özellik, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nde de -Batı'lı bir anlayış temelinde eleştirilmekle birlikte, yaşamaktadır. 'Batı' düşüncesi ise, tarihi süreç içindeki öncesiyle ve şimdisiyle, dinin siyasi yönetim (ve kontrolünden) bağımsızlığını, ondan ayrılığını savunur. Papa, bir dini önder olarak hükümdarların üzerinde, onlardan bağımsızdır -ve bu, Türklerin 'Batı'ya karşı çıktıkları özgün konulardan biridir.

Batı ile en önemli sorunlardan bir diğeri, kuşkusuz demokrasi olmuştur. Demokrasi, 'Batı'ya özgü ama bugün tüm dünyanın içselleştirdiği bir modeldir. Demokrasiye karşı Almanya'dan Türkiye'ye uzanan
(1918'e kadarki) itiraz coğrafyası ülkeleri, elbette nicel farklılıklar taşırlar ama nitel anlamda ortak yanları vardır. İtiraz edilen 'Batı'lı değerleri kısaca hatırlayalım: 1. Katı ve eşit işleyen 'Hukukun üstünlüğü' ilkesi (Hukuk işlerinin eskiden Türkiye'de 'Batı'dan farklı olduğunu biliyoruz -ve bugün "kötüydü" diye kestrip atıyoruz. Şekle değil, eski hukukun ruhuna bakınca, konu daha farklı da değerlendirilebilecektir). 2. Demokrasi. Abdülhamit'in demokrasiye özellikle karşı çıktığı biliniyor. Klişeleri bırakıp, neden karşı çıktığına yeniden dikkat etmek gerekir. 3. Güçlerin ayrılığı ilkesi. Bu ilkenin esasen İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra -demokrasiye Alman itirazının kesin ortadan kalkmasının ardından- özellikle 'Batı'lı bir değer olarak yükseltildiği malumdur. Türkiye bugün kuşkusuz, bu üç ilkeyi de kabul edip içselleştirmiştir -hatta Almanya, demokrasinin dünyada en iyi işlediği birkaç ülkeden biridir- ve Türkiye, yukarıda saydığımız ilkeleri daha iyi uygulayabilmenin de mücadelesini vermektedir. Bunlar elbette iyidir... Ama bunlar, Türklerin özgün 'Batı' dışı değerlerinin ne olduğunu yeniden hatırlaması ve kendini bunlarla DA zenginleştirmesi önünde engel değildir -hatta 'hem Doğulu hem Batılı' özel pozisyonu, iki yanın da iyi bilmesini ve iki yanının da birlikte (sentezlenerek) yaşayabilmesini gerektirir. Bu yaklaşım tarzı, Sözel düşünce ve (Görüntü bazlı) İmgesel düşüncenin dengelenmesiyle dünyada ortaya çıkacak yeni insan mantalitesinin (insan modelinin) de ilk adımı olacaktır.

Buradan, 'Sistemik Batı' diye tanımlayabileceğimiz çağdaş kapitalist sistemi ve ona özgü siyasi sistem 'demokrasi'yi eleştirirken, dünyayı klasik 'Batı' ve 'Doğu' ayrımı ötesinde yeniden tanımlaya özen göstermek gerekiyor. Yeni tanımlama, eski ayrımlardan ve tanımlamalardan tamamen farklı olabilir. (Bu saptama için yeteri kadar "malzeme"ye de sahibiz) Büyük savaşlardan sonra ve büyük krizlerden sonra (ki 2007/2008 krizi böyledir) şimdiye kadar olduğu gibi, ayrımlar da, şimdikinden çok farklı olacaktır. Ve bu farklılıklar, eskiye bir dönüş üzerinde yükselemez -şimdiye dek tarihte de yükselmemiştir. Mesela -son on küsür yıldır Türkiye'de moda olduğu üzere- 'İslam Dünyası' temelli bir ortak ayrım üzerinden yeni bir birlik oluşturmak fikri de böyledir -eskidir. Aslında nasıl bir 'Hristiyan Dünyası' yoksa, bir 'İslam Dünyası' da yoktur. Ülkelerin ve bölgelerin farklı çıkarları vardır. Neoliberalizmin bir yansıması olarak dünyamızı şenlendiren 'İslamcılık'ın bir 'İslam Dünyası' algılaması elbette vardı ('Hristiyancılık'ın da vardı. Bush da onların "piriydi") ama bu anlayış, geleceğin ayrımlarıyla örtüşmüyor ve bir tür eskinin tekrarı olmaktan ileri gidemiyor, gerçekleşme ihtimali de bulunmuyor.

Bugünkü 'Batı' kavramına özgü özelliklerden önemlileri üzerinde durursak, onun dışında yer alanları da daha kolay anlayabiliriz. Bu konuda da mesela Max Weber'e başvurabiliriz. Ona da yaslanarak bazı önemli noktalar:
Batının karakteristik özelliklerinin başında ampirik ve saf materyalist bilim geliyor (Türklerde bilim/kalp birlikteliği daha farklıdır). Rasyonalizm (Türklerde bir de irrasyonalizm). Düzenli ritmli müzik (Türklerde dönüşümlü ritmli müzik -ki çok önemlidir). Şematik Batılı seküler Hukuk (Yüksek değerleri önemseyen eski Türk hukuku). Kesin sınırları çizilmiş, uzmanlaşmak anlayışı (Türklerin ve kapitalizm öncesi loncalarının ahilerin meslek yaklaşımı, bu konudaki esneklik). Sürekli yatırım, para peşinde koşma, mutlaka durmadan birşeyler yapmak dürtüsü (Türklerde: yetinmek, alçak gönüllülük, çok çalışmanın ve paragözlüğün ayıplanması. Bu konu, 'Sözel düşünce' ağırlıklı bozuk/materyalist düşünme biçimiyle de ilgili olduğundan, ayrıca -daha detaylı- değerlendirmek gerekiyor). Ev işiyle işyeri işinin birbirinden ayrılması (Bu 'Batı' özelliğinin sistemle ilgili olduğuna daha önce de değinmiştik). Tamamen rasyonel değerlendirme ve hesap tutma işi (Türkler'de başka değerler de işin içine girer). Demokraside ifadesini bulan 'Birey/Vatandaş' (Bu "zat" tamamen sistemik 'Batı'ya özgü, 'Batı'da ortaya çıkmış bir görüngüdür. Türklerde 'Şehirli' tipi, (Yahudi ve Hristiyanların yanında) 'Sünni tüccar' şeklinde tezahür etmiştir ve "serbest piyasa" babında asla 'Birey/Vatandaş' kadar "yatırımcılık anlamında özgür" olmamıştır. Doğu Roma imparatorluğunda da bu temel anlayış Batı'dakinden farklıydı). Bizi bugünün sistemik 'Batı' anlayışına götüren en temel özellikler ise: 1. Batı rasyonalizmi. 2. Bunun, ekonomi odaklı rasyonel bir hayat tarzı şeklinde ifade bulması. 3. Endüstri, bürokrasi ve askeriyeyi de kapsayan 'Modernleşme'dir.

Bugün, yukarda saydığımız özellikler bütün dünyada benimsenip oldukça yaygın bir şekilde uygulanıyor. Buna rağmen, kültürel özelliklerini de hesaba katıp dünyaya bakarsak, 'Batı'lıların azınlıkta olmalarından da öte, hızla etkilerini kaybettiklerini görürüz. Bu durum, sistemik Batı'nın çöküşüyle daha da vahim bir hal alacak gibi görünüyor. Mesela Amerikan Doları'nın İngiliz Sterlin'inin kaderini paylaşacağını söylerken, yeni/yerel para birimlerinin yükseleceğini ve eskisi gibi çok sayıda para biriminin birlikte yaşayabileceği tahmininde bulunabiliyoruz. Öyleyse Doğu/Batı ayrımı konusundaki muhtemel değişimleri bir zafer/yenilgi şeklinde ele almak yerine, nitel yeniliğe dikkat kesilmek, en doğrusu olacaktır. Ve o yenilik de, eski değerleri yeniden -bu kez çok daha derin bir şekilde- değerlendirmekle ilgilidir. Türkler, benimsedikleri 'Batı'nın iyi değerleriyle, unuttukları eski iyi değerlerini yanyana kullanabildikleri zaman, kendilerini iyi anlamda aşmış olacaklardır. Ama 'eski değerler'i, neoliberal İslamcılık ile geriye doğru yeniden yorumlayıp postmodern Sünni İslam'a indirgemek sananlar yanılıyorlar. Eski değerler, yukarıda kısaca değinildiği üzere, çok daha derinlere gitmektedirler ve daha dikkatli/nesnel bir incelemeyi gerektirmektedirler. Mesela bu inceleme, rasyonel olduğu kadar irrasyonel de olmak zorundadır.
Türkler, kulağa saçmalık gibi gelen bu cümlenin hakkını verdikleri an, kendileriyle barışmış ve dünyadaki önemli yerlerini almış olacaklardır diyebiliriz. O yer, Doğu ile Batı'nın arasında, ikisini de kapsayan, ama bir sentez olarak onların üzerine çıkmış özgün bir çekim noktası olabilir.

Amerikan Dolarına Arap ve Japon darbesi


Bugünkü bir "spekülasyon" veya komplo teorisi falan değil, tehlikeli bir gerçek.

Gazete okuyan herkesin malumu olduğu üzere, ABD'nin Irak'a saldırma nedenlerinin başında, Saddam'ın petrolü Dolar'la satmaya son vermesi gelmekteydi.
Şimdi Arap ülkeleri anlaştılar (ve bu yöndeki hazırlıklarını tamamlıyorlar): Bundan böyle petrol fiyatları Dolar bazında belirlenmeyecek.
Kıdemli gazeteci Robert Fisk, bu konuda geçen gün bir yazı yazıp, durumu dünyaya duyurdu (
tıklayınız).
"Çağdaş dünya"nın "sihirli formü"lünü, 'Para/İş/Petrol' diye özetlemiştik. (Buradaki 'Para', güncel haliyle 'Dolar' demek oluyordu esasen.) ABD, bu sayede taş atıp kolu yorulmadan ve arada darphanelerindeki baskı makinelerini çalıştırarak beleşe dünyaya hükümdarlık yapıyordu. Petrol ile Dolar'ın yollarının ayrılması, ABD için sonun başlangıcı olabilirdi. Amerikalılar bunu görüp, ibret olsun diye Irak'ı "cezalandırdılar".
Ama ABD yenildi...
Şimdi Arap ülkelerini tehdit etmesi, saldırmaya kalkması sözkonusu bile değil. İşte bu nedenle Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Dolar'ı -zamanı geldiği için- dürüyorlar...
Bu ülkelerin iki trilyon kadar rezerve Dolarları var. Bu paraları da elden çıkartmak için, henüz uyumakta olan ülkelerde Dolar bazında bol miktarda "yatırım" yapabilirler, mal/firma/yeraltıkaynakları satınalabilirler. Yani yakında bazı Türk politikacıları ve "köşeli" ekonomi profesörleri, "A ne güzel! bak bize yatırım yapıyorlar, ekonomimizi yükseltiyorlar!" diye, sevindirik olabilirler. Bazı büyük egolu ve defolu "Müslüman" politikacıların yönettiği ülkelerde (mesela nerede?!), seçimler yaklaştıkça, böyle Dolar bazlı balon tipi ekonomik sıçramalar olabilir!..
Şudur: İleride bir değeri olmayacağı için, şimdi bol bol Dolar alıp -sonra mesela o Dolarları duvar kağıdı olarak kullanabilirsiniz!.. Yeşil yeşil, özellikle "Müslümanlar"ın (her milimetrekaresi altın rengi kakmalı-çakmalı eşya ve markazit taşlarla "süslü") evlerine çok "yakışır!.."
Amerikalılar bütün bu olanı biteni aynen biliyor olmalılar...
Dünyanın en gelişmiş dinleme aletlerine, gizli servislerine sahip oldukları halde... seyretmekten başka birşey gelmiyor ellerinden. "Dolar akar Amerikalı bakar" vecizesine uygun bir hayat sürdürüyorlar artık...
(Yakında -bir benzeri- Türkiye "Müslümanlar"ının da başına gelebilecek seyirlik hayat tarzı!..)
Dolar'ın dünya tedavülünden kaldırılması konusunda sadece Arap ülkeleri ve Çin-Rusya arasında görüşmeler olmuyor... Mesela Fransa (o bile), böyle görüşmelere katılıyor!.. Arap ülkelerinin bu "yeni" adımına Brezilya ve Hindistan da uyabileceğini ima ediyor... İran, döviz rezervlerini artık Yuro (Euro) bazında tutacağını zaten açıklamıştı...
Şimdi... Japonya ABD'ye finansal atom bombası atmak üzere...
Düşünüyorlar... Keyiflerine bağlı bir olay...
"Atom bombası mı?!.. Bu nasıl olur?!.." diye soranlara:
"Bayaa olur!.."
Şimdilik şu kadarını çıtlatmakla yetinelim:
Japon Demokrat Partisi 'Minshuto' iktidara geldikten sonra bir gün içinde Dolar-Yen paritesi, sadece bir gün içinde, Yen lehine
yüzde iki değişti...
(E vardır borsacıların bi' bildikleri!..)
Bu oranda bir değişiklik, anca bir yıllık süre içinde olurdu...
Velhasıl... Amerika hızlı yaşadı, genç ölebilir...
Cesedi yakışıklı mı olacaktır nedir!..

Spekülasyon: Sovyetlerin çöküşü, planlı bir kurmacaydı!


Dünden hızımızı alamayıp, spekülasyonlara, devam ediyoruz...

Malum, Sovyetler Birliği çöktü. 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla başlayan bu süreç, 1991'de Sovyetler Birliği'nin iptaliyle tamamlandı ve dünyada yeni bir dönem başladı...
Önce spekülasyon ve komplo teorileri hakkında bir kaç söz:
Komplo teorileri, özellikle çaresizlik dönemlerinde ve cehaletin iktidar olduğu yerlerde ve çevrelerde yaygındır. (Türkiye'de komplo teorilerine en meraklı kesim, neoliberal çağdaş ve de modern "Müslümanlar"dır.)
İnsanlar anlayamadıkları konuları izah etmek için komplo teorilerine ihtiyaç duyarlar ve bu teorilere inanırlar.
Eskiden 'Hurafe' denen şeylerin mürekkep yalamış haline 'Komplo Teorisi' diyoruz.
Böyle teorilerin elbette hepsi boş değildir!.. Aralarında, sahiden üzerinde çalışılmış olanları da mevcuttur. Ama böylelerinin ipliği mutlaka pazara çıkar. Çıkmayanlar ise esasen hurafeden ibarettirler.
İşte böyle teoriyle spekülasyon arasında gezinen şehir efsanelerinden biri de, Sovyetler Birliği'nin aslında çökmediği, bunun bilinçli/planlı bir taktik geri çekilme hareketi olduğunu iddia eden "tartışmalar".
Ele almak istediğimiz konu, aynı zamanda bazı kitaplara da konu oldu elbette!..
Biz burada "örnek" bir kitap üzerinde duracağız:
Thorsten Mann "Weltoktober" 2007.
Okuması zevkli!.. (tabii pek ciddiye almamak koşuluyla!)
Sovyetler Birliği detaylı bir plan sonucu, bilinçli bir şekilde bizzat Rusya tarafından sona erdirilmiş olabilir mi?
Berlin Duvarı'nın yıkılmasını KGB mi organize etti?
Dünyada kapitalizmin çökmek üzere oluşunun, Sovyetlerin bu taktik geri çekilme planıyla bir ilgisi var mı?
Yazar, Sovyetler Birliği ve eski uydularının serbest piyasa ekonomisine geçişi olayının, tüm detaylarıyla düşünülmüş ve planlanmış bir komplo olduğunu iddia ediyor. Amaç: Lenin'in uzun vadeli sosyalizm planını uygulayarak yeni bir global sosyalist dünya düzeni kurmakmış.
Kapitalizm eleştirisinin yükseldiği bir dünyada, Eski KGB'li Putin Rusya'sı ve ÇKP Çin'ine böyle sofistike "roller" ve güç bahşetmek hoş!.. Tabii ister sosyalist, ister serbest pazarcı olsunlar, ne ABD ne Rusya ne de Çin birbirinin alternatifi olabilir. Bu daha çok, 'Çarpışan yumurtalar' oyununa benziyor. İlk çarpışmada galiba ABD kırılacak.. ama sonra dünya, Rusya ve Çin'i elinden düşürebilir!.. Ve yumurta bu... Kırılır!..

Bir spekülasyon: Amerika'ya Rus-Çin işgali!


"Gelin spekülasyon yapalım..."
Yukarıdaki başlığı bugün İsmet Berkan, Türk siyasetinin geleceği hakkında spekülasyon yapmak amacıyla Radikal'deki yazısına atmış. Biz de onun örneğini izleyerek "fantastik" bir spekülasyon (hatta 'Komplo Teorisi') üzerinde duracağız burada:
Rusya-Çin önderliğindeki geniş bir ittifakın ABD'yi işgali...

Tabii çok abartılı/abes geliyor kulağa ama konudan bahseden, bir eski KGB subayı ise (Enformasyon ve bilgi savaşı uzmanı!), ve daha 1988'de işgalin kronolojisinden bahsetmişse, işgalin ilk adımı olarak ABD'nin 2010'daki muhtemel çöküşünü daha o zamandan bir tarih olarak verdiyse, bunu nasıl hesapladığını ve bu hikayenin aslı astarını sormak gerekir!..
(Mesleği icabı adama çok dikkatli yaklaşmak lazım tabii!..)
"Uzman", ABD'nin çöküşünün 2009 Kasım ayında başlayacağını söylüyor... (-ki bu ihtimal dahilinde!..)
(Meraklısına not: Burada yazdığımız spekülasyon hakkında bir yazı, 29 Aralık 2008'de Wall Street Journal'da yayımlandı.)
Madem "spekülasyon" yapıyoruz, daha "cürretkar" olalım!...
ABD, tarihinin en büyük krizine doğru ilerliyor ve bu bir sır değil.
Gazete, ABD'nin çöküşü tahmininden bahsederken, Rus gizli servislerinin, birçok konuda tahminlerden daha fazla bilgiye sahibi olabileceğine işaret ediyor.
1980'lerde, yani Sovyetler Birliği'nin çöküşünden önce ABD'ye sığınan bir KGB ajanının anlattığına göre, ABD'ye karşı yapılan planın SSCB'nin çöküşünden bağımsız bir şekilde 1960'lı yıllardan beri aksamadan işlediği de, (daha sonraki iki faklı kaynağın sözleriyle desteklendiği üzere) aynen vaki imiş!..
Plan, bir dizi tahminler ve bu tahminlerin gerçekleşmesi halinde yapılacak bir dizi detaylı operasyonu içerir görünüyor.
ABD'de ekonominin, para birimi Dolar'ın ve devlet aygıtının 2010'daki çöküşü üzerine, kaosu durdurmak için Rusya ve Çin'in ülkede asayişi sağlamak için (gerekirse zorla) "davet edilerek" ABD'ye girmesi.. diye özetlenebilecek çok uluslu bir plan!..

Plandan, (90'lardan itibaren çeşitli dönemlerde bahseden) iki sığınmacı eski Rus ajanı, ABD'nin ya barışçı bir şekilde Çekoslavakya modeliyle, ya da Yugoslavya'dakine benzer bir savaşla, zor kullanarak parçalanıp paylaşılacağını söylüyor!..
Plana göre Kaliforniya başta olmak üzere ülkenin Batısına Çin askerleriyle girecek ve kalacak. Texas dahil bazı eyaletler Meksika'nın yönetimine bırakılacak.

Rus askeri istihbaratı GRU'dan başka bir eski ajanın bahsettiğine göre
, (önce bir Rus atom saldırısını da içeren) planda, Çin'in 48 Amerikan eyaletinde asker bulundurmak istediğini söylemiş. Rusya, Kanada dahil ABD'nin orta bölümünü kontrol etmeyi düşünüyormuş.
En İlginci, New York başta olmak üzere Florida'ya doğru inen bir bölümün yönetimini, Avrupa Birliği'ne vermenin planlanmış olması.

Ama bana en ilginç geleni ise, çok sayıda devletin, çeşitli boyutlarda, bu işgal ve kontrol operasyonuna katılacak olması ihtimali (?!..)
(Bu ihtimale göre bazı ülkelerin, -eğer böyle bir plan sahiden olsaydı- plandan sadece haberdar olmak değil, plana doğrudan katkıda bulunuyor olabileceklerini de pek ala söyleyebiliriz. Bu devletlerin hangi ülkeler olabileceğini tahmin etmek de zor olmasa gerek: Mesela Hindistan, Japonya, Orta Asya ülkeleri... Belki AB ülkelerinden bazıları, Güneydoğu Asya ülkeleri...)
(Buna burada -şimdilik- 'sadece bir spekülasyon' deyip çıkıyoruz işin içinden tabii..)
İnşallah savaş falan olmaz, ABD de çökmez...
Onun yerine politikacılar durumun vahametini nihayet anlayıp, sistemi kökten değiştirmek için sahici çaba gösterirler ve bir felakete mahal vermezler..
.
Bunun için yıllardır yazıp konuşuyoruz...
Bunu yapmak zorundalar...
Yoksa tarih, tembelliği ve aptallığı affetmeyecektir.

Kahramanlığın dünü bugünü yarını





IMF
'yi kınamak için gösteri yapan öğrencilerin dağıldığına inanamayan polis, onların paşa paşa kaldırımdan yürümelerinden bile kuşkulanmış. 68'liler ve 78'liler, bu kadar uysal değillerdi. Dolmabahçe Sarayı'nın önüne gelen gençler bildirilerini okuyup olaysızca dağıldılar. Ne o? Dünya finans/faiz kurmaylarına karşı azıcık kahramanlık yapmak da mı günah “Müslüman” Türkiye'de?


Kahraman, başkaları için, kendini tehlikeye atarak iyi şeyler yapan kişidir. Bu anlamda kahramanlık,kamusal bir kavramdır. Eski kahramanların mitolojilerdeki ilk örnekleri, olağanüstü işler başaran olağanüstü insanlardı. Masallardaki kahramanlar da böyledir. Halkın kahramanlara duyduğu sevgiyi, potansiyel bir kaynak olarak sürekli yeniden ürettiği, çocuklarına sürekli yeniden aşıladığı anlatılardır masallar. Masallar güzeldir çünkü olağanüstünün olağan sayıldığı, kahramanlığın zafer kazandığı ve masumiyetin ölmediği, hatta dünyaya hakim olduğu bir atmosferi yansıtırlar. İyiliğin ve güzelliğin tüm gücüyle hüküm sürdüğü bir dünyadır masal dünyası. İnsan ruhunun daha çocuktan doğru bir şekilde işlenmesi ve insani/yüksek değerleri içselleştirebilmesi için gerekli arkaplan, önce masallarla (ve tabii müzikle) oluşur. Kahraman olabilmek için önce, o iyi/güzel değerlere şaşmaz bir şekilde inanmak gerekir. İlk kahramanlar bu yüzden Tanrısallıkla bağlantısı olan kişilerdir. Ve o ilk büyük kahraman tipinin son örnekleri Peygamberlerdir. Kuşkusuz daha sonra da büyük kahramanlar olmuştur, ama sonrakiler, ilk kahramanlardan çok daha dünyevidirler.

İlk kahramanlar köyleri, halkları, kişileri, insanın ruhunu kurtarırlardı. Bu konuda insanlar arasında pek de fark gözetmezlerdi. Mesela Sarı Saltık da Balkanlar'da Hristiyan halkı, onlara tebelleş olan bir canavardan kurtarır. Saltukname, kurtulanların da bu kahramanlık karşısında Müslümanlığı kabul ettiğini yazar. Eski kahramanlar, kapitalizmin milliyetçilikler devrine kadar böyledirler. Ayrım yapmadan herkesin yardımına koşan ve hayatı pahasına başkalarının zor zamanında yetişen kişiler..

Kahramanlar, milliyetçilikler devrinde şekil değiştirerek, 'Milli Kahraman' halini aldılar. Gene kurtarıcı özelliğine sahiplerdi, ama 'Milli Dava'lar çerçevesinde yorumlandılar. Bu aşamada kahramanlığın “demokrat”laşmaya başladığını da görüyoruz. Eskiden kahramanlar üstün özelliklere, meziyetlere, yüksek kalitelere sahipti. Oysa yeni milli kahramanların, cephede “düşman”a karşı savaşırken ölmesi kahraman olmalarına yetiyordu. Nitekim kahramanlar için dikilen heykel ve anıtların, kapitalistleşmeyle başlayan milliyetçilikler çağında, ünlü/büyük şahsiyetlerden, askerlere doğru genişlediğini ve orada bittiğini biliyoruz. En son şehit askerlerin anıtları dikildi -Anıt devri, Mahirlere, Denizlere kadar genişleyemedi. Gençliğin Solcu yeni kahramanları, nihayet, "yeni bir ulusal kurtuluş mücadelesi ve sosyalizm" için hayatlarını feda etmişlerdi, bunu halk için yaptılar. Son büyük halk kahramanları onlardı. Anıtlar devri, kahramanlar devriyle birlikte sona erdi -ve bunun farkına pek varılmadı! (Şimdi herkes çok meşgul! Para peşinde koşmaktan yaşamaya ve etrafına bakmaya zamanı yok!)

Elbette milliyetçilikler devrinin milli askerleri de sahici kahramanlardır. Askerler ülkeleri için canlarını vermişlerdir ama bundan birkaç yüzyıl önce aynı şekilde ölselerdi bu sadece “normal” sayılacaktı. Şimdi, eskiden normal sayılan bir şeyin taltif edilmesini gerektiren yeni şartlar var. İnsanların “eşitlik, demokrasi” şartları altında (bunların ne olduğunu da herkes kendine yontarak yorumlayabiliyor) iyiden iyiye “Çağdaş ve de Modern Birey” olması -yeni bir durumdur. Bu insan türünün bugünkü varyasyonu, kahraman olmak falan istemiyor. Sadece tüketmek, zevklenmek, alıştığı işine gidip gelmek vs. ile ilgileniyor. Devlet/millet de onu -aslında- pek ilgilendirmiyor. Devletten ziyade milli devletler ötesi firmaların, para ilişkilerinin ve tüketim odaklı global kapitalist yaşam biçiminin hakim olduğu bir dünya bu.

Kahramanlığı sürekli yeniden üreten eski değerler, mesela masallar, çocuklara pek anlatılmıyor artık. Eskiyle kıyaslandığında ninesinin dizinin dibinde masal dinleyerek büyüyen çocuk sayısı maalesef yok denecek kadar az. Çocuklar televizyonla büyü(tülü)yor. Anne-babalar sabırsız. Çocuğa önce emziği sonra televizyonu dayayıp, onunla uğraşmaktan kurtulmak istiyorlar. Sabır ve iyilik, eski insanların en önemli erdemlerinden, meziyetlerindendi. İnsanların birbirine ayıracak zamanları herzaman vardı -ve o zamanlar kimse bu kadar “Ben” değildi. Şimdi, cebi para gören herkes önemli sayıldığından ve buradan “Birey” denen birşey doğduğundan, kahramanlar da azaldı veya belli dar normlara sıkıştırıldı.

Günümüz dünyasında kahraman olabilmek/sayılabilmek için insanın hayatını mutlaka tehlikeye atması gerekmiyor. Mesela özel uçağını vererek, bir hastanın organ transplantasyonunun zamanında yapılmasını sağlayan bir iş adamı kahraman sayılabiliyor. Veya Somali'deki aç çocuklara para toplamak da kahramanlık sayılabiliyor. Trend, kendinin ve başkasının hayatını -ne için olursa olsun- asla tehlikeye atmamak. Sistemin merkez ülkelerinde kaza/yardım durumlarında insanlar, “kahramanlık yapmamaları” konusunda uyarılıyorlar. Bu nedenle kazazedelerin paşa paşa ölmeyi veya ambulans beklemesi “normal” sayılıyor. Kahramanlığın henüz yeterince “demokrat”laşmadığı, bireyselleşmenin sağlam dikiş tutturamadığı Türkiye gibi ülkelerde ise, kahramanlar çok daha fazla. İnsanlar kendilerini -gerektiğini hissettiklerinde- daha kolay, başkaları için tehlikeye atabiliyorlar. Bu insani meziyet, şimdi artık çok önemli.

Kahramanlığın nasıl bitebildiği ve bunun sonucunun ne olduğuna en “canlı” örnek, galiba 1964 yılının Amerika'sında New York'ta yaşanan bir olay. 38 komşusunun gözleri önünde bir kadın ödürülüyor ve olaya tanık olan bir tek kişi bile kadına yardım etmiyor, üstelik polise de telefon etmiyorlar. Modern kapitalist “Birey”in vardığı yer burası. Kapitalist “özgürleşme”nin “bireyleşme”nin bir de böyle bir yanı var. İnsanı “canı tatlı”, “özel!” ve “Ben var ya Ben!..” yapıyor.

Başkaları için hayatını tehlikeye atmak bir yana, rahatını bile bozmak istemeyen bir yumuşakça türü, bir hominid oluştu. Sisteme özgü bu tip insanların Türkiye'de (ve diğer “az gelişmiş” ülkelerde) başka bir türü daha var ki, bunlar hominid'lerden de beter. Bu tipler hayatlarında en ufak bir riske girmemiş, okullardan sonra babaları/torpilleri/partileri sayesinde iş sahibi olmuş, hatta karılarını bile tanıdıkları aracılığıyla bul(dur)muş, markacı, tüketici, ama ille de Batılı/Avrupalı, dünya vatandaşı falan sayılmak isteyen tipler. Bunlara Türkiye'de bir de İslamcı versiyonları katıldı. Onlar da “kendi islami hayatını yaşayan (?) Modern dünya vatandaşı” olma havasındalar. Yani tavşanın suyunun suyu. Çoğu, Üniversiteden sonra doğru dürüst roman bile okumamış (İslamcılar çok daha fazla okuyor), ama dört yıl okudukları okul kitaplarıyla ve kırık İngilizceleriyle allame olduklarını sanıyorlar. Bunların İslamlı ve İslamsız türü, -her ikisi de “Çok çağdaş” sayılmak istiyor. Çünkü ambalajları öyle. Ayrıca turist olarak her yere gidip dünyaya aval aval bakabiliyorlar. (On yıl kadar önce beni şok eden bu tip bir Türk “Modern Birey”i, bana siteleri, gökdelenleri falan gösterip şöyle demişti: “Bir de bizi Avrupa'ya almıyorlar...” O gökdelenlerden Kenya'da da var! Kenyalıları da Avrupa'ya almıyorlar. Hem sen önce bi' Türk ol bakalım.)

New York'daki olay örneğine dönersek; sosyo-psikolog John Darley, bu tip olaylarda tanık sayısının çokluğunu, kurbanın dezavantajı sayıyor, ama asıl konuya hiç girmiyor (Die Zeit gazetesi 24.9.09). Konu, -kahramanlık bir yana- insanların nasıl bu kadar “rahat” (yani vicdansız) olabildiğiyle ilgili.

Sistemin bu orta tabakası, anlık/dönemsel rahatları için şimdi, 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' mantığıyla korku içinde, ekonomik durumun düzeldiğinin müjdelenmesini bekliyor (-tabii o, her düşüşten sonra defalarca müjdelenecektir!) “Finans krizi bitsin de ele güne rezil olmadan işimize devam edelim” diye düşünüyorlar. (Vesileyle hem yılana sarılmış oluyorlar hem de “elalemin ne dediği”ne... O elalem, sizin hakkınızdaki fikrini sizin maddi durumunuza endekslediyse, gerçekte size hiçbir zaman dost olmamıştır zaten!)

Herkesin kendine “Müslüman” olduğu “Birey” adacıkları atmosferinden kahraman çıkmaz. Oysa şimdi, kahramanlara eskisinden çok daha fazla ihtiyaç var. Dünya muazzam bir dönüşüm dönemine girdi ve dönüşüm, bugünün kahraman üretmeyen yumuşakçalarının keyfiyle yapılabilecek gibi bir şey hiç değil. Bir halkın en korkunç duruma düştüğü zamanlar, kahramanların azaldığı ve kendi rahatı için her herzeyi yiyebilecek samimiyetsiz korkak “Birey”lerin çoğaldığı zamanlardır. Günümüzde bir diğer kötü durum da, yakın zamana dek alışıldık (mesela 'Milli') çerçeve dahilinde savaşmış madalyalı resmi kahramanların özellikle küçümsenmesi ve aşağılanmasıdır.

Günümüzde, neoliberalizmin milli devlet düşmanı yaklaşımlarını Sol diye satmaya kalkan, (neo) Liberal Üçüncü Dünya aydınları, nedense kraldan çok kralcı, kapitalistten çok kapitalistçiler. Üstelik bunu açıktan dağil, sinsice yapıyorlar. Daha “ilginç” olanı da, neoliberal statükoya ve iktidara sırtını dayayıp, milli/madalyalı kahramanlara haksızca saldırarak demokrasi “kahramanlığı” taslanabileceklerini sanmaları!.. Bu bir tür, 'Herkesi kör alemi sersem sanmak' olayıdır. Böyle durumlarda evrensel normlar/değerler mutlaka devreye girer. Çünkü para ve ahlaksızlık gibi, evrensel değerler de globalleşmiştir artık. Mesela bir Avrupalı oturup bir rapor yazar ve sahte “demokrasi kahramanları”nın ipliğini dünya pazarına çıkarıverir. Ulus/milli devletlerin kahramanlarını -bugünkü olağanüstü şartlar altında, kulislerde olmayacak ihtimaller konuşulurken- ne Avrupa'da ne de başka bir yerde kimselere yedirmezler.

Neoliberal dönemlerde kahramanlığın alabildiğine küçümsendiği malum. Çünkü kahramanlık, devletler ötesi neoliberalizmin düşmanı olan ulus/milli devletlerin patronajındadır bugün de. Bunun günlük “teorisi”ni yapmak da, kahramanlarla dalga geçmek de kahramanlığı küçümseyen koyun ruhlu neoliberalizm için çok normaldir. Çünkü kendi aklı olmayan Üçüncü Dünya koyunları, başlarındaki 'merkez ülke koyunları'nın aklına çok güvendikleri için onların peşinden uçurumdan da atlarlar. Hatta atlamayanları eleştirirler. Koyunluk bunu gerektirir!

Şu anın dünyasında bir halkın kahramanlık ruhuna saldırmak, asla ve kat'a bağışlanamayacak sosyo-psikolojik bir suçtur.