Dünyada bir hayalet kol geziyor: Popülizm hayaleti

Politikanın bir kurum olarak kendini yenileyemediği ve tükendiği aşamada, popülizm devreye girer. Yaşadığımız dönemin -pek konuşulmayan- en önemli postpolitik fenomeni yeni popülizmdir. Konuşulmamasının nedeni, yeni popülizmin, demokratikleşme dönemlerine has bir tür ‘demokrasi bozulması’yla ilgili olmasıdır ve -haklı olarak- demokrasinin içinde değerlendirilmesidir. Demokrasinin eleştirilemez bir şey olarak ele alınması, yeni popülizmin analizini zorlaştıran bir etken olmaktadır.

Popülizm, politikanın işlevini önemli ölçüde yitirerek halkı artık hiç heyecanlandırmadığı günümüzde devreye girmiştir. Popülizm, politikanın -esas itibariyle- ekonomi politikasına indirgendiği aşamada, neo-liberal piyasanın iradesini halka hallince anlatma görevini üstlenmiştir. O aynı politikayı kimin uygulayacağı önemsizleşince, politikadan başka kriterler devreye girmiştir ve halka yakınlık önem kazanmıştır. (Halka yakın olmak elbette kötü değildir, tam tersine) Fakat yeni popülizm, bu olumlu yanını halkın yararına kullanmamaktadır. Çünkü başta halkı ilgilendiren temel sorunların kaynağı neo-liberalizmden yanadır. Hatta ister (İsviçre’deki ve Avusturya’daki gibi) yabancı düşmanı aşırı milliyetçi, ister (Türkiye’deki gibi) islami muhafazakar, ister (Polonya’daki gibi) tarih takıntılı megaloman sayılsınlar; popülistler, mutlaka serbest piyasa fanatiği ve neo-liberaldirler. Bu onların ortak özelliğidir.

Sistemin sorunlarını kendi dinamikleriyle aşabildiği ve iyi işlediği dönemlerde politikanın asıl fonksiyonu, toplumdaki maddi çıkarların paylaşımını karşılıklı siyasi mücadele ile şekillendirmek idi. Neo-liberal ekonominin hakim olduğu atmosferde ise politikanın konusunu teşkil eden çıkar paylaşımı, tek taraflı hale gelmiştir ve esas olarak küresel sermayenin çıkarlarına göre işlemektedir. Eskiden bu bir siyasi mücadele meselesiydi. Bir çok sosyal hak, bu mücadele sonucu kazanılmıştı, örneğin sosyal devlet böyle kurulmuştu. Yeni popülizm, işte bu sistemiçi mücadelenin -globalleşmenin bir sonucu olarak- çalışanlar tarafından 1990’larda kaybedilmesinden sonra (önce Doğu Avrupa’da) ortaya çıkmıştır. Esas olarak, sosyalizmin (yani kooperatist kapitalizmin) çöktüğü ülkelerde özelleştirmeci neo-liberalizmin (derme çatma da olsa) kurulduğu, totaliter bürokrasinin iktidardan uzaklaştırıldığı ve (Batılı anlamda) demokratikleşmenin başladığı yerlerde görülmektedir. Yeni popülizm, demokrasinin bozulması ile neo-liberal ekonominin bozulması arasında doğrudan bağlantı olduğuna da önemli bir kanıttır.

Popülizm, sadece politikanın bozulduğunu göstermez; aynı zamanda modern demokrasinin de (yeni yeni tartışılmaya başlanan) önemli zaaflarına işaret eder -ki bütün bunlar, sistemin bozulma semptomlarıdır.

Politika heyecanını yitirdiğinden, bütün dünyada, her seçimde parti değiştirebilen bir ‘yüzer-gezer oylar’ fenomeni ortaya çıktı. Eski partisine sadık seçmen sayısı, son onbeş yıldır bütün dünyada inanılmaz bir şekilde azaldı. Yeni popülizm, halkın politikadan umudunu kestiği aşamada, “bir de bunu deneyelim” psikolojisine hitap eden bir postpolitika türüdür. Doğası gereği popülizm, politikanın kaale almayıp yukardan baktığı halkın dilini konuşmakta ve halkın seviyesine inmektedir. Bu onun olumlu yanıdır -ama aynı zamanda da zayıflığıdır. Çünkü Amerikan ekonomisinin çöküp çökmeyeceğinin tartışıldığı bir atmosferde, günümüzün son derece karmaşık sorunlarını halkın diliyle/seviyesiyle ve günlük beklentilerine uygun olarak konuşup çözmek mümkün değildir. Böyle tehlikeli zamanlarda popülizmin -iktidarı ve muhalefetiyle birlikte- karmaşık sorunlara verdiği reaksiyon, alakasız sanal/sansasyonel tartışmalardır. (Türkiye’de: türban, laiklik gibi klişe konular)

Yeni popülizm, herkese mavi boncuk dağıtmak, “herşeyden birazcık” anlamına geldiğinden, ayrıntılara girmekten ve derinleşmekten kaçınır. Aslında ne Sağcı ne Solcu ne İslamcı ne de başka (ideolojik) bir şeydir ve olmadığı halde bunları (son derece yüzeysel olarak) kendine mâleder. Buna mecburdur, halkın geniş kesimlerine hoş görünmek için bu gereklidir. Popülizm, doğası gereği yüzeyseldir ve yüzeysel kalmak zorundadır. (Fakat yeni dönem sığlık kaldırmaz) Yeni popülizm, halkın çaresizlik dönemlerinin duygusal/psikolojik beklentilerini karşılayacak -politika ötesi/dışı- bir kontekste gündeme geldiğinden, süreç içinde birden tüm halk desteğini yitirebilir de. Yeni popülizmin kaderi büyük ölçüde, halkın psikolojisinin değişmesine bağlıdır (ve/veya, dönemin kalitesine uygun, halka yakın, karmaşık aküt konuları halka anlatmayı beceren sahici politikaların ortaya çıkmasına bağlıdır). Yeni popülizmin en önemli bir diğer özelliği de, (ayrıntı içeren) sağlam eleştirilere asla gelememesidir. Basının herşeyi basitleştiren tutumu ve analitik/eleştirel olmayan yüzeysel gazetecilik, popülizmin zayıf yanlarını örtmektedir.

Politikanın etkisini yitirdiği günümüzde, eski ideolojik popülizmin ideolojilerden arınmış yeni hali siyaset sahnesine hakim olmuştur. Yeni popülist partilerin rüzgara göre sağcı, solcu veya futbolcu ‘olabilmesini’, solun elinden solculuğu almak, inançlıların elinden dini almak gibi değerlendirmek, günümüzün en önemli siyasi fenomenini görmemek anlamına geliyor. Yeni popülizm, sağcı/solcu/dindar/vs. görünebilir ama bunların (hem az az hepsi) hem de hiçbiridir. (Neo-liberal ekonomi sorgulanmadığı sürece biraz solculuktan veya islamcılıktan zarar gelmez!)

Ivan Krastev’in (Komünist Manifesto’nun) kulağa tanıdık gelen sesiyle söylediği gibi: ‘Dünyada bir hayalet kol geziyor – Popülizmin hayaleti.’ Onu iyi tanımak gerekiyor. Klasik haliyle popülizm, ideolojik arkaplana sahip bir oportünizm türüdür. Yeni popülizm ise, ideolojiler arasında ayrım yapmadan onları keyfine göre kullanır. Krastev’in deyimiyle yükselen yeni popülizm, ‘bir ideoloji içeremeyecek kadar sığ ve eklektik’ bir yapı arz ediyor. (‘The populist moment’ Eurozine 18.9.2007) Yüz küsür yıl önce Rosa Luxemburg’un da dikkat çektiği üzere, ‘eleştiri kaldırabilecek kadar yapıcı/pozitif bir teori kurmaktan aciz’dir (Gesammelte Werke, C.1, S.372)

Yeni popülizm, halkın politikadan umudu kestiği bir atmosferde, karizmatik bir lider etrafında, ideolojiler ötesi klientelist (eşitsiz çıkar/bağımlılık ilişkileri) temelinde doğuyor. Paul Taggart’ın dikkat çektiği üzere, iktidara geldikleri ülkenin resmi totaliter/militarist ideolojisini ve elitlerini reddeden bir tavır sergileyerek dindar/muhafazakar değerleri savunuyorlar, ama ‘parlamentolardaki tartışma ortamını sona erdirerek demokrasiyi bozuyorlar.’ (Prsekroj 26.5.2006)

Yeni popülizmin Latinamerika’da ortaya çıkan türünü analiz eden Nikolaus Werz’e göre, çağın bu yeni siyasi fenomenin yaygınlaşmasının baş nedeni, sol ve sosyalist hareketlerin çok zayıflamasıdır. (E+Z, 3.3.1997) Popülistler, kapitalizm eleştirisini boşlayan solun ilgilenmeyi bıraktığı sosyo-ekonomik konuları en sulandırılmış haliyle malzeme olarak kullanıyorlar. Demokrasinin çok yönlü karmaşık/detaylı bir siyasi tarz gerektirdiğini unutturarak, konuları kendilerine göre basitleştiriyor ve kısa yollara/sloganlara indirgiyorlar.

Yeni popülizm, etkisini yitireceği bir trende girmektedir ve artık eskisi kadar kolay alıcı bulmamaktadır. Eski tip demode totaliter ideolojilerin yenilmesi ardından gelen demokratikleşmenin ilk aşamasında yapıcı, özgürlükçü ve tabuları konuşabilen olumlu bir rol oynamakla birlikte, giderek demokrasi önünde bir engele dönüşüyor. Çünkü parlamentoyu tartışmalar için değil, sadece şeklen, tasdik mekanizması olarak kullanmaya eğilim gösteriyor. Sistemle ilgili kategorik sorunları -doğası gereği- konuşamadığı ve zorunlu yüzeyselliği nedeniyle ve asla ayrıntılı tartışmalara müsait olmadığı için bilerek/bilmeden halkın yapıcı/olumlu anlamda politize olmasını da önlüyor. Bu nedenle yeni popülizm, Vandana Shiva’nın ünlü deyimiyle, ‘çözümün değil sorunun bir parçası’ haline gelmek üzeredir. Ayrıca yeni popülistler, genellikle yolsuzluklara karşı çıkan bir söylemle halkın desteğini aldıkları halde, iktidara geldikten sonra giderek, bir zamanlar şiddetle eleştirdikleri kesimlere benzemektedirler. Halkın popülizmin büyüsünden uyanması da genellikle bu noktada başlamaktadır.

Küresel sorunların ve yerel yansımalarının ciddi tehdidi altında, popülizmin kalıcı olması ihtimali bulunmuyor. Çünkü yeni popülist hareketleri birarada tutan çimento, sosyolojik değil psikolojiktir. Totaliter devlet elitlerine olan güvenini büyük ölçüde yitirerek hayal kırıklığına uğramış, politikaya küskün, geleceğe endişeyle bakan seçmenin politikaya tepkisi sayesinde hayat buluyor. Yeni popülizmin olumlu yanlarından birini Alexandre Dorna’ şöyle formüle ediyor: Halkın yaşadığı bu hayal kırıklığı atmosferinde, ‘yeni popülist önderin karizmatik kişiliği, kitleler üzerinde bir cins antidepresan etkisi yapıyor.’ (‘Wer ist Populist?’ Le Monde Diplomatique 14.11.2003)

Politika, ekonominin diktasından/sultasından kurtulup, ekonomi üzerinde yeniden belirleyici olunca, her ülkede hak ettiği yerini yeniden alacaktır. O zaman popülizme gerek kalmayacaktır.

Yeni dönemin parametreleri hakkında

Türkiye, küresel kapitalizmin giderek sürdürülemez hale geldiği ve en zayıf yeri finans sisteminden alenen alarm sinyalleri verdiği günümüzde, hızlı bir (bilinç) değişimi yaşanıyor. Bu çok önemli, çünkü son ikiyüzelli yıldan tamamen farklı kalitelere sahip yepyeni bir döneme giriyoruz. Sistemin bütün dünyada mecburen değiştirilip aşılacağı (veya çökeceği) yeni dönemde, başka ülkelerin/bölgelerin ardından nal toplamamak (ve eskisi gibi başkalarından kopya çekip gecikmemek) için, kendine özgü kalitelere sahip sağlam bir gelişme/değişme trendi yakalamak son derece önemli. Solumsu neoliberalizm tarafından temsil edilen -Franz Schandl’ın deyimiyle- ‘demokrasici’ fundamentalizm gibi yirminci yüzyıl artığı diğer kapitalizm türevleri (mesela azınlıkçı/çoğunlukçu etnik milliyetçilikler) Yeni dönemde etkilerini tamamen yitirip ortadan kalkacaklardır.
Bıkmadan konuşulmaya devam edilen (özgüvensiz/zayıf erkeklerin kadınlar üzerinden birbirini yediği) “Müslüman kadınların başörtüsü sorunu” (ve nedense hiç konuşulmayan, “Müslüman erkeklerin faizcilik sorunu”) gibi “sorun”ların etkisini yitireceği yeni bir dönem söz konusu. Bu tip sanallaştırılmış sorunsular, artık daha farklı alanlar/tarzlar bazında, başka konuların bir parçası olarak ele alınacaklarından ortadan kalkmış görüneceklerdir. Bu kadar karmaşık ve ciddiye alınması gereken bir dönemde, (ideolojilerden arınmış yeni) popülizmin herkese mavi boncuk dağıtan, sorunları basitleştirip/sanallaştıran sığ tarzıyla böyle kritik bir dönemi aşarak geleceğe hazırlanmak çok zordur. Fakat tehlikeli sorunların temelinde yatan bozuklukların, sona ermekte olan küresel kapitalizm devrinden kaynaklandığı artık yaygın kanı haline gelmiştir ve hızla buna uygun bir yaklaşım tarzı benimsenmektedir. Bu tarzın, insani/yüksek/kutsal değerlerle kurduğu (kendiliğinden) ilişki, geleceğin kalitesine uygun bir gelişmeye işaret ediyor. Gelecekle ilgili umutlanmak için bu yazının formatını çok aşacak nedenler var.
Türkiye ve dünya yeni bir döneme giriyor. Yeni postkapitalist dönem, en geç 2012'de önemli bir sıçrama yaparak yeni bir ivme kazanacaktır. Onbeş yıl kadar uzun bir sürenin ardından global para/iş/petrol sisteminin yerini başka yerel kalitatif kültürler/uygarlıklar almaya başlayabilir. Önümüzdeki birkaç yıl içindeki gelişmeler, değişimin hızı ve özgün yönü konusunda daha belirgin işaretler vereceklerdir. Ama bu denklemde kesin olan şey, kendisinden başka tüm yüce/insani (kalitatif) değerleri ikincilleştirerek insan ruhuna kadar sızmış parasal/sayısal (kantitatif) “değerler” düzeni kapitalizmin (tüm kültür, düşünce, çöp ve döküntüleriyle birlikte) tamen deşifre edilerek yeryüzünden silineceği gerçeğidir.
Geleceğe hazır olanlar, yani parasal/sayısal değerleri (ikiyüzelli yıl öncesine kadar) on bin yıldır olduğu gibi insani değerlere tabi kılmanın varoluşsal önemini yeniden anlayanlar, eski yapay/modern düşmanlıkları özgürlükçü sağlam birlikteliklere dönüştürmeyi başaracaklardır ve en önemlisi bütün bunları “parasal değerler” ötesi yeni bir sosyal dayanışma ruhuyla gerçekleştireceklerdir (ve yeni dönemden alınlarının akıyla çıkacaklardır). Diğerleri, yani sistemi soldan savunan ‘demokrasici’ sistem avukatları, etnikçi süper milliyetçiler, “namazında/niyazında” faizciler vs değişimin altında kalacaklardır.
Yeni dönemde önemli olan, modern klişeler ötesinde ‘insani olumlu/yapıcı’ bir tavır geliştirmektir. Burada asıl konu; insanlığa karşı tehdit haline gelmiş yanlış bir yaşam biçimini değiştirerek dünyaya yeniden ruh kazandırmak olduğu için, yeni dönemden itibaren takınılacak tavır tam bir sınav olacaktır. İnsanlar, kendilerini hapsettikleri modern kapitalist yaşam biçiminin sınırlarını bilinçli bir şekilde aşıp, kazanacakları sahici özgürlüklerini, geleceği kurmak için olumlu/yapıcı bir şekilde kullanacaklar mı? Bu sorunun yanıtı 'Evet' olmak zorundadır. Eğer yanıt 'Evet' ise, yeni dönem ve onu izleyecek dönemler, şimdi hayali bile kurulamayacak kadar büyük bir spiritüel/ruhsal yücelik ve mutluluk anlamına gelebilir. Üstelik böyle şeyler sınırlı kalmaz ve ortaya çıktığı tüm kültür havzasını (hatta dünyayı) çok olumlu anlamda etkiler/sarar. 2012'ye kadar olan süre, bu mental/ruhsal sıçramanın yakalanması için, (sadece sistemi aşmak konusunda değil) mental/ruhsal boyutu da içeren bambaşka kalitede yeni bir mücadele dönemi olacaktır. Mücadelenin ruhsal alandaki sonucu şimdiden bellidir. Onu izleyecek dönemde: İnsan oğluna kendi kendini para/iş sistemine hapsetmesini “özgürlük”, muhteşem dünyayı yaşanamaz çöplüğe çevirmeyi de “uygarlık” diye satan zihniyet ve temsilcileri (tarihten bile) silineceklerdir.
Sistemin insanı sisteme hapseden normlarının/formlarının ötesine doğru ilerlerken, hem o formların/normların ne olduğunu iyi anlamak ve onların iyi yanlarını bilinçli bir şekilde sahiplenmek, hem de onların aşıldığı alanlarda, önemli sosyal devamlılıklara uygun olmalarına dikkat etmek gerekecektir. Bölgesel kültür havzalarının ve halkların tarihten gelen devamlılıkları, devlet örgütlenmesinin (ulus-devlet ötesinde) devamlılığı, bu devamlılıkların en önemli olanlarıdır.
Konular maalesef “oturalım, demokratik ortamda konuşup herşeyi çözelim” kolaycılığından çok daha ötede ve derindedir. Çünkü çok geniş halk kesimleri ve tek tek modern bireyler, para/iş sistemi üzerinden herşeyleriyle sisteme bağlıdırlar. Şu anda sistemin teklemesi bile birçok insan için en azından büyük gelecek korkusu anlamına gelmektedir. Bu nedenle bütünden detaya herşeyi düşünen ortak aklın, yapıcı yaklaşımlarla devlet içi/dışı kurumları da harekete geçireceği mekanizmalar kullandığı -popülist olmayan- bir tarz ortaya çıkacaktır. Burada mutabakat her zaman esas olmakla birlikte, çatışma da çıkabilir. Gelişmelere ayak uydurmamakta direnen çevreler, çatışmanın hedefi olacaklardır, çünkü değişim zorunludur ve dünyanın her yerinde olacaktır. Burada doğrudan 'demokrasi'yi ilgilendiren ve onun aşılması gereken ilk büyük/başat sorunu da ortaya çıkmaktadır. Ekonomi, demokrasinin kapsama alanına girmemekte ve kendi para/kar mantığına göre adeta otomatik pilotta uçmaktadır. Alçaktan uçtuğu istikamet doğrudan sarp dağları işaret ettiğinden, çakılmadan otomatik pilottan çıkmak ve ekonominin “görünmeyen el”inin her zaman doğru yolu bulduğu saçmalığına acilen son vermek gerekmektedir. Modern düzende politika, ekonomiden ayrı tarif edilmiş olduğundan (kapitalist sistemin en önemli özelliği, böyle “birbirinden bağımsız”, güya kesin sınırlarla birbirinden ayrılan “homojen” kriterler yaratmasıdır. Mesela: Boş zaman/iş zaman, Ekonomi/Politika veya Türkler/Kürtler vs.) ve politika o otomatik pilota artık neredeyse hiç müdahale edemediğinden, uçağın rotasını değiştirememekte, sadece bol bol konuşmaktadır. Yeni dönem, varoluşsal sorunların çözümü konusunda sistemin koyduğu sınırların artık aşılacağı, sistemin birçok “kutsal”ına doğrudan müdahale edilebileceği pratik bir dönem olacaktır ve global mutabakatlarla da desteklenecektir.
Dönüşümün mutabakatla ve ortak akıl yardımıyla paniğe asla izin vermeyecek şekilde mümkünse konjonktürü gözönünde bulundurarak ve süreç içinde zamanı iyi kullanarak gerçekleştirilmesi çok önemlidir. Dönüşüme karşı direnenler, başını lümpenlerin/magandaların çekeceği büyük bir şiddetin/kaosun ortaya çıkmasına, toplumun şehirlerde atomlarına ayrılarak sosyal barışın bozulmasına, gelişmelerin (devletin de) kontrolünden çıkmasına ve tam bir kaosa neden olabilirler. Böyle bir dönemde kontrolün ve barışın yitirilmesi, başta zayıf/fakir/azınlık konumundaki halk grupları/kesimlerine zarar verebilir. Onların korunması, geleceğin kurulmasına katkıda bulunacak herkesin insanlık görevidir. Hedef, geçmişin (ve günümüzün) ezilmiş halklarını/kültürlerini, firesiz geleceğe taşımaktır. Onlar, arınmış ruhlarıyla geleceğin kurulmasında önemli kaynaklar olabilirler.
Geleceğe hazırlanma sürecinin mecrasını şaşırtabilecek veya onu zorlaştırabilecek (şimdilik) üç ciddi faktörden söz edilebilir. Bunlardan ilki, Fransa’dan Türkiye’ye, oradan başka ülkelerin iktidarlarına kadar dünyada yaygın bir şekilde temsil edilen, aslında sağlam düşünce sistemleri ve ideolojilerle alakası olmadığı halde rüzgara göre sağcı/solcu/futbolcu görünmeyi erdem sanan yeni tip popülizmdir. Çok konuşup aslında hiçbirşey söylemeyen bu yeni popülizm türü, eski sosyalist ülkelerde çöken kooperatist kapitalizmin yerine kurulan (liberal) kapitalizme eşlik eden demokratikleşme döneminde ortaya çıkmıştır. Yeni popülizm, demokratikleşmenin bir tür bozulma/basitleştirilme/toptancılaştırılma trendine işaret eder. Yeni popülizm, bir saat içinde hiç tartışmadan otuz tane “demokratik” yasa çıkarmaya kâdir bir neoliberal demokratikleşme (?) türüdür. Ve bu haliyle geleceğin önünde bir engel teşkil etmektedir. Fakat Türkiye gibi dinamik (ve pratik) bir ülkede kendini yenilemesi ve olumlu anlamda değişmesi de ihtimal dahilindedir. (Popülizmin bu sığ/tartışmayan tavrına onun diliyle karşılık vererek yeni popülizmin bıraktığı sanal boşlukları aynı sığlıkla tamamlayan, onun lafazanlığına kendince katkıda bulunan ana muhalefeti de bu faktörün içinde sayabiliriz.)
İkinci faktör, kendilerini demokrasinin asıl/ehil! Savunucusu sayan, demokrasiyi eleştirilemeyen çağdaş kutsal inek/fetiş mertebesine yükselten ve kendi bildiği (ekonomiye karışmayan) burjuva demokrasisi dışındaki modellere karşı ‘sol muhafazakar’ neo-liberallerden oluşmaktadır. Sistemin sosyal bakımdan homojenleşmiş birkaç merkez ülkesindeki şeklini baz/örnek alarak, dünyanın her yerinin o örneğe uygun olması gerektiğini, o zaman yeryüzünün “cennet” olacağını sanmaktadırlar. İkinci faktör, matematiği kıt aydınlardan oluşmaktadır. Sistemin merkez ülkelerindeki örneklere uygun çok sayıda demokrasinin işleyebilmesi için ön şart, ‘o ölçüde iyi işleyen’ kapitalist ekonomilerdir. Böyle kapitalist ekonomiler ve onların üretimi/tüketimi için gerekecek o kadar petrol, su ve çeliğin nereden (Jüpiter’den mi?) ithal edileceği hesaba katılmamaktadır. Dünyaya bir tek ABD bile fazla geldiğine göre, örneğin Amerikan demokrasisi kadar mükemmel burjuva demokrasilerinin dünyayı kapladığı bir “cennet”, ancak Stanislav Lem veya Isaac Asimov romanlarında kurulabilir. Kapitalist sistemi Soldan savunan ve sistemin bundan ikiyüz yıl önce “ilerici” sayılan “modern değerler” klişelerini benimseyen, gerçekte artık varolmayan bir “mükemmel demokrasi”ye özlem duyan 'demokrasici fundamentalist' kesim, günümüzdeki haliyle gelişmenin önündeki engellerden biridir. Elbette o da bu süreç içinde değişebilir ve mesela aleyhinde tek laf edemediği kapitalizmin merkez ülkelerindeki “demokrasi cenneti”ni kıyasıya eleştiren oraların Solcularından biraz Solculuk öğrenebilir.
Üçüncü faktör, (Özellikle Türkiye’de) demokrasiye müdahale “geleneğini” bir opsiyon olarak daima yedekte tutmaktan vazgeçmeyen imtiyazlı asker/sivil bürokrasidir. Gelişmeler alışıldık seyrin dışına çıkacağından, kısıtlayıcı/yasaklayıcı bir tavır takınarak tartışmayı/değişimi kesintiye uğratmak isteyebilir, -klasik devlet reaksiyonu göstererek- özgürlükleri kısıtlamaya kalkabilir ve böylece toplumun (ve devletin) büyük zarar görmesine neden olabilir. Bu anlamda şiddetin doğmasına neden olabilecek en önemli faktördür. Ama bu kesim de değişimin zorunluluğunu kavrayarak, (yoksa ortaya çıkacak kaosun/şiddetin, bütün eski şiddetleri aratacağını anlayarak) ortak aklın temsil edeceği yapıcı iradeye engel çıkarmadan ona -siyaset üzerinden- tâbi olabilir ve çok önemli katkılarda da bulunabilir. Ortak akıl, (yıkıcı değil) yapıcı eleştiriyi ve pratiği esas alacağından ve devletin devamlılığına dikkat edeceğinden, üçüncü faktörün de olumlu davranabileceği ihtimali konusunda iyimser olmak için birçok neden vardır.
Değişime hazırlanmak ve modern klişeler ötesi davranmak aşamasında iki temel ilke, sürecin başında -şimdi- özel önem arzetmektedir. Bunlardan ilki, tam bir fikir özgürlüğünden asla taviz verilmemesi, bunun YAPICI eleştiri için kullanılmasına da dikkat edilmesi ve birbirini tamamlayan fikirlerin 'ortak akıl' şeklinde işlemesi ilkesidir. Birinci ilkenin iyi işlemesi için temel kural, alçak gönüllü, mütevazi ve karşılıklı saygılı olmak, dinlemeyi bilmek şeklinde özetlenebilir. Bu ilkeye pratik yaptırım gücü kazandırmak edimi ise, modern klişelerin toplum ve devlet ittifakı ile değiştirilmesini kabul etmekle -gereken ilk durumda- ilk adımlarını atabilir.
İkincisi, -özellikle sosyal değişimlerin- derhal olmayacağı, zaman alacağı, yani sabırlı olunması gerektiğidir ('sabır' ilkesine karşılıklı tolerans da dahildir). İkinci ilkenin işlemesi için temel kural da, 'kesintisiz çaba ve samimiyet'tir. Hiç duraklamayan çabanın ve samimiyetin/dürüstlüğün olmadığı yerde kimsenin sabır telkin etmeye hakkı yoktur, zaten kimse de sabretmez. (Türkiye, hızlı değişebilen, pratik aklı iyi kullanan, sosyal hayatın henüz tamamen paraya endekslenmediği dinamik bir ülke olduğundan, toplumsal barışın korunması konusunda diğer “ileri” ülkelere göre daha şanslıdır. Yeter ki samimi/adil/sürekli olunsun)
2008'de başlayan yeni dönem, 1516'da başlayan (ve yaklaşık 250 yıl süren) döneme çok benziyor. Türkiye açısından bu döneme damgasını vuran en dikkat çekici/belirleyici ilk gelişme, Suriye'nin Osmanlı İmparatorluğu'na katılmasıdır. Önümüzdeki dönemde, dünyayı (ulus-devletlerden oluşan bir siyasi dünya haritası şeklinde) algılama biçiminin değişmeye başladığı aşamada, (başlangıçta siyasi sınırları tartışmayan) benzeri yeni birleşmeler/birlikler olabilir. Ama yeni dönemden başlayarak kendini hissettirecek/dayatacak bütün bu muhtemel değişimlerin temelinde yatan şey, özgürlüğün gerçekte ne anlama geldiğinin yeniden anlaşılmasıdır. Ve değişimlerin kuşkusuz en önemlisi, kapitalist sistemin temel taşı sayılan para/iş bağımlısı 'modern birey' formatının yeni gelişmelere uygun olarak tamamen değişmesi olacaktır.

Daniel'in son gazetecilik başarısı. 1719

Robinson Crusoe
(Sona eren
250 yıllık bir çağın
romanının hikayesi)

Tavana yakın küçücük pencereden loş odaya dimdik inen ilkyaz güneşi, su verilmemiş kılıç kadar yoğun ve sıcaktı. Sırları dökülmeye başlamış eski aynadaki suretine dikkatle baktı. Kartal gagasına benzeyen burnu, ağzının kenarındaki etbeni ve mavi gözlerini hayranlıkla seyretti. Altmışına merdiven dayamıştı ama en fazla kırkbeşinde gösteriyordu. Karısı Mary’nin kömürlü ütüyle düzelttiği eski ceketi, üç köşeli siyah keçe şapkası ve beyaz peruğuyla gazeteciden çok -ısrarla- tüccara benzemeye devam ediyordu. “İsimsiz bir papaz olacaktım” diye düşündü Daniel.


Babasına meydan okuyan inatçı çocuk oluvermişti gene. O tüccar olmakta ısrar etmişti. Babasının kopyası mavi gözlerinde, ölümden önce ona yönelen şevkatli bakışları gördü aynada. Babasının Foe soyadını kullanmayı, daha otuzbeş yaşındayken bırakmış, ama onun aynada gördüğü mavi bakışlarından bir türlü kurtulamamıştı. Sonunda James Foe’nun âhı tutmuş, tüm çabalarına rağmen Daniel tüccarlığı kıvıramamıştı. Başarılı olabilmek için ahlak duvarını aşan bir çaba sarfetmiş, sahtekarlık, ikiyüzlülük, hatta hile-hurdayı bile denemiş, becerememişti. Savaşta batan Fransız kadırgalarını sigortalamak gibi aptalca bir ticari hata yapmıştı. Ticarete atıldıktan dokuz yıl sonra 1692 yılında, onyedibin Sterlin borçla, kuduz kasırgalara tutulmuş kurşun yüklü dev kadırgalar gibi batmış, mali bakımdan bir daha da belini doğrultamamıştı. Ticaretle arasına kalın bir duvar örüp babasına hak verdiğinde sıfırı tüketmişti. Kıtkanaat, parasız geçirilmiş uzun yılların izleri çok derinlerine, ta ruhuna kazınmıştı ve o gün, o izleri tamamen silip atmaya kesin karar vermişti.

Son günlerde gene sık sık aklına geliyordu Flaman kökenli babası; mum imalatçısı ve kasap James Foe. O iyi bir işadamı ve tüccardı. Tanrı’ya yakın olmak gibi -nedense gizli tuttuğu- hayallerini oğlunun gerçekleştirmesini istemişti. Kendisine hiç benzemeyen esmer tenli zayıf oğlunun Presbiteryen papazı olması için ne kadar ısrar etmiş, dövmüş sövmüş, ama ne iyilik ne de kötülükle sözünü dinletebilmişti. O çok sevdiği bit kadar oğlunun daha bıykları terlemeden koyu bir keçi inadıyla onu pes ettirebileceğine inanamamış, son nefesini verene dek de inanmak istememişti. Ölümün soğukluğu kalbine doğru ilerlerken kendini suçladı James Foe. İngiliz kilisesinden ayrılmaya kalkmasaydı, onun biricik Daniel’i de baba mesleğine merak sarıp tüccarlık yapmaya kalkmayacaktı belki. Hastayatağının başında günlerce İncil okuyan papaz Martin’in duaları da James Foe’nun kendikendisini afetmesine yetmedi.

Daniel, tüccarlık yaparak zengin olmaktan umudunu kesmişti artık. Şimdi amaçladığı bir tek şey vardı: onca zamandır onu geçindiren gazeteciliğini konuşturup, kazandığı üç beş kuruşla yetinmemek. Çok para getirecek bir kitap yazarak Allahın belası parasızlıktan ebediyyen kurtulmak...

Derin bir nefes aldı ve elindeki kitap taslağı dosyası ile capcanlı Londra sokaklarına balıklama daldı. Kalabalık yollarda yanından geçen insanların kesif ter kokusuna, havada asılı duran ince çöp, toz ve sidik kokularına aldırmadan yürüdü. Tepeden tırnağa umut olmuştu.

Daniel, koltuğunun altındaki deri dosyayı, arkadaşlarına kaptırmaktan korkan ürkek öğrenciler gibi sımsıkı kavrayıp kalabalık içinde ilerledi. Önünde durduğu taş binanın basıla basıla aşınmış taş merdivenlerini çıkarken; papaz okulunu terketmeden önce öğrendiği ve çocukluğundan beri ağzına almadığı dualardan birini mırıldanırken yakaladı kendini. Buna pek şaştı.

Yayınevi sahibi, kocaman odasının kocaman koltuğunda, kocaman masasının üzerine yaydığı el yazması manüskrilerden birini inceliyordu. Özenle traş olmuş, seyrek saçlarını sıçan kuyruğu gibi burup arkasından tutturmuştu. Ağır bunaltıcı parfümü, büroyu kışlık yün yorgan gibi örtmüştü. İri burnunu kıstırdığı tel çerçeveli gözlüğünün üzerinden ak ak bakıp ayağa kalkmadan, yapmacık bir nezaketle “Oh hoşgeldiniz” dedi. Daniel’i pek ciddiye almadığı kesindi; peruğu, ahşap-yuvarlak bir askının üzerine geçirilmişti. Ceketi de ayaklı bir askıya takılmıştı. Odaya girenin, yayınevi sahibinden daha değersiz olduğunu sessizce haykıran; teşekkür mektupları, diplomalar, referanslar ve kitap kapaklarıyla kaplıydı duvarlar. Gerçi Daniel, böyle ucuz numaralardan etkilenmeyecek kadar yaşlanmıştı artık, ama o gün onun kader günüydü; zayıflığı üzerindeydi.

Adam onun yüzüne bile bakmadan, oturması için eliyle masasının önündeki rahatsız koltuğu gösterdi.

Daniel’in içini derin bir hüzün kapladı. Eski patatese benzeyen buruşuk burnuyla önündeki kâğıttan dağın arkasına saklanıp, güçlü adam taklidi yapan sinekkaydı traşlı bu makak maynununa hayretle baktı. gösterilen deri koltuğun ucuna, ölüm haberi duymaya hazırlanan çaresiz birinin teslimiyetiyle ilişip, üç köşeli şapkasını kucağındaki manüskri dosyasının üzerine koydu. İçinden, çok iyi tanıdığı, o etrafını parçalayıp yutmaya meyilli malum öfke dalgalarından birinin yükselmeye başladığını hissetti.

Daniel, yirmili yaşlarından beri politikayla uğraşıyordu. Yazılarıyla Üçüncü William’ı desteklemiş, siyasi nedenlerle genç yaşında yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. Üstelik bu arada bir de iflas etmişti. Tek başına çıkardığı ünlü Review gazetesinde, daha altı yıl öncesine kadar haftada üç gün, aklına gelen her konuda sayısız yazı yazmıştı. Bu sıçan kuyruklu maymun ona ne hakla amatör çaylak muamelesi yapabilirdi? “The Family Instructor” adlı kitabını -Hani şu, aile hakkında yazdığı ve büyük ses getiten eserini de mi duymamıştı?.. Ya 1701'de, ırkçıları ti'ye aldığı “The True-Born Englishman” adlı manzumesi? Bir yıl sonra çıkarttığı ve Katoliklerle dalga geçen “The shortest way with the dissenters” adlı kitabı o kadar tutulmuştu ki, böylesi büyük bir başarıyı ancak bunun gibi kendinibeğenmiş kılkuyruklar küçümseyebilirdi. O kitabı yüzünden tutuklanıp tam üç kez teşhir cezasına çarptırılmıştı. Boynuna bir boyunduruk geçirip at arabasına bindirmişler, nadide bir hayvan gibi pis şehirde dolaştırıp halka göstermişler, güya teşhir etmişlerdi onu.

Hadi kısa akıllı Londra’lılar, “Legions Memorial” muhtırasını yazarak Kent’li beş beyi hapisten kurtaran gazeteciyi çabucak unutmuş olsunlar; (halbuki Daniel’in başarısı bütün şehirde sabahlara kadar kutlanmıştı) peki önemli bir yayıncı sayılan bu yaratığın da, bu kadar “unutkan” olması mümkün müydü? Kitabını yayımlamak istemiyorsa, böyle afra fafraya gerek yoktu ki. Kitabını yayımlamayacağını açıkca söyler, Daniel’den sıkı bir zılgıt yiyip otururdu aşağı. Nasıl olsa Daniel’in kaybedeceği birşey kalmamıştı artık.

Adam, elindeki yazılı kağıtları özenle diğer kağıt tomarlarından birinin üzerine koyarken, rahatsız edici bir şekilde dik dik baktı. Daniel, neredeyse küstah bir tonla sorusunu yapıştırdı.

Sir, size geçen ay bir kitap taslağı ve aynı kitabın birinci bölümünü sunmuştum... Umarım okumaya zamanınız olmuştur.”

Yayıncı “ha evet” diyen bir baş hareketi eşliğinde kıpırdadı. Rahatını bozmadan, kaplumbağa hızıyla masasının çekmecesinden siyah bir dosya çıkardı. Daniel biraz da olsa hafiflediğini, odanın aydınlandığını ve boğazına kadar yükselen öfkesinin, iç derinliklerine doğru çekildiğini hissetti. Adamın elindeki dosya, onun kucağındakinin bir eşi, kitabının taslağıydı.Hikayeniz hiç fena değil Mr. Defoe” dedi adam, “ilk defa gazete yazısı tarzında yazılmış bir roman örneği görüyorum. Sanki gerçek bir olayı anlatmışsınız, bir seyahatname gibi de okunabiliyor ve tabii hikâye, ıssız adaya düşen şu denizcinin hayat hikâyesine çok benziyor... Neydi adı; Selcraig mıydı?”

O adla da tanınıyor ama asıl adı Selkirk Efendim” dedi Daniel.

Evet o.”

Yayıncı arkasına dayandı.

Yıllarca tek başına ıssız bir adada yaşamak hiç de kolay olmasa gerek…”

Gözlüklerini düzeltti ve sayfalardan birini burnuna doğru iyice yaklaştırarak, Daniel’in kitabının adını, sözcüklerin üstüne basa basa okudu: “The Life and Strange Surprizing Adventures of Robinson Crusoe, of York, Mariner. Who lived eight and twenty years, all alone in an un-inhabited island on the coast of America, near the mouth of the great river of Oroonoque, having been cast on shore by shipwreck, wherein all the men perished but himself. With an account how he was at last as strangely deliver'd by pyrates, written by himself”

Daniel adama yiyecek gibi baktı. Kitabını ciddiye alıp almadığını anlamaya çalıştı.

Yayıncı, elindeki sayfayı dosyanın içine yerleştirirken, ilkokul talebelerini imtihan eden öğretmenler gibi sordu.

Selkirk, Oroonoque nehrinin Atlantik’e kavuştuğu yere yakın bir adada mı mahsur kalmıştı?”

Eğer adam bunun yerine, ‘Kitabın adı çok uzun’ veya buna benzer bir cümle kurmak gibi bir hata yapsaydı, o büroda bulunduğuna ve doğduğuna kesinlikle pişman olabilirdi. (Ondan önce iki yayıncı bu hatayı yapmışlardı)

Hayır Sir” dedi. “Alexander Selkirk, Karaiplerde değil Şili kıyılarındaki Juan Fernandez adalarından birinde tek başına dört yıl kalmıştı. Ben kendisiyle reportaj yaptığımda zavallı genç adam iyice yaşlanmıştı. Sanki fazladan bir yirmi yıl daha yaşamıştı.”

Daniel bunu söylediğine pişman oldu. Selkirk’ün ıssız ada macerasından birçok kişi gibi haberdar olduğu malumdu da; Selkirk’ü tanıyor olması, bu fosili hiç ilgilendirmezdi.

Demek onu tanıyordunuz.”

Daniel, oturduğu koltukta hafifçe kımıldadı.

O zaman çok ünlü biriydi Sir, bir gazeteci olarak hikayesi benim de ilgimi çekmişti. Kendisiyle yedi yıl kadar önce kısa bir sohbet yapmıştık o kadar.

Daniel; vahşi bakışlı, karmakarışık uzun sarı saçlı Alexander Selkirk’i ve İskoçyalı denizcinin yaşadıklarını “Cruising Voyage Round the World” adlı kitabında anlatan Woodes Rogers’i gayet iyi tanıyordu. 1713’de Selkirk hakkında uzun bir makale yazan Richard Steele de Daniel’in meyhane arkadaşıydı. Issız ada hikayesinin ne kadarının gerçek, ne kadarının uydurma olduğu konusunda yaptıkları kıran kırana bir laf dalaşının ardından karar vermişti Selkirk‘ü bulup konuşmaya. Daniel, hikâyenin büyük ölçüde uydurma olduğunu düşünüyordu ve Jack'in meyhanesinde Richard’la ikinci bir tartışma için birinci elden bilgiye ihtiyacı vardı.

İspanyol gemilerini soymakta usta korsan Selkirk, onca gemiyi talan ettikten sonra payına düşen ganimetin bir kısmıyla İskoçya’da bir ev almıştı ve garip bir hayat sürüyordu. Evinin bahçesine, ıssız adada kendi yaptığı mağrasına benzer bir çukur kazmıştı. Bazen haftalarca orada tek başına yaşıyor, hiç kimseyle konuşmuyordu. Daniel’in onu, hayatını yeniden anlatmaya ikna etmesi hiç de kolay olmadı. Selkirk, gazetecinin verdiği sözlere inanmıyordu. Kısmen hayatını konu alan Rogers‘ın kitabından, tüm vaadlere rağmen tek kuruş telif ücreti alamadığından yakınıyordu. Tüm yazar-çizer milletini defterinden silmişti. Daniel, Kıbrıs eşekleri gibi inatçı ve suskun denizciyi konuşmaya ikna etmek için bütün maharetini gösterdi, çok dil döktü. Onun sadece gerçek hikayesini, abartısız gerçeği öğrenmek istediğini, hayatı hakkında kitap falan yazmayı düşünmediğini, sadece bilgi edinmek istediğini anlatıp durdu ve nihayet onu konuşturmayı başardı.

Daniel, Selkirk’ün anlattıklarını kitap malzemesi yapmayı gerçekten düşünmemişti. Ama korsanla yaptığı uzun sohbetlerin ardından her akşam, ondan gizli tuttuğu notları masasının üzerinde dağ gibi yığılınca, ciddi ciddi düşünmeye başladı. Hayali bir seyahatname yazıp yazamaz mıydı? Selkirk‘ün bomba gibi bir hikâyesi vardı ve konuyu sansasyonel bir kitap haline getirmenin en güzel ve kolay yolu, Selkirk’ün maceralarını değiştirip abartarak yeniden yazmaktı. Daniel, kazanabileceği telif ücretine ne Selkirk’ü ne de bir başkasını ortak etmeyi –asla- düşünmediğinden, hayali bir kahraman yaratıp, ona Selkirk'ün yaşadıklarının bir benzerini yaşatacaktı. Böylece, Selkirk'in telif diye tutturup, sonradan başına bela olmasını önleyecekti. Ayrıca o da Rogers gibi yapacak, Selkirk‘ün hikâyesiyle yetinmeyip kahramanına bambaşka maceralar daha yaşatacaktı.

Alexander Selkirk; gözlerini kocaman açarak anlatmaya başladı hikayesini. Önce, korsan gemisi Cinque Ports’daki tek kişilik isyanını anlattı. 1704 sonbaharında korsan arkadaşlarıyla birlikte, Güney Amerikanın Pasifik sahillerinde herzamanki gibi gene gümüş yüklü bir İspanyol gemisine saldırmışlar ama saldırıya hazırlıklı oldukları anlaşılan İspanyolların sıkı mukavemetine dayanamamışlardı. Top ateşiyle delikdeşik olan gemileriyle kaçmak zorunda kalmışlardı. Korsan gemisi Cinque Ports, ağır yaralar almıştı ve acilen onarılması gerekiyordu. Birbirinden uzak iki büyük ada ve bir kayalıktan ibaret Juan Fernandez adalarından birine, Şili kıyılarından en uzakta olan Isla Mas a Terra adasının sığ kumsalına demir atmışlardı.

Korsanlar, Juan Fernandez’e keçi sürüleri bırakmışlardı. Korkunç skorbut hastalığına karşı korunmak için herzaman taze ete ihtiyaçları oluyordu. İspanyollardan kaçıp saklanmaları gerektiğinde izlerini kaybettirip Juan Fernandez‘e sığınıyor, hızla üreyen keçileri gemilerdeki köpekler yardımıyla avlıyordı. Korsanlar burada su fıçılarını taze suyla dolduruyor, dinleniyor, sonra soygunlarına devam etmek için yeniden denize açılıyorlardı. Adanın yerini, birkaç İngiliz ve Fransız korsan gemisinin kaptanı dışında hiçkimse bilmiyordu. Bütün gizemliliğine rağmen yerini ezberlemek, cahil korsanlar için bile çok kolaydı: Isla Mas a Terra adası, Şili sahilindeki Valparaiso kasabasıyla aynı paralel üzerinde, sahilden sadece 300 deniz mili açıktaydı.

Korsan gemisinin kaptanı; gemiyi tamir etmeye gerek duymadan, yolculuk için gerekli et ve su ihtiyacını karşılar karşılamaz denize açılmaya kalkınca Selkirk isyan etmişti. Cinque Ports’un, İspanyol gemilerinin karşısına çıkamayacak kadar zayıf olduğunu, tamir edilmeden şurdan şuraya gidemeyeceğini dilinin döndüğünce -yani en yakası açılmadık küfürler eşliğinde- anlatmaya çalıştı. İskoçyalı genç korsan, kaptan ve arkadaşları arasında çok sevilen biri olmasaydı, ya derhal geminin orta direğinde sallandırılır ya da köpek balıklarına yem edilirdi. Kaptan, tayfaların da isyan etmelerinden çekindiğinden, Sekirk’ü öldürmek yerine onun o saçma “anlaşma önerisi”ni kabul etti.

Selkirk, demir almak üzere olan Cinque Ports ile Pasifik’e açılmayı kesinlikle reddediyor, İspanyol toplarına hedef olup pisipisine ölmektense ıssız Juan Fernandez’de kalmayı tercih ediyordu. Arkadaşları Selkirk’in bu çılgınlığına çok şaştılar ve onun cesaretine hayran kaldılar. Kaptan, inatçı genç korsanı gemisine almak üzere ilk fırsatta adaya döneceğine bütün mürettebatın önünde, söz verdi. Adamlarına, Selkirk’ün ıssız adasına bir İncil, birkaç barut fıçısı ve ağızdan dolma bir tüfek bırakmalarını emretti.

Gemi yelken açıp ağır ağır sahilden ayrılırken Selkirk, daha sonra yaşayacağı derin yalnızlığın önsezisiyle; inadını ve gururunu çiğneyip, denize atladı ve yüzerek Cinque Ports’a yetişti. Genç korsan, güverteye çıktığında kaptanla girdiği ağız dalaşından iyice pişman olmuş vaziyetteydi. Kaptana; adada kalmaktan vazgeçtiğini, onlarla birlikte korsanlık yapmaya devam etmek istediğini söylediğinde kaptanın kahkahası denizin sessizliğinde çınladı. “Bir centilmen, verdiği sözü mutlaka tutmalı” dedi kaptan. “Üzgünüm!.. Seninle bir anlaşma yaptık. Ben bu anlaşmaya uyacağıma herkesin önünde şeref sözü verdim; senin de anlaşmamıza uymanı bekliyorum.” Diğer korsanlar yüksek sesle kaptanı destekleyince Alexander Selkirk’ün denize atlayıp ıssız adasına doğru yüzmekten başka çaresi kalmadı.

Bu olayın ardından yıllarca süren yalnızlığına rağmen Selkirk, onu almak için geri dönmeyen kaptana kin duymadığını söylüyordu ve bunun çok insani iki nedeni vardı. Birincisi: Adada kalmayı kabul eden İskoç korsan haklı çıkmış, Cinque Ports birkaç hafta sonra İspanyol gemileriyle girdiği ilk çatışmada denizin dibini boylamıştı. İkincisi: Gemisini kaybeden ve İspanyolların elinden canını zor kurtaran kaptanın o şartlar altında sözünü tutup Selkirk’ü adadan kurtarmak için geri dönmesi imkansızdı. Kaptan, kendine yeni bir gemi hazırlayıp denize açılıncaya kadar, adanın yerini bilen az sayıdaki korsan gemisinden hiçbiri, bölgeyi sıkı kontrol altında tutan İspanyol gemilerinin arasından sıyrılamamış, Selkirk’ün adasına uğrayamamıştı.

Korsanların kaptanı 1709’da Isla Mas a Terra adasının aynı kumsalına demir attığında, Selkirk perişan bir haldeydi. Barutu çoktan bitmiş, hayatta kalmak için bıçağını kullanmaya başlamış ve özellikle keçi avlamakta büyük maharet kazanmıştı. Issız adada ev olarak kullanmak üzere kendine korunaklı bir mağra hazırlamıştı. Kaptanın anlattıklarına bakılacak olursa Sekirk konuşmayı unutmuştu. Artık İngilizce cümle kuramıyordu. “Tam bir vahşiye dönmüştü.” İşin pek bilinmeyen tarafı ise, Selkirk’ü adada bırakan ve dört yıl sonra onu kurtaran kaptan, Selkirk hakkındaki kitabı yazan Woodes Rogers'dan başkası değildi.

Alexander Selkirk’ün Rogers’ın yeni korsan gemisindeki hayata intibak etmesi (ve ülkesine döndükten sonra insanlarla birlikte yaşamaya alışması) uzun yıllarını aldı. 1712 yılında vatanı İskoçya’ya yeniden ayak basınca, payına düşen ganimetle o muhteşem bahçeli evin sahibi oldu ve bir daha da denizlere açılmadı.

Dışarıdan sızan atlı araba gürültüsü ve seyyar satıcı sesleri, büronun sessizliğini doldurmaya yetmiyordu. Yayıncı, yavaşça ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. Sırtı Daniel’e dönük, dışarıyı seyrederken derin bir nefes aldı ve yumuşak bir sesle;

Kitabınızı ne kadar zamanda tamamlayabilirsiniz Mr. Defoe?” diye sordu.

Eğer hemen arkasına dönseydi Daniel’in, oturduğu yerde sevinçten hopladığını görebilirdi.

Kitabınızı tamamlamanız için bir ay yeter mi?”

Uykudan yeni uyanmış gibi gözlerini kırpıştıran Daniel, şaşkınlık anlarında hep yaptığı gibi işaret parmağıyla ağzının yanındaki benle oynamaya başladı ve “Ha tabii, evet” gibi birşeyler geveledi.

Yayıncı, zafer kazanmış komutan edasıyla masasına döndü ve ikinci bir çekmeceyi açarak parmak kalınlığında bir para destesi çıkardı.

Avansınız...”

Aynı günün akşamı Mary, kocasını yeniden tanımakta güçlük çekti. Daniel’in yıllardır bir maske gibi taşıdığı o solgun ve üzgün yüz gitmiş, yerine hayat dolu renkli, muzip, güleç, canlı biri gelmişti. Mutlu insanlara mahsus o pırıltı yeniden gözlerine yerleşmişti. Artık sokakta peruk da takmıyor, omuzlarına kadar inen ağarmış seyrek saçlarını, ensesinden topluyordu.

Daniel, romanını bir an evvel bitirebilmek için odasına kapanarak çala kalem işe girişti. Kendi kaderiyle kahramanı Robinson’un kaderini birleştirmişti. O nasıl otuzbeş yaşına kadar taşıdığı “Foe” soyadını babasına inat “Defoe” diye değiştirdiyse, kahramanı Robinson da aynısını yapmalıydı. Robinson'un “Kreuzner” soyadı, telaffuzu bozuk İngilizler tarafından tekrarlana tekrarlana “Crusoe” haline gelmeliydi. Robinson Crusoe’nun da -tıpkı Daniel’inki gibi- hiç anlaşamadığı bir babası olmalıydı. O adam da İngiliz değil bir yabancı, mesela bir Alman olmalıydı. Baba Kreuzner (Crusoe); Avrupa’daki Otuzyıl Savaşları’ndan bunalıp, ticari hayatına barış içinde devam edebileceğini düşündüğü İngiltere’ye gelmiş olabilir, İngiliz bir hanımla evlenebilirdi. Bu evlilikten olan York’lu Robinson, Daniel’in tarih tutkusu nedeniyle, yazarından yirmisekiz yıl önce, mesela 1632’de doğabilirdi.

Daniel’in, Cervantes ayarı büyük bir edebiyatçı olmak gibi bir amacı kesinlikle olmadığından; zamanın romantik tarzına uyup, süslü laflar ederek okurlarını cezbetmeye çalışmadı -zaten bunu yapabilecek ne yeteneği ne de zamanı olduğunu düşünüyordu. O, parasızlıktan kurtulmaya yeminli bir gazeteciydi ve uzun hikâyesini bir ay kadar kısa bir sürede yazabilmasi için bildiğinden şaşmamalı, kitabı alışık olduğu gazeteci üslubuyla yazıp baskıya yetiştirmeliydi. En kolayı, kendini Robinson’un -yani Selkirk’ün- yerine koyup, kahramanının yetmiş yıla kadar yayabileceği “anılarını” yazarak işe başlamaktı. O da öyle yaptı.

Daniel, kendisi gibi herşeye meraklı Robinson’unu 1651 yılında, -daha ondokuz yaşında iken- Batı Afrika’ya, ilk maceralı deniz yolculuğuna gönderdi. Eh ne de olsa elinde, yalnız Selkirk’ün hayat hikayesi değil, Portekizli denizcilerin ve kaşiflerin yazdığı çok sayıda seyahatname de bulunmaktaydı. Denizcilerin abartılı hikayelerinin, herzaman en iyi satan gazete malzemesi olduğunu çok iyi biliyordu. Tavanarasında elinde diviti, sabahlara kadar yazdı yazdı yazdı. Sırf okurlarının dini duygularını harekete geçirmek ve azıcık da olsa çağın roman geleneklerine saygı göstermek babında, aralara dinsel-felsefi duygusallıklar sıkıştırmayı da unutmadı.

Daniel, ticari hevesini yenemeyip ilk yolculuğuna çıkarken Robinson’unun yanına, 40 Pfund Sterlin değerinde mal verdi. Genç Robinson, Daniel’den âlâ bir tüccar olduğunu kanıtlamak istercesine bütün mallarını Afrikalı zencilere okutup, karşılığında onlardan, ikibuçuk kilo kadar altın topladı. (Zaten Batı Afrika sahili yağmalanmadan önce “Altın Sahili” diye anılmıyor muydu?) Robinson Crusoe, Londra’ya dönüp, altınlarını üçyüz küsur Pfund Sterlin’e çevirince Daniel’in ağzı kulaklarına vardı.

Daniel, ikinci seyahatinde Robinson’unun karşısına, zamanın ticaret gemilerinin belalısı Türk korsanları çıkardı. Türkler eften püften gemilerle değil, 18 toplu karavelalarla saldırıyorlardı. Cervantes, “Topçuluğun şeytansı keşfi, en mücadeleci insanı öldürebilecek kalleş ve iğrenç bir ele izin veriyor” diyordu Türkler hakkında. Robinson, Cervantes gibi esir düştü ve ancak iki yıllık esaretin ardından bir sandalla kaçıp bir Portekiz gemisine sığınabildi. Yeni macerasının başlayacağı Brezilya’nın Sao Paolo eyaletindeki Santos limanına geldi.

Daniel kahramanına tez elden yeni dostlar edindirdi, onu parlak ticari fikirlerle donattı. Santos limanın etrafındaki bölgelerde tütün ve şeker pancarı plantajları bulunmaktaydı. Robinson’un sömürgeci dostları, gereğinde aç karnına çalışacak tıynette Brazilyalı işçi bulmakta zorlandıklarından, Afrikalara varana kadar dünyayı turlayıp tanıdığını söyleyen Mr. Crusoe’ya başvurarak dertlerine derman olmasını istediler. Şöyle yumuşak başlı, efendisinin bir sözünü iki etmeyen, kamçının dilini çabucak öğrenebilecek kara derili taze insanlara ihtiyaç vardı. O yıllarda Brezilya’da ticaret almış başını yürümüştü. Daniel’in kitabında yazdığı kadarıyla, işçilerin topladıkları tütün ve ürettikleri şeker Avrupa’ya satılıyor, karşılığında Avrupa’dan kumaş ve iş aletleri getiriliyordu. Daniel Robinson’una, Brezilyalı dostları için Portekiz üzerinden İngiliz kumaşı sipariş ettirmek gibi ince ayrıntıları bile unutmadı romanında. Daniel, “Maceramı bir an evvel bitirip yayıncıların önüne koyayım” aceleciliğiyle; o dönemde Santos limanının, kahve ticaretinin dünyadaki en önemli merkezi olduğuna tek bir cümleyle de olsa değinmeyi unuttu.

Saygıdeğer Mr. Crusoe, zenci köle “temin etmek” amacıyla Afrika’ya doğru yola çıktı çıkmasına da, gemisi, Daniel'in müdahalesiyle doğuya değil de kuzeybatıya dümen kırdı ve Venezuela sahillerine pek uzak olmayan bir yerde, gene Daniel’in üfürüp azdırdığı muazzam bir fırtınaya yakalanıp battı.

Daniel, gazete arşivini ve tomar tomar notlarını kullanarak, masabaşı haberciliğin dikâlâsının nasıl yapıldığını, dostlarına ve yakasını bir türlü bırakmayan düşmanlarına göstermek hırsıyla divitini konuşturdu. Kitabının kurgusu için, zamanının en doğru ve en kesin ticari bilgilerini kullandı. Hikayeyi öyle ayrıntılı, öyle sıkı örmeliydi ki; bütün iyi niyetli okurlar ve onları dinleyen bütün saf vatandaşlar Robinson’un varlığına ve yaşadığı maceralara inanmalıydılar. -Hatta bir çoğu, “dur ben de onun yaptığı gibi yapayım” demeli ve yeni adalara yelken açmalıydılar.

Bu Robinson tam bir demir leblebiydi. Dile kolay tam yirmisekiz yıl tek başına yaşamasına rağmen -dilini unutmak bir yana- Cuma adlı bir yerliye İngilizce öğretecek kadar sağlam bir akıl sağlığına sahipti. Doğanın acımasızlığına teslim olmak bir yana, -imkanları elverdiği ölçüde- İngiltere’den alışık olduğu hayatı ve “uygarlığı”, Tanrı’nın unuttuğu ıssız bir adada tek başına kurabilecek kadar güçlü bir iradeye sahipti. Daniel onu dünyadan soyutlayıp, “hadi bakalım, göster kendini ya kulum” deyince; Robinson tepeden tırnağa hırs kesilip, zamanın bütün sömürgecilerinin sahip olması gereken özellikleri Daniel’in okurlarının bilgisine sunuyordu: Sonsuz özgüven, cesaret, mucitlik, kâşiflik vs. vs... Robinson, bu büyük “ruhsal” sermayesine dayanarak, sömürgelerde, hiç yoktan parasız-pulsuz yepyeni yerleşim birimlerinin ve ekonominin nasıl kurulabileceğini gösterip, dış dünyada herkesin “efendi” olabileceğini gösteriyordu. Adam kazazede değil adeta şirket menejeriydi. Durmadan bir şeyler yapıyor, hiç durmadan çalışıyordu: İş aletleri, ev aletleri, çitler, sepetler (bu arada evcilleştirdiği keçilerin bakımını da unutmayalım) ve daha neler neler.

Daniel, yazdığı hikayeyi “gerçek” diye sunmaya kesin kararlıydı. Robinson’unun ıssız adadaki hayatını bazen saat saat anlatmaya kalkacak kadar fanatikleşti. Selkirk ve Rogers’dan duyduklarının özüne sadık kaldı, ama kendi kurgusunun cazibesine kapılarak gerçek Selkirk-olayının iyice dışına çıktı. Yaptığı değişikliklerin bedeli çok ağırdı. Romanını, ancak profesyonel kâşiflerin, coğrafyacıların, doğa bilimcilerinin farkedebilecekleri önemli hataların üzerine inşa etmek zorunda kaldı.

Daniel; Robinson Crusoe’yu, Selkirk’ün Şili kıyıları açıklarındaki adasına değil, Venezüela’nın kuzey doğusundaki Drinoko nehrinin (Onun yazdığı şekliyle “Oroonoque” nehrinin) Atlas Okyanusuna kavuştuğu bölgede Trinidad dolaylarında hayali bir adaya çıkarttı. Ve “yanlışlıkla” Selkirk’ün adasındaki keçileri de Robinson’un adasına koydu. Halbuki 18. Yüzyılda, o bölgenin adalarında ve sahillerinde tek bir keçi bile yaşamıyordu. Üstelik adalar, korsan ve ticaret gemileri için hiç kullanışlı değillerdi. Robinson'un romandaki adası “henüz keşfedilmemiş ıssız bir ada” olduğuna göre, üzerinde keçilerin yaşaması -bu nedenle- komikti. Hadi Robinson’un ıssız adası yakınlarında bir geminin batmış olduğunu ve keçilerin karaya çıkıp çoğaldıklarını var sayalım. Böyle fantastik bir durumda bile hiç bir keçi, batık gemiden kurtulup adaya çıkamazdı, çünkü keçiler yüzemezler! (Tabii aynı şey domuzlar için geçerli değil. Domuzlar, ada yakınında batan bir gemiden pek ala kurtulup adaya çıkabilir, çoğalıp Daniel’in kitabına malzeme, Robinson’una av olabilirlerdi, olamadılar.)

Daniel’in hayali adası, bulunduğu yer nedeniyle diğer adalar gibi yoğun tropikal bataklıklarla kaplı olması gerektiğinden; Robinson’un o yüksek nem ortamında -yani malaryanın keskin tırpanıyla kol gezdiği bir yerde- ateşlenip ölmeden 28 yıl güle oynaya yaşaması kesinlikle imkansızdı. Mr. Crusoe’nun hayatta kalabilmesi için en azından “kinin” denen şeyden haberdar olması ve tabii onu kullanması lazımdı. Gerçi Robinson 1659’da adasına ayak bastığında kinin bitkisi Avrupalılar tarafından daha yeni keşfedilmişti ama Daniel’in tropikal adasında kahramanına kinin bulması için hikayesini kökten değiştirmesi, hatta yer yer yeniden yazması gerekiyordu. Kinini maalesef İngilizler değil, İngilizlere diş bileyen İspanyollar bulmuşlardı ve onlar kullanıyorlardı. Robinson’a en yakın ispanyol kolonisi ise, Amazon nehrinin, sonsuz tropikal ormanların, And dağlarının ardındaki Peru’da bulunmaktaydı. Daniel bir kinin yüzünden hikâyeyi değiştirmeyi elbette aklının ucundan bile geçirmedi. Oysa Robinson’un yanında kinin olsaydı, Daniel’in kitabındaki gibi tütün çiğneyip bulamacını içerek malaryadan kurtulmaya çabalamazdı –hem zaten kurtulamaz, en fazla biriki yıl içinde kesinlikle ölürdü.

Böyle “küçük” hatalar kadı kızında bile olduğundan, o zamanın dünyadan habersiz okurunun dikkatini çekmedi. Anlattıklarına bakacak olursak Robinson’un tropikal olması gereken adasında zaten tropikal bitkiler bulunmuyordu. Onların yerine tahıl, asma falan gibi suptropikal bitki ve ağaçlar yaşıyordu. Robinson’un anılarında adını andığı tek tropikal bitki, “Demir ağacı” denen (ve farklı cinslerinin o devirde Trinidad bölgesinde ve Hindistan’da, hatta kısmen Avustralya çevresinde görüldüğü) tropikal bir ağaç türüydü o kadar.

Robinson, adadaki dünyasını, yalnızlığını, Tanrı’ya şükrederek kabulleniyor ve onu “cennet” diye tarif ederek kendini adasının, yani kendi küçük dünyasının efendisi ilan ediyordu. Robinson’un özgüveni, kendisine ait olmayan bir ayak izi gördüğü anda başına yıkıldı!

Daniel, Robinson’un bu özgüven kaybına çok kafa yorup çok sayfa ayırdı. Gece yarıları odasında, ağır ceza mahkumları gibi kısa voltalar attı. Daniel’in Robinson’u; iç huzuruna kavuşabilmek için insanların hepsini son kişisine, bitkileri son yaprağına, hayvanları son solucanına kadar tasnif ve kontrol edebilmeliydi. Baktı edemiyor, edemediklerini ya öldürmeli, yakıp yıkmalı, ya da çitlerle kendinden uzak tutmalıydı. Robinson, kendi dünyasının tek hakimi olmadan kendini asla rahat ve “güvenli” hissedemedi. Kendine benzemeyen yabancıları görünce o iyi ve inançlı adam, gözünün yaşına bakmadan adam öldüren katilin teki oldu. (Gerekçesi güvenlik!)

Daniel, okurlarının gidecekleri “keşfedilmeyi bekleyen” adalarda, “uygar efendiler” gibi davranabilmeleri ve gereğinde “vahşileri” gönül rahatlığıyla öldürebilmeleri için zamanın moda korkularını da ceplerine koydu: Yamyamlık. Vahşiler adı üzerinde vahşiydiler ve beyazları yiyorlardı. Bu ahval ve şerait dairesinde, gidilecek uzak diyarların yerlileriyle kurabilecek tek “dostluk” ilişkisi, efendi/uşak ilişkisi olabilirdi –tabii Robinson’un efendi olması koşuluyla... Uygar Robinson, onun kölesi ve uşağı olmaya fazlaca meraklı Cuma’ya; ancak insanların yenmeyeceğini, İngilizce konuşmayı, pazarları kiliseye gitmeyi ve bunun gibi bilumum “önemli” şeyleri öğrettikten sonra –o da kısmen- güvenebiliyordu. Gerçek şuydu ki, özgür vahşilere asla güvenilemezdi, çünkü onlar adamı yerlerdi.

Daniel’in kitabı, 25 Nisan 1719’da piyasaya çıktı ve iki hafta içinde bütün kitapçılarda tamamen satılıp tükendi. Yayıncısı buna hazırlıklı değildiyse de, satışlara ayak uydurmayı başardı. 12 Mayıs’da ikinci baskıyı piyasaya sürdü; kitap gene yok satınca acilen yeni kâğıt temin edip 6 Haziran’da üçüncü baskıyı yaptı. Bu tarihten sonra durmadan kâğıt satın almak gerekti, çünkü kitap o yıl toplam 80.000 adet satıldı. Bu, o zaman için, erişilmesi imkansıza yakın bir rekordu. Daniel, kitabından büyük bir servet kazandı.

Kitap ilk yayınlandığında kaptanlar, tüccarlar ve özellikle parasını yeni sömürgelere yatırmak konusunda kararsız olan varlıklı insanların başucu kitabı haline geldi.

Daniel bugün yaşasaydı ve dosyası koltuğunda Londra’daki saygın yayınevlerinin hepsini dolaşsaydı; bir tek yayıncının bile o kitabı yayımlamaya yanaşmadığını görüp, dünya edebiyat tarihinin yazmayacağı büyük hayal kırıklıklarından birini yaşayabilirdi. Daniel inatçıdır kolay pes etmez. Eminim istisnasız bütün yayınevlerini tek tek dolaşır, yayıncıların iğneleyici sözleri ve eleştirileri karşısında kafayı sıyırıp onları analarından doğduklarına pişman ederdi; tabii sonra da Jack’in malum meyhanesine düşerdi. Ama o, yazar ve yayıncıların güzellik uykularından uyanmalarını beklemedi. Daha Jules Verne (Robinsonlar Okulu), William Golding (Sineklerin Tanrısı) ve diğer büyük yazarlar doğmadan ve -bugün “Robinsonad cinsi roman” denen- ve çok daha iyi yazılmış romanlar akıllara düşmeden, Daniel Defoe, Robinson kitabını yıldırım hızıyla bir ayda tamamlayıp yayıncısına teslim etti...

Not: Daniel Defoe, Robinson kitabından, hayallerinin ötesinde büyük paralar kazandı. Amacına ulaştı ama mutluluğu çok kısa sürdü. Hayatının son büyük “ticari hatasını” yaparak; parasal işlemlerde kolaylık olsun diye, daha yaşarken bütün servetini sevgili oğlunun üzerine geçirdi. Oğlu, hiç beklemediği bir şekilde onun servetinin üstüne yattı ve büyük servetinden yazara, küçücük bir emekli maaşı dahi koklatmadı. Oğluna çok kırılan Daniel Defoe, sefalet içinde, 1731 yılının 26 Nisanında Londra’da hayata gözlerini yumdu.

Yulian Popov / 'Bulgaristan'ın Türkiye Ufku'

Eski Avrupa Birliği (AB) üyeleri tarafından ne kadar garip karşılanırsa karşılansın, artık biz de AB'nin içindeyiz. Her kulüp gibi AB'nin de kendine özgü kuralları var. Biz bu kurallara, bazı eski üye üyelerden daha hızlı uyum sağlayabiliriz. Sizi ayrı bir masaya oturtmamaları için minimum standartlara uymanız ve bazı külfetlere katlanmanız gerekiyor. Bu arada bizden beklenen uysal tutum, bize siyasi inisiyatif olanakları da sunuyor. Tarihte Bulgaristan böyle bir fırsata çok nadiren sahip olmuştur.

Ortaçağ başlarında, sorunun nasıl olduğunu değerlendirebilmem çok zor, ama o zamandan bu yana pek nadir olarak şimdiki konumda olmuşuzdur. Hatta Bulgaristan, Rus etkisinden kurtulduktan sonra bile, bağımsız bir dış politika (ve büyük ölçüde iç politika) izleme şansına sahip olamadı. Bulgaristan, yeni kurulmaya çalışılan demokratik düzende, Makedonya'nın tanınması dışında pek siyasi manevra kabiliyeti olmayan bir ülke konumunda kalmıştır.

Şimdi özgürüz, kontrollü girişimlerde bulunabilir, bu yolda hatalar bile yapabiliriz. Zamanla hatalardan kurtulup bu duruma alışacağız. Artık sorun, hangi istikamete doğru hareket edeceğimizdir. Uslu uslu oturup karnımızdan mı konuşacağız, malum genel çizgimizi hayata geçirenler arasında mı yeralacağız, yoksa daha olgun yollar mı izleyeceğiz? Ve bu yollar hangileridir?

Türkiye, diğer konuları göz ardı etsek bile Bulgaristan için, en azından ortak sınırlara sahip olmamız bakımından önemlidir. İster istemez Türkiye'nin bazı sorunlarıyla ilgilenmemiz gerekecektir. Belli ki bunu gönülsüzce yapacağız. Neden gönüllü yapmayalım?

Garip olmakla birlikte Türkiye, biz Bulgarlar için hala derin ve anlaşılması zor bir sorun teşkil ediyor. Ve bu durum, İvan Vazov'dan Anton Donçev'e, Todor Jivkov'dan Volen Sidorov'a (1) ve diğer benzerlerine varıncaya kadar, hepimizin suçu. Anlaşılan, Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) de (2) Türk sorunu ve perspektifini anlamamıza yardımcı olamadı. HÖH'ün ortaya çıkışı ve siyasi başarısı, sıradan vatandaşların Türkiye hakkındaki önyargıları güçlendirmekle kalmadı, Rus tipi “aydınlar” tarafından da kuşkuyla karşılandı. Gerçek ise, yıkıcılığı hakkında oluşmuş kanaatin tersine HÖH'ün Türkiye ile olan bağlarının çok zayıf olduğudur. Bu bağların yoğunluk derecesi uzun uzun tartışılabilir, ama bu tartışmalar hiç önemli değildir. Türkiye, hem Bulgaristan hem Avrupa hem de dünya için, Bulgaristan'daki herhangi bir siyasi partiden çok daha önemlidir. Zaten HÖH, televizyonda yirmidört saat seyrettiğimiz Ahmet Doğan'ın çerçeveli resmine dönüştü.

Bakışlarımız biraz daha öteye, İstanbul ve Ankara'ya, Türk sahillerine ve Türk el emeğine yönelmeli. Ayrıca, Türk tarihine, Türk kültürüne ve Türk diline yönelmeli. Böylece, Türkiye'nin Bulgaristan için gerçekten muazzam bir pazar olduğunu görmekle kalmayıp, işgücü kaynakları tükenmiş olan Bulgaristan için ucuz iş gücü kaynağı ve umudu olduğunu da görmeliyiz. Kaldı ki Türkiye, ekonomik bakımdan Bulgaristan'dan daha hızlı gelişen ve bu suretle onu sınırlarımız ötesi Bulgar yatırımları için çok cazip kılan bir ülkedir.

Türkiye'nin, AB üyesi olması veya olmaması, Bulgaristan'ın tutumuna bağlı değildir. Katılım müzakereleri onbeş-yirmi yıl sürecektir ve önümüzdeki dönemde öyle bir hale gelecektir ki, akademik, siyasi, ekonomik boyutları olan bir endüstriye dönüşecektir. Neden Bulgaristan, bu sürece dahil olmasın? “Beşyüz yıl Türk esaretinde kalmış olduğumuz” için mi? Oldukça ilkel ve yenilgi psikolojisiyle ileri sürülen bir gerekçe bu. AB ile Türkiye arasında aracılık etmek, Bulgaristan'ın uzmanlık alanına dönüşebilir. Ve bu aracılık sıfatının, HÖH ile mutlaka ortak bir yanının olması gerekmez.

Avrupa'da -iddiasında haklı veya haksız olsun- Türkiye'yi bizden daha iyi anladığını iddia edebilecek ülke neredeyse yoktur. Bulgaristan, Türkiye'nin görüşüldüğü AB masasında hazır bulunacaktır. Biz, AB üyesi bir ülke olarak ABD'nin de güvenini kazanmış bulunuyoruz. Türkiye konusu en iyi nerede tartışılır? Henüz kılıçların kınına girmediği Yunanistan'da mı, Türk sorununun neredeyse tamamen misafir işçi yorumuna indirgendiği Almanya'da mı? Veya yabancı düşmanlığı hastalığına tutulmuş Fransa'da mı? AB konusunda kötümser Büyük Britanya'da mı? Elbette Bulgaristan'da.

Türkiye'yle diğer yakınlığımız kültürel yakınlığımızdır. Avrupa milletleri denizine açılınca, öz kişiliğimizi koruyabilmek konusu hiç de önemsiz bir konu sayılmaz. O zaman Türkiye'ye bakarak, bizim kim olduğumuz konusunda daha berrak bir görüşe sahip olabiliriz. On-line forumlarda, kendine aydın diyenlerin ukalaca öne sürdüğü bir teze göre “Bulgar toprağı beşyüz yıl Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yaşamıştır.” (Ama bu durumu cahilane bir şekilde Türk esareti olarak değerlendiriyorlar. Oysa bu ne bir esarettir, ne de Türk esaretidir.)

Evet dilimiz Türk dilinin istilasına uğramıştır ve bugün de dilimizde bol miktarda Türkçe sözcük vardır. Ama bu sözcükleri dilimizden çıkaracak olursak, raflardaki edebi eserlerimizin yarısını çıkarıp atmamız gerekir (muhtemelen tam yarısını). Geleneksel Bulgar mimarisine göz atacak olursak, onun da Osmanlı mimarisine şaşılacak derecede benzediğini hayretle görürüz. Bu benzerliklere, Bulgar kilimlerini, Bulgar mutfağını, Bulgar gülünü (3), parklarda bile oynanan tavlayı ve başkalarını da ekleyebiliriz.

Birkaç yıl önce Türkiye'yi ilk kez ziyaret ettiğimde küçük bir kültür şoku yaşamıştım. İlk sürpriz, girdiğim ilk lokantada sunulan Bulgaristan usulü cacık oldu. Bana aşılanmış olan vatan sevgisine göre, bana öğretildiği üzere cacık, Bulgaristan dışında hiçbir yerde yapılmazdı ve onu da en güzel annem yapardı (ben de buna inanmıştım). “Az gelişmiş uzak komşumuz” Türkiye'de bana ilk ikram edilen şey, annemin hazırladığı kadar güzel yapılmış cacık oldu. Türkiye'ye gelen her Bulgar vatandaşı benimkine benzer küçük dramlar yaşayabilir. Bunlar, kültürel yakınlığımızı hatırlatan anekdotlardır.

Bulgar insanı, Türk sorunuyla başedebilmek için bazı mümkün stratejiler geliştirmiştir. Birincisi, çok yaygın olan Vazov stratejisidir. Bu strateji, şu anda Ataka partisinin uyguladığı stratejidir ve şunu der: Onlar bizi kesmişler, ülkemizi talan etmişler, biz de onlardan yüz çevirmeliyiz, dilimizi Türk dilinden arındırmalıyız, düzenli olarak kiliseye gitmeliyiz. Fakat Vazov'un “Pod igoto” (Esaret Altında) ve “Epopeya na zabravenite” (Unutulanların Destanı) gibi eserlerinin dışındaki şiirlerini okumuş olanlar, yazarın Bulgar folkloruna, Türk haremi muamelesi yaptığını hayretle göreceklerdir. İkinci strateji ise Doğu kültürünün, Avrupa merkezli bir anlayışla reddedilmesidir. Bu, Aleko'nun stratejisidir. Adi ve Doğulu olan her şeyden utanç duyar ve arzulanan Viyana, Cenevre ve Paris kültürüne tapmak şeklinde tezahür eder. Fakat üçüncü bir strateji daha vardır. O da, objektif bir gözlem, sağlıklı bir merak duygusu (tecessüs) ve içten gelen, kendi kendini tanıma arzusudur. Bu, öz milli duyguların stratejisidir; kültürüne aşırı güven duyanların ve milli komplekslerin, fesat komplocu paranoyalara inananların stratejisi değildir.

Bulgaristan'ın AB üyeliği, Avrupa dışı asimilasyon ve Bulgaristan'dan toprak talepleri iddialarını da bertaraf etmiş oluyor. Yıllar önce bir Bulgar bakan beni, Türklerin, Türkiye'den gelen parayla Bulgaristan'dan hektar hektar toprak satın aldıklarını ve daha sonra bu toprakları Bulgaristan'dan ayıracaklarına ikna etmeye çalıştı. O zamanlar, satın alınmış böyle devlet tarım kooperatiflerinin bağımsızlık taleb edeceklerine inanmamıştım. Bugün, bu tür korkulara kapılanların, ancak ruh sağlığı bozuk insanlar olabibileceğine inanıyorum.

Şimdi önümüzde veya -yüzümüzü Brüksel'e dönmüş olduğumuzdan arkamızda- imkanlarla dolu engin bir ülke uzanıyor. Şimdiye kadar o ülke konusunda, eski tarih kitaplarının “partizanları” olarak sustuk. Türkiye'nin Yılan yuvası ve arı kovanı olduğunu hesaplayarak, milletimize bulaşıcı hastalık taşıyacağını düşündük; en “uygar” olanlarımızın düşüncesi bile, Türkiye'nin, ağzımıza sığmayan büyük bir kaşık olduğu idi. Beynimizde hala, Türklere karşı eski direniş öykülerinin damgasını taşımaktayız: Rus-Türk savaşı olur, Bulgar insanı, utancından kurtulmak için kurban vermesi gerekir vs. Direnişçilerin zaferini hiçbir şekilde küçümsemiyorum ve Osmanlı idaresine karşı savaşmış diğer kahramanların hakkını teslim ediyorum ama Vazov'un uyuşturucu naif milliyetçiliğinin devri geçmiştir. Avrupa'nın ve Türkiye'nin artık bunları arkada bırakmış olması gerekir.

Türk perspektifinden yararlanabilmemiz için, “Unutulanların destanı”nı unutmamız gerekiyor (tabii kahramanlarını değil). Bulgar üniversitelerinde Osmananlı kürsüleri açılmalı, Türk dili öğretilmeli. Bu, Bulgaristan'ın Türk bölgelerindeki Türkçe eğitimiyle karıştırılmamalı. Balkan incelemeleri merkezleri açılmalı ve buralarda geçmiş analiz edilmeli, incelemeler yapılmalı, Türkiye ile olan siyasi ve ekonomik ilişkilerimizin perspektifi belirlenmeli. Bulgar politikacıları ve siyasi partileri, Türkiye ile HÖH arasında bağlantı olduğu düşüncelerini kafalarından çıkarıp atmalı ve komşumuzla ciddi görüşmeler, müzakereler yapmalı.

Bulgar ticaret ve sanayi odaları, Brüksel ve Londra'ya gönderdikleri kadar kalabalık ticaret heyetlerini Türkiye'ye de göndermelidirler. Rus pazarlarına yeniden girmek hesabı yapanlar, şapkalarını önlerine koyup bir kez daha düşünmeliler. Ekonomik büyümesi esas olarak dünya ham madde fiatlarına ve liderinin iradesine endeksli bir pazara mı rağbet edilmeli; yoksa AB üyeliğine yönelmiş, dinamik, ekonomik bakımdan hızla büyüyen, dışarıdan daha az etkilenen, çeşitlenmiş orta büyüklükteki işletmelerin bulunduğu bir pazar mı tercih edilmelidir? Tabii ki ikincisi tercih edilmelidir.

Artık AB üyesi olduk. Cacığın ve güllerin, sadece Bulgaristan'da bulunduğu düşüncesiden kurtulalım. Böylece, AB bünyesinde ciddi bir yer tutabilme şansımız da önemli ölçüde artacaktır.

Yulian Popov, Bulgar yazar

Bulgaristan'da yayımlanan Dnevnik gazetesinden çeviren, Ali Caydı

Çevirmenin notları:

  1. İvan Vazov (1850-1921) Bulgar şairi. Türk-Rus 93 Harbi'nden sonra yazdığı 'Epopeya na Zabravenite' adlı Rus yanlısı eseri nedeniyle Osmanlı (Bulgar) topraklarını terkedip Odessa'da sürgün yaşamak zorunda kaldı. Anton Donchev (1930-) Burgaz'da doğdu. Büyük bir Bulgar yazarıdır. Todor Jivkov (1911-1998) Eski Komünist Partisi ve Bulgaristan Halk Cumhuriyeti devlet başkanı. 1989'da iktidardan çekilmeye zorlandı. Bulgaristan Türklerinin zorla adlarını değiştirmeye kalkmıştır. Uyguladığı ağır baskı politikasının bir sonucu olarak 1985'de Bulgaristan'dan Türkiye'ye son zorunlu kitlesel göç gerçekleşmiştir. Volen Siderov (1956-) Bulgar politikacı. Türk düşmanı faşist Ataka (Natsionalen Sayuz Ataka) partisi başkanı.

  2. Bulgaristan Türklerinin kurduğu liberal Bulgar 'Hak ve Özgürlükler Hareketi' (Dvijenie za Prava i Svobodi: DPS) resmen 1990'da kuruldu. Ondan önce 1980'li yıllarda yeraltı örgütü olarak, Türklerin Jivkov yönetimi tarafından zorla Bulgarlaştırılmalarına karşı mücadele etmiştir. 2005'den beri iktidar ortağı. Kabinede üç bakanlığı var. HÖH Liberal Partiler enternasyonaline üyedir. Partinin başkanı Ahmet Doğan'dır.

  3. Bulgaristan, (Isparta gibi) dünyanın en ünlü gül ve gül ürünleri merkezidir.