2010 yılının zaman kaliteleri hakkında


'Zaman kalitesi' kavramını, toplumların/halkların mental eğilimlerini ifade etmek için kullanıyoruz.

2008 yılında Şubat ayından itibaren ilk belirtilerini gösteren, yıl ortasında eski kalitelerin yeniden göründüğü ve yıl sonunda yeni kalitelerin devreye girdiği, 2024 yılına kadar sürecek yepyeni bir döneme girildiğini daha önce belirtmiştik. Zaman kalitesi bakımından 250 yılda bir yaşanan bu çok özel ve devrimci/dönüştürücü döneme has tipik özellikler, 2009 yılı sonuna doğru belirginleşti.

Bu zaman kalitesine tarihten örnek vermek için, çeğrek binyıl öncesine bakmak zorundayız. Benzeri bir dönemin 1762-1778 arasında yaşandığını söyleyebiliriz. Bu dönemde, bugün anladığımız anlamda kapitalist sistem doğmuştu. Akla hemen Adam Smith ve liberalizm geliyor. Bu süre içinde Liberal kapitalizm, ondan önceki Merkantelizmin yerini almıştır. Amerikan devrimi ve daha sonra da Fransız devrimi, bu süreci pekiştirici ve siyasi olarak bir sonraki dönemi belirleyici hareketler olarak ortaya çıkmışlardır.
Şimdi benzer kalitede bir dönemin (geçiş dönemi 2008'i saymazsak) ikinci yılına giriyoruz. Dönüştürücü etkinin en güçlü olduğu dönem, muhtemelen, gelecek yıl ile 2014 yılları arasındaki süre olacaktır.
Bu etkilerin gelişme yönünü, çok özel bir dönem olan 2008 Ağustos ayı ile 2009 Aralık sonu arasındaki fikirsel/mental değişime bakarak anlamak mümkün.
Burada eski güç dengelerinin artık belirgin bir şekilde değişeceği, tersine döneceği, hatta bunun da ötesinde, eski düzenin yerini alacak yeni düzenin ilk tasavvurlarının giderek kristallenmeye başlayacağı yeni bir yıldan bahsediyoruz. 2010 yılı, konunun teorik boyutunun daha iyi anlaşılmaya başlandığı, ama pratik boyutunun da ilk tohumlarının atıldığı kilit yıl olabilir. Bu yüzden, önemli bir yıl olacağını söyleyebiliriz. Yeni düzenin yeşerip filizlenmesi ise belki yıl sonundan itibaren, önümüzdeki yılda yaşanabilecektir. Bu yıl kesinlik kazanabilecek en önemli konu, (Dünyada ve Türkiye'de) bu şekilde devam etmenin artık mümkün olmadığının 'aktif' bir şekilde anlaşılacak olmasıdır.
Bu yıl, bundan önceki çeğrek binyıla -mental anlamda- veda etme yılı olabilir.
Bu değişimin ilkyönünü en genel anlamda ifade edecek olursak:
Dünyadaki Amerikan merkezli Batı hakimiyetinin...
Neoliberal kapitalizmin...
Ve 60 yıllık liberal/neoliberal Amerikan çağının Türkiye'deki siyasi ifadesinin...
Sona ermesidir, diyebiliriz.
Onlar süreç içinde sonaeredursun, geleceğin dünyasının da bu süreçte belirginleşip Dünyaya/Türkiye'ye nasıl hakim olabileceğinin görülebileceğini söyleyebiliriz.

Önümüzdeki 250 yılın ana fikir ne olabilir?
Bunu şimdiden konuşmak pek de yararlı olmayabilir -çünkü mesela 1762 yılında atsız otomobillerden, herkese kredi kartı gibi konulardan, hatta elektrikten konuşmak nasıl garip karşılanır idiyse, kapitalizm diye bir sistemden bahsetmek nasıl abes idiyse (bu terim, çok sonra ortaya çıkmıştır) şimdi de bazı belirleyici kavramlar üzerinde durmak için erkendir. Ama (önümüzdeki 14 yıllık geçişin ardından başlayacak) yeni 250 yıl içinde dünyanın; farklı normları baz alan farklı uygarlıkların yaşadığı -daha az nüfuslu- daha temiz ve yeşil, çok daha renkli, karakterli ve huzurlu bir yer olacağını yüksek sesle söyleyebiliriz.
O kadar uzaklara gitmeden, önümüzdeki 14 yıllık kısa geçiş/değişim döneminin ikinci yılı 2010'un temel konusu, yeni sosyo-ekonomik düzenin ilk nüvesinin ortaya çıkması olabilir dedik. Elbette bu, çoğunluk tarafından algılanmayabilecektir, ama duyarlılığı yüksek entelektüel/mistik/sanatsal çevrelerde mutlaka bir karşılığı olabilir. Zaten bu istikamette belli çabalar ve gelişmeler dünyada mevcuttur. Bu çabalar bir sonuç verebilir. Hayatı ekonomi/para odaklı bir koşuşturmaca, bir rekabet haline getiren ruhsuz sistemden kurtulmak, aklı başında her insanın amacı. Bu bağlamda 2010 Ağustosundan itibaren, -şimdiye dek önünde sanki bir takozla yokuş aşağı hareketsiz duran bazı gelişmeler, o takozun oradan çekilmesiyle artık harekete geçebilirler. Bu hareket, başta eski neoliberal düzenin temsilcileri/fikirleri olmak üzere birçok alanda ezici bir etki yaratabilir.
Durum daha da ilginç olabilir. Türkiye, 2010'un Ocak ayı sonundan başlayarak 2011 sonuna kadar sürecek yeni bir aşamada, tarihinin en yaratıcı dönemlerinden birini yaşayabilir. Bu dönem önemli olduğu için, bu dönemin barış içinde yaşanmasını ve içeriğini özellikle konuşmak gerekiyor. Bu bir yaratıcı değişim dönemi gibi görünüyor. Türkiye bu değişimle birlikte, şimdi olduğundan çok daha önemli bir ülke olabilecektir ve bu durumun getirdiği bazı sorumluluklar, özellikle yükselen Makul Muhalefetin daha dikkatli, çalışkan ve daha kaliteli olmasını gerektirebilir. Bu dönemin çok önemli özelliği, mutlaka çaba gösterilmesi gerektiğidir. Ortalık krizlenirken Türkiye'nin -fırtınanın gözündeki sessizlik misali- rahat bir konumda bulunması, bazılarının bir tür rehavete kapılmasını sağlayabilir. Böyle olmamalı... Türkler, eğer dünyada artık gerçekten ciddiye alınan bir halk olmak istiyorlarsa sözkonusu süre zarfında uyumamalılar.
Bu süre içinde bir genel seçim ihtimali de bulunduğundan, seçim sonrasında oldukça yaratıcı değişiklikler olabileceği ihtimali hayli yüksek görünüyor.
Şubat ayında Türkiye'nin önünde, çok sakin -kavgasız- bir kısa dönem var. Bu dönem, kavga etmeden birarada önemli ortak/genel hedeflere odaklanmanın öğrenilebileceği/sınanabileceği bir kısa aralık olabilir. En kanlı-bıçaklı olan çevrelerin bile biraraya gelip 'çatışmadıkları ortak teknik' konuları olsun konuşabilecekleri bir atmosfer kurmak için çabalamak, bu güzel dönemin hedefi olabilir. (Bu tıpkı, kapışan iki dövüşçünün, teneffüste centilmenlik buluşması gibi bir durum olabilir, öyle anlaşılabilir)
Türkiye'de nesnellik, insani/yüksek değerlere sadık kalmak ve düşünsel anlamda da evrensel yüksek kaliteyi esas alma çabası bir zafer kazanmıştır. Zafer, kuşkusuz bu dönemde siyasi anlamda da tescil edilecektir.
Bazıları Türklerin bu sert çatışmalarının kötü olduğunu, sınır tanımadığını söyler (ki maalesef doğrudur!) ama du durum, aynı zamanda büyük bir mobilite, değişkenlik ve dayanıklılık üretmektedir. Şimdi bu enerjiyi -bütüne hizmet edecek şekilde- başka alanlara kanalize edebilmenin vakti gelmiş olabilir. Türkiye, fırtınanın gözündeki sakinliği sadece yeni kaliteler geliştirmek için kullanmayıp, bu güzel dönemi kutlamayı da bilmeli, sanat ve kültüre özel önem vermeli. Bunun için büyük fırsatlar var: İstanbul 2010'da Avrupa Kültür Başkenti ilan edildi. Ayrıca bu yıl Türkiye'de Japon yılıdır. Böyle güzel "tesadüfler"i değerlendirmek şart.
2010 yılı Türkiye için, dünya geneliyle kıyaslandığında oldukça olumlu/yaratıcı bir yıl olabilir. Fakat bu olumlu atmosferde gelişmelerin genel eğilimlerini gözden kaçırmamak gerekiyor. O eğilimler; ABD'nin, neoliberalizmin, etnikçiliğin ve dinciliğin aleyhine işlemektedir.

Sistemi aşmanın üçüncü yolu ve temel çelişkiler hakkında






2010 yılının pek iç açıcı bir yıl olmayacağı konusunda maalesef geniş bir mutabakat var. Katılmamak elde değil. Ama benzeri karamsar ve karmaşık dönemlerin, her zaman yeniliklerin ve umutların da somut başlangıcını teşkil ettiklerini, tarihteki örneklerden biliyoruz. Global ekonomik krizin henüz dinmediği ve kriz aşılsa bile yenilerinin yaşanabileceği korkusu, günümüzdeki karamsarlığın belki de en önemli 'kaynağı' olmayı sürdürüyor. O halde kaynağa geri dönmek ve onu daha iyi tanımaya çalışmak, korkuyu yenmeye yardımcı olabilir.

Kapitalizm, hiç de sevimli bir terim değil. Ve yüz yılı aşkın bir süredir de esasen olumsuz anlamda kullanılıyor. Kapitalizm, ekonomik ilişkilerden sosyal ilişkilere ve günlük yaşam kültürüne, hatta düşünce biçimine kadar, yaşamla ilgili çok geniş bir yelpazeyi ilgilendiriyor. Günümüz krizinin, kapitalizmin krizi olduğunu söylemek de eskisi gibi solculara özgü bir hal değil. Bankacılardan Hristiyandemokrat politikacılara kadar, eskiden 'sağcı' sayılabilecek kesimler bile, 'kapitalizm' terimini olumsuz anlamda kullanıyorlar artık. Ayrıca sıklaşan krizler, bardağın dolu kısmından çok boş kısmının görülmesini ve 'kapitalizm' teriminin 'krizler'le özdeşleşmesini sağladı. Bu sıkıcı durumun tek avantajı, sistemin tekrarlanan krizlerine kalıcı çareler düşünmek işinin artık daha sıkı tutulması isteği ve sorunun daha ciddiye alınması. Şimdi asıl soru, kapitalizmin krizlerle de olsa yoluna devam edip edemeyeceği, veya daha ne kadar devam edebileceğidir. Özellikle çevrecilerin yaptıkları hesaplar çok karamsar. Krizin aşılacağı, büyümenin yeniden başlayabileceği müjdesi verenlere kimse inanamıyor. Sisteme olan güvensizlik, had safhada. Bu karamsarlığı ve belirsizliği sineye çekmek gerekmiyor.

Kapitalizmi değiştirmek düşüncesi, eskiden beri iki temel yaklaşımı esas almıştı. Bunlardan biri, ortodoks sol yaklaşımın 'devrim' fikri, yani kapitalizmin bir devrimle zorla sonlandırılıp yeni bir düzenin (sol için bu yeni düzen 'sosyalizm'dir) kurulması fikri. Diğer yaklaşım ise, insanların belli bir bilinç/anlayış seviyesine gelmeleriyle, kapitalizmi akıllı yöntemlerle aşacakları ve yeni bir düzen kuracakları ana fikri. İkinci anlayışın önşartı olan, 'kitlelerin bilinçlenmesi', her solcunun hayaliydi. Günümüzde bu aşamaya oldukça yaklaşıldığı söylenebilir belki. Ama bu iki anlayışın da zayıf bir noktası bulunmaktaydı. Kapitalizm devrimle veya çoğunluğun iradesiyle değiştirilmediği sürece ilelebet devam edebilir mi? Bu iki anlayışın zayıf noktası, kapitalizmin devrimle/reformla değiştirilmediği sürece ilelebet devam edebileceği gizli-varsayımıydı. Kendi haline bırakılmış, müdahale edilmeyen kapitalist sistemin yaşamını sürdürme imkanı bulunmuyor. Sovyetler Birliğinin çöküşünü önceden doğru tahmin eden ünlü düşünür Immanuel Wallerstein geçen yıl, kapitalizmin en fazla otuz yıllık ömrünün kaldığını söylemişti. Bu tahminine katılıyoruz. (Bkz., daha önce Haber10'da yayımlanmış "Kapitalizmin otuz yıllık ömrü mü kaldı?" başlıklı yazı. Tıklayınız.)

Güncel haliyle kapitalizmin kendi iç çelişkileri sonucu, dış müdahaleye gerek kalmadan kendiliğinden bozulması ve işlerlik sınırlarına dayanmak üzere olması, sistemi değiştirmek için daha somut veriler ve fırsatlar sunamaz mı? Bir defada toplumu altüst edip devrimle canların yanmasına neden olmaktansa, veya iradeyi işletip -ki işlemiyor, istek yok- bir dizi reform yapmaktansa, gerektiği (öne gelen) konularda aktif olmak, günümüz modern insanının doğasına daha uygun değil mi? Kuşkusuz evet.
(Ama "'Modern insan', dünyanın doğasına uygun mu?" sorusu saklı kalmak koşuluyla)

Kapitalizmin, ekonomiyi de aşan geniş anlamdaki krizi, onun değer sistemiyle ilişkili görünüyor. İşte bu konunun açıklığa kavuşturulması, kapitalizmin bundan sonraki kaçınılmaz çöküşünü/sonunu daha iyi anlamamıza ve ona göre konumlanmamıza yardımcı olabilir.

Bugün hakim ekonomi biliminin insanları yanılttığı en önemli yanı ve ekonomistlerin büyük eksikliği şu: Ekonomi "bilimi", kapitalizmin sadece maddesel yanıyla ilgileniyor (ve bunu belli/kısıtlı bir yaklaşım tarzıyla yapıyor). Üretim artmış mı, azalmış mı. İhracat artmış mı azalmış mı. Faiz oranları. GSMH'daki artış, azalış. Bütün bu kalemler, kapitalizme özgü bir değer sistemine göre belirlenmişlerdir. Özellikleri, parasal karşılıkları olmasıdır mesela. Ama biz 'para'dan daha önce çok söz ettiğimizden, bu kez kapitalizmin özgün değer sisteminden -yani (seküler) manevi yanının özelliklerinden bahsedeceğiz.

Kapitalizmi bugüne dek en iyi açıklamış düşünür olan Karl Marx, kapitalizmin bu özgün değer anlayışına kısaca (maddesel) 'Değer' (Wert) diyor ve bunu çok detaylı bir şekilde izah ediyor. Kapitalist 'değer'i anlamadan, kapitalizm sonrası (post-kapitalist) maddi değerleri, maddi zenginliği ve doğru anlamda maddi değer sistemini anlamak mümkün olmayabilir. Bunun özellikle anlaşılmasının önemi, kapitalist 'değer'in ilelebet/mutlak 'maddi değer' sanılmasından kurtulmakla ilgili bir durumdur. Kapitalist 'değer' insanlık tarihinde geçici bir görüngüdür, öyle olmak zorundadır -çünkü uzun yüzyıllar boyu sürdürülmesi kesinlikle imkansızdır. Bugün ulaştığı aşamada bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (Eskiden de geçerli olsa idi, dünyanın sonu çok daha önce gelmiş olurdu, yaşanabilir bir dünya olmazdı)

Son zamanlarda biraz kısık sesle ifade ediliyor olsa da günümüzün en önemli klişelerinin başında, "kapitalizme birşey olmaz" efsanesi geliyor. Bu fikrin daha uzun cümlelerle ifadesi de genellikle şöyledir: "Solcular fi tarihinden beri 'kapitalizm çökecek' derler, ama çökmez. Her krizden sonra yeni bir yükseliş gelir, kapitalizm küllerinden yeniden doğar."
Kapitalizmin birden çöküp, tamamen ortadan kalkması elbette beklenmemeli. "Sosyalizm" (kooperatist kapitalizm) de birden kaybolmadı. Küba, Kuzey Kore, bugün de sosyalist olduklarını iddia ediyorlar. Çin Halk Cumhuriyeti, Çin Komünist Partisi tarafından yönetilmeye devam ediyor. Ama biz, "Sosyalizm sona erdi" diyoruz. Bunu, genel resme bakarak söylüyoruz. Kapitalizmin mecburen sona erecek olmasının nedeni, kapitalizmin ruhunu belirleyen 'Değiş-tokuş değeri' (veya 'Alış-veriş değeri') dediğimiz, -Marx'ın deyimiyle- 'Tauschwert'in işlevini yitirmesiyle ilgili bir durumdur. Kısacası: Kapital, kendi varlığıyla çelişmektedir -ve bu yeni bir durum da değildir. Ama artık taşınamaz boyutlara ulaşmıştır.

Marx, adını özellikle 'Kapital' koyduğu (mesela 'Sömürü', 'işçi sınıfı' falan koymadığı) kitabının birinci cildinde, 'Alış-veriş değeri'nin (yani paranın) içeriğini belirleyen temel faktörün 'ücretli iş / ücretli çalışma' olduğunu belirtiyor. Böylece çalışma süresi ve saat ücreti, 'kapitalist değer'in büyüklüğünü belirleyen reel ölçü oluyor (Marx-Engels Toplu Eserler. Berlin 1962. MEW, C.23, s.98). Bu konu, üzerinde yeniden, başka yazılarla durmayı gerektirebilecek kadar önemli. Ama kısaca hemen dikkat çekelim: Kitlesel kalıcı işsizlik sorununun, şişip şişip patlayan sanal para balonları sorununun kökeni, doğrudan bu relasyonla ilgilidir. Bozukluk köken itibariyle oradadır ve bu da yeni değildir -tam tersine eskidir ve artık taşınamaz boyutlardadır.

Marx daha önce, Kapital'in kendi içindeki temel çelişkiye dikkat çekmişti. Buna göre Kapital, "çalışma süresini mümkün olduğunca azaltmaya eğilimli"dir ve bu, kapitalizmin, "çalışma süresini, zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak görmesi"ne rağmen böyledir (Grundrisse, s.593). Marx, bu çelişki sayesinde kapitalist üretim tarzının kendi kendini "havaya uçuracağını" söyler (Marx, aynı yerde, bir sayfa sonra). Kendi kendini havaya uçuracaktır, çünkü sistemin genel eğilimi şöyledir:
1. Mümkün olduğunca az ve ucuz işçi kullanmak.
Çalışan haklarının olmadığı Çin (proleter!) diktatörlüğünde üç kuruşa onsekiz saat çalışan işçiler muazzam miktarlarda mal üretmektedirler. Kapitalizmin genel eğilimine optimal ölçülerde uygundur.
2. Üretilen ürünün reel değerini iş-gücü/iş-saati belirler.
Marx'ın detaylandırdığı bu karmaşık konuyu şöyle özetleyebiliriz: Saat ücreti yüz Lira olan bir işçinin bir saatte ürettiği yüz kalem malın her birinin reel kapitalist değeri bir liradır. İşçinin maaşı düşünce veya üretim artınca, reel değer düşer. Doğada doğal olarak bulunan şeyler (arazi, hava/cıva) 'kapitalist mal' formatına girebilmeleri için, mesela önce ölçülmelidirler -ve bu bile bir ücretli iş sonucunda yapılmaktadır, yani doğrudan Marx'ın temel (kapitalist) 'Değer' kavramının kapsama alanına girmektedir.
3. Kapitalizm, o giderek daha ucuza malettiği ürünü daha fazla kar etmek için, çok daha fazlasına satmaya çalışır.
Marx'ın tarif ettiği ve ancak çok sonra -zaman içinde- anlaşılabildiği üzere, ürün miktarındaki patlama ürünlerin değerlerinin ve buna bağlı olarak fiyatlarının düşmesiyle sonuçlanmıştır. Kar edebilmek için zaman içinde sürekli daha fazla sayıda üretmek gerekmiştir.
Kapitalizmin genel eğilimi şöyledir: Ürün miktarı sonsuza doğru artarken, tek tek ürünlerin değeri sıfıra doğru düşmektedir. Ve buna ek olarak işçi sayısı mümkün olduğunca azaltılmakta, üretim rasyonelleştirilmektedir.
Kapitalizm, kendi değer sisteminin kökeni olan 'ücretli iş'in altını oymaktadır.
4. Bunun sonucu, artı değer üretmenin giderek zorlaşması ve artı değer üretimi genel eğiliminin sıfıra doğru düşmesidir. Bu çok önemlidir, çünkü kapitalizmin asıl amacı gerçek anlamda 'değer' üretmek falan değildir, sadece 'artı değer' (kar) üretmektir. Kapitalizm, kar etmeyen hiçbir işe girMEmenin adıdır. Şimdi bazıları şöyle düşünebilir: "Kapitalist metodları kullanarak, kar etmeyen veya artı değeri düşük tutan bir kapitalizm türü kursak olmaz mı?" Yanıt 'Hayır'dır. Sistem kar etmek, kazancını sürekli artırmak zorundadır, ve bu durum "isteğe bağlı" bir durum değildir, somut nedenleri vardır. (Tabii bunu da açıklamak zorundayız)

Kapitalizmin buraya kadar sözünü ettiğimiz yanı, kısaca 'Reel Kapital' dediğimiz, onun "en sağlıklı" sayılan, "alınteriyle çalışıp kazanan" yanıyla ilgilidir. ('Sanal Kapital'le ilgili değildir -daha oralara gelmedik!..) Şimdilik hemen belirtmemiz gerekirse, özellikle Avrupalı Sosyal Demokratlar arasında son kriz döneminde yaygınlaşan mantık şudur: "Gözü para hırsı bürümüş bankerler şeytandır, paşa-paşa çalışan ve üreten mütevazi işverenler ve işçileri melektir. Onları örnek alalım." Öyle midir? Hiç değil.
Asıl durum farklıdır: Bunların biri diğerini tamamlar. Sanal kapital, reel kapitalden doğmuştur ve reel kapital tıkandığı için bu kadar aktiftir/yükselmiştir ve şişip şişip
zırt-pırt patlamaktadır. Sanal ve reel kapitalin ikisi de aynı şeyin faklı uzantılarıdır.

"Namuslu" kapitalizmin diline doladığı en önemli konu, 'Üretim'dir. Üretimi artırmak, genellikle "iyi bir şey" olarak sunulur ve amaçlanır -bu boşuna da değildir. Yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi, bugün reel kapitalin artı değer üretebilmesi için üretimi sürekli -hem de çok fazla- artırması gerekir. Üretimin artırılması demek, aynı iş/çalışma süresi dahilinde, daha az işçiyle, daha fazla maddesel ürün/çıktı almaktır. Burada teknoloji devreye girer. Sistem, bu yeni formuyla, yeteri kadar kar edebilmek için, çok fazla mal üretmek (sürümden kazanmak) zorundadır. Kar etmek eskisi kadar kolay değildir. Borsada çok daha kolay, "işçisiz!", çok daha kısa sürede, çok daha fazla kazanılmaktadır. ABD'de 1970'li yıllarda altın standardının kaldırılmasının nedeni de esasen budur. Reel kapital artık eskisi kadar/oranda artı değer üreteMEmektedir. Artı değer elde edebilmek için mümkün olduğunca çok üretilen ürünlerin, en azından kar getirecek kadarının satılması gerekmektedir tabii. Ama siz giderek daha az işçi çalıştırır ve onlara (mecburen) daha az ücret öderseniz, ürettiğiniz malları alabilecek kitleyi sürekli azaltmış olursunuz. -Hatta bir noktadan sonra ürünlerinizi satamayabilirsiniz, veya kar edemeyebilirsiniz. Sistem, bu boğulma halini 1970'li yıllardan itibaren yaşamaya başlamıştır ve sırf bu yüzden 'Sanal Kapital' yükselmiştir. Şimdi geldiği nokta daha da vahimdir: Bu dinamiğin bir sonucu olarak, 'Kalıcı işsizler' diye bir sınıf doğmuştur ve bu insanlar, ne üretmekte ne de tüketmektedirler. Sistem dışı kalmışlardır. Eskiden bu garip durum, sadece Afrika, Irak, Afganistan gibi yerlerde görünüyordu. Son Kathrina Kasırgası felaketinden sonra, bu tür insanların ABD'de bile olduğunu gösterdi.
Şimdiki sorun, reel kapital boğulmak istikametinde ilerlerken, onun bir tür devamı/uzantısı olan sanal kapitalin de tıkanması sorunudur. Bunu özellikle belirtiyoruz, çünkü borsacılık/faiz terkedilip "üretim"e dönülünce dünyanın güllük-gülistanlık olacağını sananlar var. Maalesef doğru değildir. Kapitalizmde sadece denizler değil, okyanuslar da bitmiştir.

Kapitalizm aslen bir 'yanlış tasavvur' sorunudur. Reel karşılığı olmayan, sadece bilgisayar ekranında varolan sayılardan ibaret "büyük zenginlikler" bir tasavvur ve "inanç" meselesidir. Yani olmayan birşeye inanılmaktadır. Kapitalizmin "manevi" yanı, kapitalizme ve onun parayla ifade edilen değer sistemine körü körüne inanmakla ilgilidir.

Maddi değerler ve zenginlik, eskiden de vardı, ileride de olacaktır. Ama bunun ne olMAması herektiği üzerinde, kısacası 'Maddi değer' üzerinde durmalıyız. Verdiğimiz örnekte, üretilen malın, para ile ölçülen iş saati üzerinden, kitlesel üretimi arttıkça maddi/parasal değerinin düştüğünü anlatmaya çalıştık. Kapitalizmdeki zenginlik, Marx'ın da (yukarıda) tarif ettiği gibi sadece (maddi) 'Değer' bazlı bir zenginliktir. Sadece kapitalist sisteme özgüdür. Ve bu (kapitalist maddi) 'Değer' türü, kapitalist sistemin ruhudur (tabii buna "ruh" denebilirse!) veya sistemin 'iç çekirdeği/özü'dür denebilir.

Kapitalizmde maddesel zenginlik, kapitalizm öncesi toplumlardan çok farklıdır. Bu farka Marx, "Kapitalist toplumların zenginliği, muazzam bir mal birikimidir/toplamıdır" diye dikkat çekiyor (MEW, C.23, s.49). Aslında Mal, sadece parayı taşıyan malzeme olarak düşünülür. Bunun böyle olduğunu, 'Sanal Kapital'in son kırk yıllık büyük yükselişine bakarak da anlayabiliriz. Aslolan her zaman paradır, mal değil. Nitekim Marx, bunu da hemen belirtir (aynı yerde, bir sayfa sonra).

Kapitalizmden kurtuluş sadece üretim biçimini değiştirmekle -bu nedenle- olamaz. Önce mesela, dünyanın mala boğulmasını önlemek demek olan kapitalist 'mal formu'nu (formatını), mala/ürüne yaklaşım/bakış tarzını değiştirmek gerekmektedir. Çünkü bugünkü mantığıyla mal/ürün, kapitalist 'Değer' biçimi ve sistemine entegre olmuştur. Bunun anlamı, kitlesel üretimdir ve ürünlerin kişiliksiz/tüketilebilir olmalarıdır. Kalıcı değildirler. Zaten bu şekilde üretilebilmeleri için de kitlesel üretimi taşıyan kapitalist sisteme dayanmaları gerekir. Değer sistemin değiştirilmesi, kişiye özgü sağlam ve kalıcı ürünlerin az sayıda üretilmesi demektir. Yani her yıl milyonlarca cihazın çöpe gidip yeni nesillerinin çıkması değil, ürünlerin -kişiye özel- sürekli yenilenebilmeleri anlayışı demektir. Kapitalist değer sisteminin değiştirilmesi, en başta, çok yüksek bir maddi/manevi uygarlık demektir -ve muazzam çöp dağlarının, günlük yoğun üretim koşuşturmacasının olmaması demektir. (Elbette bundan ibaret değil)

Şimdi başa dönersek, bu temel sorunların, hızla bozulma/işleMEme veya çöküş aşamasında peyderpey insanların önüne geldikçe çözülmesinin -kapitalizmin aşılması konusunda- üçüncü yol olabileceğini söyleyebiliriz. Ama üçüncü yol, en az şerefli yoldur, çünkü sistemin zaten kendiliğinden sona erme aşamasıyla ilgilidir. Şerefli değildir, çünkü sistem sona ererken, yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerle atmosferi/çevreyi çok daha hızlı bir şekilde bozabilir. Üçüncü yol, sistem yanarken, "yangından mal kaçırmak" yoludur. Çünkü mücadeleci bir iradeden ziyade uyanıklık ve çalışkanlık gerektirir. Bir sonraki yazıda (veya bu yazıyı tamamlayarak) göstermeye çalışacağımız üzere, sistemin aynen devam etmesi, ancak, giderek çok daha hızlı bozulan bir atmosfer ve çevreyle mümkündür. Ayrıca krizlerin -aşılsa bile- hızla yeniden tekrar edeceği bir aşamada, savaşlara başvurma ihtimali çok yüksektir. Savaş gerekecektir, çünkü artı değer elde edilebilmesi için mobilize edilmesi gereken iş gücü, enerji ve hammadde miktarı katlanarak artmaktadır. Ve sözünü ettiğimiz bu durum, esas olarak "temiz" 'Reel Kapital' için geçerlidir. Sistemin güncel motoru olan 'Sanal Kapital'in desteklenebilmesi için gereken reel durumun sürdürülmesi de çok zordur. O halde sanal kapitalin daha büyük krizleri de muhtemeldir.
Üçüncü yolun bilinmeyenleri de vardır elbette: Mesela sistem, dünyayı iyice mahvedemeden işlemez hale gelebilir. Ama o durumda bile "kapıldım gidiyorum" mantığıyla kendini gelişmelerin akışına bırakmış iradesiz/isteksiz/korkak bir modern insanlık camiasının çok büyük bir bedel ödemesi muhtemeldir.
Gelişmelere en azından kararlı bir şekilde müdahale edebilmek için istekli, iradeli, cesur, uyanık ve dikkatli olmak şimdi çok önemli.