"Antropozen devri" diye bir sorun ve Türkiye

Zen Budizmi Batı felsefesi üzerinden inceleyen sağlam bir denemeyle meşgul olurken, kafa dağıtmak için metroda Ursula K. Le Guin, vapurde Boris Akunin'in "Türk Gambiti" kitaplarını karıştırıyorum. İki kitabı da daha önce Almancalarından didikleyip yarım bırakmıştım. Le Guin'in kitabını özellikle sonuna kadar okumuyorum, zira benim için özel bir anlamı var, anılar...
   Türkiye'nin kısır gündemine kapılmak yerine, Dünyayı ilgilendiren sahici konularla ve başka ülkelerle, tarihle ilgilenmek çok daha cazip geliyor, çünkü hareket ve de bereket Türkiye'de değil, Türkiye'nin dışında. Ülkedeki bekleme dönemi sona ermiş gibi görünmüyor, "aslında" ne olduğu konusundaki spekülasyonları alt alta yazsanız, en kral gerilim hikayesini elde edebilirsiniz, ama bu bile ilgi uyandırmıyor. Dünya Türkiye'ye olan ilgisini kaybetti. Herşeyi parayla ve metreyle ölçen bir çevre için bunun anlamı elbette sadece "daha az turist" falan, ama ayrıntıların çok önemli olduğu çağımızda, kuyumcunun işini oduncuya yaptırırsanız, verdiğiniz zarar eskisi gibi metreyle değil, katlanarak büyüyen metrekare ve metreküple ölçülüyor. Tam da bu noktada, geleceğe ayak uydurmak konusunda Türkiye'nin normalleşmesini beklemenin anlamı ve anlamsızlığını konuşmak önem kazanıyor.
   İnsanoğlu/İnsankızı eskiden doğaya tâbi bir hayat sürerken endüstrileşme ile birlikte, Dünyadaki yaşamın kaderini -negatif anlamda- belirleyebilecek bir tür haline geldi. Tüm yıkıcı yanlarına rağmen kapitalizmin hayatımıza soktuğu yenilikler muazzam. Hatta bizzat yaşadığım son 20 yıl bile gelişmelerin boyutu ve hızı konusunda sağlam veriler sunabiliyor. Mesela ben bu satırları bir iPad'de, ona Bluetooth teknolojisiyle bağlı, biriki milimetrelik karton inceliğinde bir klavyeyle yazıyorum. Evet yirmi yıl önce böyle şeyler James Bond filmlerinde bile yoktu, ama bu hızlı gelişmenin sonucu olarak Yeryüzünün tarihi de değişti, üstelik bu, Osmanlı Türk tarihini -topraklarını genişletince "Yükselme devri", toprakları azalınca "gerileme devri" ilan eden feodal Türk tarihçiliğinin zihniyetini temel alıp, "Gene toprak alalım, böylece yükselmiş oluruz" tipi düz mantıkla kıyaslanmayacak kadar karmaşık, derin ve kapsamlı bir fikriyatı benimsememiz gerektiğine işaret ediyor.
   Dünyanın milyonlarca yıllarla ölçülen tarihinde, yaklaşık oniki bin yıllık son "İnsanın Dünyadaki zuhuru dönemi"ne Holozen diyoruz -idik... 2000 yılında, kimyager ve atmosferbilimci Paul Crutzen, 1879'da ilk kez kullanılmış bir adı/sözü, bilimin gündemine getirdi: "Holozen devri bitti, artık 'Antropozen Devri'ni konuşmalıyız." 2002 yılında hakemli bilim dergisi Nature'da bir makaleyle neden bahsettiğini netleştirdi. Yeryüzünün kendi tarihi açısından, içinde bulunduğumuz Antropozen Devri'ni, milyonlarca yıl süren eski Dünya devirlerinden ve son Holozen devrinden ayıran temel özellik, bu devrin, Yeryüzünün tarihini artık insanın belirlediği gerçeğidir ve sadece son 300 yıla, kısacası endüstrileşme çağına tekabül etmesidir. Bilimciler istedikleri kadar sessiz ve de sakin, "İnsanın doğayı kontrol etmeye başladığı" devir desinler, bu devir bir kontrol değil, bir imha devri ve birşeyin öyle pek kontrol edildiği falan da yok. Bırakalım endüstrileşme devrini, son 20 yıldır soyu tükenip yokolan türlerin sayısı, ancak dinazorların yeryüzünden silinmesiyle kıyaslanabilecek boyutta. Tabii bunlar, Türkiye'nin siyasi dönmedolabına binmiş kimseyi ilgilendirecek kadar önemli sayılmıyor, insan soyunun geleceği, Türkleri pek ilgilendirmiyor.
   Antropozen Devri denen şey, basbayağı "Kapitalizm Çağı" ve insanın akla gelebilecek her şeyi para ve metreyle ölçmeye, bu yolla her şeye bir "değer" (Marx'ın deyimiyle "Wert") biçtiği ve bu yolla tüketip harcadığı bir cinnetin adı aslında. Bir insan ömrü günümüzde 80 yıl falan. Onca bilimsel ve de rasyonel akla-fikre rağmen, adına "Antropozen" denen bu devrin bir üçyüz yıl daha süremeyeceği, -Steven Hawking'in deyimiyle- "İnsanlığın Dünya'dan başka bir gezegene göçmek zorunda kalacağı" tahminleri Türkiye'ye teğet geçiyor. Osmanlı'nın Viyana'yı kuşatmasından yıkılışına kadar geçen "Gerileme Devri" bile, insan soyunun yokolma ihtimalinin konuşulduğu süreçten daha uzun.
   Geçtiğimiz günlerde Twitter'da Kurtlarla ilgili üç Thread yazdım (daha da yazacağım), Avrupa, Orta Avrupa'da soyu tükenen Kurtları yeniden doğaya saldı -öyle çitlerle çevrilmiş bir bölgeye falan da değil, bildiğiniz doğaya saldı. Doğanın kendi doğal haline dönmesi -ve tabii giderek insanın kontrolünden çıkması için- samimi bir çaba var Batı ülkelerinde. Olayın ana fikri: "İnsan Doğanın bir parçası, Doğa insanın istediği gibi olmak zorunda değil" şeklinde. Yani olay, Türkiye'ye de intikal eden, "Elektrikli arabalar kullanalım, çevreyi koruyalım" formatından ve (İskandinavya ülkelerinde yakında yaşanacağı üzere) fosil yakıt türleri kulanan taşıtların toptan yasaklanması ihtimalinden çok ileri bir noktaya doğru gidiyor ve doğanın geri dönüşü gibi önemli karaları insanlar, "Yükselen Doğu"da değil, "Gerileyen Batı"da alıyor.
   Türkiye adam gibi bir yönetime kavuşsun diye, arpalar boy atarken çakırdikenleri de büyüsün, oradan geçen koyun sürülerinden takılan yünleri satalım da, "sınıf" temelli parti olmayı konuşan CHP muhalefetine ve "emperyalizm" teorisinin "diyalektik" aydınlanmasıyla dogmatik ufuklardan ufuk beğenemeyen ortodoks Türk "Sol"una akıl-fikir mi satın alalım?!
   Birilerini iteleyerek biryerlere ulaşmanın mümkünatı olmadığından, esasen aktif iyimserlik ilkesine dört elle sarılıp, kimseyi beklemeden, "Yeninin fikrî/zihnî inşası"na başlamak en doğru ve en yapıcı yöntem olmalı. Bunun için Che'nin deyimiyle "Gerçekçi olup imkansızı istemek" ve imkansızı ruhen kurmak yeterli. Ruhun bedenlenmesi, ummadığımız bir biçim ve hızla gerçekleşiyor, bu konuda da aynı ilkenin geçerli olabileceğini düşünmek gerek. Doğa ve tarih umduğunuzdan daha akıllı ve yaratıcı, yeter ki (neyi istemediğinizden çok) NEYİ İSTEDİĞİNİZİ bilin...

Tarihî dönemecin eşiğinde son ki üç dört..


Tekrarlar, alışkanlıklar, ritüeller önemlidir ve devamlılıkların olmazsa olmazıdır. Türkiye, işte böyle köklü bir devamlılığın sona ereceği önemli bir eşikte duruyor. Bu son, iç savaşı ve dış savaşı bile göze almış görünen Türkiye İhvancılığının sonu değil sadece. Kısa koalisyonlu istisnaları saymazsak Türkiye'yi 1950'den beri yöneten her türden Osmanlı büyüklenmesi referanslı muhafazakarlığın da sonu. Hatta onun da ötesinde tarîhî bir kapsama alanına sahip. Cumhuriyet'i kuranlar da Osmanlı paşaları ve muhafazakarların destekçileri arasında Cumhuriyetin kurucularına adeta tapanlar da bulunuyor. Sözkonusu son, eski bir zihniyetin bütün versiyonlarını kapsıyor.
   Adına kısaca "muhafazakarlık" dediğimiz şey, Osmanlı'nın "büyük topraklar"ı haraca bağlayan feodal alan hakimiyetiyle ve "gaza/cihad"cı talan zihniyetiyle yaşamasını esas alan, bunda sağcı/solcu/islamcı dil kullanarak açıkça veya sinsice ısrar edenleri tarif ediyor. Osmanlı'nın kendini 15'inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren değiştirip/yenileyip "Dünyanın uygarlık/refah merkezi" (veya onlardan biri) olmasını sağlamak yerine, günümüze dek -bu eskimiş Ortaçağ zihniyetinde- ısrar eden "geleneğin" modernleşmiş (veya modern araçları kullanan) son ifadesi tükenmiş vaziyette.
   Ufku, eskinin tekrarından ibaret olan muhafazakarlığın takiyyeci son versiyonu, düşerse; onunla birlikte sadece 60 yıllık Sağ muhafazakarlığın değil, dörtyüz yıllık idare-i maslahatçı kısır düşünce tembelliğinin de düşeceğini biliyor. Dünyanın merkezi olmak varken giderek dünyanın merkezindeki -etrafından dolaşılan- takoza dönüşmeyi 21'inci yüzyılda bile tercih eden bu akıl tutulmasına basmakalıp dînî/ulvi değerler atfederek bugün bile sürdürmeyi hayal eden Ortaçağ fikriyatı, en son demlerini yaşıyor. Bu zihniyetle yeni bir Osmanlı kurmak bir yana, Dünyada varolmanın bile mümkün olmadığını artık herkes anlamış görünüyor. Kesin sonun sath-ı mahalline girilmiş bulunuluyor.
   Düşen takiyyeci muhafazakarlığın yerini, Dünyanın takozu değil merkezi olmayı seçen zihniyet alacak.