Yalnızlık sorunu ve Japonya'da "Yalnızlık Bakanlığı"

Korona günlerinde evcil ve de aileperest Türkler arasında bile en çok hissedilen sorunların başında "Yalnızlık" geldi, bu kış nasıl olacak o henüz pek belli değil. Dünyaya şöyle bir göz gezdirdiğimizde, yalnızlık konusunda bi dolu ilginçlik görebiliyoruz, mesela Japonya'da bakanlar kuruluna 2020'de eklenen yeni "Yalnızlık Bakanlığı." 

Yalnızlığı seven benim gibi insanlar bir yana, modern toplumların en önemli sorunlarından biri "yalnızlık" olmak yolunda. Yalnızlığın sosyoekonomisi konusuna girip kimseleri sıkmak istemiyorum (blogumdaki yazılara bakabilirsiniz) ama kendi başına para klazanabilen insanların oluşturduğu toplumlarda yalnızlık, bir yerden sonra "işin tabiatı gereği."

Konu Japonya'dan açılmışken: Tokyo, sadece Japonya'nın başkenti değil, etrafındaki Kanagawa, Saitama ve Chiba ile birlikte 38 milyonluk bir merkez, "Dünyanın en büyük metropolü", Japon ekonomisinin üçte biri burada. İstanbul'un etrafındaki İzmit, Adapazarı, Bursa ve batıda Edirne'lere kadar uzanan haliyle Marmara Bölgesi gibi ama sadece 14 kilometrekarelik bir alan ve bukadarcık bir yerde yalnız kalmak zor! Buna rağmen herkes yalnız. Türkiye'nin metropollerinde yaşayan orta sınıf ve üstü herkes bunu çok iyi anlayacaktır.

Büyük metropollerde, başka şehirlerden kopup gelmiş çok insan yaşıyor. Herkesin ailesiyle iletişimi sürüyor, Türkiye'de de öyle, tabii memlekette yaşayan aileler nadiren ziyarete geliyor, Japonya'da neredeyse hiç gelmiyor, Tokyo'da evler çok küçük ve özel hayata düşkünlük çok büyük, yani misafirlere yer bulmak zor. Böylece yakınlar ve akrabalar, o gönüllü (veya gönülsüz) yalnızlıkların dışında tutuluyorlar zira rahatsız edici (hatta bıktırıcı) sorular sorabiliyorlar. Mesela Türkiye'de de ziyaretin ilk ritüel kısmı aşıldıktan sonra sorulan soruların başında, "Ne zaman evleneceksin?" gelebiliyor.

Türkiye'de "Akraba zehirlenmesi" diye bir kavram var. İnsanın büyükşehirde kendi başına buyruk özel hayatına çeşitli sorular ve imalarla limon sıkan, insanlara kendini kötü hissettirebilen "sohbet"lerin hasını Japonlarda bulmak da mümkün. Yakınları tarafından her konuda başka "başarılı" örneklerle kıyaslanmaktan bıkan veya "kem gözler"den sıkılan Japonlar, yakınlarını hem üzmemek hem de onların zehirli etkilerinden kurtulmak için ilginç bir çözüm bulmuşlar: "Kiralık Akraba..."

Tokyo'da yaşıyorsunuz, evlenmeye karar verdiniz, sıra memlekette oturan ailenizi, müstakbel eşiniz ve ailesiyle tanıştırmaya geldi, ama yakınlarınızın olası abuk sorularından, taşralı cehaletinden şikayetçisiniz, üstelik eşiniz de ailenizin beklediği gibi biri değil. İşte o zaman kendinize, eşinizin ailesiyle tanıştırabileceğiniz bir aile kiralayabiliyor; kendi ailenize tanıştırmak için de onların beklediği gibi hanım hanımcık bir eş kiralayabiliyorsunuz!

Japonya'da, kimsenin adını anmak istemediği, basının yazmadığı, mümkün olduğunca gizli tutulan "Akraba kiralama ajansları" var. Pek ortalıkta değiller, zira insanları utandıran, çok önem verilen şerefi onuru çizip zedeleyen bir şey. 

Eşinizle tanıştırmak için kendinize hep hayalini kurduğunuz gibi bilge, kültürlü, yakışıklı, iyi giyinen anne ve baba arıyorsanız, ajansa bir form doldurup gönderiyorsunuz:

"Benim yakınım olacak kişi şöyle giyimli, şöyle tavırlı, kültürlü, şu konularda uzun sohbetler yapabilecek, şu yaşlarda biri olmalı..."

Eşinizin yılda bir defa ya göreceği ya görmeyeceği yakınlarınızın, sizi utandırmayacak kişiler olması, gerçekten daha önemli sayıldığından, bu gösterinin çok alıcısı var. Eğitimli kültürlü dünya görmüş müstakbel kayınpederinizin ve kayınvalidenizin karşısına, birbriyle uyumlu görünen ve sizin annenizi babanızı oynayan iki aktörle gidiyorsunuz (ve karşınızdaki harika kayınpeder ile kayınvalidenin de başka bir ajanstan kiralanmış olabileceklerini aklınızın köşesinden bile geçirmiyorsunuz). Sizinle birlikte aile ziyaretine gitmeden önce özenle dersine çalışan aktörler, sizin istediğiniz gibi "yakınlar" oluyorlar ve bu konuda asla hata yapmıyorlar, renk vermiyorlar.

Aynı yöntemle, kolunuza, "Ailenizin hayal ettiği gibi, hatta onun da ötesi" bir aktör ya da aktristi takıp, pahalı bir araba kiralayarak memleketinize gidebilir, akrabalarınıza, "Bakkk yeni eşim!" diyebilirsiniz!

Yaklaşık yirmi yıldan beri tam anlamıyla Tokyo bölgesinin orijinalliklerinden biri olan çalışan "Akraba kiralama ajansları" inanamayacağınız kadar rafine kurumlar. Aile buluşmaları genellikle bir kereden fazla yapıldığından, aynı aktör veya aktrist, sizin yakınlarınızla birden fazla kez buluşuyor ve rolünü mükemmelen oynamaya devam ediyor. Böylece, yalnız yaşayan ve/veya yalnız yaşamayı sevenler, yakınların sık boğaz eden sorularından ve "kem göz"ünden kurtulmuş oluyorlar.

Bu ajansları kullananlar arasında malesef, çocuğuna, "Bak bu senin baban" diye sunulan aktörler de çoğunlukta. Günün birinde çocuklarla oturulup, "O senin baban değildi" deniyormuş. Bu bana çok acı geldi ama gerekçesi makul: "Çocukların babasız büyümelerinden iyidir..."

Tokyo bölgesinde kaç "Akraba kiralama ajansı"nın bulunduğu bilinmiyor ama bu ajanslarla çalışan "binlerce aktör"ün varlığından söz ediliyor ki, bu bile konunun ne kadar aküt olduğunu göstermeye yeter. Ajansların hizmetleri oldukça çeşitli olduğundan, fiyatlar da konunun karmaşıklığıyla doğru orantılı olarak artıyor, -tabii kesinlikle ucuz bir "hizmet" değil bu. İki saatlik bir aile ziyareti veya yalnız olmamak adına davete birlikte gelecek bir aktörle randevudan, düğün ahalisi kiralamaya kadar çeşitlenebilen "ürün paleti" söz konusu. Düğüne gelen seçkin davetliler, size "ne zaman evlenicen" deyip duran akrabalarınızı çok etkiliyor tabii ve bir daha böyle sorularla canınızı sıkmıyorlar ama siz de yarım çuval para bayılıyorsunuz.

Aile düşüncesinin Türkiye'deki gibi çok (hatta Türkiye'den daha fazla) önem taşıdığı Japonya'da, "aile çok önemlidir" düşüncesinin "iş dünyası"ndaki ifadesi de, Japon insanının gözündeki imajlarını yüksek tutmak adına "firmalarının ille de aile firması olmamsı"na gösterilen özen şeklinde ifade buluyor. Her firma Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi aile firması görüntüsüne fevkalade özen gösteriyor. Ataerkil Japonya'da elbette baba, yaşı başı gelince koltuğunu oğullarından birine bırakmalıdır. Patronun oğlu yoksa?!.. İşte bu duruma da bir çözüm bulunmuş. Patronun oğlu yoksa firmayı kızının yönetimine bırakamadığından, "E o zaman bir oğul bulalım" oluyor ve firmanın en güvenilir en has elemanı, kaç yaşında olursa olsun evlatlık ediniliyor. Evlatlık edinilen kişi mahkeme kararıyla soyadını değiştirerek firmanın yeni yöneticisi ve sahibi oluyor. Otomobil vs. üreten dev Suzuki firmasının sahibi, evlatlık edinilmiş böyle bir "oğul", üstelik ilki de değil, üçüncüsü.

Amazonlar ve ava giderken avlanan avcılar

Amazon ormanları, Türkiye'nin yüzölçümünün ondört katı genişliğinde bir alanı kaplıyor, yani yüzde sekseni onbinlerce yıldır olduğu gibi yaşayan ve işleyen balta girmemiş Amazon ormanları dendiği zaman ondört tane Türkiye'lik kadar bir bölgeden bahsediyoruz. Bu özelliğiyle yeryüzünde tek olan Amazonlar, esasen Batılı bir ülke olan Türkiye'de de daha çok "Dünyanın akciğerleri" söylemiyle konu ediliyor, ama sadece bir tek ağaç üzerinde bin küsür farklı tür böceğin yaşadığı, yaşamın merkez bölgelerinden birincisinde hayat, filmlerinde gösterilenlerden oldukça farklı.

Amazon nehrinin Osmanlı imparatorluğu yıkılmadan önceki adı "Rio Oreana" idi. İspanyol konkistador Francisco Oreana'dan gelen bu adı kadınlar değiştirmiş görünüyor, zira İspanyol sömürgecilerin karşısına çıkıp onların canına okuyan kadın savaşçılar vardı. Kadınların İspanyollara kök söktürdüğü duyulunca, bu nehir ve etrafındaki bölge, eski Yunan mitolojisindeki "Amazon kadın savaşçıları"nın memleketi anlamında "Amazon" ve "Amazonya" diye anılmaya başlandı, yeni ad Avrupa'da yaygınlaştı. Amazonların, Türkiye'nin Karadeniz bölgesinde ve Kafkasya'da yaşamış oldukları anlatılır, yani Türkiye farkında olmadan bu bölgeye adını veren Kadınların doğrudan torunlarının memleketi oluyor. Türkiye'nin kendi iç "siyaset"inden başka bir şeye ilgi duymayan ve başka bir şey konuşmayan o eski zamanlar sona ermekte olduğundan, Dünyanın ker köşesine olacağı gibi bu köşesine de daha yakından bakmakta fayda var, zira hayat çok ilginç, çok zevkli ve eğlenceli bir "etkinlik".

Güney Amerika'yı ve Amazon bölgesini iyi tanıyan bir dosttan buraları dinlemiştim, ama galiba en ilginç konulardan biri, mesela insanları rahatlıkla yutabilen dev yılan Anakonda'nın Tapir gibi ıslık çalarak, Tapir avlamak isteyen beyaz avcıları avlaması detayıydı! Yerliler, -mesela Tenharim yerlileri- akıllı Anakonda'nın bu tuzağına düşmüyormuş.

Anakonda, ejder boyutlarına sahip, ağırlığı yarım tona kadar ulaşan dev bir yılan ve nehir kenarlarında kendine seçtiği belli bölgelerde avlanıyor. Anakondaların av mahalini bilen yerliler, oralara ya girmiyorlar ya da Anakonda'nın avlanmadığı zamanları iyi bilip dikkatle yaklaşıyorlar. Aynı şeyleri, beyaz avcılar için söylemek mümkün değil. Tüfeklerine ve düz mantıklı akıllarına ve bilimsel "uygarlık"larına fazla güvenenleri, ormanda çay bahçesinde gezer gibi gezdiğinden, bir tapir ıslığı duyunca, "hah işte avlanacak malzeme" diye ıslığa doğru yaklaşıyorlarmış. Anakonda saldırıp bunları sarıp sarmalayıp paket halinde nehre çekip boğuyormuş. Yerliler, ormanda hareket ederken etraflarında dönen hayatı iyi tanıdıklarından ve mesela koku duygusunu da iyi kullanan insanlar olduklarından, büyük bir saygı duydukları ormandaki canlıları rahatsız etmemeye özen gösteriyorlar. Hangi hayvanı avlayacaklarını da enine boyuna düşünüyorlar, zira ardından ayinler yapıp özür diliyorlar ve hiç bir şeyini atmıyorlar, herşeyini kullanıyorlar. Anakonda'nın derisinin kokusunu seven sarı bir kelebek türü varmış ve tapir ıslığının yakınlarında bu kelebeklerden fazla miktarda uçuşuyorsa, ıslık çalanın Tapir değil Anakonda olduğunu yerliler anlıyorlarmış. Tabii bunun için hem iyi koku almak hem de iyi bakmak ve iyi görmek gerekiyormuş. Beyaz avcı tüfeğine davranıncaya kadar sucuk gibi sımsıkı sarılmış halde hareketsiz kalıyor ve nehire çekilip boğuluyor, işi bitmiş oluyormuş.

Brazilya'da Amazon ormanlarında yaşayan ve yaklaşık 800 kişiden oluşan "Tenharim" kabilesinin topraklarının yüzölçümü, İstanbul İli topraklarının üç misli kadar. 1950'lere kadar yamyam olan, yani öldürdükleri düşmanların "bağzı" yerlerini yiyen Tenharim'ler, Covid19 salgınına karşı aşırı duyarlılar ve topraklarını, Brazilya'ya ve Dünyanın geri kalanına tamamen kapatmış durumdalar. Son iki yıldır internete erişimleri sağlanmış olduğundan Dünyayı izliyorlar ve salgın hastalığın ne demek olduğunu çok iyi biliyorlar. 

1970'li yıllarda Brazilya da diğer ülkeler gibi "modernleşme" şeytanına uyup Amazonların içinden yol geçirmeye kalktığında, Amazon içlerine kadar çalışmaya gelen beyaz işçiler Tenharim'lere grip virüsü (ve diğer virüsleri) bulaştırmışlar. O yıllarda Amazonlarda onbin kadar Tenharim yaşıyormuş. Beyazların bulaştırdığı virüsler, bu halk üzerinde soykırım etkisi yapmış, binlercesi ölmüş, şimdi sayıları bin bile değil ve pandeminin çıktığı duyulduğundan beri bölgelerine kimseyi sokmuyorlar.

Türkçe'de, benzersiz bir "Miş'li geçmiş zaman" vardır. "Bir varmış bir yokmuş" diye başlayan masallar, bu Miş'li geçmiş zamanla anlatılır. Başka dillerde olmayan ve Türkçe'nin masal anlatmak için biçilmiş kaftan olan bu geçmiş zaman türü gibi Tenharim'lerin de "Hayal zamanı" var. Eski söylenceleri, hayalleri/rüyaları anlatmak için kullandıkları zaman türü...

Tenharim hakkında yazılmış kitaplar da var ve onlarla meşgul olan bilim insanlarının, gazetecilerin, "Beyazlara sizin adınıza ne söyleyelim, Dünyaya çağrınız nedir?" türünden sorularına genellikle şöyle yanıtlar veriyorlar:

"Beyazlar artık uygarlaşmalı. Bizim yaşam biçimimiz daha doğru."

İklimlerin katili kapitalist "uygarlığın" Tenharim'lerden öğreneceği çok şey var.

Eylül'de kitaplar ve dergilerden seçmeler...


Önce dergiler...

Dünyanın en iyi dergilerinden biri sayılabilecek NEW YORKER 1925'den beri yayımlanıyor ve bu ay, iki taraflı çalışan Suriyeli bir ajanın hikayesini anlatıyor. Halit El-Halebi Suriye gizli servisi Muhaberat'ın işkencecilerinden biri, bir yandan da İsrailliler için çalışmış ve Mossad tarafından Avusturya gizli servisi HNaA ile işbirliği halinde Avusturya'ya kaçırılmış. Bu olayların gerçek hayatta ajan filmlerindeki gibi yürümediği açık. Avusturya El-Halebi'yi almış almasına ama yaptığı işkenceler nedeniyle de hakim karşısına çıkartmış. Adamın müdürü konumundaki başka bir Suriyeli gizli servis elemanı da özel Jet ile İtalya'ya gelip İtalyan gizli servisi SISMI ile görüşmüş, hem de AB'ye girmesi yasak olduğu halde. El-Halebi, müdürü özel uçakla İtalya'dan ayrılırken onun mahkemelerle uğraşıyor olmasından şikayetçi elbette ve işkence yapmayı da eski bir Avusturyalı Nazi'den öğrendiklerini anlatıyor. O Avusturyalının adı sanı belli, kendi yok. Hatta hayali bir kişi de olabilir, ama kimin uydurduğu hayali kişilik olduğu da belirsiz. Enine boyuna araştırılmış, düşünülmüş iyi bir hikaye, tam bu derginin kalitesine uygun.

Son zamanda Bhutan ile ilgilendiğimden, Nepal'da yayımlanan haftalık dergi HIMAL KHABARPATRIKA'daki, Dünyanın tüm kadınlarını Afgan Kadınlarla dayanışmaya çağıran yazıdan bahsetmeden olmaz. Afganistan'da kadın sığınma evlerinin açılması için çalışmış "Afgan Kadın Dayanışması"ndan aktivist bir kadın, açtığı sığınma evlerinden birinin kapatıldığını, diğerinde 50-60 kadar kadın ve çocuğun kaldığını, kendisine kadınlardan çok sayıda cep telefonu mesajı geldiğini, ne yapacağını bilemediğini anlatıyor. Bu evlerde kalan kadınlar arasında çok ağır durumlar, işkence edilmiş kadınlar da varmış. Elbette çok acı bir durum ama bir taraftan da umutsuzluğun lüzumu yok, zira cep telefonlerı ve internet çalışıyor, Afganistan bile kapalı toplum değil artık, herkesin Dünya ile bağları var.

Takip ettiğim aylık dergilerden BLÄTTER FÜR DEUTSCHE UND INTERNATIONALE POLITIK'in baş yazısının başlığı, çok şey söylüyor: "Afganistan, ya da Amerikan Yüzyılının sonu". Başlıkla aynı fikirde olduğumu söylemeliyim. Yazar Bernd Greiner, 2001'de İslamcıların 11 Eylül saldırısının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra Amerika'nın sadece "War on Terror"ünün başarısızlığa uğramadığını (bu "başarısızlık" saptamasına çok da katılamıyorum), aynı zamanda Amerikan Yüzyılının da sona erdiğini yazıyor.

Yazıdaki diğer hoşluk, bir amaç ve ideal olarak "Kooperatif Dünya Düzeni"nden bahsetmesi, yani ülkelerin ve halkların birlikte, dayanaşarak, iş birliği yaparak hareket etmesi.

Dergide, dergiyi yayınlayanlardan Jürgen Habermas'ın gene bir yazısı var. Ünlü filozof, Corona zamanlarında devletin vatandaşlarına -hayatı korumak üzere- belli sınırlar zorunluluklar koyabileceğinden bahsederek, "aşı karşıtları" denen kesimlerin sinir uçlarına dokunuyor.

Naomi Klein da iklim felaketi ile ilgili bir yazısıyla, bu yıl yaşanan sel felaketleri ve orman yangınlarından sonra zengin ülkelerin artık üç maymunu oynayamayacağını, çünkü yaşanan olayların sınır tanımadığını anlatıyor.

Çin'in "Silican Valley"i ile ilgili Timo Daum yazısını, Çin'le ilgilenenlere öneririm.


Kitaplar...

İlgimi çeken kitap çok, hepsini buraya almam mümkün değil, ama Türkçe'ye çevrilmesi hoşuma gidecek olanlardan bazılarından bahsedecek olursam, okumaya başlamak aşamasında olduğum Helge Hesse kitabına öncelik tanımalıyım. "Die Welt neu beginnen" (Dünyaya yeni başlamak), Avrupa'daki 1775 ile 1799 arasındaki 24 yıllık süreçte, Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Fransız İhtilali ve bu süreçte otaya çıkan sanat eserleri, teknik buluşlar ve toplumların değişimini anlatıyor. Son yıllarda belli bir yılı alıp "Herşeyin başladığı yıl" diye anlatan kitaplar oldukça popüler, mesela "1913" başlıklı (galiba Türkçeye de çevrildi) tanıdık kitabın yanı sıra "1919" diye başka bir kitap da ünlü oldu. Bir arkadaşımın hediye ettiği "1979" başlıklı kitap, bu seriden elime geçen kitaplardı, 1979'u karıştırmakla yetindim, 1913'ü okudum, 1919 henüz masada bekliyor. Helge Hesse'nin dörtyüz küsür sayfalık kitabı, yıl kitaplarından daha öte bir okumalık, çünkü bugün sadece Avrupa'yı değil, Dünyayı da belirleyen demokrasinin, çeşitli teknik gerecin, düşünme biçimlerinin, bugün herkesin bildiği ünlü sanat eserlerinin ve tabii modern Dünyanın nasıl doğduğunu ve onu oluşturan bileşenlerin birbirini nasıl etkilediğini anlatıyor. Asıl ilginç olan, tarihi kişilikleri o günleri ve yılları nasıl yaşayıp nasıl algıladıkları konusuna eğilmesi. Kant, Napoleon, Marie Antoinette, George Washington'ın yollarının veya kaderlerinin kesişme anları. Bu yıl yayınlanır yayınlanmaz Bavyera Kitap ödülünü alan kitap, yaşayan tarihe ilgi duyanlar için iyi bir seçim.

Uzatmaları oynayan kapitalist sistemin son durumuyla ilgili kitaplar artıyor, onlardan biri de Joscha Wullweber'in "Zentralbankkapitalismus" (Merkez bankaları kapitalizmi). Kitabı zayıf bulanlar var elbette, ama sistemin son kalesi, (yazarın deyimiyle "omurgası") finans sisteminde krizin merkez bankaları üzerinden yeni bir döneme evrilmek zorunda olduğundan Wullweber DE bahsediyor. Kitapta, finans sisteminde devrim boyutunda mecburî değişikliklerin eli kulağında olduğu anlatılıyor. Bu tip konuları yıllardır yazan birisi olarak, daha önce Twitter'da anlattığım üzere, bu zorunlu değişikliklerin sistem ötesi bir perspektifle yapılmasının öneminden bahsediyorum. Hâlâ "büyüme"den bahseden "ökönomist" ve siyaset esnafına bakmadan, bu konularda uyanık bir damara sahip olmak şimdi daha önemli. Yazar bu kitapta, firmaların ve hatta bankaların ardındaki "gölge" finans aktörlerine dikkat çekiyor. Bu çevrelerin oluşturduğu "gölge banka sistemi" konusunda uyarıyor. Günümüzde finanskapitalin nasıl işlediğini görmeye yarayabilecek bir kitap. Kitabın adı, aslında sistemin (geçici olarak) kimler tarafından kurtarılabileceğine de işaret ediyor: Merkez Bankaları.


(Yazının başındaki illüstrasyon, Pahime Stüdyosu'ndan Fransız çizer Caen'in eseri)

Yeni Zelanda'dan eski Zelanda'ya, eski Türkiye'den yeni Türkiye'ye sansasyonel yenilikler.

Son zamanda küçük ve de örnek ülkelere takmış vaziyetteyim. Nüfusu İzmit kadar olan (350 bin) İzlanda'nın kriminal romanlarını birbiri ardından okuyup, ülke tarihi hakkında kitaplar edinip inanılmaz güzellikteki masallarıyla ilgilendikten sonra, uzunca bir zamandır ilgi alanımı teşkil eden Bhutan'a -yani "Gökgürültüsü Ejderinin Ülkesi / Druk Yul"a- döndüm (bu ülkenin Dünyayı yakından ilgilendiren ve ilgilendirecek olan yanı, dünyayı değiştirebilme kapasitesi. Ülkeye has özellikler hakkında, kafayı bozup kitap bile yazabilirim. "Daha Nereye Kadar" adlı kitabımın yeni baskısında bu ülkeden de bahsedeceğiz elbette). 

İzlanda'da bulunmuş yakın bir dostum var. Bu ülkenin insanının eski efsaneleriyle ve batıl inançlarıyla birlikte nasıl rasyonel örnek bir yaşam tarzı kurduğunu Türkiye'de mutlaka anlatmak gerek. İzlanda'nın olağan hayal dünyası bu ülkenin kendisinden çok daha büyük. Ülkenin "ihraç malları listesi"nde, "Kriminal romanlar" diye bir kalem olduğunu biliyor muydunuz? Geçtiğimiz hafta boyunca İzlandalı Yrsa Sigurdardottir'den okuduğum üç kriminal romandaki konu ve detay zenginliğinden sonra kendi adıma, ülkenin resmî istatistiklerinin doğruluğundan hiç kuşku duymadığımı söylemeliyim.

Yeni Zelanda'da yaşayan yakınlarım var, ama ben bu ülkeyi yıllardır, J. R. R. Tolkien'in "Yüzüklerin Efendisi" ve "Hobbit" eserlerinin, film formatında yeniden yaratıldığı yer olarak tanıyorum. Kendi başına benzersiz sanat eserleri olan bu filmlerin rejisörü Peter Jackson Yeni Zelandalı. Serinin sadece ilk üç filmin 17 Oscar ödülü alması bir yana, bu filmlerde yaratılan estetik, daha sonraki "Hobbit" serisi filmlerde Tolkien'i çok aşarak tam bir mükemmelliğe ulaştı ve film tarihinin baş yapıtları listesine girdi. Tolkien'in "Smarillion" adlı devasa kitabının da elbet bu formatta filmi veya filmleri yapılacaktır, o malzeme tükenmiş değil. Küçük ülkelerin etkili büyüsüne kapılmamak imkansız. Türkiye'nin komşusu Gürcistan da kendi orijinal alfabesi, kültürü, yeryüzünde şarabı icad etmiş olması, şeker kutusu gibi evlerinin güzel mimarisi ve küçücük kiliseleriyle harika bir yer değil midir? Yeni Zelanda son günlerde özellikle dikkatimi çekiyor, çünkü orada çok ilginç bir şey oluyor ve bu ilginçliğin başka yerlerde de yaşanacağı ve geleceğe doğru yeni bir eğilim haline gelebileceğini düşünüyorum (Bu yazının yazılma nedeni de bu). Yeni Zelanda'da ne mi oluyor?

İki büyük ve 700 küsür küçük adadan oluşan Yeni Zelanda'nın yerlileri Polinezyalılar bile burayı 1280'lerde keşfetmişler ve buraya keşif amacıyla 1942'de seyahat eden ilk Avrupalı, Hollandalı Abel'e kadar yerliler kabileler halinde barış içinde yaşıyorlar. Maori'ler, Abel'in Hollandalılarının karaya çıkmasına bile izin vermeyip saldırmış ve 4 Hollandalı gemiciyi öldürmüşler. Bu adaları Arjantin'in güney adalarının bir devamı sanan Tasman'ın aksine, bir yıl sonra buraya gelen Hollandalı denizci Hendrik Brouwer, adaların Arjantin'le alakasının olmadığını anlamış. Hollandalılar, mala ve paraya dönüştürmek için fellik fellik "yer" ararken yeni bir ülke keşfetmenin sevinciyle buraya "Nieuw Zeeland" diye bir isim uydurmuşlar. Avustralya'da "Zeeland" diye bir yer zaten olduğundan, bu "yer" de onun "Yenisi" olmuş. Burada dikkat çekmem gereken bir şey var: Hollandalılar Avustralya'ya "Nieuw Holland" adını takmışlardı ve bu ad tutmadı, ama "Yeni Zelanda" adı tutmuş görünüyordu, -ta ki birkaç gün öncesine kadar...

Yeni Zelanda nüfusunun yüzde 68 kadarını Büyük Britanya'lı ve Afrupalı beyazlar, yüzde 15 kadarını ise yerli Maori'ler teşkil ediyor. Ülkenin en ilginç yanlarından biri, bu ülkenin resmî dilinin Maori dili "Te Reo Māori" olması (herkesin sandığı gibi "İnciluzca" değil). Tabii halkın tamamına yakını kendi arasında İngilizce konuştuğundan, devlet dairelerinde konuşulan dil de otomatikman -gayrı resmi olarak- "İnciluzca" oluyor ama Yeni Zelanda Anayasasında İngilizce'nin "İ"si bile bulunmuyor. İyi işleyen bir demokrasiye sahip bu ülkede, Maori'lerin bir partisi var ve partinin lideri Rawiri Waititi, "Ülkenin Hollanda ürünü adını artık terkedip gerçek adıyla analım" diye bir öneri yapınca, halk bu yeniliğe büyük destek verdi. Şimdi harıl harıl imza toplanıyor. Eğer yeterli sayıda imza toplanıp, ülke Meclisinde öneri kabul edilirse -ki yüksek ihtimalle kabul edilecek, ülkenin adı "Aotearoa" diye değiştirilecek. Bu ad, Bhutan'ın Gökgürültüsü Ejderi'nden daha sakin bir semada seyrediyor ve "Uzun Beyaz Bulut Ülkesi" anlamına geliyor.

Yeni Zelanda, Avrupalı sömürgecilik/kolonyalizm ile başlayan kapitalist çağda, Maorilerle yapılan savaşlar ve onbinlerce insanın ölümü sonunda 1835'de imzalanan bir anlaşmayla önce bağımsız oluyor. Otuz Maori önderinin meclisi tarafından yönetiliyor. Beş yıl sonra 1840'da Büyük Britanya İmparatorluğuna katılıyor. İşte o tarihten 181 yıl sonra bu ülke, kendi vatandaşlarının rızası ve isteğiyle eski adı "Aotearoa"ya dönüyor.

Daoist yazıtlarda ve kadim Çin Yıllıklarında, bugünkü Amerika'nın bulunduğu yerde "Panku" diye bir büyük ülkenin varlığından bahsedilir. Milattan öncesine uzanan bu yazıtlar, Amerika'nın Kristof Kolomb tarafından "keşfedilmesi"nden öncesine dayanır (Pîrî Reis'in efsanevi Ming amirali Zheng He'nin çizdiği haritalardan yararlanarak çizdiği o ünlü haritasının Kolomb'un önüne düşmesinden çok öncesine). Bugün adına Amerika denen kıtanın varlığı çok eskilerden beri bilinmekteydi (ama Avrupa'da bilinmemekteydi). İzlanda'yı vatan bilen Vikingler de Kuzey Amerika'da koloniler kurmuşlardı. Bu diyara da adını Amerigo Vespucci'nin verdiğini herkes bilir, daha önceki adlarını da yakında herkesin öğreneceğinden kuşkum yok. 

Çinlilerin "Panku" dedikleri yere Amerikan Yerlileri ne ad veriyorlardı? Bu da elbette gündeme gelecek ve Yerli kabileler tarafından verilen adlardan biri, kıtanın adı olarak seçilecektir.

Modern kapitalist sistemin boyaları döküldükçe, altından, kapitalizm öncesinin eski Dünyası yeniden görünüyor ve bu eski Dünya, aynen eskisi gibi kalmış, zamanı durudurup konserve etmiş bir Dünya değil, -eskinin yerel dînî bağnazlıklarıyla alakasız demokratik bir yerde duruyor ve kapitalizm çağının neden olduğu onca kan ve talana karşı rövanşist bir yaklaşım sergilemiyor. 

Türkiye'de -1950'de başlayan- Amerikan Çağı'nın yüzü haline gelmiş "Muhafazakar sonradanmodernleşmesi"nin boyaları döküldükçe, bu kesimin kullana kullana bambaşka bir şeye dönüştürdüğü ve son haliyle -ahlakı dışlayıp ritüel ve semboller üzerinden kimliğe dönüştürülmüş- "İslamcı İslamı" da tel tel dökülüyor. Muhafazakar kesime iliştirilip, sadece bu kesimin genel din kültürü ve kimlik malzemesi haline getirilmiş "İslamcı İslamı", Amerikan Çağı'nın Türkiye'deki izdüşümü milliyetçi-muhafazakarlar devriyle birlikte terkediliyor. Türkiye'de zaman içinde iyice çürüyen ve ülkeye asfalt-beton'dan başka bir modernleşme nimeti sunamamış milliyetçi-muhafazakar Türkiye dökülürken, altından görünen şey -şimdilik, ilk elden- kuruluş ayarlarına odaklanmış bir Cumhuriyet Türkiyesi. Ama henüz pek net görünmeyen şey, sonradan modernleşmiş/şehirlileşmiş taşra kökenli kesimin kimlik sembollerine indirgenmiş  "İslamcı İslamı"nın da kararlılıkla terk edilmekte olduğu olgusu. Konu henüz sadece "red" boyutundaymış gibi görünüyor, ateistlerin ve teistlerin sayısı tarihte hiç olmadığı kadar yükseliyor, ama "İslamcılık İslamı"nın, 1970'li yıllara kadar sadece namaz kılarken ve Kur'an okurken taktıkları beyaz tülbentleriyle anneannelerimiz tarafından yaşatılan halk İslamı ile alakasız kitâbi/selefî kültürsüz/Emevi kimliği hızla marjinalleşiyor ve gençliğe örnek olmak vasfını tamamen kaybediyor. Ülkeye hakim gibi görünen ama kendi kitlesi tarafından bile benimsenmeyen "İslamcı İslamı"nın yerini neyin alacağı birçoklarının gözünde belirsizliğini koruyor. Ülkeye milliyetçi/ulusalcı/cumhuriyetçi damardan falan değil, doğrudan kadim ruhundan nüfuz etmişlerin gayet iyi anlayacağı üzere, Türklerin Çin'den kaçıp Maveraünnehr'de yeniden başlattıkları tarihlerinde Türk elitlerinin benimsediği Müslümanlığın "Mu'tezile" türü/mezhebi çizgisine dönecekleri görülüyor. İslam bir Dünya uygarlığıyken, yani 1001 Gece Masalları icad edilip eski Yunan klasikleri Arapça'ya çevrilirken, Harun Reşid devrinde İslam coğrafyasına bu akım kakimdi (tabii bu yeni yöneliş, İslam dini ve kültürüne bağlı kalmak isteyenler için geçerli olacaktır ve muhtemelen yeni Türk eliti de bu çizgide olacaktır). Türklerin içine, bugünkü "İslamcı İslamı"nın gelişmesine yol açan ve esasen Nizamül-Mülk'e "borçlu" olduğumuz "Maturudî" İslamı'nı sokmak eylemi, bugünkünden pek farklı olmayan bir şekilde, Selçuklu ülkesinin 23 merkezinde açılan Maturudî medresesi ile bu Selçuklu fars Veziri tarafından başlatıldı. Tabii şimdi medrese/kurs/vaaz tekeli yok, insanlar da bin yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar sağduyulu ve akıllılar. Türkiye'nin üzerine sıvanmış 70 yıllık Eski Türkiye sıvasının artık tutmayıp bloklar halinde dökülmesinin pratik anlamı, ülkeye önce sağlam bir rasyonel akıl ve laiklik/sekülerliğin geleceği, onlarla birlikte, yeni bir spiritüel/ruhani alanın açılacağıdır. İslam'ı uygarlık falan bir yana ahlaktan da "arındıran" ve meşrebine göre Kitab'ına uydurma "zenaatı" haline getiren anlayışın hızla "kriminal" sayılacağı bir dönem gelirken, tepki anlamında Türklerin başka dinlerle tanışacağı açık. Bu dinlerin başında, Bhutan'ın da resmî din saydığı Budizm geliyor (devletinin resmî dîni Budizm olan tek ülke). Türklerin, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerden ziyade -Avrupalıların yaptığını yapıp- Dalay Lama'nın temsil ettiği Budizme yaklaşacaklarını sanıyorum, zira orada, Türklerin giderek daha yüksek sesle söylediği bir gerçek var, Dalay Lama'nın sözleriyle bu gerçeğe göre "Ahlak, dinden daha önemlidir". (Bu konu hakkında başka yazıları blogumda bulabilirsiniz, yenileri de muhtemelen gelecek). Bu değişim mümkün, zira şimdinin kitâbî "İslamcı İslamı"nın zıddına, eskiden gelen -yönetici elitin benimsediği- köklü gelenek, bu akılcı anlayışa daha yakın. Türkler, Tibetlilerin ünlü "Gezar Han"ına da aşinadır zaten (Tibetçe: Gesar Gyalpo). Anadolu'da Türkler tarafından -elbette- Mu'tezile geleneğiyle yazılmış ilk kitabın adı "Keşf'ul-akabe"dir (Farsça yazılmıştır) ve konusu Kur'an yorumu tefsiri falan değildir. Amasya'da yazılan Keşf'ul-akabe, bir astronomi ve felsefe kitabıdır, yani şimdinin islamcı yobazlarının hiç hazetmediği bir konudur. Anadolu'da 13. Yüzyıl başında gene Amasya'da yazılan ilk Türkçe kitap da tefsir fıkıh falan değil, alenen bir tıp kitabıdır: "Tuhfe-i Mübarizî"

Tabii bir de -eski Selçuklu elitler dini çizgisi ötesinde- eski Anadolu İslamı'nın içinde yaşayan ve günümüze kadar gelen "Kam geleneği" var. Batılı Antropologların "Arktik Histeri" gibi genel bir "bilimsel" dandikizm potasında "erittiği", insanlığın kadim ruhaniliğinin göçebeler tarafından modern zamanlara kadar yaşatılan türüdür. Bunun Türkiye'de nasıl canlanacağı konusunda başka, uzun bir yazı yazmak gerekir, ancak, Bhutan ve İzlanda'da bu konular, hoş masallar formatında hayatın renkleri olarak sürdürülüyor, yani kendisinden başka herşeyi "şirk" sayan anlayışa ters ve sadece bu nedenle bile Türkiye'de de -önce tepki manasında- canlanabilir. Bhutan'da Budizm öncesi Bon dininin Budizm içinde nasıl yaşayıp günümüze kadar geldiğine, İzlanda'da halkın görünmez yer cücesi halkı için nasıl küçücük dayalı-döşeli evcikler inşa ettiğine bakarak, rasyonel yaşama renk katmak adına çok renkli bir Anadolu'nun bizi beklediğini söyleyebiliriz, zira bu diyarda peri masallarından davul tozuna, Kalenderi dervişlerinden neşeli keşişlere, tılsımlı atlardan dengbej'lere kadar deryalar kadar çeştli renk var. Geleceğin sırrı da galiba burada ytıyor: Rasyonal akıl ve renkli söylenceler, masallar ve yobazın her türüne takkesini ters giydirecek ölçülerde kabına sığmayan devasa bir özgürlük. 

Himalayaların büyüsü Kar Leoparı...

Modern uygarlığın tamemen dışında, insanlardan uzak Tibet'de kar leoparı görmek için yola çıkan fotorafçı Vincent Munier ve ona ilişmiş Fransız yazar Sylvain Tesson'nun bu muhteşem hayvanın peşinde yaşadıklarını anlatan "La Panthère des neiges" (Kar Leoparı), gezi kitabından çok öte. 

Tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü, saatin ve zamanın anlamsızlaştığı Tibet'in sonsuz karbeyazında yazar, modern uygarlıkla hesaplaşıyor ve öyle muhteşem bir edebi dil kullanıyor ve öyle felsefî derinliklere dalıyor ki, insan Tesson'un kısacık cümlelerine mi, yoksa Laozi'den girip günümüzün banal güncelliğine geçişlerine mi şaşıracağını bilemiyor. Edebî değeri çok yüksek bir eserle karşı karşıyayız. 

Mistik Kar Leoparı, Nepal'de Himalayalarda Altaylara kadar uzanan dağlık bölgede yaşayıyor. Orta Asya'nın en gizemli hayvanı, Hindukuş dağlarından Pamir'e, Tianshan'a kadar geniş bir alanda, kendini göstermeden yaşıyor. Çin Hükümeti 21'inci Yüzyılın başından itibaren Tibet'te her türlü silahın taşınmasını yasakladığından, bu bölgede avcı tehlikesinden de kurtulmuş bulunuyor. Neredeyse kendi boyu kadar upuzun bir kuyruğu var ve asla kükremiyor, avına hayalet sessizliğiyle yaklaşıyor. Soyu tükenme tehlikesi altındaki Kar Leoparı, ormanları sevmiyor, 2500 metreden yüksek bölgelerde yaşamayı tercih ediyor ve en güzel dağ keçilerini kendine ayırıyor, Nepal bölgesinin yabani mavi koyunlarını da çok seviyor.

Kar Leoparı hakkında 1980'lere kadar çok az şey biliniyordu. Kazak Başkenti Almatı'nın de sembolü olan görünmez hayvan Kar Leoparı, sabrın ve doğanın büyüsüne inanan Tesson'un kalemiyle yeniden büyülüyor.

Sylvain Tesson, "La Panthère des neiges" Ekim 2019, Gallimard yayınları, 176 sayfa.

İslamcılık, Taliban zaferine rağmen neden canlanmıyor?

Amerikalılar, merkezinde Afganistan'ın bulunduğu Asya coğrafyasının sakin bir yer olmasını özellikle istemiyor gibiler. Afganistan'ı kuşkulu bir şekilde Taliban'a bırakıp çekilince, "İslamcılık bitti, artık dünyada islamcı ot bile bitmeyecek" söyleminin pek doğru olamayacağından söz eden yanılgı da sesini yükseltti ve bu konu üzerinde durmak gerek.

   İslamcılık "modern" bir ideoloji ("ideoloji" formatı kapitalizme özgüdür). Geçtiğimiz Neoliberal Dönem'de İslamcılık, -konjonktürel olarak- bir yükseliş yaşadı ve sonradan modernleşen veya modernleşmek üzere olan yoksul kesimden insanların "umudu" oldu. Umuttu, zira onun arkasında duran "kapı gibi" bir neoliberal sistem vardı. İslamcılık, başka Müslüman ülkelerde de ulusdevletçi yapılanmalara ve ulusdevlet ideolojilerine (makro milliyetçiliğe) karşı neoliberalizmin "umudu" idi. Bu durum halklara, "Eski imparatorluk devrine dönüş" veya "İslam'ın özüne, ilk çağına dönüş" diye pazarlandı ve hepsinin kökeninde, yerel milli kapitalist sistemlerin -sistemin 1970'lerde başlayan bitiş krizlerinin başlanbış krizi nedeniyle- artık bir gelecek ideali teşkil etmemesi yatmaktaydı.

   Neoliberal dönem, sınırlarötesi neogloballeşmenin kurulup özelleştirmelerle kamu malının yağmalandığı, ulusal sınırların sermaye için "geçirgen" hale geldiği/getirildiği dönemin adıydı. Bu dönemde, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımının sağlanması, ulusdevletlerin zatıflatılması gerekiyordu. İslamcılık bu kontekste -yerel bazda- önemli rol oynadı, vahşi bir neoliberalizm uygulamasıyla özelleştirmeler üzerinden hem neoliberal sistemi memnun etti hem de zenginleştirdiği kendi taraftarlarını.

   Neoliberalizm, Dünyayı "kültürler" kamplarına ayırıp, "İslam ülkeleri" diye bir kültürel çerçeve kurgulayıp Türkiye'yi de oraya saydığından, kültürcü dünya görüşü şablonuna uydurmaya çalıştığı Türkiye'deki İslamcılığı desteklemeyi uzun süre sürdürdü, ta ki İslamcılığın teolojik-politik yapısal özelliğinin eninde sonunda kapitalist sistemin işlemesi için gereken asgari şartlara bile tahammül edemediğini anlayıncaya kadar. Fikirsel ve kültürel bazda oldukça ilkel bir yapıya sahip İslamcılık, kendi dinamikleriyle değil, bu konjonktürel destekle ve kullanışlı "liberal" müttefiklerinin yardımıyla yükseldi.

   İslamcılık, ortaya çıktığı I. Dünya arefesinden sonra 1970'lerden itibaren Suud finans desteğiyle yeniden görünür oldu. İsrail'e yenilen Arap ülkelerinin Batılı ülkelere koyduğu petrol ambargosundan sonra yaşanan Petrol krizi ile birlikte, hep örnek alınan "Batı tipi kapitalist Demokrasi" cazibesini yitirdi, "ilerleyip onlar gibi olacağız" umudu sönümlendi. "Milli Görüş" gibi bir ilkelliğin alternatif diye sunulabilmesi bu nedenledir, fikrî gücünden değil. Batı'yı örnek alan ülkelerde yaşanan enflasyon ve derin ekonomik sorunlar,

Batı örneğine endeksli "ilerleme ideali"nin sönümlenmesini de beraberinde getirdi. İşte bu durumda "Alnı secde görmüşler gelince dinimiz kültürümüz bize rehber olur, herşey daha iyi olur" (kültürcü neoliberal) yanılsaması "sayesinde" İslamcılık umut oldu. "Bir de bunları deneyelim" fikriyatı çoğunluğa hakim olduğunda da ekonomiydi, şimdi de ekonomi.

   O zamanlar halkın gözünden düşen modern laik sistem eliti neoliberalizme karşı nasıl direnemediyse, neoliberalizmin işlemediği günümüzde de bu bölgedeki neoliberalizmin son ifadesi İslamcılık da gelişmelere direnemiyor ve bildiği/uyguladığı yoldan yeni zamana uyum sağlayarak varlığını sürdürmesi ihtimali bulunmuyor, -çünkü varlığına bizzat kendisinin son vermesi, yani İslamcılığı (teolojik politikayı) bırakması gerekiyor. Gerçi bunu anlayıp sahiden de İslamcılığı terkedenler ve onların partileri de var, ama onlar bile gelecek için bir umut olamıyorlar. 

   İslamcılık, sadece "sonradan modernleşmiş kasaba/kırsal kesim insanı"nın değil, dünyanın etnik/dînî kimlikler üzerinden okunabileceğini/açıklanabileceğini sanan ve bunu kendine Müslüman "demokratik" bir pseudo-"Sol bakış" haline getirmeye çalışan  "liberaller" için de bir "umut" idi. Eski Solcu yeni Sağcı bu çevre, İslamcılığın olmayan ideolojik/entelektüel boşluğunu uzun süre kendince doldurmaya çalışmıştır. İslamcıların lise terk düzeyindeki "Milli Görüş ideolojisi"i, "liberaller" sayesinde gözlerden gizlenebildi ve neoliberalizm öncesinin devlet kontrolündeki milli ekonomisine ve o dönemin Eski Batı'yı örnek alan laik elitlerine karşı kullanıldı. Global sistem tarafından desteklenen İslamcıların ilkelliği, ne "liberal" entel dandikizmi için ne de Batılı neoliberal sistem eliti için bir sorun teşkil etmedi.

   Şimdi, İslamcıların önünü açan veya açacak olan bir konjonktür varolmadığı gibi, İslamcılar kimse için bir "umut" değil. "Alnı secde görmüş olanlar gelince her şey kendiliğinden yoluna girer" türü şehir efsaneleri ve büyüler fena halde bozuldu. İslamcıların, kendi dışlarından birileri tarafından desteklenip fikren yönlendirilmedikleri takdirde son derece ilkel oldukları ve karmaşık modern yapıları yönetmekten aciz oldukları görüldü. Ayrıca, İslamcıların oldukça uzun bir süre Dünyada siyasi bir aktör gibi görünmelerine rağmen, bu sürede Dünyaya, hiçbir özgün katkıda bulunamadıkları görüldü. Bu ilginç ve önemli durumları algılayan özellikle genç kesimin İslamcılıkta bir gelecek görmemesi, son yıllarda Dünya çapında en önemli gelişmelerden birini teşkil ediyor.

   İslamcılık, artık ne bir gelecek ideali, ne de orijinal -işleyen- endemik/yerel bir yönetim türü. Yeni kuşakları cezbedebilecek bir albeniye sahip değil, -hatta kendini pasif olarak sürdürebilecek türde bir popüler kültüre bile sahip değil. Günümüzde Taliban'da veya son İhvancılarda ifade bulan İslamcılık, eski kadrolarının 1970'lerden neoliberal döneme intikal etmiş ve tamamen tükenmek üzere olan ideolojik gazı ile ayakta duruyor. İslamcılığın, tabandan yetişen ve başından beri dolduramadığı ideolojik boşluğunu kısmen de olsa doldurabilecek, veya doldurma ihtimaline sahip olabilecek yeni kadroları yok, kapitalist sistemin bir türevi olduğundan sistem ötesine bakabilecek ve gençliği cezbedebilecek yeni bir fikriyat oluşturmak ihtimalinden tamamen yoksun.

   ABD'nin Afganistan'ı Taliban'a teslim etmesi, İslamcılığın sahaya geri döndüğü, Afganistan'ın islamcılığa bir hayat öpücüğü olduğu anlamına gelmiyor, onun yerine; Taliban'ın da diğer İslamcı yönetimler gibi kadınların ve halkın baskısıyla adım adım nasıl yumuşamak zorunda kalacağının -ama yumuşamak doğasına aykırı olduğundan- sonunda nasıl iptal edileceğinin Dünyanın gözleri önünde yaşanacağı bir zaman dilimine işaret ediyor.

    Artık umut olmayan bir şeyi yaşatmak çok zordur. İslamcılığın yeni yeşeren ve gelecek umudu olabilecek herhangi bir kesimi, fikri zikri bulunmuyor; tam tersine, islamcılığın 1970'lerden beri ekonomik bakımdan zenginleştirdiği kesimlerin -çok eleştirdikleri "Batı"ya karşı- geliştirdikleri veya destekledikleri -Dünyaya malolmuş- herhangi bir orijinal kültür ürünü bile bulunmuyor. İslamcılığın yeni zenginleri ve elitleri, "Batı taklitçisi lüks tüketici" olmaktan öte gidemiyorlar. Bu da onları umut olmaktan tamamen çıkarıyor. Orijinali varken, kimse taklidine özenmiyor. Yenisi yetişmediğinden ve sistemle uyumlu müttefiklerini kaybettiğinden, İslamcılık, gerçeklerden giderek kopan demode bir "Eskinin tekrarı" olmaktan öte gidemiyor, kendini çekici kılabilecek bir popüler kültürden tamamen yoksun olduğundan, ciddiye alınabilecek siyasi bir hareket olarak hayatta kalma ihtimali de bulunmuyor.

1960'lar, Dünyanın değiştiği yıllar (1)

İkinci Dünya Savaşının ardından yaşanan ve ABD'nin tartışmasız en büyük ekonomik güç olarak ortaya çıktığı 1950'ler, Türkiye'de de ilk kez "Küçük Amerika" olmak hedefine sahip Demokrat Parti'nin yıllarıydı. Adnan Menderes, köylülerin ve islami kesimlerin desteğiyle iktidara gelmişti ve Amerikan Çağı'na ayak uydurmuş, Kore Savaşı'na Batılı ülkelerin safında katılarak Türkiye'yi NATO'ya da sokmuştu. Akdeniz bölgesi ve Batı-Asya'daki Müslüman diyarında modernleşme nasıl Mısır'da başlamış, Türkler de pantolon giyen fes takan müslüman askerler ilk kez Anadolu'yu işgale gelen Mehmet Ali Paşa ordusunda görmüşler ise, darbeler devrinin ilk örneğini de orada gördüler. Mısır'ın 1952'de başlayan Darbe dönemi, İngilizlere ve Fransızlara kafa tutup Süveyş Kanalı'nın kontrolünü İngilizlerden geri aldıkları 1957'ye kadar sürdü. Darbeci Cemal Abdünnasır 1970'e kadar devlet başkanlığını sürdürdü. Kanal, 1875'den beri İngiliz kontrolündeydi ve Batılı ülkeler bu darbeye karşıydılar. Mısır o günlerde Türkiye'ye uzaktı, ama 1958'de Irak'da da askeri darbe olunca, despot Demokrat Parti'yi korku sardı. Mısırlı darbeciler Arap milliyetçiliği temelinde İngilizleri de yenmiş gibi olmuşlardı. Süveyş çatışmasında galiple malup belli olmasa da, kanalın kontrolünün Mısır'a geçmesi, bu darbeyle ünlenen ve Mısır'ın kontrolünü ele geçiren Cemal Abdülnasır'a büyük prestij sağlamıştı. 1960'lı yıllara da damga vuracak Sovyetler Birliği ve ABD gerilimi, Mısır'ın lehine işledi. Mısır'ı destekleyen SSCB'yi kışkırtmak istemeyen ABD Batılı ülkeleri desteklemedi, İngiliz düşmanı Hindistan ise tüm gücüyle Mısır'ın yanında yer aldı.

Menderes, 1954'de "ABD'den 300 milyon gelecek" sözünü Eisenhoower'dan almış, Türk Lirası yüzde 10 değer kazanmıştı. Türk ekonomi coştu, 1954 seçimlerinde Menderes'in halk desteği tavan yaparak yüzde 55.2'ye ulaştı. Bir yıl sonra ABD bu parayı vermeyeceğini kesin bir dille ifade edince, Türkiye giderek bozulan ekonomisi, ilk kez hissedilen yüksek enflasyonu ve üniversitelerden başlayan itirazlarıyla tam bir baskı rejimine dönüşmeye başladı. Bugün birçok insanın hemfikir olduğu üzere, eğer 27 Mayıs 1960 darbesi olmasaydı, Menderes ve iktidarı bir sonraki seçimlerde devrilecek veya iktidardan çekilmek zorunda kalacaktı. Türk Ordusu, başarılı Mısır ve Irak darbelerinin peşinden giderek bu doğal değişimi kesintiye uğrattı ve Menderes çizgisinin günümüze dek hayatta kalıp ülkeyi yönetmesine önemli ölçüde katkıda bulundu. Mısır darbesinde Kral Faruk tahttan indirilmiş, yerine oğlu kral ilan edilmişti, sonra bununla da yetinilmeyip krallık kaldırıldı, aynı şey Irak'ta da oldu. Gene milliyetçi subaylar gene krallığın kaldırılması... Milliyetçi Irak darbesini yapanlar, İngiliz taraftarı kral II. Faysal'ı, veliahtını ve Başbakanını öldürüldüler.

Menderes, 1959'da ABD'ye yaptığı son gezisinde kapılarda bekletildi, kendisine istenmediği hissettirildi ve Türkiye'nin 1960'ları, bir askeri darbeyle başladı. Darbe, Menderes'in DP'sinin devamı niteliğindeki siyasi çizgiyi zayıflatmak yerine güçlendirdi ve daha o zaman Adalet Partisi'nin iktidarı devralmasını ve -kısa kesintiler dışında- günümüze kadar yönetmesini sağladı. Menderes çizgisinin 1960'lı yıllardaki muhafazakar çizgisi de, Türkiye'nin sonradan modernleşmesinde çok önemli bir rol oynamış ve modernleşmenin muhafazakar şekliyle köylere kadar inmesini sağlamıştır, ama bu 1960'larda başlayan muazzam kültür patlamasının etkisinden çok daha farklı bir mecrada yaşandı. Tabii ne Türkiye ne de Dünya, hükümetler meclisler katındaki siyasetten ibarettir. 1960'lar, Dünyada ve Türkiye'de, özgürlük fikrinin yeni bir formatta ilk kez yaşayarak ifade bulduğu, gerçek bir modern kültür patlaması devridir. Bugün "doğal" sayılan birçok şeyin köklü olarak değişip yerleştiği, günümüze kadar günlük hayatlarda belirleyici olan bir on yıldı. Türkiye'nin bu "En güzel on yıl"ı gene bir askeri darbeyle, 1971'de sona erdi.

1960'lı yıllar, Dünya'da ve Türkiye'de ekonomik, sosyal, politik, kültürel, hatta dînî bir değişimin de yıllarıdır ve bu değişimin baş aktörü de gençliktir. Gençliğin eski kontrolcü aile yapısı ve onu destekleyen sosyokültürel etkilere karşı başkaldırısı, hatta eski kuralları reddi, daha 1950'lerde başlamıştı. Türkiye'de bu akım 1960'lar gençliğinde tam anlamıyla ifade buldu, kadınların etkisi ve önemi arttı. Avrupa'da esen mini etek rüzgarı Türkiye'yi de etkiledi ve ilk kez bir Kadın, Behice Boran, bir siyasi Parti'nin -Türkiye İşçi Partisi'nin- başkanı seçildi.

Türkiye'nin gözünü ayırmayıp hep örnek aldığı Avrupa'da, Hristiyanlık'dan uzaklaşan bir gençlik vardı artık ve ateist olmak bir gençlik raconu haline gelmişti. Gençliğin bu yeni tavrı Türkiye'de de etkisini gösterdi, yasakların kışkırtıcı etkisiyle daha çok Sol'a yönelen gençlik, dinden uzaklaştı ve bu da Menderes ardılı muhafazakar kesimde ve Amerikancı antikomünist milliyetçi kesimlerde düşmanca karşılandı, "Allahsız Komünistler" betimlemesi de bu dönemde yaygınlaştı.

Doğum kontrol hapının icadı, gençlik arasında tam bir seks patlaması demekti. Almanya'da grup aile şeklinde yaşayan "Kommune 1" bu dönemde ortaya çıktı. Püritenliğinden taviz vermeyen Türk Solunda böyle şeyler düşünülemezdi, cinsel bir devrim de yaşanmadı, Türkiye'de ise cinselliğin Avrupa'ya benzer bir şekilde serbestleşmesi için 1980 darbesi sonrası beklenecekti. 

Bütün bu gelişmeler, islamî muhafazakar kasaba köy çevreleri ve onların şehirlere göçmeye başlamış akrabaları için yer yer bir kabus gibi algılandı ve 1960'lara tepkinin en uç ifadesi islamcılık, nihayet 1970 yılında Necmeddin Erbakan tarafından kurulan Milli Nizam Partisi ile ve darbe sonrasında kapıtılıp 1972'de Milli Selamet Partisi adıyla yeniden açılması şeklinde siyaseten ifade buldu. 1960'lardaki değişime ve onun devamına en uzun süre en kararlı muhalefet yürüten de bu kesim olmuştur.

Peki 1960'lar aslında neydi?

İslamcılığın son umudu Taliban mı?

Bekleniyordu, beklendiğinden önce yaşandı ve Taliban, siyasi haritalarda göründüğü haliyle hâlâ "Afganistan" sayılan diyarın Başkenti Kabil'e girdi, Cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terketti.

   Afganistan 1980'li yılların başında ilgi alanıma girmişti. Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgali ertesinde o zaman Solcu olan bazı Afganistanlı öğrenci arkadaşlar, Berlin'den ayrılıp, işgalci Sovyetler Birliği'ne karşı savaşmak için Afganistan'a döndüler. Bir daha asla haber alamadığım bu çocuklardan sonra, Kızıl Ordu'yu  evire çevire yenen Panşir Aslanı Ahmet Şah Mesud'un hayranı oldum. Kendisiyle tanışmış dostlarımdan öğrendiğim kadarıyla tahminimde yanılmamıştım, muhteşem biriydi, ama o da savaşın başında "neredeyse her Afganistanlı gibi" bir İslamcıydı ve ancak ileri yaşlarında bu ideolojinin etkisinden kurtulmuştu.

   Taliban, Pakistan-Afganistan sınırındaki Kuran talebelerinden doğan bir grup olduğundan "Taliban" diye adlandırılıyordu ve geçtiğimiz yıllarda dünyanın dehşete kapılmasını sağlayan Selefi İslamcı örgütlerden farklıydı. Taliban, Afganistanın güneyinde, Paştunların yaşadığı bölgeye hakim oldu ve Kuzeydeki Özbek ağırlıklı bölge ile itilaflı bir şekilde günümüze dek varlığını sürdürdü. Ülkenin kuzeyi, Şah Mesud ve General Dostum gibi Türkiye'nin de desteklediği yerel iktidar odakları tarafından tutuluyordu, Batılı ülkeler ve NATO tarafından da destekleniyordu.

   11 Eylül 2001'de İslamcıların ABD'ye saldırısından hemen önce Panşir Aslanı'nın Kaide tarafından öldürülmesi, ülkenin Sovyet İşgali sonrasında yaşadığı en önemli dönüm noktasıydı. Şah Mesud yaşasaydı, ülkenin bugün bambaşka bir yer olmuş olacağından kuşku yok.

   Basında, "Afganistan'da milli şuur yok ondan böyle oldu" diye yazanlar var. "Milli şuur" denen şeyin kuru kuruya mental düşünsel fikrî ve de zikrî bir şey olduğunu sandıklarından, Afganlıların bu konuda fos çıktığını zannediyorlar. "Milli şuur/bilinç" denen şey ülkenin kapitalistleşmesiyle ve sisteme özgü ilişkilerin yaygınlaşmasıyla ilgilidir ve sade düşünceyle meditasyonla falan alakalı değildir, sistemin bir ülkeye iyice yerleşmesiyle ortaya çıkar. Afganistan'da -tüm Dünya'da yaşandığı gibi- 1920'li ve 1930'lu yıllarda modernleşmesi için yukarıdan aşağıya şekilci bazı girişimlerde bulunulmuştur elbette, mini etekli Afgan kızların Kabil sokaklarındaki resimleri malumdur, 1970'lerin başına kadar da böyleydi. Bu girişimler Türkiye'deki gibi uzun bir modernleşme süreci ve planlı bir endüstrileşme ile desteklenmediğinden, Türkiye'deki gibi seküler milli bir şuur oluşmamıştır. Sisteme entegre olması yarım kalmış birçok diyar gibi, Afganistan da, çeşitli grupların, savaş beylerinin birbiriyle sorunlu olduğu, yer yer çatıştığı çok parçalı çok kültürlü çok dilli bir yer olarak kalmıştır, tabii milliyetçiliğin etkileri Afganistan'da da görünüyor, kuzeydekiler Özbek ve daha modern bir hayat isterken ve dünyaya daha açık bir görüntü sergilerken, Paştun milliyetçiliğinden esinlendiği de görünen Taliban, azınlıklara, mesela özellikle Hazara'lara oldukça toleranssız. Kendileri gibi Sünni/Hanefî olmayanları çok kolay harcayabilen Taliban bu yüzden Selefilerle karıştırılıyor. Oysa Taliban, merkezi Hindistan'da olan radikal/püriten Dâr-ül Ulûm çizgisinden geliyor. 

   Dünyada İslamcılığın da beslendiği katı İslam anlayışlarının öğretildiği iki çok önemli yüksek Medrese bulunuyor, bunlardan ilki, Türk İslamcılarının da tercih ettikleri Kahire'deki El Ezher, diğeri ise kuzey Hindistan'da Deoband şehrindeki Dâr-ül Ulûm'dur. 1866'da kurulmuştur ve özel bir Merdesedir. İslam teolojisi öğretir ve buranın talebelerine "Deobandi" denir, tabii buranın talebeleri bu adı asla kullanmaz, kendilerine kısaca "Müslüman" derler, Afganistan'da "Taliban" da diyorlar.

   Taliban'ın ideolojik fikir babası da olan bu okul, son derece dogmatik bir bakış açısına sahiptir ve her türlü Batılı modern etkiye kesinlikle kapalıdır. Taliban bu nedenle televizyona, hatta evde kedi beslemeye bile izin vermiyor. En ortodoks Sünni şeriatını kabul ettiğinden, Selefiler gibi Türbelere de karşı. Onlar da eskiye "köklere dönüş" taraftarılar. Bu nedenle, Hindistan'da yaygın olan toleranslı 'Sufi İslamı'na da kesinlikle karşılar. Halbuki Pakistan'da da görülen Sufi İslam'ı, İslamcıların yüz yıllık tarihlerinde asla yapamadıklarını yapmış, günümüzde de Dünyaya malolmuş popüler bir kültür üretmiştir. Nusret Fatih Ali Han'ın müziği buna verilecek ilk örneklerdendir.

   İslamcılık, Neoliberalizmin kültürcü dalgasının ucunda köpüklenerek yeniden yükseldiğinde, Türkiye'de de Yeni Osmanlıcılık şiarı ile bir Pan-Sünnizm dalgası ülkeye hakim oldu. Fakat o günler geride kaldı. Selefilerin ne olduğu görüldükten sonra, Selefi kökenli İhvan'dan IS'e kadar tüm İslamcılık, ağır bir yenilgi aldı ve neoliberalizmle birlikte konjonktürel desteğini de kaybetti. Bu arada Akdeniz çevresinde ağır yenilgiye uğrayıp tarih sahnesinden ayrılmaya meyletmiş İslamcı bütün grupların Afganistan'da bir şekilde temsil edildikleri söyleniyor. Diğer ilginç gelişme ise, ABD ve Batı'nın büyük bir stratejik hata yapıp bölgeden çekilmeleridir. Rusya ve Çin'i tedirgin etmek, Asya'nın ortasında hep bir çıban başı bulundurup, önemi artan Rusya Çin'i Afganistan ile uğraşmak zorunda brakmak amaçlı stratejilerinin ters tepme ihtimali yüksek. Taliban Rusya ve Çin'le uğraşamaz, oralara sızması da zor, ama Batı'ya -özellikle de Türkiye'ye- sızması daha kolay. 

   Taliban, sade Paştun hareketi olarak tüm Afganistan'ı kontrol edemeyeceğini anladığından beri, "Tüm Afganistan" hareketi/rejimi olabilmenin yollarını arıyor ve mutlaka bulacaktır. Özbekler ve diğer yerel güçler, çatışmayı önlemek adına Taliban'a katılacaklardır, bunun işaretleri var, Taliban için bir bedeli de var. Son yapılan açıklamalarında Taliban, günlük iş hayatında kadınlara da ihtiyaç olduğunu ifade eden bir açıklama yaptı. Bu söze ne kadar sadık kalacaklarını göreceğiz ama Dünyada kadınların önem ve güç kazandığı/kazanacağı günümüzde kadınları eve kapatarak bir ülke yönetmenin imkansızlığını mutlaka anlayacaklardır.

   İslamcılık, bir İhvan Enternasyonalizmi hayali kuruyordu. Bunun önderliğine soyunmaya kalkanlar, kendi kültürel/tarihî özelliklerine uygun isimler/bakışlar yakıştırmaya çalıştılar ama başarısız oldular. Ne Yeni bir Osmanlı kuruldu, ne de Suudların başını çektiği Dünya Sünni koalisyonu. İslamcılık Suriye'de, hem de bizzat laik/seküler Araplar tarafından yenilip tasfiye edildi, bunda Rusya'nın da önemli payı oldu elbette. Kendi ülkesinde Müslüman nüfus yaşayan Rusya ve Çin, İslamcılığa karşı sert ve net bir politika izleyerek, Suriye'de ve tüm Akdeniz bölgesinde yenilmelerini sağladılar.

   Eskiden beri söylerim; İslamcılığın tüm ekonomik sıkıntılara ve konjonktürel desteği yitirmesine rağmen bir süre daha hayatta kalabilmesinin -yani iktidarlarda kalabilmesinin- tek yolu, İslamcı Enternasyonalizmini bir İslamcı İktidarlar birliği haline getirip desteklemekti. Eskiden "Tek ülkede Sosyalizm" diye bir kavram vardı. Stalin tarafından Troçki'nin "Dünya Derimi" fikrine karşı bir bakış açısıydı. Troçki, Sosyalizmin ancak birçok ülkede birlikte varolması halinde yaşayabileceğini yoksa sönümleneceğini söylerdi. Stalin'in fikriyatı -Stalin Troçki'den daha uzun ve muktedir yaşadığı halde- doğrulanmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet işgal bölgelerinde kurulan Sosyalist Devletler sayesinde "Doğu Bloku" doğdu ve Troçki'nin fikri doğrulanmış oldu. Benzeri bir gelişme islamcı coğrafyasında görülebilir miydi, yani çok sayıda islamcı devletin ortaya çıkıp bunların birlikte hareket etmeleri ütopyası gerçekleşebilir miydi? Galiba Hayır. Nitekim öyle de oldu. 

   İslamcıların son çaresi, biryerlerde savaşmaya devam eden İslamcı gruplar enternasyonalizmiydi, mesela Suriye'de, Kuzey Afrika'da, Asya'da savaşan islamcı gruplar enternasyonali, ama bu ütopya da gerçekleşmiyor. İslamcı gruplar pasifleşiyor, marjinalleşiyor, küçülüyor. Çünkü yeni konjonktürde rüzgar bambaşka bir yerden esiyor. Kültürcü zihniyet, ne kadar sert ve kuralcı olursa olsun, işlemeyecektir, insanları kendi ideolojisine ikna edemeyecektir. İslamcılık, Sosyalizmin yokluğunda kendini Batıya (sisteme) alternatif gibi sunarak, Sol'un söylemini dilini hatta hatta kavramlarını çalarak bir rüzgar yaratmıştı. En kabasından kapitalist talan ekonomisinden başka bir numarası olmadığı, alternatif üretecek entelektüel kapasiteden tamamiyle yoksun olduğu anlaşıldı. Bundan sonra yeniden yükselmesi, umut olması hiç mümkün değil. Ayrıca halkın rızası ve umudu olmadan, sadece zora dayanan kurallarla uzun süre hükmetmek mümkün değildir. Günümüzde -nerede olursa olsun- kadınları karşısına alarak varolunamaz. Taliban bunu anlamaya başlamış görünüyor. Afganistan'a çekilmiş daha radikal islamcı grupların oradan Batı'ya karşı terör operasyonlarına girişmesi elbette mümkündür, ama Taliban buna izin verir mi veya nereye kadar izin verir? Her yeni rejim gibi Taliban da kendi düzenini kuruncaya kadar, dışarıdan yeni husumetleri ve askeri müdahaleleri üzerine çekmek istemeyecektir. Burada asıl rolü kadınların oynayacağından emin olabiliriz. Mutlaka beklenenden daha yumuşak bir rejim kurmak zorunda kalacaklardır. İslamcılığın Taliban'la yeniden yükseleceğini sananlar büyük bir hayal kırıklığına uğrayabilirler. İslamcılık devri, bir daha geri gelmemek üzere sona erdi.


Bir yangının öğrettikleri


Köyceğiz'de esen rüzgar güya Poyraz ama adeta saç kurutma makinasından esiyor. Kuru ve sıcak. Sokaklarda, alışverişe gidenler dışında kimseler yok. Göl kenarındaki Cafe ve restoranlarda oturanlar, dükkanların kendi çalışanları ve denizsizlikten gözü dünmüş iki kuzey Avrupalı turist, sadece onlar mutlu görünüyor, çünkü bu diyarda yaşanan orman yangınları felaketinden en az haberdar olanlar onlar. Köyceğiz'de herkesin gözü cep telefonunda, sosyal medyadan gelecek yeni haberlerde ve tabii yangını söndürmeye çalışan tanıdıklarından bekledikleri WhatsApp mesajlarında. Basın ve bildik televizyon kanallarını izleyen yok, artık burada bile kimse televizyon seyretmiyor. Dağ köylerinden gelmiş, Köyceğiz'de otelde çalışan Yörük bir kadın, gözlerinde endişe, yangının nasıl dağdan dağa atladığını, köyden annesinin babasının çıkarıldığını, yirmi kadar koyun ve keçilerinin Köyceğiz'in eşiğindeki başka bir köye indirildiğini anlatıyor.

Hem Muğla şehir merkezindeki eski Otogar'da hem de her yangın bölgesinin çok yakınında Belediye'nin ve sivil yardım gruplarının gönüllüleri gece gündüz çalışıp, Türkiye'nin her yerinden yağan yardımları ihtiyacı olanlara ulaştırıyor. Bu merkezlerde para yardımı kesinlikle kabul edilmiyor, onunyerine ihtiyaç duyulan şeyler listesine uygun olacak şekilde eşya, araç-gereç, yiyecek ve içecekler kabul ediliyor. Büyük alışveriş zincirlerinin gönderdiği içecekler için başka bir firma, buzdolabı fonksiyonuna sahip yarım düzine TIR getirmiş. Yangın söndürme tüplerinden, ateşe dayanıklı giysi ve eldivenlere kadar, insanların ihtiyacı olan herşey geliyor ve bunların hepsi tek tek kayda geçiriliyor. Yardımları kimin aldığını, yardım gönderenlere bildirecek bir sistem üzerinde de çalışıyor gönüllüler. Devlet yardımları ise doğrudan devletin kurumları üzerinden, ateşe karşı cephede mücadele edenlere ulaştırılıyor ve inanın herkes ama herkes, gece gündüz uyumadan çalışıyor. Şimdi ateşl kontrol altında ama birkaç gün öncesine kadar burada çalışanlar, nöbetleşe bir-iki saat uyuyarak olayı devam ettiklerini anlatıyorlar. Türkiye'den gelen moral destek, maddi desteği çok aşmış durumda. 

Köyceğiz, bütün evlerin iki veya üç katlı olduğu, 1970'lerin Türkiye'sini dondurup korumuş gibi içinedönük küçük bir belde. Buraya hakim olmuş üzüntü keder ve öfkeyi, yediden yetmişe herkeste ilk elden göremiyorsunuz, ama ilk ayaküstü sohbette hemen öğreniyorsunuz. Hükümete en çok kızdıkları konu da, yangına havadan müdahale eden uçak ve helikopterlerin uzun süre görünmemiş olması, sonradan görünenlerin de azlığı. Yangın, hiç bir arazözün ulaşamayacağı yüksek yamaçlarda, asıl akşama doğru nasıl bir cehennem olduğunu ateş ve dumanıyla zorla hissettiriyor. Jandarmaların bile bu kadar nazik ve kibar olduğu, herkesin birbirine kardeşi gibi dikkat ettiği, etkilenen birini farkedince hemen ona müdahale edip ateşten uzaklaştırdığı alan, tam bir distopya atmosferi. Türkiye'de görmediği yer kalmamış, 1999 depremi dahil bir dizi felakate bizzat şahit olmuş biri olarak kendimi hiç canlı bir distopya içinde hissetmemiştim. 

Songünlerin tüm isi ve kirini beraberinde taşıyan bir Jeep'in tepesinde ormana daldığınızda yol bitip, yangın nedeniyle grayderlerin açtığı toprak yoldan yangına müdahale timleriyle hoplaya zıplaya yol alırken, önünüzü toz ve dumandan neredeyse göremiyorsunuz. Böyle yollarda araba kullanmaya alışık değilseniz ilk fırsatta dumanı üstünde yanmış şarampola uçabilirsiniz. Etraf yeşil değil hömür karası ve kül grisi. Mucize gibi yanmamış ufak tefek birkaç fidana hayretle bakıyorsunuz. Arabanın camlarını açamıyorsunuz, çünkü o zaman zorlukla nefes alıyorsunuz. "Söndü" denen yerlerden dumanlar tütüyor, hatta arada ufak tefek alevler görüyorsunuz ve "Soğutma çalışmaları" denen şeyin üzerine neden bu kadar titrediklerini anlıyorsunuz. 

Yangının gözünde isten kararmış, pırıl pırıl gözleri ve bembeyaz dişleri iyice belirginleşmiş, gerçek savaşcılar var. Aralarında üniformalı Azeri askerler görünce yanlarına gidiyorum ve asker değil, paramiliter bir arama-kurtarma grubundan olduklarını öğreniyorum. Ermenistan'dan Karabağ'ı geri aldıkları savaşlarında cephede de görmüştüm onları, Ermenistan tarafından atılan roketlerin sınırdaki kasabalara nasıl düştüğüne ve sonrasındaki can pazarına şahit olmuştum. Bunları anlatınca heman dost oluyoruz ve kendilerini kendi ülkelerinde gibi hissettiklerini söylüyorlar. Onların gözleri de uykusuzluktan çakmak çakmak. Yangının merkezine geldiğinizde, koca bir dağın, bu kadar büyük bir alanın nasıl olup da yanabildiğine şaşıyorsunuz. Akşamın karanlığı yavaş yavaş indikçe, canavar daha bir irileşiyor, herkesin dikkatini zorla talep eder hale geliyor ve o fön gibi sıcak rüzgar, yükseklerde daha deli esiyor. Herkes pür dikkat, rüzgarın nereye doğru estiğine odaklı, zira ateşler, inanamayacağınız bir hızla ilerliyor ve sizin etrafınızı -anlayıp dinleyinceye kadar- çevirip sizi tuzağa düşürebiliyor. Bu tuzaklara yakalanıp çıkamayan kahramanlar hayatlarını kaybettiler.

Yangından etkilenmiş veya kıl payı kurtarılmış köylerin dal gibi ince genç yaşlı Yörükleri, inanılmaz bir dayanıklılık örneği sergileyip en önde tecrübeli itfaiyecilerle ve sivillerle birlikte mücadele ediyorlar. Toprak sıcak. Bazen öyle sıcak ki, spor ayakkabıların tabanları eriyor. Ve helikopterlerin su alabilmesi için hazırlanmış bir su havuzuna yangın helikopterleri inip kalkıyor. Köylerin dağlardan gelen berrak suyunun bir bölümü bu havuza aktarıldığından, ekinler mecburen kuruyor. Herkese ancak kendi ihtiyacı ve bahçesini sulayacağı kadar su veriliyor. Mısır ve Fasulye tarlaları kurumak üzere ama tehlike altındaki köylerde zaten kadınlar ve çocuklar yaşamıyor, onlar ya Köyceğiz'de ya da yangına uzak diğer köylerde misafirlikte. Buna rağmen birçok köylü kadın kocalarını yangına karşı yalnız bırakmamak için köylerine dönüyor, bir de ne olursa olsun köyünü terketmeyen yaşlılar var.

Yangın bölgesine gece inerken, yaşadığınız distopyanın en absürd noktasına yaklaştığınızı da hissediyorsunuz, zira ses yok. Kömür karası, her türlü ışığı yutan bir garabete dönüşüyor ve dumandan yıldızlar ve Ay da görünmüyor. "Mükemmel" bir karanlıkta, Jeep'in farlarının aydınlattığı istikamette viraj üzerine viraj alıp engebeler aşarak Köyceğiz'e girerken, insanların neden bu kadar hüzünlü olduklarını anlamak kolaylaşmıştı ama bazı kolaylıklar hiç de sevindirici durumlar değildir. İnsanlar, ateşin boyutlarından fena halde ürkmüşler ve en çok da yönetim zaafı gösteren Hükümet'e kızıyorlar. Olayın Hükümetten ziyade bir iklim meselesi olduğunu, yönetim beceriksizliklerinin bu durumu pekiştirip daha da aküt hale getirdiğini henüz pek konuşmuyorlar. Uluslararası kurumlar, bu yıl Temmuz ayının, şimdiye dek yaşanmış en sıcak Temmuz olduğunu tescil ettiler, sadece kâr odaklı düşünerek doğayı talan eden betonarme zihniyetin ne kadar marjinal bir şey haline geldiğini, yangın bölgesinde görmek mümkündü. Eskiden yeni bir dönem gelirken, yeni dönemin temsilcileri ile ondan öncekiler arasındaki zihniyet farkı pek de büyük olmazdı, sonuçta asfalt/beton ekonomisini sorgulayan yoktu, sorgulayanlar da genellikle genç marjinallerdi. Şimdi dağın göçer köylüleri Yörüklerden, otel çalışanlarına, memurlara, yaşlı başlı emeklilere kadar herkes doğanın değerini anlamış. Oralarda kaplumbağaları kurtarmak için gözü yaşlı koşuşturan kadınlar, hayvan pazarında hayvanlarla ilgilenen veterinerler, yangın bölgelerinde ateşle savaşan kimse zarar görmesin diye elektrik hatlarını kapatıp açan, ama kimseyi de elektriksiz bırakmayan muhteşem insanlar gördüm. Gecenin karanlığı ağır bir garabet gibi çökerken, köylerin ışıkları yandı. Yeni Türkiye, henüz kendisinin bile pek farkında olmadığı masumiyeti, güzelliği ve elbirliğiyle sergilediği inanılmaz gücü ile, her türlü zorluğu aşabileceğini öfkeli Göğe ve için için yanmaya devam eden Yere gösterdi. Yangın söndü, geriye sadece hüzün değil, çaresizliği şıpınişi yenen ılık bir sevgi kaldı. İnsanlar kötü günlerde birbirlerine tam anlamıyla güvenebileceklerini anladılar ve bu, yangının getirdiği en büyük kazanç oldu.

Fritz Lang ve Dr. Mabuse'nin Vasiyeti

Sinemanın çocukluk döneminden gençlik dönemine uzanan macerasını yönlendiren en önemli yönetmenlerden biri Fritz Lang. Siyahbeyaz ve de sessiz sedasız başlayan sinema kariyerinin ilk günlerinden itibaren sergilediği renkli fantastik hayal dünyası, onu sinema tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri yaptı. Hayallere son halini verip kendi kanatlarıyla uçmalarına izin verirseniz, kanatlanıp, yaratıcılarını bile yeniden şekillendirebilirler. Sanat, sanıldığı gibi, sadece sanatçıdan sanat eserine doğru işlemez. Fritz Lang da, 1920'lerin aristokratlarını çağrıştıran janti giyimi ve monoküler gözlüğünün arkasından seyredip yorumladığı ve hiç bir klişeye teslim olmayan dünyasını, ark ışığının çeşitli tonlarıyla ilmek ilmek örmüş, sessiz sinema çağının abide filmlerinden ilk devasa ekspresyonist bilimkurgusu "Metropolis"i çekmiştir. 

İki sınıftan oluşan kurgu bir toplumda Marx'ın değer teorisine yaslanan "iş"e yabancılaşmayı anlattığı "Metropolis" mucizesi 1927'de ilk kez sinemalarda gösterildiğinde, o zamana dek alışıldık filmlere hiç benzemediğinden pek iş yapmamış. Filmin değeri ancak 1960'lı yılların başında anlaşılmış. Filmin restore edilmesi macerası başlı başına bir bir olay. Sansürlenip kuşa çevrilmiş hali dışındaki orijinaller imha edildiğinden, ancak Buenos Aires'de bir orijinal kopyası keşfedildikten sonra bugün bildiğimiz orijinal versiyonu yeniden üretilmiş.

Sağır müzik dahisi Beethoven gibi kör bir sinema büyücüsü olarak 1976'da Amerika'da hayata veda eden Fritz Lang'ın en çok uğraştığı film silsilesi, Dr. Mabuse filmleri olmuştur.

Sanatçı takıntıları önemlidir ve sanatçıları belirleyen ebedi evrensel yapıtların bir çoğu genellikle böyle takıntılardan doğar. Daha sonra James Bond filmlerinde rastladığımız ve özellikle Amerikan filmlerini adeta işgal eden süper akıllı kötü dahilerin ilki Dr. Mabuse'dir. 

Lüksemburg doğumlu yazar Norbert Jacques'ın 1921'de yayınladığı Dr. Mabuse romanı, yazarın yirmi günde bitirdiği sayısız kitabından biri ve en tanınmış olanıdır. Yazarın bu ününü Fritz Lang'a borçlu olduğunu söylemeye gerek yok. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış, kendini aşağılanmış hisseden Almanya'daki kültür patlamasının sembol isimlerinden süper haydut Dr. Mabuse, sadece çalıp çırpmakla ve birilerini öldürmekle yetinmeyen, yeni bir toplumsal yapı inşa etmeyi düşleyen bir toplum mühendisi aynı zamanda. Fritz Lang'ın bu tipe takıp, hayatının en önemli filmlerinden birini 1922'de "Oyuncu Dr. Mabuse"ye ayırması, sinema kariyerinde bir istisna değildi. Sinema tarihinin en iyi on filminden biri sayılan 1931 yapımı"M" adlı filmi de hem polis hem de gangsterler tarafından yakalanmaya çalışılan bir çocuk katilini anlatıyordu. Filmin başrolünü, bu filmle parlayan Peter Lorre oynuyordu. İkinci Dr. Mabuse filmi ("Dr. Mabuse'nin Vasiyeti" 1933) bu serinin en başarılı olanı.

Hayatının son filminde de bu kötü dahiyi anlatan Fritz Lang ("Dr. Mabuse'nin bin gözü" 1960), Alman-Fransız-İtalyan ortak yapımı, büyük umutlarla yola çıksa da zevklerin ve renklerin değiştiği 1960'larda, eski Dr. Mabuse filmlerinin etkisini uyandırmadı. Waimar Almanya'sı çoktan tarihe karışmış, İkinci Dünya Savaşı öncesinin renkli kültür hayatı, Naziler tarafından geri gelmemek üzere çoktan boğulmuştu. Dikkat çeken, bu filmlerde, galiba başarılı James Bond filmleri serisinin ilk izlerinin görülmesidir. Klostrofobik gerilim sahnelerinde sürekli yükselen suyun içinde sevgilisiyle birlikte hayatta kalmaya çalışan kahramanlar ilk kez, 1933'deki Fritz Lang filminde görülür. Bir sahneden alakasız başka bir sahneye sansasyonel geçişler de ilktir. Mesela bir saatli bombanın tiktaklarından, kahvaltı masasındaki yumurtasını kaşığıyla kıran birininin ritmik vuruşlarına geçiş gibi yaratıcı teknikleri, "Dr. Mabuse'nin Vasiyeti"nde görebilirsiniz.

Bu filmdeki Dr. Mabuse, hipnoz kabiliyetiyle akıl hastanesinin baştabibini kendi sadık kölesi haline getirebilen ve onun aracılığıyla dış dünyadaki planlarını gangsterler ile gerçekleştirmeye çalışan, varlık ile yokluk arası bir çılgındır. Adamlarını bir perde arkasından görünmeden yöneten ve perde açılınca ortaya kartondan yapılmış silüetinin çıktığı, pikapta çalan plaktan konuşan, süper kötülerin ilk prototipidir.

"Dr. Mabuse'nin Vasiyeti", yaratıcısı yazar Norbert Jacques tarafından Fritz Lang'ın isteği (siparişi) üzerine önce bir roman olarak yazılmış, Fritz Lang'ın sevgili eşi yazar ve oyuncu Thea von Harbou tarafından senaryolaştırılmıştır. Tabii yalnız bu filmin değil, "Metropolis"in, "M"in ve daha birçok filmin senaryorunu da bu güzel kadın yazmıştır. 

Film Berlin'de orijinal haliyle vizyona giremedi, çünkü yeni iktidara gelmiş olan Hitler'in Propaganda bakanı Joseph Goebels buna izin veremezdi. Filmde Dr. Mabuse'ye atfedilen kötülükler Nazilere yakıştırıldığından, Nazilerin bu tepkisini anlamak kolaylaşıyor. Film 1937'de sansür makasından çıkıp iyice kuşa çevrilmiş versiyonuyla gösterime girmiş olsa da daha sonra ortadan kayboldu ve ancak 1951'de, savaştan sonra Almanya'da yeniden gösterildi.

Fritz Lang kör olup eşiyle birlikte yeniden Avrupa'dan Ameriya'ya taşındığında, Fritz Lang'ın 1960'da yönettiği son Dr. Mabuse filminin ardından bir dizi siyahbeyaz Dr. Mabuse filmi üretildi. Bu düşük bütçeli filmler zamanın ruhuna uyum sağlamaya çalıştılar, mesela "Scotland Yard Dr. Mabuse'nin peşinde" filminde Dr. Mabuse'yi artık Almanlar değil zamanın modasına uygun olarak İngilizler avlıyorlardı. Aynı dönemde ilk örnekleri çekilen James Bond da sonuçta İngiliz icadıydı. Dr. Mabuse filmleri Bond filmleri konusunda yapımcıları cesaretlendirse de, asla Bond filmleri kadar başarılı olamadı.

İstanbul'un bir türlü fethedilemeyişi ve Z kuşağının gelişi

"29 Mayıs İstanbul'un Fethi"nin ilk kutlandığı tarih 1910 yılının 11 Haziran'ı, yani İttihat ve Terakki Milliyetçiliği'nin Türkler ile diğer vatandaşlar arasında millet farkı gözetip, şehrin Rumlardan alınışını kutlama fikrine kapıldığı zamanlar. Daha önce Sultan Abdülhamit'e "bunu kutlayalım" önerisi gittiğinde, "Rumları kırmayalım" diye, çok etnikli ve çok dinli bir imparatorluğu yönetmenin adabına uygun bir yanıt vermiş. Gerçi "Osmanlı İmparatorluğu" teriminin mucidi Abdülhamit'i övmek hiç de kolay değil ("Osmanlı"nın aslı "Atamanlı". Nitekim Dünya hâlâ "Ottoman" demeye devam ediyor), ama yüzyıllardır Türk imparatorluğunun en önemli şehri olmuş, benimsenmiş, Boğaz sahilleri ve Yalı kültürü vs. Türkler döneminde kurulmuş bir kentin alınışını kutlamak da ne ola? Sultanın bu konuda doğru hareket ettiği kesin. Kendi şehrinin fethini kutlamaya devam eden başka bir ülke de yok zaten. Doğrusu, İstanbul'u fetih öncesi ve sonrasıyla birlikte benimsemek ve öncesini düşman saymayı -hiç olmazsa bundan sonra- bırakmak olmalı. Bu ve benzeri anlayışların makul bir çizgiye oturacağı, uygar ve komplekssiz insanların yaşayacağı Türkiye'nin nasıl köklü bir değişimin eşiğinde olduğunun anlaşılması, yakın geleceğin Yepyeni Türkiye'sine adapte olabilmek için gerekli. O eşiğin aşılacağı günler hiç de uzak olmadığından, herkesin artık hissettiği veya anladığı değişimin boyutlarının sadece siyaset ile (mesela İslamcılığın Anadolu ve İstanbul'da tamamen bitmesi ile) sınırlı kalmayacağını konuşmaya devam ederken, önemli kültürel değişikliklerin boyutlarına dikkat çekmek gerek. 

Bugünkü halleriyle hâlâ eskinin etkisinde yaşadığı halde bunun pek farkında olmayanlar "sadece siyaset" konuşadursun, kültürden dine, hatta mantaliteye kadar uzanacak köklü değişimleri asıl bir sonraki kuşak enine boyuna konuşacağa benzer. Çünkü bazı şeylerin anlamı ve öneminin anlaşılabilmesi için üzerinden zaman geçmesi gerekir. Türkiye malesef hâlâ 1970'lerde kurgulanmış ve yerleşmiş terimlerle kalıplarla düşünüyor, hâlâ oldukça içe dönük yaşıyor, sanki Mozambik diyarlarında Dünyadan kopuk bir yermiş gibi davranıyor. Yeryüzünün göbeğindeki bu önemli ülke hakkında düşünen ve inisiyatif alan yabancı herkese kafasına göre "dış güşler" veya "Amarika" veya "Emperyalisler" gibi kulplar takanlar, önemli ülkelerin ilgilenenlerinin de doğal olarak çok olacağını anlamıyorlar. Hem önemli bir ülke olup, hem de kimsenin ilgilenmediği bi yer kalmak da, Dünyadan kopuk sen ben bizim oğlan tek kale maç oynamak da artık mümkün değil.

İlk yarısı Milattan önce 206 yılı ile Milattan sonra 24 yılı arasında tarif edilen Han Hanedanlığı dönemini anlatan ve yüz kadar el yazması rulodan oluşan "Han Shu" kitabında adından en çok bahsedilen kişi, Wang Mang diye biridir. Hanedanlık zayıflayınca Han sarayında kontrolü ele geçirmiş ve önce çocuk imparatorların vasisi olarak, sonra kendini imparator ilan ederek ülkeyi bizzat yönetmiştir. Bu arada liyakata pek bakılmadığı, rüşvet ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı ve bu nedenle "Kızıl Kaşlılar" köylü ayaklanmasının dönemi sona erdirdiği bilinmektedir.

Muktedirler bir yerden sonra daima aynı hatayı işleyip ciddiye almadıkları fakir fukara halkın asıl güç olduğunu unuturlar, ancak tahttan inerken yeniden anlarlar. Bugün Çin dediğimiz birleşik ülkeyi kuran Qin Hanedanlığı ("Çin" diye okunur), binlerce yıl sürecek bir devlet geleneğini başlatırken, "Tian"ın (yani Göğün/Tanrı'nın) "küçük insanlar"da ifade bulduğunu bal gibi biliyordu. Kadim Yijing kitabında "Tiën" diye adlandırılan ve genellikle Ejder ile sembolize edilen Gök yani Tan, Daoist bilgelerin dilinde daha somut, çeşitli konularda/biçimlerde/olaylarda nasıl tezahür ettiği somutlaştırılmaya namzet bir özgüç olarak, "Dao" ("Hayata can ve anlam katan faktör" veya Gök/Tanrı ile harmoni içinde yaşamak için izlenecek "Yol") diye adlandırılıyordu.

Sadece 14 yıl süren ilk hanedanlık, bu çok eski kadim kuralların dikkate ve ciddiye alınmadığı aşamada son buldu. Hunların saldırılarına karşı Çin seddi inşa edilmeye başlanmıştı ve inşaat işine geç geldikleri için 900 işçi idam edilince, o "küçük" adamlar 300 bin kişilik bir orduyla gelip İmparatorun kapısına dayandılar. Efsanevî Qin Hanedanlığı böyle son buldu. O köylü ordusunun toplanması için çalışanlardan "küçük" bir saray memuru, yeni Han Hanedanlığını kurdu. Han hanedanlığının sonu da, imparatorun askerleriyle karıştırılmamak için (Kızılbaşlar gibi kırmızı turban takmayıp) alınlarını ve kaşlarını kınalayan aç köylüler ordusu elinden oldu. 

Yolsuzluğun ayyuka çıktığı dönemlerde açlık, yıkım ile birlikte gelir. Bunu Daoistler çok iyi bilirler (hatta ölçerler). Dünyanın devranın dönüşüne ters hareket eden, yani para pul güç makam adına yüksek insani değerlerin dikine dikine gidenler biterler. Temel yasaları göçebe geleneğinden alınma Daoizmin bu konulardaki ölçülerinden biri şöyledir: (Daodejing'de Laozi'nin 41'inci şiirinde yazdığı üzere) "Bilge olan Dao'ya göre hareket eder. Bilgelikten nasibini hiç almamış olanlar, Dao'ya kahkahayla güler. Böyleleri Dao'ya gülmeseydi, zaten Dao da, Dao olmazdı." Çok fazla güç kazanıp kendini Tanrı falan sanmaya başlayanların sorunu da budur, silahsız külahsız pak temiz ama naiv ve zayıf görünen sahiciliğe iyiliğe çok gülerler, ama son gülen daima sahici iyilik olur.

Han dönemi çok ilginçtir, çünkü Qin döneminde prensipleri konan bir çok konu Han döneminde hayata geçirilip sağlamlaştırılırken, mesela Daocu bilgelerin yanı sıra Kongfuzi'nin (Konfiçyüs) öğretilerinin devlet aklı ve ilkelerinin benimsenmesi de, bu dönemde olmuştur. Ama Han Hanedanlığının yıkılışı, saray içi entrikalarla herkesin birbirinin altını oymasıyla, yolsuzluk ve bazı devlet kurumlarının imparatorun kontrolünden çıkmasıyla yaşanmıştır. Ülkede güç ve imtiyaz kazanan haydut çeteleri, ülkenin kötü yönetilmesi faktörüne eklenince, önce halkın "Sarı Türbanlılar" isyanı, ardından da Daocu bilge "Gök ustası" Zhang Daoling'in önderlik ettiği (aynı zamanda astrologdur) "Beş kova pirinç" ayaklanması yaşanmıştır. Bu iki hareket de, ahlaki çöküntüye karşı Daocuların başrol oynadığı halk isyanlarıdır. 30 yıllık kaos döneminin ardından, Daocu bilge Zhang Daoling'in oğlu tarafından belirlenen biri, Wei Hanedanı'nı kurar.

Bu olayda ve benzerlerinde yaşanan en önemli konu, yeni dönemin başlangıcında dikkat çeken köklü değişimdir. Nasıl efsanevi Qin Hanedanı halkın gücünü "test" ettiyse, Han Hanedanı da halkın temiz siyaset, çete, yolsuzluğa karşı toleransını test etmiş ve yenilmiştir. Han Hanedanlığının ardından, uzun yıllar sonra çok iyi ve önemli kitaplar yazılmış, Han Hanedanı tarafından konulan (ama sonradan uygulanmayan) kurallar yasalar övülmüştür elbette, ama ahlakî/siyasî kirliliğin çok ilginç bir sonucu olmuştur.

Qin ve Han dönemlerinde, Osmanlı/Atamanlı dönemindeki Bektaşilik gibi sadece entelektüellere has bir felsefe olan Dao öğretisi -ki bugün bile Batıda "Dao"nun ne demek olduğu hâlâ tartışılıp durulmaktadır- halka malolmuş ve ritüelleri olan bir dine dönüşmüştür. Kongfuzi'nin katı kuralcı devletçiliği yerine, bireye ve bireyselleşmeye alan açan, "Kuzeyi Barbarlardan (Xiongnu/Hunlar) öğrenilmiş öğretiler" (Kam geleneği) üzerine kurgulanmış mistik bir inanç olan Daoizm, daha da geliştirilerek benimsenmiştir, hatta daha sonra Budizm ile birleşen yeni kolları ortaya çıkmış bir din haline gelmiştir.

Türkiye'de "elitler" arasında yaşanan muazzam siyasi ve ahlakî çürümenin, rasyonallikten uzak önü arkası belirsiz ideolojik "düşünce"nin, 1970'lerde Vahabilikten/Emevilikten esinlenerek kurgulanmış bir din anlayışı üzerinden "teolojik politika" formatında bugünlere geldiği ve artık tamamen iflas ettiği anlaşıldı. Çin'de Han döneminden sonra, siyasi bozulmanın ahlâki anlamda da yaşanmasına karşı yükselen tepkiden, eskinin din anlayışı da nasibini almıştır. Türkiye'de kültür ve sanatla sorunlu yasakçı teolojik politikanın yarattığı kültür çölüne de büyük bir tepki gösterileceğini söyleyebiliriz. Tepki kuşkusuz çok olumlu ve sağaltıcı olacaktır, sanat ve kültüre de ardına kadar açılacaktır. Yeni dönemde, bir türlü tam anlamıyla aşılamayan içine kapanıklık da sona erdirelecektir. Ama galiba en ilginci, islamcıların "dininin kendisi" saydıkları sanatsız/kültürsüz hatta kriminal kayırmacı kendine Müslüman teolojik politik anlayışların radikal bir şekilde terkedilmesi olacaktır. O da bir yana, bugünlerin sorumlusu eski din anlayışına dayandırılmaya çalışılarak işlenmiş tüm suçların -siyaset adına bağışlanmayıp- sert bir şekilde cezalandırılmaları ihtimali çok yüksektir. Yeni dönemin gençleri, eski dönemin liyakatsiz sağ ve de sığ muhafazakarlarını bağışlamayacak, geçmişin üzerine bir sünger çekip herşeyi unutmayacak gibi görünmektedir. Genç kuşak, evrensel hukuku işleterek, ona pis bir Dünya, bozulan iklimler, asfalt/betona boğulmuş yeşilsiz şehirler bırakan babalarına karşı oldukça acımasız davranabilirler. Yeni kuşak, (sadece Türkiye'de değil, Dünyanın başka yerlerinde de) doğanın, yeraltı/yerüstü/insan "kaynaklar"ının para/pul/makam uğruna bu kadar acımasızca harcanmasını affetmeyecek.