Rus ve Türk kimlikleriyle ilgili sorunların benzerlikleri ve benzemezlikleri hakkında

Rusları pek tanımıyorum. Tanıdığım tek Rus, yabancı bir dostumun karısı. Çok iyi kahkaha atardı, uzun sohbetleri de severdi. İstanbul'da oturup da "tatile hadi Rusya'ya gidelim" diyeni hiç görmedim, duymadım. Yurt dışına gidilecekse ilk akla gelen Avrupa olur. Mürekkep yalamış herkes ille bir Londra'ya gitmiştir, ama Moskova'ya gitmezler, -açıkcası Rusya'nın benim de ilgimi çektiğini pek hatırlamıyorum. Ama Ekim Devrimi, Lenin, Bakunin, Kropotkin, Çaykovski, Dostoyevski, Tolstoy, Hotel Lux, Trotzki, hatta Stalin, Beriya, ilgimi çeker. Rusların aslında bir orman halkı olduğu ve dişleriyle tırnaklarıyla büyük bir imparatorluk kurdukları, onu kaybedip yeniden ve yeniden kurdukları, Rus adının anlamı... bütün bunlar ilginç elbette. Ama hikayelere meraklı Rusların ilginç masalları, kültürleri ve entelektüel hayatları daha da ilginçtir elbette -nihayetinde şimdiki zamanda yaşıyoruz, dünde değil. Gene de tarihlerine bakmadan edemem. Türklerin her nedense "Deli" dedikleri Büyük Petro'larından başlayarak modernleşme maceralarını ve en önemlisi, insanlığın en ilginç maceralarından birini, "Devrim ve Sosyalizm Macerası"nı başlattıklarını nasıl unutabiliriz?

"Rus" mu "Rusyalı" mı, "Türk" mü "Türkiyeli" mi?
Türklerin neoliberal dönemde tartışmaya doyamadıkları bu konunun bir muhatabı da Ruslar. "Rus kimdir?" sorusuna yanıt, Sovyetler Birliği sonrası Rusyası için tam dert olmuş. Sovyetler Birliği döneminde "Sovyet Yurtseverliği" adı altında yaşayan Rus milliyetçiliği, Sovyetler ortadan kalktıktan sonra "Rus" adına geri döner dönmez soruyu da gözüne yemiş: Başka ülkelerde kalan Ruslar da "Büyük Rus ailesi"nin bir parçası mıdır, Rus sayılacaklar mı, aynı dili konuşan Beyaz Ruslar tamam da, Ukraynalılar da mı Rus? Belki dil değil Ortodoks Hristiyanlık Rusluğun temelidir? Rusya'da yaşayan herkese Rus mu denmelidir? 19'uncu Yüzyılın ortasında Osmanlı'dan alınan Kuzey Kafkasyalılar (Çeçenler vd.) Rusya'nın doğal sınırlara sahip olmayan coğrafyasını Rusların mantalitesini de belirleyen bir faktör olduğunu savunan Petr Caadaev gibi filozoflar da yaşıyor Rusya'da. Doğudan Moğolların batıdan Avrupa'nın tehdidine açık Protoruslar, bu yüzden ormanları kendilerine bir tür doğal kale gibi kullanmışlar. Rusların ormanlardan geldiğini biliyoruz. Zaten Rusya'nın 20'inci yüzyıla kadar dünyaya sattığı ürünlerin başında orman ürünleri geliyor. Ormanlar ve orman cinlerine, Rus halk hikayelerinde de sık rastlanıyor. Türklerin demir dağları eritip düze çıktıkları gibi söylenceleri olmayan Ruslar, dümdüz bir alanda, gelen geçen tüm askeri güçlerin saldırısına açık olmuşlar. Genişleme arzusu ve dürtüsü de, asıl bu tehlikeden geliyor olmalı
"Rus", aslında Normanların bir koluna verilen ad. İlk doğu Slav devletinin kurulmasını sağladıklarından, adları çıkmış! Daha sonra "Büyük Rusya" anlamında, yani Asya'nın diğer yerlerindeki Rusları da kapsaması anlamında "Ruskiy" sözü kullanılmaya başlanmış. "Rusya" (Rosiya), 16 yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan ve 17 yüzyıl sonlarından itibaren resmi ad olan bir sözcük. Anadolu'nun adı olarak "Türkiye" sözcüğünün, bin yıldır kullanıldığını Vatikan ve diğer Avrupa kayıtlarından biliyoruz. Etnik anlamda "Rusiyskiy" diye kullanılan en son sözcük ise "Rusyalı" demek. Sovyetler yıkıldıktan sonra ortaya çıkan yeni milliyetçilik, Moskova şehirdevleti etrafında oluşan halkı "Rus" sayıyor. Yeni İstanbul Türkçesi etrafında kurulan yeni Türk Ulusu anlayışıyla dil üzerinden benzerliğe sahip. İstanbul'un alınışından sonra bir milli kilise haline gelen Ortodoks Hristiyanlığı Rusluğun temel taşı sayanlar da var.
Türkiye'deki gibi daha homojen bir ulusun kurulması Rusya'da pek mümkün olamamaış. Sovyetler yıkıldıktan sonra Rus tarihinin devamlılığı/kopukluğu bile konuşulmuş. Mesela ünlü Kiev merkezi, bir Rus mu yoksa Ukraynalı tarih midir? Bu tez fazla destekçi bulmasa da, tartışma konusu olmayı sürdürüyor.

Rusların ortaya çıkışında İstanbul'un rolü
Rus kimdir sorusu Rusya'da tartışıladursun, ilk Rus devletinin nasıl ortaya çıktığı, hangi bahaneyle ortaya çıktığı biliniyor. Nasıl Osmanlı Beyliği İstanbul'un etrafındaki Doğu Roma topraklarına saldıra saldıra "ün" yapıp ortaya çıkmışsa, Ruslar da İstanbul'a saldıra saldıra ortaya çıkmışlar, -hem de 10'uncu yüzyılın ilk yarısında. Dinyeper nehri, Karadeniz ve Kuzey Denizine uzanan alanda yaşayan Normanlar, 9'uncu yüzyıldan itibaren dadandıkları Doğu Roma topraklarına saldırıp talan ederken, kendi aralarında bir de slogan geliştirmişler: "Normanları boşver, Rumlara sığın" gibi bir laf olan bu slogan etrafında düşünen hisseden ve tabii yerleşik Doğu Roma Uygarlığından etkilenen eski Normanlar, Kiev'de ilk Rus devletini (Beyliğini) kurmuşlar. İlk önderleri Cermen isimlere sahip bu halkın ilk Beyleri Oleg (Helgi) ve Igor (Ingvar), tıpkı Yahudi isimleri taşıyan ilk Selçuklular gibiler, ya da adı sonradan "Osman" yapılan "Ottoman" Bey gibi. Anadolu'ya gelen Türklerin yaptığı gibi onlar da Rumlara benzemeye başlamışlar ve Doğu Roma Hristiyanlığını kutsal Vladimir döneminde 988 yılında kabul etmişler. Türkler zaten bir monoteist dine inandıklarından, Doğu Roma dinini almamışlar, ama onunla birlikte yaşayabilen, bağnaz olmayan mistik (dervişan) din anlayışlarını da Asya'dan getirdikleri gibi korumuşlar. Rus Beyi Hristiyan olunca Bizans İmparatoru'nun kızkardeşiyle evlenmiş ki o devirde pek benzeri olmayan, Bizans sarayının sadece krallara gelin verdiği, hem de seçici olduğu bir zaman. Türklerin daha sadece Adana ovasına tek tük küçük boylar halinde gelip arada sırada Bizans orduları tarafından Suriye'ye kovalandıkları zamanlar.

Ruslar ve Türkler Moğol hakimiyetinde
İşte bu konu Türkiye'de nedense hiç konuşulmayan konulardandır. Anadolu Selçuklu döneminde yaşanan Moğol hakimiyeti, blindiğinden de acıdır. Selçuklu Sultanlarının İstanbul'a sığındığı, çocuklarını Bizans Ordusuna asker verdikleri dönemler. Türkler İlhanlı (İran) Moğollarının hükmü altında yaşarken, Ruslar da "Altınordu" Moğollarının hükmü altındadır ve bu iki Moğol Hükümdarlığı da birbiriyle kavgalıdır. 13'üncü Yüzyılın ortalarında Aşağı-Volga'da Hükümdar Otağını kurmuş olan Altınordu Hanı, Ruslardan sadece vergi beklemekle yetinmez, Rusların Hükümdarını da belirler/seçer, tıpkı İlhanlıların Selçuklu Sultanlarını belirlemesi gibi. Moğollar, hem Türkiye'de hem Rusya'da, ülkelerin kendi iç yönetim biçimleri ve aparatlarını değiştirmemişlerdir. Rus Beyleri, Altınordu Hanıyla birlikte Batı'dan Rusya'ya yönelen saldırılara birlikte karşı koymuşlardır. Mesela okullarda her Rus talebenin öğrendiği Aleksandr Nevski, 1240-1242 yılları arasında Batıdan gelip Rusya'ya saldıran İsveçlilere ve Alman Şovalye Tarikatlarına karşı savaşıp zafer kazanmıştır ve bu zaferi de Altınordu ile ittifak sayesinde kotarabilmiştir. Türkiye'de de böyle bir ünlü vezir yaşamış, Moğollarla hem ittifak yapar gibi görünüp hem de onların düşmanlarıyla gizli gizli yazışmış biridir Sadettin Köpek. Sultan Baybars'la gizli gizli haberleşen bu adamı İlhanlı Moğol Hanı, korkunç bir biçimde öldürtmüştür.
Rusların Moğol döneminde giderek güçlenmeleri ve kendilerini yeniden tarif etmeleri, Moskova Beyleri ile buraya taşınan Rus Metropolitin sayesinde olmuştur. Türkiye'de pek ilgi duyulmayan bu önemli konu, Osmanlı Beyliği'nin yükselmesini sağlayacak şekilde, Ruslarıninden farklı gelişmiştir. Moğolların Anadolu'daki ajanı ve beşinci kolu Mevlevilere karşı, Ahiler ve Bektaşilerin Batı Anadolu'daki yeni/güçlü Osmanlı Beyliği ile ittifakı yükselirken, Moğolların önemsizleşmesiyle birlikte Orta Anadolu Selçuklusu ve Mevleviler önemini yitirmiştir. Yani Türkler, Moğol Hakimiyetinden (coğrafi ve siyasi) yeni bir güç merkezi ile çıkarken, Ruslar eski merkezlerinde bu kez Ortodoks Klise ile yeni bir tip güç oluşturmuş görünmektedirler. Burada Ruslar ile Altınordu Moğolları arasında önce küçük çaplı çatışmalar söz konusudur, ama 1380'de Dimitri Donskoy'un zaferi önemlidir. Anadolu'da ise Konya'dan Davul ve Tuğ alıp Türklerin yeni Hanı olan Ottoman (Osman) Bey'in İranlı Moğollarla savaştığı hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Bu tarihten sonra Osman Bey ve esas olarak Orhan Bey zamanında başlayan devlet kuruluşunda Ahilerin sosyo-ekonomik alanda, Bektaşilerin de entelektüel ve askerlik alanında hızla yükselirken, Moskova Beyliğinin 1450'ye kadar yerinde saydığını, küçük bir Beylik olduğunu görüyoruz. Üstelik Rusların çoğunu değil küçük bir kısmını yönetiyor. O dönemde Doğu Slavları, yani Rusların çoğunluğunu, Litvanyalı ve Polonyalı Beyler yönetiyor. Türklerin "Moskof" dedikleri Ruslar, asıl İstanbul'un alınışından sonra coşuyorlar...

(Yazı devam edecek)

Neoliberalizme karşı global siyasi güç Sosyal Demokrasi ve ittifaklar politikası

Gezi Olaylarıyla yaşanan kırılmanın, siyasi boyutları çok konuşuldu ve konuşulacak. Fakat sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanda yaşanan köklü bir paradigma değişikliğinin Türkiye'ye yansımaları üzerinde fazla durulmadı. Mesela ayaklanmanın bel kemiğini -eskiden apolitik gibi görünen- Seküler Orta Tabaka'nın teşkil etmesi görüldü, ama nedenleri üzerinde fazla durulmadı. Daha fakir ve iktidar destekçisi bazı kesimler, -komplo teorileriyle uğraşacak kadar uçmamışlarsa- Gezi Ayaklanmasında, "Hali-vakti yerinde olanların lüks demokrasi talebi" gibi şeyler gördüler. Bütün bunlar kuşkusuz tamamen yanlış değil, ama fena halde eksikti. Türkiye'de on yıldır ısrarla dikkat çekmeye çalıştığım bir olgu var: Türkiye'nin (eski Marksist/Murksist) en akıllı geçinenleri de dahil olmak üzere politikanın sosyo-ekonomi ile yani sistemle ilişkisi üzerinde kesinlikle durmuyorlar. Sanki politika, çenesi kuvvetli olanın kazandığı bir tür laf cambazlığı gibi algılanıyor ve konunun asıl derin boyutu ekonomi ve onun toplum üzerindeki derin etkisi, piyasa ekonomistlerine bırakılıyor, dünyada genel-geçer trend neyse, ona aynen uyuluyor.
Dinci AKP ile, onun "eski" ilan ettiği Seküler Türkiye arasındaki değişimin ekonomi bakımından incelenmesinde dikkat çekilen konu da esasen kapitalin el değiştirmesi ve "Yeşil Sermaye"nin AKP rejimi eliyle palazlanması oldu.
İster Beyaz Türk Sermayesi, ister Yeşil Sermaye, ister Pembe Çiçekli Sermaye olsun, bunların tümünün Neoliberal Sermaye olduğu ve AKP'nin de neoliberal dönemin konjonktürel görüngüsü olduğu gerçeği pek ciddiye alınmadı. AKP'nin neoliberalizme sıkı sıkıya bağlılığı, tüm siyasi/kültürel boşluğuna rağmen onun uzun süre sağlam bir iktidar kurmasını sağladı.  Kapitalist sistemde siyaset, argümanlarla değil güçle yapılır ve bu gücün somut karşılığı da sistemin bizzat kendi bileşenleriyle (onların kombinasyonuyla vs.) ilgilidir.
Bu yazının konusu, AKP'ye karşı yükselen muhalefetin, aynı zamanda neoliberal tahribata karşı yükselen bir eleştirinin değişim/dönüşüm talebi olduğunu göstermek ve sistem içinde AKP'nin tek alternatifi CHP'nin yeni paradigmaya göre nasıl konumlanabileceği önerilerinde bulunmaktır. Burada değineceğm, 'Neoliberalizmi aşmak lonusundaki öneriler'in çoğu, neoliberalizme karşı tutarlı çizgisiyle 2008'den beri takip ettiğim Britanyalı sosyolog Colin Crouch'dan geliyor ve pekala CHP'nin konumuna/rolüne de cuk oturuyor. 
Peki ne alakası var?
2008'de başlayan sistem krizi, daha önce burada detaylarıyla değindiğim üzere, en başta neoliberal kapitalizmin kriziydi ve neoliberalizm sonrası devir o tarihte başladı. Ben yeni dönemi, kategorik değişiklik zorunluluğu nedeniyle "Post-Kapitalist Dönem" diye adlandırıyorum ve sistemin dışına doğru değişikliklerin yapılacağı bir dönemle karşı karşıya olunduğunu düşünüyorum. Nitekim bu dünemde, çağdaş kapitalist sistemin taşıyıcı kolonları, belkemiği, yani Orta Tabakaların başrol oynadığı hareketler ortaya çıktı. Arap Baharı, eğitimli Arapların demokrasi istemi görünümünde patladı ve aynı istikamette (Mursi rejimine karşı da) sürüyor. Amerika'da başlayan Occupy hareketi, Anonymous gibi akıllı gruplaşmalar, hep, toplumun en iyi eğitimli çevrelerinden geldi. Garip görünen bu durumun açıklaması, kapitalist sistemin neoliberal dönemdeki bozulma emarelerinin, aşağıdaki fakir/çalışanlar kesimini çoktan aşıp, toplumun orta tabakasına da ulaşmış olması ve herkesin gelecek korkusuyla yaşar olmasıdır.
Colin Crouch benim ilgimi, ünlü "Post-democracy" (2008) kitabıyla çekti. Yazar kitabında, neoliberal dönemlerin şekilsel "demokraasi"sinin, yani bugün Tayyip Erdoğan'ın savunmakta zorlandığı, "seçimlere indirgenmiş" şekilsel sandık demokrasisinin aslıyla alakasının olmadığını anlatır ve asıl önemli olan, bunun sosyo-ekonomik nedenlerine de değinir. Partilerin seçimlerde PR firmaları tarafından yönetildiği, tek bir parti/kişi tarafından yönetilen, siyaset üzerinde lobilerin, "dinsel cemaatlerin" etkili olduğu (deyim Crouch'un), aslında global ekonominin demokrasiyi hiç olmadığı kadar doğrudan yönlendirdiği, iktidarların ekonomiyle/ihalelerle bütünleştiği, muhalefeti bu yapının dığında tutarak onu hiç olmadığı kadar zayıflatabildiği, halkın -yolsuzlıklar vs. nedeniyle- siyasete uzak durduğu (en azından öyle göründüğü) bir dönemdi neoliberal Postdemokrasi dönemi.
ABD'de Emlak balonunun patlaması ve bankaların iflasıyla başlayan büyük krizin, Avrupa ve Doğu Asya gibi Türkiye'yi de etkilemesi kaçınılmazdı -dünya global bir yer. Neoliberalizmin karakterine uygun dinci AKP'nin, süreç içinde krize girmesi kaçınılmazdı. Şimdi bu krizin finaline doğru giden bir süreçte yaşanıyor ve elbette AKP sonrası Türkiye konuşuluyor. 
Burada en büyük yanılgı, AKP'nin düşürülmesiyle veya yeni bir iktidar denklemiyle AKP kafasının aşılacağının sanılmasıdır. AKP'nin bu kadar güçlü olabilmesi, Orta-Sağ seçmenin oyunu alabilmesi sayesinde ve bunu da belli bir sistemsel anlayışı savunmasıyla elde etti, -"yükselen Türk ekonomisi"yle övünmelerini hatırlayın. Bunun ne kadar doğru ne kadar yanlış olması bir yana (yanlış bir şey olduğu açık), asıl önemli olan, savundukları anlayışın -tüm yanlışlığına rağmen- dünyada bir mantaliteye tekabül etmesidir. Bu mantalite, "Toplumu, tamamen serbest bırakılmış piyasa belirler" temel neoklasik/neoliberal ekonomi anlayışının hayatın çeşitli alanlarındaki ifadesidir. Artık normal sayılıp pek sorgulanmayan bu mantalitenin uygun bir üslupla sorgulanıp, bozucu etkilerine karşı mücadele, geleceğin anti-AKP iktidarlarının temel dayanağı olmak zorundadır ve bunu yapabilecek tek güç de ılımlı Sol, yani Sosyal Demokrasi ve müttefikleridir.
Kısacası, AKP ve benzerlerine yaşam alanı sunabilen, demokrasiyle alakasız -diktatör tipi- "sandık demokrasisi", neoliberal temele oturmaktadır ve göçmekte olan bu temelin, halkı nasıl vurduğunu anlatmak ve sistemsel bozulmanın semptomlarına karşı somut çözümler önermek, bu konularda en tecrübeli kesimin, Sosyal Demokrasi ve müttefiklerinin işi olacaktır. Colin Crouch'la bu konuda hemfikir olduğumu söylemeliyim. Yazarın son kitabı da bu konuda zaten ("Making Capitalism Fit for Society" 2013).
Her zaman sorulan haklı soru, "O somut çözümler ne?"dir! Neyle uğraşıkdığı ve nereye gidilmek istendiği anlaşılırsa, somut çözümler duruma/yere göre ortaya çıkacaktır. Gidilen yön, neoliberal mantalitenin tabu saydığı "ekonomiye karışmak ve ona kamunun çıkarları istikametinde bazı kurallar dikte etmek" konusudur. Bunun siyasi karşılığı, keyfi bir tek-adam diktatörlüğünün şaibeli seçimlere indirgenmiş "Yandaş yiyiciler, kamuyu talan ediciler" düzenine ve onun somut semptomlarına karşı mücadeledir -Gezi Hareketinin yaptığı da bu olmuştur, olmak zorundadır.
Neoliberal dönemde partilerin eski kök-seçmenlerinden kopması, sosyal demokratlar da dahil olmak üzere her siyasi grubun Orta-Merkez siyasete oynaması, AKP gibi köksüz yapıların ortaya çıkmasını sağladı. Bunun alternatifi, köklü yapıların restorasyonu ve neoliberalizmin mahvettiği toplum kesimlerinin bütününü sosyal demokrasinin toplumcu çizgisini genişleterek savunmak olacaktır.
Siyasi ortamda şimdi yeniden kapitalizm konusuna ve sistem krizine dönüş yapmak bazılarını ürkütebilir. Neoliberalizmi normal birşey sayan çoğunluk için bu normal, ama Türkiye'nin bir ekonomik kriz eşiğinde durduğunu bilirsek, bu türde sosyo-ekonomik yaklaşımın hızla benimsenebileceğini de unutmayalım.
Colin Crouch, neoliberalizmin sorunlarını aşabilmek ve bundan sonra iktidar olabilmek için, Sosyal Demokratlara bir ittifaklar politikası öneriyor. Gezi Hareketi gibi protesto hareketleriyle ve sendikalarla, ittifak ötesi sağlam bir birlik kurmalarını öneriyor. Ben bunu Türkiye için şöyle tarif ederdim: CHP, Orta tabakanın sempati duyduğu Sol, Kemalist ve MHP'yi de içeren seküler kesimlerle, ama asıl Gezi Hareketi ve STK'larla ittifak kurmalıdır. Partiler üstü olan ve öyle kalması doğru olan Gezi Hareketi ile nasıl bir ittifakın kurulaabileceği konusunda Crouch'dan birşey okumadım, ama ittifaktan ziyade başka bir tür birliktelik olabilir -ki bunun ilk örneklerini CHP başarılı bir şekilde uyguluyor: Kürt Hareketine yakın duran Sezgin Tanrıkulu'nun partiye gelmesi ve ona özgür bir ortam sunulması, bu tavra bir örnektir. CHP, imkan ve kaynaklarını, bunların nasıl kullanılacağına hiç karışmadan Gezi Hareketinin hizmetine sunabilir. Aynı imkanı, sendikalara ve STK'lara da sunabilir. Bu elbette belli riskler de içeriyor. Ama Gezi Hareketinin sağduyusuna güvenmesi büyük sorun olmayacaktır. Evrensel değerleri savunmakta kararlı insanlar için bu çok da zor olmasa gerek.
Neoliberalizmin halkın mantalitesine kadar işlemiş derin etkisiyle mücadelenin temel yaptırım noktasını, Gezi Hareketi büyük bir safiyetle gösterdi: "Ben olmadan sistem işlemez." Bugünün global kapitalizmi sadece tüketici olarak değil, akıl/yaratıcılık/üreticilik bakımından da isyan eden Orta Sınıflara göbekten bağlıdır. Esasen CHP'yi seçen, Sol'a daha yakın eğitimli kesimlerin yerine ikame edilebilecek, mesela imamdan bozma Dışişleri mensubu olamayacağı, deneme-yanılma yöntemiyle yeniden anlaşıldı, Amerika yeniden keşfedildi. Büyük şirketlerin yaşayabilmesi için akıllı/eğitimli insanlar kadar, onları üreten okulların, hatta o insanların yaşadığı ortamlara ihtiyaçları vardır -yani Colin Crouch'un deyimiyle "sistemi belli konularda kontrollü hale getirmek, neoliberal (iktidara yandaş) kapitalizmini dizginlemek, geniş bir ittifaklar politikasıyla mümkündür." Sistemle, kamu yararını gözeten belli uzlaşmaları hedefleyecek ilk adımların ardından, asıl hedef, "Kamu yararına işleyen bir devlet" mekanizmasını (Sosyal Devlet) yeniden kurmak" olmalıdır elbette. Yazar böyle ifade ediyor, bence daha önemlisi, "Toplumun mutluluğu için kamu yararına işleyen bir devlet"i kurmaktır. Buradaki nüans farkı, daha sonra burada değineceğim, "Toplumun Mutluluğu" konusunun ekonomiyi aşkın sosyo-kültürel yanı ve mistik/spiritüel boyutuyla ilgilidir. İnsanların mutluluğu daha kolay yakalayabilmesi için nasıl belli ortamlar yardımcıysa, toplumların daha uyumlu ve anlamlı hayatlar sürebilmeleri için belli ortamların yaratılması gerekebilir -en azından bunu düşünmaya değer. Tabii, daha sonraki yazılarda.
Sosyal Demokrasi (ve Sol), toplumcu yanını yeniden hatırlayarak, doğayı ve hayatı koruyan insancıl yanıyla, AKP'nin hayat bulabildiği zehirli toprağı arıtıp yokedebilecek yegane nüveye sahip tek popüler siyasi hareket. Sosyal Demokratlar, yanlarına Occupy hareketlerini ve doğayı koruyan yeşil hareketleri alarak, Colin Crouch'un önerdiği gibi tüm dünyada sınırlar ötesi örgütlenirler/dayanışırlarsa, AKP ve benzerlerinin "anası" neoliberalizmi bitirebilirler. Bu pekala mümkün ve önümüzdeki dönemde de bu yaşanacak.

"Wolfskinder" ve Çocukların Kıyameti

Çocukluk ve tek tek insanların çocukluğu kutsaldır. En bilge ve en insancılından en aşağılık katiline kadar herkes çocuk olmuştur ve çocukluğun o saf iyiliğini annesi, ailesi ve çevresi üzerinden tadmıştır. Zaten dünyadaki iyiliğin kökeni de biraz buradan, çocuklara verilen sevgiden gelir. Bu dünyada olabilecek en kötü şey, çocukların başına gelen kötülüklerdir. Sevgi içinde güzel bir çocukluk geçirmek, bir ömür boyu hayata daha olumlu yaklaşmanın da, mutluluğu daha kolay yakalayabilmenin de garantisi olsa gerek, -en azından psikologlar bu fikirde.
Ben çocukların kıyametinin nasıl birşey olabileceği konusunda hiç düşünmemiştim, çünkü çocukları herşeyden daha çok severim ve değer veririm. Çocukları kendi aralarında bir gözlemleyin, onların ne kadar kolay iletişim kurabildiklerini, tek kelime kullanmadan birbirleriyle ne kadar kolay anlaşabildiklerini görürsünüz. Onların arasında henüz farklı dil ve kültürlerin pek önemi yoktur. Ve çocuklar, oynasalar da, ağlasalar da, üzülseler de sevinseler de annelerine dönerler, onun sevgi dolu kucağını ararlar. Bir çocuk için babasını, annesini yitirmek, olabilecek en kötü şeydir. En azından benim ufkum daha ötesine bakmaya elvermiyordu. Evet çocukların taciz edilmesi gibi konular da beni çok yaralar, gazetelerde böyle haberleri içim burkularak okurum. Bunlardan çok daha kötüsünün olabileceğini, bir arkadaşımdan öğrendim. Twitter'da tanıştığım sevgili Sonya Winterberg, İstanbul'a gelip yeni çıkmış kitabını Tünel'de buluştuğumuz kahvede önüme koyduğunda, sadece kitabın konusunu biliyordum. İkinci Dünya Savaşı sırasında cephe gerisinde kalan çocukların dramı. Sonya, eski Doğu Prusya'da, bugün Litvanya ve civarında yaşanan çocuk dramlarını, büyük bir detay zenginliğiyle araştırmıştı. Ama "Wolfskinder"i okumaya başladığımda, kitabın benim için bir Milat olduğunu anladım.


Sonya Winterberg
Ben kanlı sahneler görmemiş,yaşamamış biri değilim. Hem Güneydoğu Savaşı'nda hem Gölcük Depremi'nde yeterince korkunç sahne gördüm. Çocukken sinemada ürkütücü sahnelerde gözlerimi ve kulaklarımı kapatır, parmaklarımın arasından da, sahnenin bitip bitmediğini anlık bakışlarla anlamaya çalışırdım. Şimdi bile hiçbir kuvvet bana korku filmi seyrettiremez. Sonya'nın kitabını okurken, çocukluğumdaki o anlara geri döndüm sanki, kitabı sonuna kadar okuyamadım, çocukların inanılmaz dramı beni, sonra evimi, sonra bulunduğum semti sardı. Bu yazıyı aylar sonra yazmamın nedeni de bu. Bazen kötü sandığınız şeyden çok daha kötüsünün olabileceğini düşünemezsiniz, bunun somut bir nedeni de vardır. Çocukları gerçejten, samimi olarak çok seven insanların, çocukların başına gelebilecek kötülüklere fazla kafa yormaması, onlar için güzel şeyler düşünmesi normaldir. Ama ibret-i alem için olanları da Sonya'nın yaptığı gibi belgelemek ve anıtlaştırmak da bir insanlık görevidir.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmemeyi, savaşın dışında kalmayı başarmıştır. Nedense pek üzerinde durulmayan, hatta küçümsenen bir durumdur. 1911'de Trablusgarp savaşıyla başlayıp 1922'de İzmir'de biten bir savaşlar silsilesiyle koca bir imparatorluğun tamamını yitirip, sonra yeni Kurtuluş Savaşı'yla kendine yeni bir ülke kuranlar için tam bir duyarsızlık örneğidir. İkinci Dünya Savaşında 13 Milyon çocuk öldü. (Drujba Naradov dergisinin 1985'de yayınlanan 5. Sayısında) Ölmeyen çocukların kaderi, ölen çocukların kaderinden bazen daha kötüydü.
Doğu Prusya'nın incisi ve başkenti Königsberg'de (şimdi Kaliningrad), savaştan önce doğan Alman çocukların anıları masallarla yarışıyor, çünkü Pregel nehrinin Kuzey Denizine döküldüğü yerde yer alan Königsberg Şatosu, çocuklara anlatılan masalların da odağındadır. Günümüzün dünyada en çok tanınan "Çığlık" tablosunun ressamı Käthe Kollwitz, 1967'de burada, Weidendamm 9 Numarada doğmuştur. E.T.A. Hoffman ve Immanuel Kant burada doğmuşlardır. Prusya'ya ve adına 1934'de son veren Naziler döneminde de, işgal edilmeden önce Königsberg ve civarı, çocukların güzel anılarıyla doludur, sonra yaklaşan top sesleriyle birlikte bir dünya, bir daha kurulmamacasına çöker.
1941 Haziranında Eva Briskorn'un çocukluğu ve okul hayatı bir anda sona erer. Savaş Königsberg'e ulaşmıştır ve annesiyle babası panik içindedirler. Eva, evdeki telaşa bir anlam veremez, ayrıca sık sık okullar tatil edilmektedir ve bu durum onun hoşuna bile gitmektedir. Nihayet annesi onu okula göndermemeye başlar. Ev işlerine yardım etmelidir. Neşeli babası gülmez ve konuşmaz olur. Annesi sık sık ağlamaktadır, yiyecek sıkıntısı başlar ve sonunda Eva'nın morali de bozulur.
Lothar Wegner benzeri bir durumu 1944'de yaşar. Geceleri korku içinde beklemeler, her gece yatmadan annesinin sırt çantaları hazırlaması ve kaçma hazırlıkları, sürekli çalan sirenler, gece yarısı sığınaklara gidip saklanmalar. Königsberg üzerine dalgalar halinde gelen İngiliz bombardıman uçaklarından atılan bombalarının infilakları, depreme benzer yer sarsıntıları ve o korkunç sesler. Ağlayanların yanında aklını kaçıranlar, sığınaklarda çığlık atanlar. Lothar, annesinin eteğine saklanır ve bu çılgınlığın bitmesini bekler ama bitmez.
Königsberg şehir içi, 1944'de yangın ve fosfor bombalarıyla köle döner. Çocukların dünyası tamamen yıkılır, ama asıl azap henüz başlamamıştır.

Dev yazar Dostoyevski, "Dünya, mutluluğumuz veya hatta dünyadaki sonsuz harmoni nedeniyle, suçsuz çocukların sadece bir tek damla gözyaşı dökmeleri haklı gösterilebilir mi?" Yazar bu soruyu elbette "Hayır" diye yanıtlar. Çocukların gözyaşı dökmesi bir yana, ölmesi, istismar objesi olarak kullanılması ve korkunç silahlarla vahşice öldürülmesinin hiçbir gerekçesi olamaz. Sonya'nın kitabında anlatılan olaylardan birçoğu beni gerçekten çok etkiledi, ama bazıları, filmlere bile konu olamayacak, çünkü ancak gerçek hayatın acımasızlığında yaşanabilecek türden.
1944 Eylül'ünde, Königsberg'i yakan ateşin ardından bölgeyi terketmekten başka çare bulamayan, yokolmuş şehirden az bir bagajla ayrılmaya hazırlananlar arasında, beş yaşındaki Helmut Falk da bulunmaktadır. Memelland'dan gelen annesi, dört kardeşi sıkı sıkı yanına almış, yakınlarının yanına kaçmaktadır. Tren garı anababa günüdür. Helmut hayatında ilk kez uzun bir yolculuk yapacaktır. Annesi iki bavul hazırlamıştır sadece. Her çocuğun sırtına da küçük birer sırt çantası takmıştır. Tren garında bekleyenlere, sadece beklemeleri söylenmiştir. Trenin ne zaman geleceği konusunda kesin bir bilgi yoktur, sonuçta savaş devam etmektedir.
Helmut'un pantolonunun cebinde üç mavi misket vardır, onlarla oynamaktadır. Bir gün ve bir gece treni beklerler. Tren geciktikçe, garda toplanan yolcu sayısı artar. O misketleriyle oynarken, gittikçe artan sayıda insan peronlara doğru yayılmakta, ilerlemektedir. Garda çalışan personel, oradaki kontrolü çoktan kaybetmiştir.
Helmut sabah uyandığında, hep birlikte hareket eden kalabalığın arasında annesini ve kardeşlerini de görür. Ama çocuk aklıyla o hengamenin içine girip annesinin ve kardeşlerinin peşlerinden gitmez, bir köşede oturup misketleriyle oynamayı sürdürür. Misketleriyle bir deliği tutturmak oyunuyla meşguldür ve istasyon binasının üzerindeki delikler de bu oyuna uygundur.
Helmut trenin kalkış sesini duyar, gardan ayrılışını görür, ama pek önemsemez. Ne de olsa trenler sürekli gelir giderler böyle! Ama bu kez o trenle, büyük bir kalabalık gardan kaybolmuştur. Geriye, sigara içen birkaç asker kalır. Helmut o zaman paniğe kapılır. Annesi nerede? Kardeşleri nerede? Ne yaptığını bilmez bir şekilde istasyon binasının etrafında dolaşıp durur. Sonunda istasyon amirinin önünde durur. Adam ona, Batı'ya giden son trenin kalktığını söyler.
Helmut, şimdi yaşlı bir adam olarak, bu olayın nasıl olabildiğine akıl erdiremiyor. Annesi o hengamede onun geride kaldığını farkedememiş midir, oğlunun istasyonda kaldığını anlamamış mıdır? Helmut o gün, ailesini bir daha göremeyeceği yeni bir hayata başlar. Çok zor bir hayata...
Aslında kitapta öyle hikayeler var ki, şimdi işaretlediğim yerleri açıp yeniden okuduğumda, bunları gerçekten anlatmalı mıyım diye düşünüyorum. Ama İkinci Dünya Savaşı'na girmemeyi küçümseyen ve Suriye ile savağın eşiğine gelmiş Türkiye'de, savaşın aslında ne olduğunu anlatmanın önemi de ortada.
Nisan 1945'de dokuz yaşındaki Lothar Wagner, annesi küçük kızkardeşi Ingrid ve komşu kadınlarla kızlarla birlikte korku içinde bodrumda bekliyor. Königsberg bir hayalet şehre dönüşmüş durumda. Bodrumda saklanan kadınlar, saçlarına ve yüzlerine çamur sürmeye, kendilerini çirkinleştirmeye başlıyorlar. Bu Lothar'ın çok garinine gidiyor. Sokaktan makinalı tüfek sesleri geliyor, sonra patlayan elbombaları. Birden bodrumun kapıları açılıyor ve herkesi dışarı çıkarıyorlar, ama çok kibarlar. Rus askerleri savaşın etkisiyle korkunç görünüyorlar. Bazı Alman gençleri kenara ayırıyorlar, ama bekleyenlerin korktukları olmuyor, kimse onlara birşey yapmıyor, Lothar'ın annesinin yanında kalmasına da izin veriyorlar. Lothar'ın 16 yaşındaki ağabeyi asker, uçaksavarcı ama nerede olduğu belli değil. Babası en son 1944 yılı Aralık sonunda Noel için gelmiş, o da asker. Ruslar Lothar'ın annesi ve diğerlerinin, ağır çatışmalar başlayacağından şehirden çıkarılacaklarını söylüyorlar. bir kol halinde şehir dışına doğru yürüyorlar, ama yürüdükçe korkmaya başlıyorlar. Lothar, annesi, kızkardeşi çok yoruluyorlar. Ruslar onları vurmaya mı götürüyor? Ama Lothar babasına, güçlü bir çocuk olacağına söz vermiş, annesine ve kardeşine yardım edecek, gözyaşlarına ve korkusuna hakim olmaya çalışıyor.
Gece, Lothar'a, hayatında hiç yaşamadığı korkunçlukta derin bir karanlığın kapılarını açıyor ve hiç yaşamadığı bir duygu ölümünü. Askerlerin, kadınların ve kızların üzerlerindeki elbiseleri nasıl yırtıp parçaladıklarını ve onlara tecavüz ettiklerini, kadınların nasıl acıyla bağırdıklarını ve yardım çığlıkları attıklarını duyuyor.
Ertesi gün tam bir sessizlik. Toplar atılmıyor, savaş edilmiyor. Sadece birkaç asker kalmış. Onlar da kadınlara, "gidebilirsiniz" diyorlar -ama nereye? Annesi, iki çocuğu iki elinde, tamamen yıkılmış şehrin sokaklarında yürüyor. Yıkım korkunç ve her yerde. Evlerine geldiklerinde Lothar bir çığlık atıyor. Evleri yıkılmış, yağmalanmış, yorganlar kesilip parçalanmış. Yırtık yorganlardan fırlamış tüyler, kar taneleri gibi uçuşmakta. Birkaç ay içinde bu aileden geriye sadece Lothar kalır, korkunç anılarını hayatı boyunca belleğinde taşır ve yaşlı bir adam olunca, onu can kulağıyla dinleyen Sonya'ya anlatır.

17 Temmuz 1945'de başlayan Potsdam Konferansı tutanaklarında, şöyle bir bölüm yer alır:
Churchill: "Sadece bir soru sormak istiyorum. Burada 'Almanya' sözcüğünün kullanıldığı dikkatimi çekti. Şimdi 'Almanya' ne demek? Bunu, savaştan önceki anlamda anlamak mümkün mü?" (...)
Truman: "1945'de herşeyi kaybetti. Almanya fiilen yok." (...)
Stalin: "Şimdi Almanya sözü altında ne anlaşılması gerektiğini ifade etmek benim için çok zor. Hükümeti olmayan, bizim birliklerimiz tarafından belirlenmediğinden belirli sınırları olmayan, bir ülke. Almanya'nın tek bir askeri birliği bile yok, buna sınır birlikleri de dahil. İşgal bölgelerine ayrılmış durumda. Şimdi Almanya'yı bir tarif ediverin! Paramparça olmuş bir ülke."
4 Temmuz 1945'de Königsberg'in adı değiştirilir ve Kaliningrad olur. Diğer adlar da değiştirilir. Yeni dünyada, Doğu Prusya'da Lothar gibi hayatta kalan annesiz-babasız ve ailesiz çocuklara yer yoktur. Bu çocuklar, ormanlarda saklanır, tek başlarına durmadan yiyecek birşeyler aradıklarından, halk onlara "Kurt çocuklar" (Wolfskinder) adını takar. Savaştan hemen sonraki bu ilk dönemde hayatları gerçekten korkunçtur. Ama en büyük darbe, uzak akrabalarına olsun günün birinde ulaşmak umutları da şu sözlerle bitirilir: "Almanya diye bir yer artık yok." Bu çocukların hayatta kalabilenleri, o ilk şoktan sonra Almanya diye bir yerin haala olduğunu öğrenirler ve yeni bir umut doğar: 1945 sonunda Litvanya, eski Königsberg'den kaçarak gelenlerin hedefidir, çünkü burası savaşta fazla bombalanmamış, yıkılmamıştır. Bu haberler, Kurt çocukların yaşayıp saklandığı ormanlara kadar ulaşır ve cesur Gerhard Gudovius, trenlerden birine atlayarak önce Litvanya'ya kaçamayı, oradan da belki Almanya'ya ulaşmayı hayal etmektedir. Yeter ki Königsberg yıkıntılarından ve Kızıl Ordu'dan uzaklaşsın. Gerhard, 1947 kışında tek başına kaçak, trenlerden birine atlar. Altı yaşındaki Gerhard'ın annesi ve bütün kardeşleri, Kızıl Ordu'dan kaçarken yolda tifüsden ölmüşlerdir. Gerhard Tilsit'te trenden atlar, oradan Litvanya gerçekten çok yakındır, başarmıştır.
Kurt çocuklar arasında söylentiler de muhteliftir. Mesela Litvanya'da çocuklara pasta ve çörek verildiğine inananlar vardır. 12 Yaşındaki Heinz ve 10 yaşındaki kardeşi Arnold, Willuweit ailesinden geriye kalan üç kişiden ikisidir. Henüz birkaç aylık olan kızkardeşlerini anneannelerine bırakırlar ve onlar da Litvanya'ya kaçma planı yaparlar. "Litvanya'da ekmek ve pasta varmış!" çocuklar için o günün şartlarında cennetin hayali gibi. Ama onlar daha dikkatli olup yayan giderler. Haftalarca bahçelerde, samanlıklarda uyurlar 1946 baharında Litvanya'ya ulaştıklarında yalınayaktırlar. Coğrafya bilmeyan ve sadece içgüdüleriyle, duyduklarıyla hareket eden bu cesur ufaklıklar için büyük başarıdır. Bazılarına da şans, inanılmaz bir kesinlikle yardım eder. Mesela Dora Müller bir gece duran bir yük treninin tepesine çıkar, zaten trenin tüm kapıları kapalıdır. Orada bulduğu metal bir kutu içinde uykuya dalar. Uyandığında demir gibi bir soğuk vardır, tren hateket halindedir ve buz gibi bir rüzgar esmektedir. O soğukta ve sallantıda, bulunduğu yerde durmakta da zorlanır. Nihayet gücünü kaybetmek üzereyken, tren durur ve o da iner. Litvanya'dadır. Dora, daha bir hafta önce annesini kaybetmiştir.
Dora trenden iner, ama şimdi ne olaca, nereye gidecektir? Doğru ormana gider, samanlık ve mezarlıklarda geceler. Ve sonunda başka çocuklarla karşılaşır. Birlikte yaşamaya başlarlar, birlikte dilenirler, ahırlardaki hayvanların yemlerini çalarlar. Dora bir gün yolda bulduğu küçük bir ayna parçasında kendine baktığında korkar, küçük bir vahşiye dönmüştür. Uzun saçları kıtık, gözleri göz çukurlarının içine jaçmış, elbisesi yırtık pırtık. Annesinin güzeli kendini böyle görünce oturup ağlar. Dedesiyle babannesinin ölümünden de kendini sorumlu tutmaya başlar. Zaten moralleri pek düzgün olmayan çocuklar grubu, bir gece onu bir bahçede bırakıp yollarına devam ederler. Sabah onu orada bir köylü kadın bulur, evine götürü, güzelce yıkar, ona sıcak süt yapar ve kızı her bakımdan iyileştirir. Ama Dora orada da kalmaz ve tek başına yoluna devam eder.
Ormanlarda dolaşan bu Alman çocuk grupları, bilmeden bir de direnişe katılırlar. Kendilerine "Orman Kardeşleri" diyen ve Sovyet Kızıl Ordusu'na karşı düşük yoğunluklu bir gerilla savaşı yürüten Litvanyalılarla sık sık karşılaşmaya başlarlar, çünkü direnişçiler de ormanda saklanmaktadırlar. Gizli Servis NKWD bir gün elebaşıları kıstırıp yakaladığında, Kurt çocuklardan biri, Mikas da oradadır, daha sonra direnişe yardım ve yataklıktan on yıl hapis de yatacaktır.
Bu yalnız ve korku içinde yaşayan çocukların hayatta kalma ve mücadele gücü inanılmaz. Bir kısmı, köylerde kendilerine aileler buluyorlar, köylülerin oğulları, kızları oluyorlar. Ve umut her zaman var. 1950 yılında ilk kez bu çocuklardan bir grup, Rusya tarafından Doğu Almanya'ya gönderiliyor. Buradaki hikayeler de bazen mutlu bazen mutsuz bitiyor. Mesela bir aile tarafından kabul edilmiş iki kardeş Ruth ve Karl-Heinz, 1951 yılında ormanda, Almanya'ya gitmeyi konuşuyorlar. Trenlerin resmen Almanya'ya gittiği söyleniyor. Ama ya yalansa? Savaşta gördüklerini unutmaları mümkün mü? Ya Alman çocukları Sibirya'ya götürüyorlarsa? Ya onları kuytu bir yerde öldürürlerse, tıpkı annelerine babalarına kardeşlerine yapıldığı gibi? Ve trene binmekten vazgeçiyorlar, halbuki trenler sahiden de Almanya'ya gidiyor. 
1950'de resmi sayılara göre eski Königsberg'de remi rakamlara göre "3274 Kaliningrad Almanı" yağıyor ve bunlardan 770'i çocuk.
Kurt çocuklar 1950'li yıllarda ergenleşiyorlar, çoğu evleniyor. Savaştan hemen sonra Doğu Prusya'dan yüzbin Alman Almanya'ya gelmeyi başarıyor. 1951'de Almanya'ya gelen yalnız çocukların yerleştirildiği Kyritz Çocukevi, artık ileri yaşlardaki bu insanların haala toplanıp eskileri andıkları, o cehennemden sonraki ilk ana kucağı oluyor. Çocukların bazılarının ailesinden kalan uzak akrabaları bulunuyor, onlar yardım etmeye çalışıyorlar, ama bu durumlar da fazla değil. Çocuklardan bazıları soyadlarını hatırlamıyor, bazılarının kimsesi kalmamış. Hep savaşta cepheden cepheye koşmuş babalar zaten yok. Ama çocuklar Kyritz'de ilk kez yeniden noel hediyesi alıyorlar -zaten bu küçük şeyler yüzünden o çocukevini unutmuyorlar.
Sekiz yaşındaki Dieter Gröning de 1947'deki çocuk kafilelerinden biriyle Doğu Prusya'dan, Doğu Almanya'daki Standal'a geliyor. Onun da ailesinden birilerini arıyorlar ve 1948 Kasımında Dieter, beklediği haberi alıyor: Babası hayatta! Çocuk sevinçten baygınlık geçiriyor. Babası, İngiliz işgal bölgesindeki Goslar'dan şöyle yazmış:
"Benim sevgili sevgili sevgili Dieter'im, seni bulduğuma gerçekten çok seviniyorum. Umarım yakında gelirsin ve bana birilerini de getirirsin. Tekrar yanımda olmanı ve neler yaşadığını anlatmanı iple çekiyorum. Kardeşlerin Gerhard'ı, Brigitte'yi, Elfriede'yi, Gisela'yı ve Anneni nerede bıraktın? Selamlar içten duygularla öperim. Baban."
Dieter babasına şu mektubu yazar:
"Sevgili Babacığım, uzun zaman sonra buluştuk. Elfriede, Brigitte, Gisela, Gerhard ve Anneciğim öldüler. Babacığım, senin yaşadığından umudu kesmiştim. Beni almaya geleceğin için çok sevinçliyim. senin yanında olmak istiyorum. Sevgili Babacığım, ne zaman doğduğumu bilmiyordum, anneciğim bana söylememişti. Anneciğim, nasılsa hep beraber oluruz sanmıştı, ama beraber kalamadık."
Bu kadar. Daha fazla yazamayacağım...


Sonya Winterberg
"Wir sind die Wolfskinder"
Verlassen in Ostpreußen
Önsöz: Rita Süssmuth (Almanya Eski Meclis Başkanı)
Piper Yayınları, Münih 2012