Kapanmakta olan, "Osmanlı" parantezi mi?

Dünyanın bu tarafında Osmanlı parantezi, bir daha açılmamak üzere kapanmak yolunda ve bunun somut nedenleri var...
   Bir İmparatorluk adı olarak "Osmanlı"yı II. Abdülhamit'e "borçluyuz"! Anadolu'ya dilini veren Türk İmparatorluğu'nun önce "Salcık/Selçuk", daha sonra "Ataman soyundan" gelen hükümdarlarından son üçü dışında hiçbiri, kendi meclisinde "Osman" veya "Osmanlı" adını kullanmadı. II. Abdülhamit, Hükümdarlığı sırasında "Osmanlı" adını taktığı imparatorluğun en büyük kısmını kaybeden, Rusların doğudan Erzurum'a, batıdan İstanbul'un kıyısına kadar girdiği, Türk donanmasının Haliç'de çürütüldüğü bir dönemde, Selçuklular kadar eski bir tarihe sahip Hohenzollern hanedanı İmparatoru II. Wilhelm'in sunduğu "İslamcılık" ideolojisini kendi hayalindeki pan-sünni imparatorluk hayaliyle birleştirerek, sözde, yani "algı" anlamında "Osmanlı" diye bir sofu sünni devleti ideali kurdu. Bu fikriyatın ideoloji versiyonunun II. Abdülhamit'e verilmesinin nedeni, "Batıya karşı savaş açan" Wilhelm'in (Evet, Almanya II. Dünya Savaşı sonuna kadar kendini "Batıya dahil" saymıyordu), Büyük Britanya'nın en önemli sömürgesi Hindistan ile bağını kesmek ve gücünün bir kısmını Hindistan'ı korumaya ayırmasını sağlamaktı. O devirde Babür Şah'ın ardılları Mogullar'ı da kullanarak Britanya tarafından yönetilen Hindistan (elbette Pakistan ve Bangladeş henüz Hindistan'ın parçasıydılar) en büyük Müslüman nüfusa sahip Subkontinent/Yarıkıta idi ve en saygın "Halife" titrine sahip kişi de, kendi deyimiyle "Osmanlı Sultanı" idi. Bilindiği gibi Halifelik, İslam coğrafyasında "kendini ilan etmek" ile ilgili, kılıcı keskin olanın sahiplenebildiği, bazen birden çok yerde birbirinden bağımsız ilan edilebilen bir kurumdu ve bu titrin bugünkü anlamda popüler hale getirilmesi de gene bir Alman planı olarak Abdülhamit döneminde olmuştur. Türk Hükümdarları bu titre bu kadar büyük önem atfetselerdi, Müslümanların kutsal mekanlarının Türklerin kontrolüne girmesinden sonra mutlaka "Hacca gitmek" gibi bir âdet de edinirlerdi veya en yakınlarını Hacca gönderirlerdi. Bunu hiçbiri yapmamıştır, hatta çok dindar olduğu söylenen Emir Timur bile bunu düşünmemiştir ve Yıldırım Bayezid'i yenip başkenti Bursa'yı yaktığı ve Ege kıyısındaki son Haçlı kalesini alıp şovalyelerin kesik kafalarından kule yaptırdığı halde, Çin'e kadar uzanan nüfuz bölgesinde Halifeliğini ilan etmeyi düşünmemiştir.
   II. Abdülhamit'in koyduğu "Osmanlı" adını -Abdülhamit dahil- hiçbir Türk Hükümdarı ciddi anlaşmalarda kullanmadığı, başka ülkelerle ilşkilerde anmadığı halde, Cumhuriyet döneminin sonradan tezahür eden tarihçileri, bu adı benimsemekle kalmamış, Dünyanın "Türk imparatorluğu" veya "Ottoman/Ataman İmparatorluğu" demeye devam ettiği (Çünkü Dünya tarihinin önemli bir parçasıdır ve Dünyada sadece Türk tarihçileri yok) kendi imparatorluklarını, kendi vatandaşlarına, imparatorluğun dağılıp yıkılış döneminde sonradan takılan ve o zaman da herkes tarafından benimsenmemiş adıyla öğretmişlerdir. Bu da bir seçimdir elbette ama Anadolu'daki bin küsür yıllık Türk egemenliği içinde, yüz küsür yıllık sunî/yapay bir ad ve anlayışı ifade etmesi bakımından bir parantez teşkil etmektedir. Bu parantez, Anadolu'da Türk egemenliğinin kurulmasının en önemli nedenlerinden biri olan, birlikte yaşama kültürüne uygun "toleranslı Türk İslamı"na karşı 16'ıncı yüzyıldan itibaren etkisini Sultanın gözdesi Ulema desteğinde yükselten katı Arap İslamı'nın (bu aynı zamanda "Osmanlı"nın yıkılış nedenidir) yeni adla hayalinin son ifadesidir. Zira Abdülhamit devrinde bile Türkiye bir Sünni ülkesi değildi, İstanbul'un nüfusunun yarısı, imparatorluğun son günlerinde bile Hristiyan Rum ve Ermenilerden oluşuyordu, Sultanın fikriyatı da halkın küçük bir kesiminde karşılık buluyordu.
   Bugün, Türk İmparatorluğunun adının herkes tarafından "Osmanlı" olarak bilinmesini, kendi tarihlerini, Abdülhamit'in taktığı ve sadece ülke içinde ama sık da kullanmadığı bir isimle anmakta ısrar eden Cumhuriyet devri tarihçilerine ve eğitimcilerine "borçluyuz". Artık aklıbaşında tarihçilerin de birer birer itiraf ettiği üzere, okullarda dizilerde vaazlarda "Osmanlı" diye anılan İmparatorluk, kendini hiçbir zaman böyle adlandırmamıştı.
   İmparatorluk kurucusu olarak "Osman" adı ilk kez, İstanbul'da 1484'de ölen ve İstanbul alındığında elli yaşlarında olan Aşık Paşazade'nin tarih kroniklerinde geçmiştir. Bugün Paşazade'nin "İmparatorluğun kuruluş dönemi" ile ilgili yazdıklarının büyük bölümünün "yakıştırma" ve kurgu olduğu, gerçeği yansıtmadığı kanıtlanmıştır. Marmara Bölgesinde Yalova yakınlarında 1300/1301'de kurulan ve gerçek resmî adı "Devlet-i Âliyye" olup 1922'de son bulan devlet, tıpkı hiç yoktan kurulmadığı gibi tamamen yokolmamış ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından tecrübeleri ve birçok kurumuyla devralınmıştır. Anadolu'da kesintisiz süren onbin yıllık siyasi/kültürel/uygarlık tarihinin bir parçasıdır ve o kadim devamlılığa uygun bir şeydir. O anlamda Devlet-i Âliyye, Cumhuriyet tarafından devralınan tecrübesiyle/tarihiyle/geleneğiyle sürüyor ama "Osmanlı" sürmeyecek, çünkü sonradan uydurulmuş fikfif/hayali bir şey. Hayali olduğu için köksüz, belli bir sahici devamlılığın ürünü değil. Sonradan üretildiği için, bugün "Osmanlı"yı yücelten anlayışların gözünde "Osmanlı Padişahları", iyi niyetli Kur'an kursu talebeleri gibi görülen koyu sünni, cihaddan başka bir şey düşünmeyen ve yapmayan sert hükümdarlar olarak görülüyor ve kendini "Osmanlı" hayalinin devamı sayanlar da bugünün -İkiyüzelli yıl öncesinde bizzat Türk Hükümdarlarının başlattığı- modern Türkiye ile sorunlular. Modern Türkiye, ikiyüzelli yıllık bir modernleşmenin sonucu ve Anadolu'nun onbin yıldan beri yaşadığı "Çağla birlikte gelişip değişmek ve bu anlamda başka diyarlara da örnek olmak" özelliğiyle uyumlu. Geçmişe bakarken, artık çok daha eskiye güvenilir kaynaklar üzerinden erişilebilen bir devirde, kaynakların herkes tarafından incelenebildiği günümüzde, gerçekleri balçıkla sıvamak ve eski hayalleri "gerçek" diye pazarlamak mümkün değil. Bu toprakların, kendini "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları" diye tanımlayan sakinleri, tarihleriyle barışmak, kendilerine bir dönem dayatılmış masalları sorgulamak, ama acısıyla tatlısıyla ortak vatan ve ortak tarihin kültürün, aynı şarkıların insanları olarak birlikte yaşamanın önemini yeniden kavramak zorundalar. Gerçekte olmamış şeylerin gerçek gibi benimsetilip, sonra Anadolu uygarlığına ve tarihine yabancı o sahte "gerçekler"in ürettiği insan tipinin "daimî", "kalıcı" olacağına inanmak, tiyatroda seyredilen rollerin perde kapandıktan sonra gerçek hayatta da devam edeceğine inanmak gibi bir şey. Gerçek, daima asıl olandır; Taklit ve hayali olan ise daima tâlîdir/ikincildir. Anadolu'da son bin yılını Türklerin belirlediği tarihe açılan parantez, Abdülhamit'in pan-sünni "Osmanlı" hayali ve ona uygun insan modeliydi. Gerçeklerle alakası olmadığından bir kere daha yenilen ve çökmekte olan aynı fikriyatın/hayalin aşılması, Türkiye'yi aşan, merkezi Anadolu/İstanbul olan uygarlıklar diyarının kendini yeniden bulup yeniden Dünya ufkunda parlamasıyla ilgili önemli bir konu olarak anlaşılmak zorunda...
Türkiye, boş hayalleri bırakıp, "Osmanlı" parantezini kapatacak ve kendi kadim kökenine dönerek, kendi büyüklüğünün bugünkü anlamını yeniden -bu kez sahici bir yerden- yeniden tanımlayacak. Bu er geç olacak bir şey; ama ne kadar çabuk yaşanırsa, tüm cihana örnek bir refah, yüksek Anadolu/İstanbul kültürü ve uygarlığı olarak o kadar çabuk yükselecektir ve o kadar çabuk, Dünyada hak ettiği yeri alacaktır...

"Cihan Harbi" bugün değil, 100 yıl önce bugün sona erdi...

Avrupa ülkelerinde, hatta Japonya, Hindistan ve Çin gibi yeni Dünya devlerinde "tarih"den bahsedildiğinde konu daima II. Dünya Savaşıdır. Avrupa,II. Dünya Savaşı'ndan sonra Dünya liderliğini ABD'ye kaptırmıştır ve Dünya hegemonyası iddiaları sona ermiştir. Japonya'nın yeni tarihi, Hiroşima ve Nagazaki ile başlar, Çin 1949'da, Japon emperyalizminin ülkeden çekilmesinden sonra bir iç savaşın galibi Mao tarafından yeniden kurulmuştur, aynı şey, İngilizleri ülkeden çekilmeye zorlayan Gandi için söz konusudur. Bütün bu gelişmeler II. Dünya Savaşı sonrası yaşanmıştır ama Türkiye'de resmî "Başlangıç", 1915'de Çanakkale Savaşı sayılır. Orada dikkat çeken Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ve kazanılan bir bağımsızlık ve iç savaş sonucu kurmuştur. Dünyanın büyük ülkelerinin hepsinde II. Dünya Savaşı hakkında kütüphaneler dolusu yazılı eser vardır, birçok beylik film hâlâ gösterilir, Türkiye'de kütüphaneler dolusu yazılı materyal, I. Dünya Savaşı hakkındadır, - bu yüzden, Türkiye'de "Cihan Harbi" diye adlandırılan I. Dünya Savaşı'nın sonunun 100'üncü yıldönümü önemlidir; şimdi çok daha önemlidier, çünkü Türkiye adeta Atatürk'ün hayata dönüşünü yaşıyor. Kamuoyu soruşturmalarında halkın yüzde 60'ının kendini "Atatürkçü" olarak tanımladığı bir atmosferde Atatürk'ün gerçek muhalefet lideri haline geldiğini söylemek bile mümkün...
Bu kadar "kendine özel" bir yer olan Türkiye'de takılıp kalınan I. Dünya Savaşı ve sonrasına geçişin sembol şahsiyeti Atatürk konuşulurken, savaşın kuzey Fransa'daki Compiègne şehrinde imzalanan bir ateşkes anlaşmasıyla sona erişi anlamlı bir törenle kutlandı. Törene Türkiye Cumhurbaşkanı, Rusya Cumhurbaşkanı, ABD Başkanı da dahil olmak üzere 70 Başbakan ve Cumhurbaşkanı davet edildi. Dünyanın bu ilk endüstriyel global savaşına 40 ülke katılmıştı. Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, iki Dünya Savaşında birbirine karşı savaşmış iki ülkenin eski düşmanlıkları aşıp ne kadar yakınlaşabileceğini -ılımlı ve faşizm türleri pazarına yeniden nur yağdığı bir zamanda yeniden gösterdiler, hem de bu iki ülkede hortlayan faşist eğilimlerin politikacılara suikast planlamaya kalkacak kadar ileri gittikleri bir aşamada...
O zaman malup olan Almanya, ateşkes anlaşmasını Compiègne'de bir tren vagonunda imzalamıştı. 1940 yılında Fransa'nın yarısını işgal eden Hitler, bu vagonu müzeden çıkarttırıp, Fransa'nın teslimi anlaşmasını Fransızlara bu vagonda imzalattı. Böyle şeyleri Türkiye yaşamadı ve II. Dünya Savaşı burada, "İnönü bize süpürge tohumu yedirtti" sözleriyle, İnönü'nün "Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım" yanıtı arasındaki, kökeni gene I. Dünya Savaşı olan kutuplaşma malzemesi olarak yaşandı ve Türkiye, ne I. Ne de II. Dünya Savaşı ile hesaplaşabildi...
Merkel ve Macron, o vagona 11 Aralık 2018 günü yeniden girdiler, ama daha önce iki kere yaşandığı gibi karşı karşıya değil yanyana oturdular ve el ele tutuştular. Bu jest, tekrarlanmış oldu. Daha önce Alman Şansölyesi Helmut Kohl ve Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand, I. Dünya Savaşı'nın en önemli cephesi Verdun'da bu jesti başlatmışlardı...
İstanbul'da, 11 Kasım günü sabahı Topkapı Şehitliğinde şehitler anısına Kur'an okunarak başlanan 100'üncü yıl töreni, daha sonra Şişli'deki Fransız şehitliğinde devam edildi. Bu savaşta ölüp İstanbul'da gömülen askerler, önce bir papazın vaazıyla, sonra bir imamın Kur'an okumasıyla Fransız şehitliğinde anıldı. Alman Büyükelçiliğinin Tarabya'daki yerleşkesindeki ormanın eteğinde yer alan 677 Alman şehidin istirahat ettiği Alman Şehitliği ise bu özel günde I. Dünya Savaşı'nın sona erişinin 100'üncü yılı anma törenine önce Alman Büyükelçisi Martin Erdmann'ın konuşmasıyla ve bir Hristiyan Dinkadınının vaazıyla başladı. Tören gerçekten çok dokunaklıydı. Türk ordusunu temsilen saygı duruşunda bulunan on kadar asker ve subay da şehitlikteydi. Önce Fransa ve Almanya'nın birlikteliklerini gösteren iki bayraklı tek çelenk kondu, onu, bir İngiliz subayının koyduğu çelenk ve Türk subayının koyduğu çelenk izledi. İlginç olan, eski Avusturya-Macaristan tebası Çek Cumhuriyeti'nden bir diplomatın da sivil kıyafetiyle çelenk koymasıydı. Günün en sembolik olayı ise, Almanya Büyükelçisi Martin Erdmann ile Charles Fries'in el ele tutuşmasıydı. Şehitlerin önünde yaklaşık altmış kişinin bir dakikalık saygı duruşu sırasında sanki bütün doğa sustu, Türk askerleri saygı duruşunda heykel gibiydiler, komutanları da kılıcını çekip saygıyla yere indirdi. Bu sırada, orada saygı duruşunda bulunan siviller arasından bir kadın düşüp bayıldı. Bereket sadece heyecandandı...
Aynı gün yapılan bu üç önemli tören Türk basınında az sayıda gazetede bir iki satır dışında yer bulamadı, ama özellikle Türkiye için çok önemliydi. Savaşın yüz yıl sonra bir kez daha bittiği, artık geleceğe bakmak gerektiği hiç bu kadar iyi anlatılamazdı. Dünyanın yeniden kurulmakta olduğu günümüzde eski düşmanlıkları dostluklara çevirmenin ne kadar önemli olduğu bir kez daha gösterilmiş oldu...

2019 ve Kendiliğinden değişim...

Türkiye büyük bir değişimin eşiğinde ama bu "bir şekilde" kendiliğinden oluyor, çünkü Muhalefet partilerinin bir dahli olmaksızın yaşanmakta olan bir gelişme. Bu gelişmeye ivmesini veren çeşitli kurumlar veya anlık kararların bir toplamı ve daha bir çok faktör olabilir, ama asıl ivmeyi veren, 2012 sonrası oldukça hızlanan entropik gelişmeler ve istikamet, mevcut sistem ve sistemlerin hepsinin sallanması. Sallanıp değişenler:
1. Siyasal ve kültürel anlamda, ABD'nin başını çektiği Batı merkezli -tek kutuplu- Dünya algısı.
2. Kapitalist sistem. Önce herkes, "sadece neoliberal sistem sallanıyor" diye avunuyor, kapitalizmin kendine yeni bir yol bulup yoluna devam edeceği söyleniyordu, artık kimse böyle"iyimser" değil. Sistemin yapısal sorunları büyüyor ve bu sorunların aşılması artık çok daha zor.
3. Sistemin bu entropik dönemden sağ çıkması pek mümkün olmadığından iki eğilim gelişiyor: Biri, ipleri elinde tutmak için popülizmin her türünü ve faşizmlerin desteklendiği, zengin getolarına çekilme eğiliminin yanı sıra fakirleşenleri zorla kontrol altında tutma eğilimi. Diğer eğilim, gelişmelere uyum sağlamak için akılcı yaratıcı özgürlüklerin önünü açan demokratik eğilimler. Ama bunlar da kapitalizmin henüz iyi işlediği yerler olmaları dikkat çekiyor.
4. Eskisinden farklı olarak, herkesin konular hakkında fikir söyleyip örgütlenebileceği atmosferin -tüm kısıtlama girişimlerine rağmen- varolmaya devam etmesi, "Tüketiciler" olarak hızla örgütlenebilen vatandaşların, eskisinden daha fazla yaptırım gücüne sahip olmaları ve siyasette merkez kaymalarının yaşanması, muhalefet partilerinin hızla önem kaybetmesi...
Değişim, otomatiğe bağlanmış gibi adeta "kendiliğinden" oluyor, çünkü gelişmeleri tetikleyen net büyük siyasi gelişmelerden ziyade bir çok küçük etmenin birarada işlediği bir siyasi bileşenler vektörler dönemi bu...
Türkiye'de, parlamenter Muhalefetin neredeyse hiç bir etkisinin kalmadığı yeni siyasi düzende asıl Muhalefet bizzat Devlet ve/veya İktidarın içinden yapılıyor ve muhalefetin ifade bulduğu asıl medya da sosyal medya. Sosyal medyada iktidara ve ekonomi aktörlerine karşı, gücünü dilinden/aklından alan ve sosyal medyadaki "nitelikli tüketici"leri harekete geçirebilen etkili bir kesim var ve bu kesim sonuç alabiliyor, yeni fikirler de bu mecrada şekilleniyor...
İşte bu atmosferde hiçbir şey yapmasa da muhalefetin yerel seçimlerde önemli bir zafer kazanması mümkün, çünkü İktidar ortağı milliyetçi küçük parti, İktidar partisinin kaybettiği oyları da alıyor ve ortaklığı bozuyor. Büyük illerde, İktidara yakın küskünleri kazanıp aday göstermek gibi ilginç bir politika izlemeye hazırlanıyor. Eğer bu siyasetini değiştirmezse, İktidar oylarının büyük şehirlerde bölünmesi olasılığı yüksek, zaten belli bir İktidar yorgunluğu ve bıkkınlığı da mevcut. Bu bölünmeler, ikinci büyük parti olan anamuhalefet partisinin önünü açabilir. Devletin içinde, İktidara karşı asıl muhalefeti yürüten kesim (ve iktidar ortağı milliyetçi parti) İktidara hatırı sayılır büyüklükte zarar vererek, iktidarın daha kolay kontrol edilebileceği bir kısa dönemi başlatmak üzere gibiler. Öyle ya da böyle bir dönemin kesin sonu geliyor ve İktidarla birlikte bir dönem kapanma arefesinde. Tabii, Anamuhalefet partisinin itelenerek mecburen geniş bir koalisyonla iktidarı yeniden kurması gibi zoraki (kendiliğinden) bir alternatif dışında kararlı/yeni bir alternatif henüz görünmemekle birlikte, değişimin -en hafif deyimiyle- "kavgasız gürültüsüz" gerçekleşmesi, Türkiye'nin kazancı olur. 2019 yılı gecikmiş bir sonun ve başlangıcın yaşanacağı yıl olabilir...