Ortak tarihin yitimi ve yeniden devrim fikri

Televizyon seyretmeyen ben, bir tartışma programına gece ikiye kadar takılı kaldım. Orada şahit olduğum bir fenomen, ne zamandır aklıma takılan bir konunun yeni bir tasdiki gibiydi. İçki yasakları tartışılıyordu ve tartışmaya katılan iki faklı türden tarihçi, aynı ülkeden -Türkiye'den- bahsetmelerine rağmen, sanki iki farklı ülkenin iki farklı tarihinden bahsediyor gibilerdi. Muhafazakar kesimden tarihi romanlar yazarı Yavuz Bahadıroğlu, otuz yıldır Cumhuriyet Tarihi okutan tarihçi Prof. Dr. Nurşen Mazıcı'ya, "Türkiye Fransa tarafından işgal edilmedi" dedi. Doç. Dr. Bekir Berat Özipek de tartışmanın bir yerinde, "Türkiye'de din yasaklandı" dedi. Mazıcı'nın bunlara itirazı ve şaşkınlığı, görülmeye değerdi (1). Konu Kürt sorunu veya Ermeni sorunu olsaydı ve konuşmacılar arasında Kürt kimlikçiler veya Ermeni kimlikçiler olsaydı, onlar da tarihin kendi kimliklerine uygun "rivayetlerini ve kişisel yaşanmışlıklarını" anlatacaklardı, benzeri bir şaşkınlık yaşayacaktık.
    Herkesin tarihi kendine...    Artık böyle bir dönemde yaşıyoruz ve Türkiye'de 1980'lerde başlayıp1990'larda zirvesine ulaşan, günümüzde etkisini yitirmeye başlayan bu fenomen, bugün sıkça konuşulan ve "Kürt sorunu" dediğimiz konunun değil, iktidardaki AKP'ye Kemalist Türkiye ve TSK'ya karşı yürüttüğü yargı operasyonlarına da ilham veren, Cumhuriyet'i "YeniOsmanlı"ya dönüştürmek gibi fikirlerin motoru bir yeni sosyo-psikolojik durumla ilgili. 30 yıldır dünya, bu fenomenin çeşitli yansımalarını yaşıyor ve konumuz, bu fenomen, -çünkü onu anlamadan bugünü ve yarını seğlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değil.
    1990'larda Türkiye'ye döndüğümde, televizyonlarda adeta "Cumhuriyet dönemini eleştiri ritüelleri" yapılıyodu. "Resmi tarih yalan" şeklinde özetlenebilecek bir anafikir etrafında, herkesin adeta tarihçi kesildiği, tarih dergileri ve romanlarının adeta patladığı bir dönemdi. Dünyanın tüm ulusdevletlerinde resmi tarihin ille de "doğru" olmadığı açıktı, ama milli/resmî tarihin işlevinin zaten başka birşey olduğu, eleştirenlerin umurunda değildi, onu savunmak zorunda kalanlar da şok olmuşlardı, böyle şeyleri ne düşünecek ne anlatacak durumdaydılar. Yalnız Türkiye'de mi? Hayır. Benzeri gelişmeler başka ülkelerde de oldu. Fransa'da Türkiye'den çok daha önce 1970'lerin ortasında, De Gaulle dönemi ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden tartışılmış, "aslında neler yaşandığı gözler önüne serilmiş"ti. Esasen, "Resmi tarih" (yani "Milli Tarih") yerine Türkiye'deki adıyla "Alternatif Tarih"in (daha doğrusu "Alternatif Tarihler"in) moda olduğu ve bu yeni tarih anlayışının eski Milli Tarih'i paramparça ettiği bir dönemdi.
    Bugün Türkiye'deki siyasi iktidarda ve muhalefette belirleyici olmaya devam eden (ama giderek zayıflayan) "Kimlikler" (veya "Kimlikçilik") dediğimiz öznenin sosyo-psikolojik üretim/doğum yeri, bu "Alternatif Tarih" atmosferi oldu. Buraya kadar "tarih" dedik, ama bu tarih tartışmalarında yeni olan, tartışmaların kendisi ve ortaya çıkardığı "gerçekler" değil, -gözden kaçan başka birşeydi: Eski tarih anlayışından tamamen farklı yeni bir tarihimsi tarz, yeni dönemin bilincine hakim oluyordu. Bilerek "tarihimsi" ve "tarz" diyorum, çünkü bunu doğrudan "tarih" diye adlandırıp adlandıramayacağımız konusunda kuşkularım var ve bu konuda yalnız da değilim. Yeni yaklaşım tarzına, "tarih değil, hafıza" diyenler de var (1).
    Tarih dediğimiz şey eskiden neydi, şimdi ne? Sadece bu soruya verilecek kısa yanıtlar bile, nasıl bir fenomenle karşı karşıya olduğumuz konusunda fikir verebilir.
    Galiba, en belirleyici özellik, eskiden tarih dendi mi, bu işle sadece tarihçilerin ilgilendiğiydi. Oysa 1980 sonrası başlayan yeni dönemde herkesin tarihçi kesildiğini söyleyebiliriz. Tarihçilerin tarih yazma tekeli kırıldı. "Alternatif Tarih" diye adlandırılan şey, aslında bundan çok daha fazlasıydı. İnsanlar birden, mesela nineler/dedeler üzerinden öznel "geçmişi hatırlamak" durumu yaşadılar. Bu yaklaşım, kayıp geçmişe saygı ve bu saygı üzerinden yeni kimlikler üretilmesine (veya pekiştirilmesine) neden oldu. Bu yazıda bizi ilgilendiren, böyle bir yeni uyanış/hatırlama durumunun neden ve neden şimdi yaşandığıdır elbette.
    Modern Milli Tarih yazımı, yani "Resmi Tarih", sadece spor olsun diye yapılan bir şey -asla olmamıştır. Esasen (kapitalizme özgü) belli bir sosyo-kültürel homojenleşme yaşanması için gereklidir. "Ulusları oluşturan şey Milliyetçiliktir, Milliyetçiliği oluşturanlar uluslar değildir" (3). Modern tarihin asıl işlevi budur ve bunu anlamak için, her ülkenin ders kitaplarına bakmak, bize çok sayıda kanıt sunabilir. Mesela Yunan ders kitaplarında Türkler nasıl kötü gösterilir ve düşman olarak tarif edilirse, Türk ders kitaplarında da Yunanlılar ve Ermeniler öyle gösterilir. Arap okullarında Türk sömürgecidir, Türk ders kitaplarında Arap "Türk'ü sırtından hançerleyen"dir. Bu bakış tarzı ve yaklaşımlar, kuşkusuz doğru değildir, ama yanlış da değildir! Burada mesele, tarihte hangi yanları ön plana çıkardığınızla ilgilidir. Napoléon Bonaparte, bunu çok güzel tanımlamıştır: "Üzerinde herkesin hemfikir olduğu yalana, tarih denir." Bu nedenle Türkiye'de "Ermeniler" diye bir halkın varlığını ben Ortaokula giderken Almanya'da öğrendim, oradaki İstanbullu ilk dostlarımız Ermeniydiler!
    Ermeniler ve Rumlar neyse de, "Türk Milleti"nden sayılan Kürt kökenlilerin kendi ailelerinden ve çevrelerinden bildikleri 1980 darbesi anıları üzerinden yeni bir anımsama furyası ve yeni kimlik inşaaları, İslamcıların "Din yasaklandı, camiler ahır yapıldı" benzeri anılar üzerinden kendi "Türk değil Müslüman" kimliklerini inşaalarında öne çıkan bir numaralı özellik, milli tarih üzerinden değil, öznel anılar üzerinden geçmişe yaklaşım tarzıydı. "Resmi Tarih" (Milli Tarih), bir ulusun tamamını ortak bir paydada buluşturmak gibi öznel bir metod uygularken ve tarihin buna uygun yanlarını ön plana çıkarırken, geçmişi kendi ailesi/siyasi çevresi vs. üzerinden hatırlayanlar da kendi öznel tarihlerini yazdılar. Yeni tip öznel tarih yazımları (anımsamalar), milli tarih gibi belli bir bütünsel amaca hizmet etmiyordu, böyle bir derdi de yoktu, ama resmi tarihi yalanlamak gibi (bilinçsizce de olsa) ortak bir paydada buluştu. Bu gelişmenin ilk sonucu, Milli Tarihlerin (Resmi Tarihlerin) imhasıydı.
    Kapitalizmin 1980'lere kadar süren 'Liberal' döneminin yerini 'Neoliberal' dönem alırken, Liberal kapitalist milli ekonomileri ve aslen tek tek ulusları birarada tutan Milli Tarihler, büyük zarar gördüler. Artık, azınlık halk gruplarının, zümrelerin, siyasi grupların ve çevrelerin, hatta kişilerin, kendi tarihimsileri vardı ve bunlar, kendilerine göre öncelikleri olan öznel tarihlerdi.
    Hatırlayalım: Herkesin tarihçi kesildiği bu dönemin öncesinde, bir de Sol tarih anlayışı vardı. Bu konu, Sola burun kıvıran günümüzün televizyon entellerine rağmen dikkatle incelenmesi gereken bir şeydir, çünkü hem entelektüalizmin kökleri önemli ölçüde Soldan gelmektedir, hem de Sol, tarihe bakışı önemli ölçüde etkilemiştir ve yönetici elitlerin -farkında olmadan- birçok Sol faktörü benimsemesini sağlamıştır. 1980 öncesi Türkiye'sinde ülke, bazı Sol kesimlerce mesela "Yarı-feodal" diye değerlendiriliyordu. Toprak ağaları vardı ve bunlar hep dile getirilirdi -bu ağalar ne oldu? Eski anlamda ağalık kalmadı ve bunun nedeni de Kürt modernleşmesi, yani PKK/BDP olgusudur. Bunu sadece bir örnek olarak veriyorum. Asıl önemli olan, tarihin bir çizgi şeklinde geçmişten geleceğe doğru ilerlediği düşüncesiydi. Gerçi bu düşünce, kapitalist modernleşmeye özgüdür ve o kontekste herkes tarafından bir şekilde savunulur, ama bunu basitleştiren/şemalaştıran ve "ilerlemek" denen şeyi "iyi bir şey" olarak bilinçlere işleyen, Sol oldu.

Dipnotlar
1. Şirin Payzın'ın 24 Mayıs 2013 gecesi CNN Türk'de sunduğu "Ne Oluyor?" programı
2. Pierre Nora, "Gedächtniskonjunktur" Transit 2002 (Makale)
3. Ernest Gellner, "Nationalismus und die Moderne" Hamburg 1995, S.87

(Yazı, yarım bırakılmıştır)

Mali'de darbe yapan ve İslamcıları yenen Yüzbaşı Sanogo ile söyleşi

Yüzbaşı Sanogo
21 Mart 2012'de Yüzbaşı Amadou Haya Sanogo askerleriyle birlikte Mali'nin başkenti Bamako'ya girdi. Askerler, ülkenin kuzeyindeki, çok daha iyi silahlandırılmış İslamcılara karşı teçhizatsız cepheye sürülmelerini prosto ettiler. Sanogo komutasındaki askerler, Başkanlık sarayını çabucak ele geçirdiler. Başkan Amadou Toumani Touré kaçtı. İslamcılar ve Tuaregler başkentteki bu kaosu fırsat bilip, ülkenin kuzeyinde kontrolü ele geçirdiler. Bağımsız bir devlet kurmak isteyen Tuareg isyancıları, 6 Nisan 2012'de bağımsız devlet kurduklarını ilan ettiler, ama bu heves çok kısa sürdü. Katı bir dinci şeriat devleti talab eden müttefikleri İslamcılarla araları açıldı. Dışarıdan desteklenen İslamcılar, Tuaregleri çabucak bastırıp, bağımsız Tuareg devletine birkaç hafta içinde son verdiler. 
Ekim 2012'de Birleşmiş Milletler Güvenlik Komisyonunda Batı Afrika Ülkeler Birliği ECOWAS, ve Afrika Birliği, Mali'ye "Ülkenin birliğinikorumak amacıyla" askeri bir operasyon yapmak konusunda anlaştı. Fransız askerleri, Çad askerleri ve ECOWAS ülkelerinden askerleri İslamcıları, Kuzey'in bütün büyük şehirlerinden kovdu ve Başkente ilerleyen İslamcıları durdurdu. Bu hızlı olaylar silsilesini, İslamcılarla işbirliği yapan yolsuz Mali iktidarını deviren ve klasik Afrika diktatörleri gibi kendini Başkan ilan etmeyen yüzbaşı Sanogo başlattı. Yurt dışında eğitim görmüş tecrübeli bir subay olan Sanogo'yla yapılmış bir söyleşi, Cicero dergisinin Mayıs sayısında yayınlandı. Buraya kısaltarak alıyoruz.  
Bamako'da Nisan 2012'den beri, geçici bir Başkan görev yapıyor. Başkan Dioencounda Traoré, 7 Temmuzda yapılacak seçimlere kadar görevde kalacak. Mali'de 21 Temmuzda da genel seçimler yapılacak.


Komutan Sanago, bir Afrika Hükümeti nasıl devrilir?
Bu soruya açık, kesin bir yanıt yok. Gerçi yüzlerce kez yaşandı, ama her seferinde farklı bir şekilde. Duruma, şartlara ve imkanlara bağlı.

Siz nasıl yaptınız?
Bunu size belki ileride bir zaman anlatırım, ama henüz sonuçlanmadı. Rejim hastalanmıştı, ben de ölmesine yardımcı oldum. Aslında çok kolay oldu. Mali'ye, kendi kendini yenilemesi için bir şans verdim.

Ordunun Hükümete karşı darbe yapmasını bir hak sayıyor musunuz?
Askeri bir darbe asla haklı gösterilemez. Ama Mali'ye özel durum, tıpkı bir cerrahın işi gibiydi. Bazen hastayı kurtarmak için karnını yarmak gerekir. Ben de bunu yaptım. Aslında darbeyi yapanın ben olmadığını da söyleyebiliriz. Dahaçok,darbe isteyen bir durum ortaya çıktı.

Bu durumu nasıl açıklardınız?
Hükümet, Libya'dan gelen silahlı grupları ülkemize kabul ettiğinde, böyle bir darbe konusunda düşünmeye başladım. Bizim topraklarımıza giren savaşçıları selamlayan bakanlar vardı. Bu asla olmamalıydı. Aynı zamanda ordumuzun önderliğini soyup zayıflattılar. Ordu neredeyse hiç teçhizat, araç ve yiyecek-giyecek alamadı. Asker maaşları, yolsuz amirlerin cebine indi. İslamcılar kuzeye saldırdığında, yüzlerce asker silahsız-cephanesiz kaderine terkedilmişti. Askerin teçhizatı için ayrılmış parayı, yolsuz subaylar zimmetlerine geçirmişti. Bunu herkes biliyordu. Generallerin karıları ve çocukları tedavi için ABD'ye, Avrupa'ya giderlerken, bir asker yaralanınca, hâli-vakti yerinde bir aileden gelmiyorsa, askeri hastanede tedavi edilmiyordu. Bazı subaylar, nepotizm satesinde sadece bir haftalık eğitimle askeri birliklerin başına geçiyorlardı. Askeri akademiye kabuledilmek için yetkin olmak değil, "ilişkileri" olmak gerekiyordu. Devrilen Hükümetin yönetimindeyken bu ülke, hakettiği orduya sahip değildi.

İsyancıların Mali'nin kuzeyini ele geçirmeleri bu nedenle mi bu kadar kolay oldu?
Evet. Orduda ne teçhizat, ne önderlik, ne de motivsyon kalmıştı.

Şu andaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi birçok şey harekete geçti. Dış yardım sayesinde Kuzey, yeniden fethedildi. Ama dikkatli olmak zorundayız. Orduda geçirdiğim 24 yılımın 13'ünü Kuzey Mali'de geçirdim ve o onüç yılın 8'ini de Kidal'de. Bugün orduda, benim kadar uzun süre Kuzeyde bulunmuş tek asker bile yok. O nedenle bölgeyi, bizzat çok iyi tanıyorum. İslamcılar, modern orduların yürüttüğü savaştan farklı tür bir savaş yürütüyorlar. Timbuktu gibi bir şehri almak falan istemiyorlar. Bu, İslamcıların umurunda bile değil. Haftada bir tek Fransız veya Batılı askeri öldürseler, onlar için başarı. Ama Fransız Ordusu her hafta bir terörist öldürürse, bu başarı değil.

Sizin Fransız kuvvetlerinin devreye girişine karşı çıktığınız söyleniyor?
Bunlar, olayı karmaşıklaştırmak amacıyla söylenen siyasi yalanlar. Kuzeydeki durumu kesinleştirmek için askeri yardıma ihtiyacımız var, hava desteğine ihtiyacımız var, askeri eğitmenlere ihtiyacımız var. Tek ihtiyacımız olmayan, ülkede oturup duran ve hiçbirşey yapmayan askerler. (...)

Fransız müdahalesi, bir zamanların sömürgeci gücünün geri dönüşü anlamına gelmiyor mu?
Bize askeri açıdan yardım edenlerin arasında sadece Fransa yok. ABD, Almanya ve daha birçokları da var. Ben, ihtiyaç olduğu müddetçe burada kalmalarından yanayım. Yabancıların yardımı olmadan hiç bir Afrika ordusu Kuzeyi kurtaramazdı. Mali Ordusu için, yabancı kuvvetlerle beraber savaşmak utanç değil. (...)

Savaş, Mali sınırlarını aşıp bölgeyi istikrarsızlaştırabilir mi? Mali'de yaşananlar, mesela Nijer'de yaşanabilir mi?
Fransa'nın operasyonundan önce, savaşın komşu ülkelere sıçrama ihtimali büyüktü. Daha sonra iş değişti. Askeri operasyon devam ettiği sürece sağlam-istikrarlı olacak. Nijer'de de uyuyan hücreler olduğunu ve orayı da istikrarsızlaştırmayı beklediklerini tahmin ediyorum.

Sizin için, otonomi talep eden Tuaregler ile dinci bir devlet kurmak isteyen İslamcılar arasında bir fark var mı?
Farklı hedeflere sahipolsalar da, İslamcılarla birleşen Tuaregler, benim gözümde teröristler. İslamcılarla işbirliği yapan herkes, bence taröristtir.

Mali aslında -kuzeyde İslamcılar, güneyde Bambara- bölünmüş bir ülke değil mi?
Hayır, kesinlikle değil. Gerçi huzursuzluk hâlâ mevcut -1968, 1989 ve 1991- ama sonunda halk grupları birbirlerini yeniden bulup yakınlaştılar. Güneyde yaşayan çok sayıda Tuareg var ve dediğim gibi, ben uzun süre Kuzeyde yaşadım.

Herşey bu kadar uyumlu ise, neden durmadan ayaklanmalar oluyor?
Bunu yanıtlamayacağım. Mali dışından birilerine sorun. Ayaklanmacılar, dış ülkelerden gelen para ve silahlarla savaşıyorlar. Bu soruyu o ülkelere sormalısınız.

Temmuz (2013) seçimlerinden ne bekliyorsunuz? Kuzeydeki gergin ortam şartları altında seçim yapılabilir mi?
Gayet tabii yapılabilir. Seçim konusunda Mali'nin kuzeyi değil Bamako önemli. Umarım ülke, hakettiği Başkana kavuşur. O, Mali'nin milli çıkarları doğrultusunda düşünüp hareket etmeli.

Kim olursa olsun, seçilen Başkan'ı kabul edecek misiniz?
Evet. Dışarıdan kimsenin karışmadığı özgür ve adil seçimler istiyorum. Bunun mümkün olacağını düşünüyorum. Ben politikacı değilim. Siyasi bir makam elde etmek isteseydim, bunu darbenin ardından yapabilirdim. Subay olarak, bu ülkeyi korumak diye bir andım var. Mali'de ordu olmadan demokrasi olamaz.

Dünyada/Türkiye'de tarihe bakışın değişim nedenleri ve Devrim fikrinin yeniden doğuşu

Yeni bir dönem başlıyor ve bu dönemde, eski düşüncelerle yola devam etmek mümkün değil. Artık yeni şeyler söylemenin, geleceğe umutla bakmanın ve en önemlisi, Sol kökenli tartışma kültürünü yeni bileşenlerle zenginleştirerek yeniden kurmanın vakti.
Bu vesileyle burada bir dizi yazı yer alacak. Belki kısa aralıklı olmayacaklar ve araya başka kısa yazılar da girecek. Ama, Türkiye'de yaşanan son 25 yılı yeniden tartışıp yorumlamaya ve Türkiye'ye hakim olduğu halde çökme amareleri gösteren islami idarenin ardından kurulacak yeni Türkiye'yi konuşmak gerekiyor. Yaşananlar, dünyada yaşanmış ve yaşanacak olanların bir parçası. Bu nedenle dünyaya bakışın genişlediği ve olaylara çok daha geniş ve derin bir perspektiften bakmayı gerektirdiği günümüzde, buna uygun davranmak zorundayız.
İlk yazımız, uzunca bir süre insanlara ilham olan Devrim fikrinin nasıl ve neden terkedildiğini ve bu fikrin günümüz koşullarında nasıl yeniden doğmakta olduğunu ve sağlıklı bir gelişme sergileyebilmesi için onu nasıl tarif etmemiz gerektiğini konuşacağız. İslamcı idarenin üzerinde durduğu konjonktürü iyi anladıkça, ondan kurtulmak ve yeni Türkiye'yi kurmak da kolaylaşacaktır. 
İslamcı İktidarın üzerinde oturduğu ve pek ciddiye alınmamış bir konuyu da bu vesileyle incelemiş olacağız: "Resmi tarihin katli".
Olay, sadece Türkiye'de değil Dünya'da da yaşandığı (Fransa'da 1975'de başladığı) için, entelektüel anlamda her zaman Avrupa'dan doğrudan etkilenen Türkiye'nin, farkına varmadan bu konuda nasıl etkilendiğini ve Cumhuriyet'in kurucularına ve Atatürk'e karşı 1990'larda yükselen "Alternatif tarih" zihniyetinin aslında hangi temele dayandığını ve bu temelin başlangıçta hiç yabana atılmayacak bir şey olduğunun neden anlaşılmadığını anlatacağız...

(Yeni yazı hazırlık aşamasında)

Teolojik politikanın seküler politikaya meydan okuyuşu ve bir sonuç

Türkiye, son otuz yıldır, dinden tamamen ayrı düşünülen laik politikaya meydan okuyan, din referanslı bir politika türünün yükselişine şahit oldu.
Necmettin Erbakan ile marjinal bir hareket olarak siyaset sahnesine çıkan "Siyasallaşmış Teoloji", özellikle 1990'lı yıllarda sağlam bir yükseliş yaşadı. 2000'li yıllardaki iktidar döneminde, bu anlayışın fikirsel albenisi azalsa da, iktidar gücünü kullanarak bu durumunu gizlemeyi başardı. AKP İktidarı, ülkeyi ele geçirdiği ve devleti kendine göre yeniden tanzim ettiği de söylenebilecek teolojik politik anlayışın Türkiye'deki son ifadesi oldu. Türkiye'de yaşanan, bir tür "Siyasallaştırılmış Teologlar (İmam Hatipliler) devri"dir. Ama 2010'lu yılların, aynı zamanda siyasallaşmış teoloji (veya teolojik politika) anlayışının çöküş dönemi olduğu da görüldü. Siyasi teolojinin, "dinsiz" seküler politika ve politikacılardan daha temiz ve daha isabetli olduğu (çünkü Allah'la ilişkili, O'nun bir çeşit "ifadesi" olduğu vs.) efsanesi çöktü. AKP, ne sekülerlerden daha isabetli ne de daha temiz çıktı. Tam tersine... Bu yazıda "Teolojik Politika" diye de adlandıracağım sözkonusu siyaset ve düşünce tarzının seküler politikadan çok daha isabetsiz ve güvenilmez bir şey olduğunun anlaşılması bakımından AKP dönemi önemli bir rol oynamıştır. Artık bu siyasallaştırılmış teoloji devri sonrasına hazırlanmak, post-muhafazakar dönemin yeni Türkiye'sini konuşmak gerekiyor. Ama önce teolojik politikanın ne olduğunu anlamak gerek.
Teolojik politika, sadece İslam dinine özgü birşey değil. Ama 21'inci yüzyılda teolojik politikanın bir numaralı öznesi, kendini İslam dinine dayandıran İslamcılık türleriydi.
Türkiye'de son döneme "İslam'ın yükselişi" veya "İrtica'nın yükselişi" gibi (bakan kişiye göre değişen!) çeşitli adlar yakıştırıldı; ama konu sadece Türkiye ile sınırlı olmadığından, çok daha geniş bir perspektiften incelenmeyi hakediyor. Politikayı dini referanslara dayandıran anlayış, özellikle 1990'larda tüm dünyada yükselen değerdi -şimdi, etkisini yitirirken, cidden tartışılmak zorunda.
Türkiye, teolojik ve seküler referanslı politika türlerinin çatıştığı en önemli ülkelerden biridir. 
Teolojinin politik alana dönüşüne, nedeni hakkında asla cidden kafa yorulmadan karşı çıkıldı Türkiye'de -ama teoloji bu alana hanidir dönmüştü. 60 yıllık "Muhafazakar Partiler" devri, teolojinin politikaya kademeli olarak dönüşünün ve bugünün altyapısının hazırlandığı, muhafazakar partilerin oy için istismar ettikleri bir alandı ve haala öyle. Teolojik politikanın bugün geldiği aşama, hızlı bir dejenerasyondur.
16'ıncı, ama esasen 17'inci yüzyılda Avrupa'da Hristihanlık dinine dayandırılan (teolojik) politika türünü eleştirerek ortaya çıkan seküler politika da, 21'inci yüzyıl arefesinde belli bir sistemsel bozulma yaşadı. Teolojik politikanın bu alana dönüşüne, seküler politikanın bu dejenerasyonu zemin hazırlamıştır. Ve konu, "Müslümanlar çalıp çıpmaz" meselesinden çok ötedir.
Teolojik politikanın eksikleri yanında fazlalarını da göz önünde bulundurmak, seküler ve teolojik politika türlerinin ikisinden birini tamamen reddedip diğerini göklere çıkarmamak gerektiğinin önemini de açıklar. Bu kategorilerin her birinin kendi içlerindeki nüans farklarının önemli olduğunu da söylemeliyim.
Seküler politika, aldığı kararları, Hristiyanlık (veya Müslümanlık) dinine dayandırmak gibi bir düşünceye sahip olmayan, halkın kendi kendini yönetip kendi kendine kararlar alması gerektiği, (Demokrasi) temel düşüncesinden yola çıkar. Seküler siyaset, insanı bu konuda ergen/yetişkin sayar ve tanrısal otorite adına politika yapılmasına karşı çıkar -ki bunun somut bir nedeni vardır.
Teolojik politika, tanrısal/Tanrı'nın otoritesi adına -Onun iradesine uygun olarak- politika yaptığı iddiasındadır, ve bu nedenle kararlarına bir gerekçe göstermek zorunda "değildir". Bu (genellikle) "şaşmaz bir kişilik"te ifadesini bulan teolojik mantık, "tanrısal kişilik, Allah'ın gölgesi vs." olmak iddiasındaki "Hükümdar"ın mantığıdır. -Yani demokrasinin ruhuna tamamen aykırıdır.

Seküler politika ise, belirsiz "Tanrısal irade" yerine, somut nerenler arar.
Din ile teolojik politikayı, birbirinden ayrı şeyler olarak değerlendirmek zorundayız. (-Hayatın her alanını tanzim etmeye kalkan, teolojik politikaya yatkın İslam dinini ve Museviliği, özellikle demokratik politikanın dışında tutmalıyız...)
Din, "insanlara olan bir durum" ile ilgili kültürel/yerel bir şeydir, mesela gelecek korkusu (sığınma/korunma ihtiyacı), bütünü değerlendirebilecek bilgiden ve bakış açısı geliştirmekten yoksunluk (bütüncül bakış açısı eksikliği) ve bir toplumun kollektif bilinçaltı gibi durumlar, dindarlığı ve dozunu belirlemekte etkindir.
Teolojik politika, din referanslı olmasına rağmen bir akıl meselesidir ve buna bir yere kadar "Seküler akıl" da diyebilirsiniz.
Ama siyasallaşmış teoloji (veya teolojik politika), din gibi bir "durum"dan ziyade, bir "etkinlik"tir. Bu etkinlik, kendini ve yaptığı işlerin doğruluğunu, tartışılamayan bir otoriteye, Tanrı'ya/tanrısallığa dayandırır. Burada teolojik politikayı güçlü kılan şey, yaptıklarına bir gerekçe bulmadan keyfi davranabildiği halde, buna gelecek eleştirileri, "Tanrı'nın kitabına uygun" diyerek savuşturabilmesidir -tabii insanlar bu politika tarzına "inanmayı" sürdürdükleri sürece.
Seküler politika tarzı, elbette gökten zembille inmemiştir ve belli bir Tanrı anlayışından doğmuştur -bu doğaldır da, çünkü eski çağlarda tüm dünyada siyasi mantık, bir şekilde din/inanç referanslıydı.
İnsan, kendisi tarafından yaratılmadığına emin olduğu bir dünyada yaşadığının bilincine vardıktan sonra, içinde yaşadığı dünyaya bir bütün olarak bakıp onu anlayabilmek için bir tür bütüncül bakış açısı geliştirdi ve bu, dinin sunduğu bütüncül bakıştı. En ilkel şaman pratiklerinden teist dinlere ve Budizm gibi tanrısız dinlere kadar inancın yetişkinler üzerindeki ilk önemli etkisi budur. Doğru veya yanlış, din, dünyaya basit bir bütüncül bakış açısı sunar. Seküler anlayış, İnsana maddi boyutta, dinlerin tamamından daha geniş ve detaylı bir bütüncüllük sunarak, dinlerin bu konudaki tekelini kırmış görünmektedir. Ama seküler maddeciliğin büyük eksikliklerinin olduğu, insanın duygusal/sezgisel/hayal alanını kapsamadığı ve seküler politikaya can veren maddeci sistemin krize girmesi, dinlerin basit izahlarını yeniden gündeme getirmiştir.
Seküler politika anlayışı da, belli bir Tanrı tasavvurundan doğmuştur. Eski Yunan dinlerinde Tanrılar, Olimpos dağına çekilip, insanların kendi kendilerini yönetmelerine izin vermişlerdir. Ama Tanrılar insanların işine pek karışmasalar da oradadırlar, insanları gözetlemektedirler. Yunanlı filozofların yaptığı iş, "Tanrıların sırlarını keşfedip, insanların yararına kullanmak" mantığını kurmaktır. Eski Yunan Mitolojisi, bu anlayışı destekleyen çok sayıda olay içerir. Yunanlı filozofların bir gözleri işlerinde, bir gözleri de Olimpos dağındaydı. Tanrıların rızasıyla insanların kendi kendilerini yönetmeleri anlayışı, laik siyaset anlayışının da kökeni sayılır. (Buna rağmen, "herşeyi harekete geçiren" bir "hareketsiz ilk neden" vardı ve bu Tanrı'ydı, herşeyi Tanrı'nın başlattığı kabul ediliyordu)
Teolojik Politika'nın avantajı, evrene -kuşkulara mahal vermeyecek ve basit bir şekilde- bütüncül bakabilen bir özelliğe sahip olmasıdır. Bu bütüncüllük, bilginin oldukça düşük dozajda kullanıldığı eski çağlarda, insanların evrendeki yerlerini bilmeleri ve kendilerine o evrende bir yer/yön tayin edebilmeleri gibi önemli bir huzur kaynağı içeriyordu. Teolojik Politika, Tanrı-İnsan-Dünya arasındaki ilişkileri düzenleme iddiasındaydı. Fakat bu basitleştirilmiş bütüncül dünya algılamasının -günümüzün son derece karmaşık dünyasında- önemli sorunları var. Dğnyayı açıklayamıyor. Dünya'yı açıklamak çok zor. Ve bunu bir avantaja dönüştürüp, bir "kolaylık" sunuyor: Eski teolojik izahlar ve onları kabaca günümüze adapte etme denemesi! Tanrısal kökenden geldiğine inanan teolojik Politika, bu nedenle "tek" gerçek tanır ve kendini tek doğru kabul eder, yanındaki herhangi başka bir politika ile ve hatta benzerleriyle uzlaşması mümkün değildir -ve bu haliyle demokrasiyle doku uyuşmazlığına sahiptir, demokratik anlamda bir toplumsal barış kuramaz.
İnsanlar, eski çağlara göre çok daha bilgili ve kendi kendini yönetmek pratiğine bağlıdırlar. Teolojik Politika'nın, "Tanrının gölgesi" ve "Şaşmaz Hükümdar"ları ve onlara biat etmek zorundaki elitinin "şaşmaz" olmadıklarının alenen görülmesi, sadece bir zaman meselesidir. Eski (Hristiyan tipi) teolojik politikanın çöküş nedeni de bu olmuştur. Teolojik politikanın din ile arasında kategorik bir fark bulunduğunu ve seküler politikanın da eski Tanrı tasavvurlarından doğduğunu anlarsak, seküler politikanın (ruhsuz) boşluklarını doldurmak için Tanrı/kutsal tasavvurlarına yeniden bir göz gezdirebiliriz.
Yunanlıların "Dünya'dan elini eteğini çekmiş Olimpos Tanrıları" fikrinin, demokrasi ve seküler düşüncenin ortaya çıkmasında önemli rol oynadıklarını söyledik. Buradan, yeni bir soru sorabiliriz:
Dünyaya/devrana kolay izahlar sunan eski Teolojik Politikanın bu güçlü yanını Seküler Politikaya adapte etmek, ve bu yolla Seküler Politikanın boşluklarını doldurulup Seküler-Teolojik politika çatışmasını sonlandırmak mümkün mü?
Belki bu çatışma asla tam bitmeyecektir, -bitmemesi de iyidir. Çünkü tartışma, diri kalmayı sağlar, ama teolojik politikanın insan doğasına karşı yıkıcı etkisini, bir tür dengeleme girişimiyle önlemek daha kolay olabilir.
Soruyu tersinden de sorabiliriz elbette:
Seküler Politikanın Teolojik Politikaya adapte edilmesi ve bu yolla Teolojik Politikanın boşluklarının doldurulup Teolojik-Seküler tartışmasını sonlandırmak mümkün mü? 
Burada asıl mesele, (birbirinden nitel olarak farklı) bu iki politika türünden hangisinin öncelikli olduğudur. Yaşadığımız dünyada, onun karmaşıklığı ve oluşmuş ortak bilim-teknik dili ve ortak kavramlar adına öncelik Seküler Politikanındır. Ama seküler politikanın zayıf yanlarını teolojik politikaya has özelliklerle tamamlayarak, daha insani ve birleştirici yeni bir (nitel) politika türü/tarzı kurgulamak mümkün olabilir. İnsanlığın gelişmesi açısından, Teolojik yan, çok insanidir, çünkü insanlar hikayeleri severler, olağanüstülüklerden ve hayallerden hoşlanırlar. Burada sorunun aşılması yönündeki adımlardan biri de, Tanrı tasavvuru ile ilişkili.
Dünyadaki dinlere baktığımızda bugün üç temel Tanrı tasavvuru görüyoruz.
1. Dünyanın bir parçası olan, onunla birlikte varolan, dünyayı da içeren, ama ona karışmaz görünen Tanrı.
2. Dünyadan tamamen çekilip Göğe yerleşmiş, oradan bakan ve dünyada temsilcileri olan bir Tanrı. (Günümüzün Teolojik Politikası, daha çok bu fikre yakındır)
3. Herşeye girişmiş, heryerde ve herşeyde bulunan, insanları bilen ama onlara kendilerini yönetmeleri için özgürlük tanıyan, hatta insanların artık kendi kendilerini yönetmelerini isteyen Tanrı.
Günümüzün Teolojik Politikası, kendi teolojik konteksine/sembollerine uyduğu takdirde ahlakı ve temel insani değerleri bile takmayan (bu barbarlığı da, "Ama Tanrı'nın dini böyle diyor" lafıyla gerekçelendiren) bir yapıyı savunabildiği için, neden olduğu sosyo-psikolojik tahribatın sonuçlarını hesaplayamıyor, çünkü seküler bilimin, "ahlaklı olmanın yaşamsal önemi" konusundaki somut kanıtlarıyla ilgilenmiyor. Teolojik Politikanın yıkıcı yanı, hayatı değişmez dini dogmalardan ibaret sayması ve kutsal kitaplara dayandırdığı, kutsal kitapların türevi olan bir "Nakli Akıl" kullanmasıdır. Teolojik politika, "Nakli Akıl" basitliğinin ve kitlesel egoizminin kurbanı olarak, çok şey gibi, dinlerin de yıkılıp yenisinin kurulması olaylarını da asla anlamamaktadır.
Yukarıda saydığımız üç Tanrı tasavvurundan üçüncüsü, Seküler Anlayışın (teolojik özelliklerle) tamamlanması ve boşluklarının doldurulması açısından önemli bir örnek teşkil ediyor. Çünkü üçüncü tasavvur, bilime de adapte edilebilecek bir yana sahiptir ve bu yolla, seküler bir hayatın sürmekte olduğu dünyanın teolojik boşluklarını spiritüel anlamda doldurulabilmesini sağlayabilir, bunun için gerekli şartları sunabilir. Ama bütün bunlar, teolojik politika ile uzlaşılabileceği anlamına gelmez, çünkü teolojik politika kendisi ile eşit değerde herhangi bir başka politika türüne -gücü yettiği takdirde- asla hayat hakkı tanımaz. Tekrarlayalım: Teolojik politika, "tek ilahi/kutsal doğru"nun kendisi olduğu temel fikrine dayanır.
Seküler Politika, Türkiye'de "Hakimiyet Milletindir" anlayışının kristallenmiş ifadesidir.
Teolojik Politika ise, "Hakimiyet Allah'ındır" anlayışının Türkiye'deki versiyonudur.
Binbeşyüz yıllık Kur'an'ın binbeşyüz yıllık tarihi süreç gözönünde bulundurulmadan, aynen bugüne adapte edilmesi ve bunun "Allah'ın Hakimiyeti" sayılması fikri, aynı Zerdüştlüğün düşüşü gibi bir son yaşayabilir. Çünkü Tanrı'nın hakimiyeti bir tek kitaba da, bir tek dine de sığdırılamaz. Bu, Tanrı'yı küçültmek, aşağılamak anlamına gelir.
Teolojik Politika, Tanrı'dan ziyade O'nun adına ve prestijine ihtiyaç duyar. Tanrı somutsa, bunu yaşama yeniden adapte edebilmek, O'nu bilimle çelişmeyen şekilde hayat içinde yeniden tanımlamaktan geçer -ki teolojik politikanın asla yapamayacağı bir şeydir. Çünkü teolojik politika erbabı, Tanrı'yı da sadece ona özel bir yüce varlık sayar. Tanrı, sadece onun Tanrısı'dır, diğerlerinin değil. Teolojik politika, Dünyada neden farklı dinlerin/inançların olduğunu bile anlamaktan acizdir, zira kendisi dışındaki herkesin dinsiz olduğu fikrindedir. Teolojik Politika'nın etkisizleştirilmesi, onun Tanrı'nın adını ve prestijini kullanamaz hale getirilip etkisizleştirilmesi demektir ve bu da ancak, seküler alandaki spiritüel boşluğun bilinçli bir şekilde kapatılmasıyla mümkün olabilir.
Tabii bu iki politika türünün sentezlenmesinin, geleceğe doğru nasıl bir şekil alacağını en iyi Tanrı bilir!..