21 Aralık 2012 ve değişim-dönüşümün irrasyonel kalitesi hakkında




"Direniş kurtuluşu getirir. Pişmanlık kaybolur.
şeytanın ülkesini cezalandırmak için sarsılmak.
Üç yıl boyunca ödül ve zenginlikler."
Yi Ching (64.We Dsi, 4.Yang)


GİRİŞ

2008-2024 dönemindeki değişimin, bu dönemin sonrasına doğru nasıl etkiyebileceği hakkında tahminlerde bulunurken, bu kez, konunun irrasyonel yanında kısa bir gezinti yapmayı deneyeceğiz. Amaç, konu hakkında kısıtlı
(rasyonel) alanı mümkün olduğunca genişletmek.
21 Aralık 2012 tarihi, birçok nedenle, değişim/dönüşüm konusunda üzerinde durmaya değer bir sembol. Bu tarihte Maya takvimi sona eriyor.
(ve beşbin küsür yıllık yeni bir çevrim/dönem başlıyor)

DEĞİŞİM KİTABI 'Yİ CHİNG'

Eski Göçebe Geleneği'nden Çin kültürüne aktarılan ve M.Ö. 12'inci yüzyıldan itibar
en 9 yüzyıl boyunca Çini yöneten Cou Hanedanlığı tarafından resmi kitaplardan sayılan 'Değişim Kitabı'/易經 Yi Ching'in (veya Cou Yi) değişimi ifade eden işareti 'İ' (veya 'Yi') çok şey söyler. Bu işaretin asıl kökenini Çinliler bile bilmediğinden, biz yorumlara ve işaretin kendisine bakalım. 'İ' (Değişim) eski kaynaklarda, bir büyük nokta ve onun yılan gibi kıvrılabilen kuyruğu (ve birkaç küçük bacak) şeklinde gösterilir. Aynı işareti, yerleşik Çin uygarlığı sırasında ve öncesindeki engin Asya bozkırında rastlanan, kehanet (için kullanılan) kemikler üzerine çizilen halinden tanıyoruz. Bilim adamlarına bakılırsa, "Kaplumbağa kabuğundan geleceği okuyanlar"ın da bu işareti 'Değişim' anlamında kullandığını biliyoruz. (Tabii bu "Kaplumbağa" konusunun basit bir falcılık olayı olmadığını, bugün Yi Ching'de görüyoruz) 'Değişim' işareti, daha çok bir kertenkeleyi andırmaktadır.

DEĞİŞİM İŞARETİ "Yİ"

'İ' işareti zaman içinde değişerek bugün bir Çin (yazı) işareti/harfi haline gelmiştir. Bugünkü Çincede 'Değişim' işareti, (aşağıda da göreceğiniz üzere) bir baş, içinde gözü andırır bir çizgi ve bu başa eklenmiş dört kıvrık çizgi (kol/kanat/bacak/kuyruk?) şeklinde ifade ediliyor. Yi Ching kitabının tamamının 1973'te bir bütün metin halinde arkeolojik kazılarda bulunmasından sonra kitap hakkında -daha öncesinden- uzun zamandır en kapsamlı çalışmayı yapan ve kitabı Batı dillerine aktarılmasını sağlayan Hellmut Wilhelm, işareti bir kertenkele veya bir bukalemuna benzetmektedir. (Bkz. Hellmut Wilhelm, "Die Wandlung") -ki "zoolojik" rasyonel bir gözle bakınca başka da bir şeye de benzemiyor. Değişim geçirebilen, dış görünümünü değiştirebilen bir canlı/ruh, Değişim/dönüşümün sembolü olarak seçilmiş olmalıdır. Onbin yıllık bir kültür ve sözsüz uygarlığa ilham verebilen bir sembol sıradan bir hayvan şekli olabilir mi? Hellmut Wilhelm'in pek dikkat etmediği konu galiba şudur: Ne bozkırda ne de Çin'de bukalemun vardır! Kertenkele de kıvrak ama şekil değiştirmeyen, asla bir Ongon yani totem (hayvanı) bile olmamış bir canlıdır. Yani işin ardında biraz daha farklı/derin bir anlayış aramak hakkımız. Ayrıca onbin yıl boyunca -hem de spiritüel bir konuda- sembol olarak kullanılan bir işaretin sadece reel/rasyonel anlamının olamayacağı açıktır. Mutlaka daha yüksek bir anlamı olmalıdır. (En azından, Yakutların 'Ije Kil' dedikleri eş-ruh veya koruyucu hayvan-ruhu gibi birşey olması beklenebilir!) Hellmut Wilhelm'in Yi Ching ve değişim/dönüşüm hakkındaki kitapları elbette çok değerlidir ama irrasyonal konularda malesef eksik. (Eksikliğinin tek iyi yanı, konuyla ilgilenenlerin tarafsız bir bakış açısı geliştirtirmelerine yardımcı olabilmesidir -ki bu konuda övülmeyi hak ediyor)

DEĞİŞİMİN İKİ FARKLI TÜRÜ

Eski Göçebe Geleneği'nde 'Durmaksızın sürekli hareket ve değişim' ilkesi, değişmeyen tek ilkedir. (Tam da göçebe kökenli halkların ruhuna uygun bir zaman diliminden geçtiğimizi söyleyebiliriz her halde) Ve değişim/dönüşüm'ün iki temel türü vardır. Biz onları bugünün diline çevirirsek, en kabaca: birine Evrim, diğerine Devrim ditebiliriz. Burada 'Devrim' sözünü, son yarım yüzyıldır ortodoks Sol'un tecavüzüne uğraması nedeniyle yeniden tanımlamak zorundayız. Devrim, yeni anlaşıldığı modern ("Sol!..") anlamda sübjektif/öznel birşey sayılır. Yani birileri uğraşacaktır ki devrim olsun. "Kendiliğinden devrim olmaz!" Eski anlamda 'Devrim' -ki Yi Ching'de de böyle- "kendi kendine!" de olabilen bir şeydir (Adı: 'Gé' / 革'dir Yi Ching'in 49'uncu Heksagramında anlatılır). Biz buna 'Sıçramalarla değişim/dönüşüm' diyebiliriz (mesela 'Yaradılış' böyle bir değişim/dönüşüm türüdür denebilir). Aynı şekilde bir türün yok oluşu veya birden ortaya çıkışı da böyledir -günümüzde de görülen olaylardandır. Bazı türlerin soyu tükenmekte, tükendi denilenler/bilinenler de birden ortaya çıkabilmektedir. Veya ani bir olaylar dizisi sonucu bir türün mutasyona uğrayıp kökten değişmesi, doğaya uyum sağlamak üzere adeta başka bir varlık haline gelmesi de böyle bir sıçramalı değişim/dönüşüm türüdür.
Yi Ching'de 'Devrim' kavramını (sıçramalı dönüşümü) açıklayan 49'uncu işaret, bir 'Göl' işareti (Dui) ve bir 'Ateş' (Li) işaretinin kombinasyonudur. Göl dinginliği/neşeyi, ateş ise aklı/hareketi/ruhsallığı ifade eder (-elbette çok daha fazlası, ama şimdilik bu kadar). Burada ilginç olan, işaretin metafor olarak kullandıklarıdır: Bir hayvan postunun/kürkünün yıllar içinde geçirdiği değişimle anlatılır. İşaret, oradan devlete de bakar ve devlette köklü bir değişimi anlatma noktasına da gelir. Aslında işaretin yorumu ayrı bir yazı konusudur -şu kadarıyla yetinelim: 1973'te bulunan M.Ö. 168 yılından kalma Yi Ching metninden çevrildiği haliyle (-ki zaman içinde kitabın özü değişmemiştir, bazı yorum farkları vardır vs.) 'Devrim' (Gé) işareti, "Devletin/devletlerin/düzenin temelden değişimi, yıkılıp yeniden kurulması veya yeni bir devlet/devletler
sisteminin kuruluşu" anlamında da kullanılır ve hemen bir yorum eklenir: "Çok zorunda kalınmazsa (devrimden) kaçınılmalıdır." Fakat kitap, bir Kutadgubilig değildir, yani sadece devlet adamlarına öğüt vermek için yazılmamıştır -bir özgün kosmosun/anlayışın ifadesidir ve her konuda danışılabilecek bir bilgelik kitabıdır (Kaplumbağa kabuğuyla ifade edilen 9'lu bir sistemdir). Elbette zaman içinde Çinlileştirilmiştir.
Kitapta 'Devrim'i anlatan orjinal metin şöyle: "Denizde/gölde ateş: Devrimin işareti (tümden değişim, köklü değişim) / Asil ruhlu olan kişi, zaman hesabını böyle düzenler. / Zamanı netleştirir." İşaretin altı değişkeninin (yani değişimle ilgili kaliteleri anlatan altı aşaması), daha sonra değineceğimiz başka bir metafora atıfta bulunması bakımından önemli. Beşinci Yang işareti, tüm tarifin merkez değişkenidir ve burada "Kaplan gibi değişken" ifadesi kullanılır. Değişimin olacağı kesindir ve kaplanın kürkündeki çizgiler de çok belirgindir. Burada bir not düşülmüştür ve "Bunu (kitaba/danışmanlara) sormaya
bile gerek yok" denmiştir.
Bizim
Maya takvimine dönerek yeniden inceleyeceğimiz konulardan biri ise, bu kesin değişim işaretinin sonrasında, 49'uncu işaretin son değişkeniyle ilgilidir. Burada, asıl büyük değişim olduktan veya kararlaştırıldıktan sonraki ayrıntılardan bahsedilir. Yani asıl köklü değişimin ne olduğu (nasıl olacağı/yapılacağı) anlaşılmış, geriye o değişim ertesindeki detayları düşünmek kalmıştır. Yi Ching bu safhayı, bir Panterin (veya Amerika'daki adıyla Jaguarın) kürkündeki desenlerle ifade ediyor.

MAYA TAKVİMİNİN SON / İLK GÜNÜ

'Jaguarın Sözcüsü' ünvanına sahip Maya başrahibi Balam da, Maya takviminin son günü hakkında konuşurken, kesin bir değişimi, aynı tonda, hatta zaman zaman çok sertleştirerek anlatmaktadır.
Doğaya bakarak, eski kutsal metinlerde kullanılan 'Devrim' sözünü, sadece sosyal anlamda değil, biyolojik anlamda bile kullanabiliriz. Şimdi insanoğlu/insankızının böyle bir "kendiliğinden" devrim döneminin eşiğinde bulunulduğu söylenebilir. Biz buna kısaca: 'Bildiğimiz dünyanın sonu, henüz bilinmeyen (ama hızlı kursla mecburen öğrenilecek!) yeni dünyanın başlangıcı' diyoruz.

Değişim/dönüşüm konusunun daha çok irrasyonel sembolik/pratik yanlarına ve genel denklemine değinmeye çalışacağımız bu yazıda, konu önümüzdeki dönemde giderek önem kazanacağı için 21 Aralık 2012 tarihi üzerinde de durmalıyız. (Maya dilinde '4 Ahao 3 Kankin' veya 13.0.0.0.0.)
Maya takviminin son günü sayılan bu tarih, bir tür felaket tellallığı malzemesi olarak kullanıldığından, üzerinde durmakta fayda var. İlk ve en önemli konu, bu tarihin aynı zamanda bir başlangıç tarihi olmasıdır (yani '4 Ahao 8 Cumku' veya 0.0.0.0.0.). Maya'ların muazzam kültür ve uygarlığına baktığımızda sonun, aynı zamanda başlangıç olduğunu açıkça görüyoruz. Tabii burada ilk dikkat edilmesi gereken, bizzat bu sayılardır ve bu "Son!" hikayesinin nasıl/ne/neden/nereden çıktığıdır!
21 Aralık 2012 tarihi, Mayaların ifade ettiği tarihin bugün dünyanın neredeyse tamamında kullanılan Gregoryen takvimine göre tercüme ifadesidir. Aynı ifadeyle söyleyeceksek, Maya takviminin başlangıç tarihi M.Ö. 11 Ağustos 3114'dür ve bu iki tarih arasında da 1.872.000 Dünya günü bulunmaktadır.
Bu sayıları buraya almamızın nedeni, Mayaların düşünce dünyasına da kısaca değinmek ve gelecekte geçerli olması muhtemel çok önemli bir anlayışa dikkat çekmektir: Mayalar, bugün kullandığımız takvimden çok daha kesin ve doğru bir takvim sistemi geliştirmişlerdir -zaten o yüzden 2012 tarihi bugün bu kadar önemseniyor- ama Mayalar bu muazzam hesapları yaparken, bugün uygarlığın temeli sayılan ondalık sayıları kullanmamışlardır (yirmilik bir sistem kullenmışlardır). Bugün bazılarının (Bilim adamcıklarının) yüksekten atmalarına ve uygarlığı ('Sıfır' başta olmak üzere) on rakamla ilişkilendirmelerine rağmen, demek ki, en temel bazı matematik kurallarını bilmeden, matematiğin kralı kurulabiliyormuş! Bu çok önemlidir. Ve ileride de birçok konuda/alanda bu anlayış aynen geçerli olabilecektir.
Mayalar, ikibin yıl önce matematiksel 'Sıfır'ı da dahil edebilir gibi görünen bir sayı yazım sistemi ve matematik geliştirmiş görünüyorlar! Maya takvimi, birbirini çeviren iki dişli çark şeklinde işleyen bir kaba hesap sistemine sahiptir ve Bu dişli çarklardan biri 13 dişli, diğeri 20 dişli iki araçtır. Ve bu iki ayrı karakterdeki işaretlerin yanyana getirilmesiyle oluşturulan Maya takviminin 21 Aralık 2012'de sona eren 5127 yıllık süresi, her biri 144.000 günden oluşan 13 dönemden oluşmaktadır. (Ayrıntılar için Bkz.: Johan Calleman "The Mayan Calendar") Şimdi o 13'lük son dönemin de sonuna eriyoruz.

ZAMANIN "DÖNÜŞÜ"

Buradan işaret etmek istediğimiz konu, Modern Bilim'in akla seza/feza anlayış kıtlığıdır. 12 Aralık 2012 tarihi son değil, (Yi Ching'in anladığı anlamda) bir sıçrama/devrim tarihi gibi görünmektedir -ve birkaç yıllık bir süre zarfındaki köklü değişikliklere işaret ediyor olabilir.
Modern devirler öncesinin tarih/zaman anlayışı, dönüşümlü bir tarih anlayışıydı. Yani tarih, sürekli ileriye/sonsuza doğru uzanan bir çizgi olarak anlaşılmıyordu. Bu, hemen bütün kültürlerde böyleydi. Tarih bir noktada başlayıp bir noktada bitmiyordu. Eski tarih/zaman anlayışı daha çok bir spiral gibi hareket ediyordu. Yani bir noktada başlayıp dönerek o noktanın tam üstüne ama onun daha yükseğine denk gelen paralel başka bir noktaya ulaşıyordu (tıpkı bir vida gibi). Benzer süreçlerin uzun bir döngüyle tekrarlanıp bir sonraki yükseklik seviyesine erişmesi, temel fikirdi.
Bu anlayışın sona erdirilmesini Gottfried Wilhelm Leibnitz'e "borçluyuz!" (1646-1716).
O yaşarken kimsenin kulak asmadığı bir anlayıştı. Leibnitz, sınırsız -bir noktadan diğerine doğru "ilerleme" fikrinin babasıdır, (Marksist Sol da halasıdır!.. -pardon 'Amcası'dır!) Bu "ilerlemeci" anlayış daha sonra Darwinistler tarafından popüler hale getirilmiş, oradan da Marx'ın teorilerine girmiştir! (Bu önemli konuya döneceğiz)
Klasik anlamda değişim döngüsünün varış noktası bir sıçramaya işaret eder -bunun barizleştiği/anlaşılacağı bir durumdur. (Yani 21 Aralık 2012 sıradan bir tarih değildir)

SEMBOL TARİH 21 Aralık 2012'NİN OLASI REEL ANLAMI

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren konu, 13 dönem süren beşbin küsür yıllık sürenin son dönemin Mayalarca ne anlama geldiği sorusunun ötesinde, bunun bugünkü anlamı ve yorumudur. Elbette bu son dönem de kendi içinde dönemlere ayrılmaktadır ve bu takvimin uzmanı Johan Calleman'a göre bu tarih, dokuz basmaklı bir 'Gelişim/Dönüşüm Aşaması'nın sonu anlamına geliyor. Bu aşamadan sonra bir 'Bilinç sıçraması' bekleniyor. Calleman'ın bunu Mayalara dayanarak 9.9.9. sayılarıyla ifade ettiği ve Mayaların buna verdiği önemi göstermek üzere 9 dev basamaklı Maya piramitlerine atıfta bulunduğunu belirtelim. 21 Aralık 2012 tarihinin sadece bir bilinç sıçramasını sembolize etmekten öte anlamının olduğunu söyleyen, çok sayıda bilim adamı/kadını var -ve bunların bir bölümünü ciddiye almak zorundayız. Bu yorumculardan en rasyonel/bilimsel olanlarının başında, Güneş'deki patlamaların periyotlarıyla ilgili bir durum yaşanmakta olduğunu söyleyenler (NASA) ve o istikamette tahminlerde bulunanlar gelmektedir. Bu teoriyi 'Independent Day' adlı filmine esas alan rejisör Rolland Emmerich'in abartılı anlatımına bırakacak olursak dünyada büyük doğa olayları olacak ve yaşam önemli ölçüde dünyadan silinecektir! Bu kara/kötümser anlayış -filmdeki kaliyle- bir yana, NASA tarafından açıklandığı üzere büyük yer hareketleri ve afetler beklenmelidir
-bilim çevrelerinde uzun zamandır bilinen bir gerçektir. Ama bunların boyutlarının filmdeki afetlerin boyutunda olması elbette beklenmemelidir. Son zamanda birbiri ardına yaşanan çok büyük depremler de bu söze kulak asmamıza yetecek kadar fazladır. 2010 ve 2012 arasındaki dönem, gök hareketleri bakımından da dikkate değerdir.
Biz burada reel bir yaklaşımla Güneş'teki patlamaların, Dünya'daki manyetik alanları doğrudan etkilediği gerçeği üzerinde durabiliriz. Manyetik alanlar, düşünce denen şeyin işleyebilmesi de dahil olmak üzere, birçok hayati alanı doğrudan etkilemektedir. (Konunun, Asyalıların 'Ki' dediği yaşam enerjisiyle de ilişkili olduğu söylenebilir) Bilim adamlarının 21 Aralık 2012 tarihiyle ilgili en somut tahminleri, dünyadaki manyetik alanın bozulması, kayması veya radikal değişkenlikler göstermesi olasılığıdır -ki bunun akla getirdiği ilk yansıması, mesela dünyada elektriklerin kesilmesidir!.. Diğer olasılık, doğal afetlerin şiddetlenmesi ve sıklaşmasıdır. (Bir zamanlar elektrikler gidip gelmeyince günlerce gaz lambası ışığında ev ödevi yapmış bir çocuk olarak, bu olayı selamlayabilirim mesela!.. Ama günümüzde elektriklerin bir haftalığına kesilmesi, mesela ABD'nin sonu demek olabilir. Daha uzun süreli elektrik kesintilerinden bahsetmiyoruz bile! Malumunuz, artık elektrik sadece "Ampül"leri çalıştırmıyor. Tüm bilgisayar sistemlerini ve internet elektrikle çalışıyor! Bu "malum?!" gerçekleri hatırlamakta fayda var.)

HİÇ BİLİNMEYEN'E HAZIR OLMAK

Konunun fiziksel boyutunu incelemiş (ama "dikkatli" okumamız gereken!) bir bilimci var.
Biyo-Fizik uzmanı Dieter Broers, 21 Aralık 2012 tarihi ile sembolize ettiğimiz sıçrama (değişim/dönüşüm) hakkında, dünyanın her yerindeki araştırmalara atıfta bulunarak, dünyada bazı değişimlerin giderek hızlandığının saptandığını söylüyor. (Bkz. "(R)evolution 2012" Münih 2009) Bu araştırmaların merkezinde, Güneş'deki değişimlerle/hareketler var. Broers, Güneş yüzündeki değişimlerin, yeryüzündeki manyetik alanları doğrudan etkilediğini, manyetik alanların hayat dediğimiz şeyle ilgili olduğunu ve bu nedenle Güneş'deki değişimlerin insanın varlığı/kaderi ile doğrudan ilgili olduğunu düşünüyor. (Bu abartılı elbette!) Fakat göçmen kuşların yönlerini bulmalarından tutun da birçok konuda manyetik alanların önemli/etkin oldukları malum. Bu bozulmalar bir zamandır zaten dikkat çekmeye başlamışlardı. Göçmen hayvanların göç alışkanlıklarının değişmesi veya arıların kaybolması gibi olaylar bunlara örnek sayılabilir. Broers, bu olayların Güneş aktiviteleriyle ilişkisinin genel kabul gördüğünden/saptandığından söz ediyor (-ki üfleyerek yememiz gereken bir "gerçek").
Bu garip etkiler artıyor ve 2012'de en üst seviyesine çıkmış olacak. Fakat bu etkiler sadece kötü mü? Elbette değil. Yazar da o kötümserliği içinde bu
(iyi yanı) "istemeyerek" de olsa kabul ediyor. NASA'nın hesaplarına göre 2012'de birçok doğal dengenin bu etkiler sonucu bozulacağını düşündüğünü söylüyor (Nerede?!) ve bunun sonucunun büyük boyutta doğal felaketler olacağı üzerinde duruyor. (Tabii birden o gün afetlerin olacağı düşünülmemeli. Afetler, asıl bu tarihten sonra -etkinin bir yansıması olarak- DA ortaya çıkabilirler -veya bugün tahmin edilmeyen bambaşka şeyler de olabilir. Mutlaka afet olacak diye birşey yok!) Bu arkadaş bu aşamada bir "Final çöküş"den bahsediyor. (S.13)
Fakat kitabında da belirttiği gibi bu bir 'Kıyamet' (Apokalypse/apocalypse) DEĞİL, Fundamental/köklü/kökten bir transformasyon (değişim/dönüşüm).
Tıp konusundaki araştırmalardan, belli manyetik alanların insanların beyin/düşünce hareketlerini çeşitli şekillerde etkilediklerini biliyoruz
(Mesela Alfa dalgaları vd.). Bu alanların etkisi bazılarında depresyon ve kalp bozukluklarına yol açarken, bazılarında mesela yaratıcılık ve spiritüel/telepatik özellikleri güçlendiriyor. BU YAZININ ANAFİKRİ, BU YENİ KOZMİK ETKİLERİ YENİ YÜKSEK ÖZELLİKLERE ÇEVİRMEK ÇABASI DİYE ÖZETLENEBİLİR. Bu mesela, ani ısı değişikliği sonucu değişim gösteren ve eskisinden daha mükemmel hale gelip hayatta kalan canlıların geçirdikleri değişimin -MENTAL ANLAMDA DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN- mantığı ile ilgilidir. En kötü durumu bile iyiye dönüştürme mantığıdır/mantalitesidir. Doğrudan insani/yüksek değerlerle ilişklidir ve onların geniş bir alanda (yönetimsel anlamda da) uygulanıp birlikte/mobil hareketlilikle durumu en iyiye çevirmekle ilgilidir. (Bu yeni mantalite hakkında elbette daha çok konuşacağız) Bu yeni etkiden olumlu anlamda yararlanmayı, fırtınada kanat çırpmadan süzülerek uçan bir kuşun hareketine de benzetebiliriz. Kanat çırparsa, konarsa, fırtına tarafından uçurulur. En iyisi biryere bağlanmadan rüzgarla birlikte süzülmek ve o müthiş uçuşa hazırlanmaktır. (Hazırlanmanın bir zararı olmaz -tam tersine öyle veya böyle mutlaka faydası olacaktır.)
Burada döne döne söylememiz gereken belki de en önemli konu: Burada kullandığımız dil de dahil olmak üzere, sadece bir tür "tercüme" olarak anlaşılmak zorunluluğudur. Çünkü olacakların/olabileceklerin "entelektüel" anlamda açıklanabilir olMAdıkları açıktır!.. Karşımızda, şimdiye dek
(muhtemelen son beşbin küsür yıldır) hiç bilmediğimiz, ve yeni öğreneceğimiz, yepyeni bir kalite söz konusu. Bu nedenle bu topraklara/Anadolu'ya, tarihten gelen güçlü yandan ve BİLİNMEZ'e karşı en etkili mantaliteden yararlanacağız: SAVAŞÇI DURUŞU'ndan.


"TANRI'NIN GÖRKEMİNİN ŞARKISINI SÖYLEYENLER"

Mayalar, Romalılar 'Sıfır' sayısını Araplardan öğrenmeden binlerce yıl önce Ay ve Güneş tutulmalarını gününe saatine kadar kesin hesaplayabiliyorlardı. Ve büyük Maya rahibi 'Jaguarın sözcüsü Balam', 21 Aralık 2012 dönemi için yaptığı kehanetlerinde "Yabancı, sonradan görme büyük silahlı adamlar olacak" diyor. "Halkların başı olan gerçek adamların boğazı yanacak,
kan kusuncaklar. Bu, Katun'un külfeti." (Balam "Katun" diyerek, 7200 günlük sürecin -yani 4 Ahau'nun- sonuna, 21 Aralık 2012 dönemine işaret ediyor) 'Jaguarın sözcüsü' burada, yiyeceklerin tükenmesi ve yeraltı kaynakların tükenmesi gibi ilginç konulardan da bahsediyor. (Kehanetlerin tamamı için Bkz.: Jens Rohark & Mario Krygier "Don Eric und die Maya") O gün, 28.500 yılda bir olan bir gök olayının gerçekleşeceği ise bilinen bir şey. (Bu durum, Güneş'in Samanyolu'nun merkezinden geçeceği gibi bir bilgi)
Burada daha ilginç olan, bu hesaplamaların ilhamı...
Jaguarın sözcüsü ünvanına sahip Balam'ın kehanetlerinin temelinde, Mayaların uygarlıklarının kökeni bulunmakta:
Quetzalcoatl
Modern "Bilim dünyası"nda bu ad, "Tüylü Yılan" diye çevriliyor ve Mayaların Tanrısı diye tanımlanıyor genellikle. Mayalara uygarlığı öğreten kutsal varlığın adı.
Quetzalcoatl, sadece Mayaların değil, Tolteklerin ve Azteklerin de kutsadıkları yüce varlığın adıdır. Ama Quetzalcoatl nedir? Tüylü, kanatlı bir varlık olarak anlatılıyor. Onun hakkında anlatılanların ayrıntılarından yola çıkarak şu söylenebilir: Quetzalcoatl'ın tanımlanması/tasfirine bakarak, tek Tanrılı dinlerin yüce Meleklerine benzediği söylenebilir. Esasen Cherubim'lere (kısmen de Serafim'lere) benzemektedir.
Quetzalcoatl, sadece yılana benzer vücutlu ve kanatlı bir varlık şeklinde değil, beyaz tenli sakallı bir insan olarak da tasfir ediliyordu
(Kızılderililerin Beyaz işgalcileri önce kutsal adamlar sanmaları da bu nedenledir). Tek Tanrılı dinler geleneğinde (Eski Ahit'te) Cherubim'ler Cennet'in bekçileridir, en yüce Meleklerdir. İstedikleri zaman bedenlerini değiştirip hayvana/yılana benzer şekiller de alabildikleri bilinir. Hristiyan ve İslam geleneğinde dört veya altı kanatlı olarak tasfir edilirler.
Sıçramalı değişimi sembolize eden tarihin, bu anlamda kutsal/yüce bir değişim/dönüşümü ve hareketi işaret ettiği söylenebilir. Çünkü hem Yi Ching'de, hem öncesinin Eski Göçebe Geleneği'nde, hem Maya kutsiyetinde, hem de Tek Tanrılı Dinler geleneğinde, kutsiyete sahip bu tür 'değişim faktörü' benzeşen bir şekilde anlatılmakta, açıklanmaktadır -semboller benzeşmektedir.
(Tabii bu anlatımların -mesela Yi Ching'de, belli bir tarih üzerinde durmadıkları açıktır. Çünkü bu kitaplar öz olarak/aslen -Yi Ching böyle- sonsuzdurlar, yani belli bir tarihte başlayıp son bulmazlar.)
Tektanrılı dinler açısından devam edelim. Cherubim'ler Tanrı'nın Ahit Sandığı'nı da korurlar. Bu melekler, Serafim'lerin özelliklerine de sahiptirler. Serafim'ler (Yananlar) düşünsel/ruhsal gücü de temsil ederler ve Tanrı'nın Gücü ile ilgili Meleklerdir.
"Tanrının görkeminin şarkısını söylerler" (Yesaya 6,3).
6. Yüzyılda, kendini "Ariopagite" diye adlandıran Hristiyan tasavvufçu, Cherubim ve Serafim'leri, "Tanrının hemen yanındaki Melekler" diye tanımlar. Etopya kökenli Henoch kitabında da Cebrail'in Cherubim ve Serafim Meleklerinin Başı olduğu söylenir. Burada adlarını bildiğimiz Melekler; (Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail) İnsanlarla temasa geçebilenler diye anılırlar ve muhtemelen bu kontkste tanımlanan görevleri bakımından Başmelektirler.

SONUÇ SÖZÜ

Tekrarlayalım: İrrasyonel (ve rasyonel) veriler, dünyanın ve insanlığın çok özel/yeni bir tecrübenin eşiğinde olduklarını gösteriyor. Burada kesin olan tek şey, bu yeni tecrübenin, modern dünyanın (kısmen yeni sayılabilecek) rasyonel/bilimsel/kilimsel anlayışına ve yorumlama tarzına göre tamamen yeni bir kalite arzetmesi ihtimalidir. Burada insanların -burunları sürterek de olsa- öğrenecekleri en önemli şey, modern (materyalist, rasyonel, bilimsel vs.) bakış açısının tamamen yetersiz olduğunu anlamaları olabilir. Bilimin "herşeyi bilir" efsanesi çökebilir ve daha önce küçümsenen bir çok alanın/yöntemin çok daha güvenilir sonuçlar verebildiği anlaşılabilir.
Bu "bilinmeyen!" olaylar/değişiklikler sırasında güvenilebilecek en sağlam zemin, 'İnsan Olmak' zeminidir. Bunun anlamı, insanı insan yapan yüksek değerlere, mental/spiritüel/mistik/inançsal özelliklere, iyiliğe, güzelliğe, özgür ruha (dinsel şekilcilikler ötesinde) sıkı sıkıya sarılmaktır.

Eşitler toplumu ve mutluluğun sosyolojik alt yapısı hakkında






M
utluluk, her daim inceleyebileceğimiz konulardan biri. Tek tek insanların mutluluğundan da öte, toplumların böyle bir 'Mutluluk' sosyolojisi temeli üzerinde yeniden inşa edilmeleri veya bu istikamete değiştirilmeleri, -kuşkusuz- düşünmeye değer bir konudur. Maddi (ve parasal) bakımdan ölçülemeyen 'Mutluluk' gibi faktörler, uzun zamandan beri klasik sosyolojinin dışında tutulmaktaydı. Kapitalizmin ruhsuz soğuk doğası, işin içine böyle faktörlerin karıştırılmasına pek cevaz vermiyordu. Ama zaman kalitesi, insanların bu saçmalıkları aşmalarına yardımcı oluyor ve artık daha insani/insancıl olmak mümkün. İnsanların iyiliğini ilgilendiren samimi sorular, kulağa saçma da gelse konuşulmak zorundalar. (Ayrınca kulağa hiç de saçma gelmiyorlar artık)
Burada soracağımız ve kısaca yanıtlamaya çalışacağımız temel soru, toplumların mutluluğunun ilk şartının ne olabileceğidir.

Kapitalizmin "ileri" sayıp, insanlara dayattığı "Ekonomi/para odaklı hayat biçimi"nde, insanların
daha iyi yaşayabilmeleri için kışkırtıcı bir dürtüye sahip olmaları gerektiği varsayılır. Bu dürtü, daha çok para kazanmak ve/veya zengin olmak dürtüsüdür. Zenginlik için sürekli daha çok çalışmak ve daha çok üretmek dürtüsüdür. Toplumların daha iyi yaşaması ve nihayet mutluluğu da bu dürtüye bağlanır. Kapitalist yaşam biçiminin ana fikri sayılan bu temel teori doğru mudur? Bu sorunun şimdiye dek cidden sorulduğu bile şüpheli. Soru -başta sosyalistler tarafından olmak üzere- elbette farklı açılardan sorulmuştur, ama 'Mutluluk' gibi "önemsiz" bir soruyla/sorunla kimse meşgul olmamıştır. Soru sorulmuştur, ama mesela şöyle değil: Toplumların mutluluğu ile refahı ilintili olmakla birlikte, kapitalist toplumların refahı ile toplumsal mutluluk arasındaki bağ ne alemdedir? Veya: Toplumsal eşitsizlik üreten ve eşitsizliği toplumların motoru sayan (kapitalist) bir anlayış, toplumsal mutluluğu ne dereceye kadar garantileyebilir?
Yakın zamana kadar, bu ve benzeri konularla ilgilenenler, benzeri sorular soranlar, kafadan Solcu sayılıp ciddiye alınmazlardı. Ama gerçekleri açıklamak için mutlaka Sol literatürü kullanmak gerekmiyor. Çünkü gerçek, kimsenin tekelinde değil.
Richard Wilkinson ve Kate Pickett adlı iki araştırmacının "The Spirit Level" başlıklı yeni kitabı, Sol ötesi bu anlayışın yeni örneği. Hiç öyle Marx'a Murks'a falan girmeden, Solculuk attırmadan, çok önemli bir gerçeği belgeleyip kanıtlıyorlar:
Toplumlardaki yüksek depresyon oranı, şiddet ve kriminal suçlara yatkınlık oranının artışı, o ülkedeki eşitsizliğin derinliğiyle ilgilidir (yani doğru orantılıdır). Eşitisizlik ne kadar derinse, toplumdaki mutsuzluk/depresyon/suç oranı da o oranda fazladır. İki yazar bu konuyu, gelişmiş kapitalist ülkelerde incelemişler ve en büyük eşitsizliklerin yaşandığı ABD'deki yüksek mutsuzluk oranının nedenine çok detaylı bir şekilde değinmişler. (Eşitsizlik, İsveç'te ABD'deki kadar hiç değil mesela) Kitaptan burada özellikle bahsetmemiz gerekiyor, çünkü kıyıda atılı bekleyen diğer benzerlerinden biri olmayacak. Kitap şimdiden ilgili herkesin dikkat çekmiş bulunuyor. Hakkında iyi yazılar yazıldı. The Times gazetesinde John Carey kitabı, "Malum siyasi düşünce tarzını değiştirebilecek kadar büyük bir fikre sahip" diye niteliyor. Kitabın, dünyadaki siyasi düşünce tarzını değiştirebilecek fikri ne: İnsanların eşit oldukları, eşit şansa sahip oldukları toplumlarda çok daha mutlu oldukları ve daha az depresyon yaşayıp daha az suç işledikleri gerçeği. Bunu bilimsel yoldan kanıtlıyor. Bu yeniliğin yerlebir ettiği en önemli konu, kapitalizmin temel önermesi, yani "Eşitsizlik iyidir" fikridir. (Bilindiği gibi 'demokrasi' bile, eşitsiz olanların siyasi/ekonomik çıkarlarının tartışa/didişe tatlıya bağlanması rejimidir. Bu konuyu bile sallayabilen bir fikir!)

O halde malum gerçeği yüksek sesle tekrarlayabiliriz: Aşırı zenginlik, tıpkı aşırı fakirlik gibi kötüdür ve toplumu zehirlemektedir. (En iyisi, insanlar arasındaki zenginlik/fakirlik farkının mümkün olduğunca küçük olmasıdır.)
Burada dikkat çekmemiz gereken konu, (kapitalist anlamda) aşırı zenginliğin, zengin olanları da vurduğudur. Birçoklarının sandığı gibi, "Onu fakirler düşünsün" gibi bir "zengin" durum sözkonusu değildir. Zengin ile fakir arasındaki mesafe, fakirin o mesafeyi alabileceğini düşündüğü orandaysa -ancak o şartlar altında- kabul edilebilir bir zenginliktir. Tarihte de esasen böyle olmuştur. Bugünün sanal para zenginleri, iklimleri çökertecek kadar ölçüsüz lüks tüketicileri ile; günde bir doları bile bulamayan dünya nüfusunun yarısı arasındaki eşitsizlik -tarihte benzersizdir. Bunun sürdürülmesi ne mümkündür ne de adildir. Yani kesinlikle sona erecektir. Ama devasa eşitsizlik üzerine kurulu bir zenginliğin zengine ne zararı var? İşte bunu konuşmak gerekiyor.
Büyük eşitsizlikler toplumları adeta hasta ediyor. Kitapta da bu konuda OECD raporları ve istatistiklerinden tutun da (çeşitli ülkelerden) sayısız örnek var. Ama biz kısaca kendi örneklerimize bakalım. O çok zenginler, kendilerini korunaklı duvarların/sitelerin içine hapsetmek zorunda kalıyorlar. Hatta ciplerine hapsediyorlar. Mehmet Bekaroğlu'nun deyimiyle, otobüs durağında çocuğuyla bekleyen eski pardösülü başörtülü kadının önünden geçen kara cip, kadını ve çocuğunu ıslatıyor. Cipin içinde türbanlı bir kadın oturuyor. İşte o kadın, kendine karşı gittikçe büyüyen öfkenin farkında. Cipinden inmiyor. Belki o cipler ve korumalı siteler henüz "Güvenli Sığınak" duygusu veriyorlar ona, ama bu insanlar, sosyal çevrelerinin eskisi gibi normal işlemediğini hemen anlamıyorlar. Bunu anlamaları için biraz zaman gerekiyor. Artık sevilmediklerini, sahte sevgi gösterilerine maruz kaldıklarını, o sığınakların dışındakilerle sahici dostluklarının bittiğini anlamıyorlar. Anladıklarında; gelsin depresyon, gelsin stres, gelsin gelecek korkusu. Zenginlik, insanı korkudan kurtarmıyor. Zenginler, statülerini kaybetme ve diğerleriyle yarışta geride kalma korkusuyla yaşıyorlar. Eşitsizliklerin hızla büyüdüğü günümüzde zenginlerin kendilerini "güvenli" hissetmemeleri bir yana, -önce sevgisizlik ve mutsuzluk diye çok önemli bir sorunları var -ki hayati önemini bu yazıda anlatmayı deneyeceğiz.

İnsanların ruh hallerinin, yani mutlu veya mutsuz olmalarının ne kadar önemli olduğu pek konuşulmadı. İnsanların sürekli mutsuz olmalarının ve mutsuzluklarına neden olan koşulların üretildiği bir atmosferde yaşamalarının (sevgisizlik atmosferinin) ne kadar korkunç bir şey olduğunu herkese iyi anlatmak zorundayız. Mutlu olmak, insan hayatının birinci amacıdır. (Bunu hep hatırlamakta fayda var) Bugünün dünyasında, "Mutluluğu için mücadele etmek" diye (hayvani) bir terim var mesela! Niye?!.. Mücadelesiz olmuyor mu?!.. Mutluluk, her insanın en temel hakkı olmalıdır ve toplum da insanın mutluluğa en kolay ulaşabileceği formatta kurgulanmalıdır. İnsanlar, içine doğdukları ortamda, mutlu olmanın tüm ön koşullarını otomatikman bulmalılardır ve insanlara YENİDEN kalıcı/düzenli olarak mutlu olmanın yolları yöntemleri öğretilmelidir.
Bu mümkün olabilir mi? -Elbette!..
O hedefe doğru adım adım ilerlerken, birçok konuyu da açıklığa kavuşturmak zorundayız. Bu konulardan ilki '
(Kapitalist topluma özgü) Modern Birey'dir. (ve aslen bu yazının konusu değildir)

Mutluluk, modern toplumlardaki gibi -doğrudan- tek tek Modern Bireylerin özgürlüğü ile ilgili birşey ise, bunu sosyalleştirmek pek mümkün olamıyor.
(Çünkü her biri, "paranın sağladığı özgürlüğün" yalnızlığında yaşıyorlar. Birbirinden kopuk moleküller halindeler) Modern Bireylerin mutluluğunun toplamından oluşan bir sosyal/toplumsal mutluluk temeli kurmak kolay değildir. Çünkü modern anlamda toplumsal mutluluk, kişisel önceliklerin ve isteklerin gerçekleştirilmesi temelinde tarif edilen bir kavramdır.
Modern Birey temelinde başvurabileceğimiz 'Mutluluk' anlayışını, toplumun tamamına maledemiyoruz, ortak bir yörüngeye oturtamıyoruz. Çünkü bu temelde; birinin mutluluğu diğerinin mutsuzluğu demek olabiliyor. 'Sahip Olmak' odaklı modern şertlı mutluluk anlayışının yerine 'Olmak' odaklı mutluluk anlayışını geçirmek işleminde, temel kavram elbette 'Eşitlik'tir. Yukarıda sözünü ettiğimiz araştırmacıların saptamaları, bu açıdan önemli elbette.
(Hem de ideolojiler ötesinden bir saptamadır. Bu açıdan, daha da önemli olmaktadır)
Mutluluk öğrenilebilir mi? Bu soruya yüksek sesle 'Evet' diyoruz.
Fakat mutluluğun bir çevrede kalıcı olabilmesi, yaşayabilmesi -hele bugünün didişmece/koşturmaca atmosferinde- oldukça zordur.
Ama mutluluk atmosferini kurmak imkansız değil... İmkanlı... (E o halde imkanlandıralım!..)
Bir vakit çiçek çocuklarının devamı arasında çok moda olan, sonra terkedilen ve modern esoterik batınlık sayılıp köşeye kaldırılan bir konu vardı: Olumlu düşün!.. (ve bunun türevleri). Türkiye'de kısaca "Polyannacılık" diye küçümsenen bu 'iyi hal'in insanları iyileştirmeye bile kaadir olduğunu söyleyenlere gülünürdü (İyileşmesi mümkün olmayan hastalıkları bile iyileştirebildiğine ben bizzat şahidim!). Tabii böyle "hoşluklar", Tıp ilminin
"ciddiyet"ine pek yaklaştırılmazdı, onun dışında tutulurdu. Aynı şekilde bazı hastalıkların bir türlü çaresi bulunamaz, heryeri sapasağlam insanların neden biryerlerinin ağrıyıp durduğu anlaşılamazdı... -şimdi anlaşılıyor.
Olumlu ve olumsuz düşüncelerin gücü kanıtlandı. ("Bilimsel bakımdan kanıtlanmaktan" bahsediyoruz... Burada özellikle dikkat çekmek istediğimiz konu şudur: "Bilimsellik", bu blogu pek de ilgilendirmemekte, hiç de germemektedir!.. "Modern bilim" modern çağın en yaygın inanç biçimi olduğu için, anlattığımız konuların "bilim"e uygunluğu konusuyla da ilgileniyoruz -o kadar!) Olumlu ve olumsuz düşüncelerin gücü hakkında bir örnek vermek istiyoruz:


1930'lu yıllarda Hindistan'da, bir ölüm mahkumunun üzerinde bir deney yapılmasına izin çıkıyor. Adama, eğer kanının yavaş yavaş akmasına izin verirse, acısız ölebileceği söyleniyor. Adam deneye izin veriyor. Gözlerini bağlıyorlar ve yatırıyorlar. El ve ayaklarını metal bir cisimle sertçe çiziyorlar. Ama kan a
kmayacak kadar! Adama kanının aktığını sanması için su damlaması sesi dinletiliyor ve bu arada Hint ilahileri dinletiliyor. Adam, kanının yavaş yavaş bedeninden akıp gittiğini sanıyor. Ve bir damla kan kaybetmediği ve tamamen sağlıklı olduğu halde ölüyor! (Örneği anlatan: Werner Bartens)

Mutluluk ve iyimserlik, insan hayatında, şimdiye kadar tahmin edildiğinden çok daha önemli bir rol oynuyor. Hatta insanın sağlıklı ve kaliteli uzun bir hayat sürebilmesi bu faktöre bağlı. (Arada-sırada da olsa "kavga etmeyi" hayatın tuzu-biberi sayanların dikkatine sunulur: Hani o "Ağzına geleni söyleyip güya içini boşaltmak -içine atmamak" gibi saçmalıklar var ya! İşte onlar insanı zehirliyor. İnsanın bağışıklık sistemini etkiliyor, bozuyor.)
Günlük hayatında vesveseye kapılıp duranlar, kendini sürekli ezik ve haksızlığa uğramış hissedenler (mağduriyet psikolojisi), tehlikeli yaşıyorlar! Onların bu durumdan kurtulmalarını sağlamak sosyal ve psikolojik anlamda herkesin sorunudur, çünkü dar alanda kısa mutluluklar diye birşey yoktur. Mutluluk, toplumun tamamına nüfuz ederse kalıcı ve derin olabilir.
İnsan kendini nasıl hissediyorsa, beden de ona uygun olarak hastalıklara daha açık veya daha kapalı hale geliyor. Öfke ve nefret, en zararlı duygular. Sevinç ve mutluluk en iyi olanları. (Burada 'iyi' sözünü, aynı zamanda 'olumlu' anlamında kullanıyoruz) Bunlar artık sadece iyimser laflar değil, soğuk bilimsel gerçekler!.. Mesela, Alzheimer hastalarının sürekli bilimsel/tıbbi bakım altında olmaları, onlara hasta olduklarını sürekli hatırlatab bir atmosfer, hastalıklarının daha çabuk ilerlemesini sağlıyormuş. Yeşil ve sakin ortamlar, güleryüz, sevinç ve umut, hastalığı mümkün olduğunca hatırlatmayacak tavırlar ve dostça davranış biçimleri, hastaların çok daha çabuk iyileşmelerini sağlıyormuş. Deneylere göre mesela her akşam bir öpücük ve güleryüzlü selamlaşmaya "maruz" kalan deneklerin kan basıncı 2.5 birim düşüyormuş!.. Düzenli olarak: Bir değil iki öpücük, (-hadi o sayıyı yirmiikiye kadar çıkalım!) ayrıca iltifatlar ve ekstra sarılmalar falan, kimbilir kaç birim düşürüyordur!.. (Bak bu "bilimsel" değil -ama insana iyi geldiği kanıtlanmış "cilimsel" ve de "dilimsel" bir gerçek!..) Burada daha önce, iyiliğin rafine edilmesinden bahsetmiştik. Konumuzla doğrudan ilgili olduğu anlaşılacaktır. (Bunları -çocukça bulanlar falan da olabilir tabii, onlara iyi "kara" dünyalar diliyoruz!..)
Dünyanın geleceği, iyiliğin rafine edildiği, çocuklara da küçüklüklerinden itibaren bunun öğretildiği mutlu ve güzel bir dünya olacaktır/olmalıdır
. İyi duyguların yoğunlaştırılması, bazılarına "naif" hatta "zayıflık" gibi gelebilir... (Evet bir tür zayıflıktır!.. Ama güçlü yanı, tüm güçlülerin tozunu atabilecek kalitededir!.. Bunu ayrıca konuşmalıyız).
Son araştırmalara ve dostlardan öğrendiklerimize göre, Mutluluk bir alışkanlık meselesidir. -bu çok önemli.
İyiliği rafine eden, iyiliğe ve olumlu yaklaşıma sadık kalan bir anlayış, bunu 'anlam' ile birleştirerek beyninin gelişiminin yönünü de belirlemektedir böylece. Bu, duyguların fiziki sonuçları ile ilgili kanıtlanmış bir gerçektir. Şöyle: Mutluluğa alışmanın sonucunu, bir bisiklet sürücüsü örneğiyle anlatabiliriz her halde... Düzenli olarak bisiklete binenlerin bacak kasları nasıl gelişirse, birbirini özellikle (bilinçli bir şekilde) hoş tutanların da mutluluk kasları gelişir!.. Bunun birinci anlamı, insanın -belli bir süre sonra- hayattan otomatikman daha fazla zevk almasıdır. Ve bunun için -mesela- dünyayı fellik fellik gezip mutluluğu aramaya falan da gerek kalmaz. (Hindistan'da, pazarda mutluluk satmıyorlar!.. Ashram'larda da yok, Tekkelerde de yok!) Başka bir örnek, yeşil çayırlarda, kestirmeden gidilen yerlerin bir zaman sonra patika olması halidir. Mutluluk uyandıracağı malum tutum ve davranışlarda ısrarlı olmak ve negatif duygulardan uzak kalmak,
önünde-sonunda böyle bir patika haline gelmektedir ve bir dönem mutsuz olunsa bile mutluluk patikasına dönüş yapmak, yolu yeniden bulmak kolaylaşmaktadır. Burada 'Rafine Etmek' dediğimiz olay; o patikayı, iki tarafında salkım söğütler, kiraz ağaçları bulunan harika uzun bir yola, hatta yemyeşil/aydınlık bir tünele çevirmektir! (Yol öyle kesin olunca, yoldan çıkmak da zorlaşmaktadır!)

Gene bilim: Sınav, ameliyat gibi önemli deneyimlerden önce eşi tarafından mesela sırtı sıvazlanan kişiler daha az stres hormonu üretmektedirler. Hastalarla çok dost bir ifadeyle konuşmak, onlara hastalıklarını mümkün olduğunca hatırlatmamak başkadır, onlara hastalıklarını dan diye söylemek başka. Aradaki fark, bazen ölüm/kalım kadar kesin olabilir. Hadi gene bilim: Bir insanı okşamak ve ona masaj yapmak, onunla konuşmaktan daha olumlu/iyi duygular uyandırmaktadır onda.

Konu bu kadar önemliyse, bunun sosyal temelinin inşa edilmesini konuşmaya değer. Mütemadiyen mutlu olmak, insanın kendini sadece daha iyi hissetmesini değil, daha uzun süre -daha kaliteli bir hayat- yaşamasını da sağlıyor. Son bilimsel veriler, mutluluğun, insanın yaşam kalitesindeki öneminin -şimdiye kadar tahmin edilenden- çok daha büyük olduğunu göstermiş bulunuyor. Bunu artık enine-boyuna incelemek zorundayız. Tartışmasız amaç, insanların ve toplumların mutlu olması ve insan haysiyetine yaraşır yüksek kaliteli bir hayatın (Türkiye'ye) ve dünyaya hakim olmasıdır elbette. Eskiden beri kullanılan, ama asla ciddiye alınmayan bu retoriğin içeriğini doldurmak giderek önem kazanıyor. Sonsuz didişmeyi bir yaşam biçimi haline getiren modern para/mal/ün/statü yarışını geride bırakıyoruz ve 'Eşitliği', 'İyiliği', 'İyimserliği', 'Sevgiyi' ve 'Mutluluğu' çok ciddiye alıyoruz.