Yükselen Asya ve Türkiye'nin gerçeği

Batı'nın askeri ve ekonomik üstünlüğüne karşı direnip sömürgeleşmemek için onlar gibi olmak, yani "Batılılaşmak" fikri, 19. Yüzyılda, "Batının tekniğini alalım, ama biz eskisi gibi kalalım" anlayışıyla başladı. Sonra, (kapitalist sisteme özgü) Batılı yeni normları kullanmak ve sistemin yaşaması için gerekli kurumları inşa etmek konusunda dünyada hızlı bir fikir birliği oluştu. 
   Batının üstünlüğünün kökeninde, "sekülerleşme" ve "rasyonel düşünce"nin yattığı, Asya'nın en batısındaki Türkiye'nin yönetici elitleri tarafından, Asya'nın en doğusundaki Japon yönetici elitlerine kıyasla oldukça geç anlaşıldı. Kural koyucu dini otoritelerin siyasi güçlerini sınırlamak veya ortadan kaldırmak bağlamında sekülerleşme ve rasyonelleşmenin öneminin anlaşılıp anlaşılmaması, Asya'nın iki ucunda, aynı Ural-Altay dilleri ailesine dahil Türkiye ve Japonya'nın modernleşme başarısını veya başarısızlığını belirleyen önemli faktörlerdendi. Doğu Asya'da binlerce yıllık geleneğe sahip Konfiçyüsçülük gibi ahlakçı ve dünyevî inançların sınır ötesi etkileri de sekülerizmin benimsenmesini kolaylaştırdı.
   Japon modernleşmesi sadece 40 yılda tamamlanırken, dini otoritelerilerinin siyasi gücünü sınırlayamayan Türkiye'de modernleşme (otuz yıllık II. Abdülhamit istibdadı tarafından kesintiye uğratılmasının ardından), Tanzimat Fermanı'ından 89 yıl sonra Cumhuriyet döneminde önemli bir başarı elde etti. "Devletin dini İslamdır" ibaresi, 1928'de Anayasa'dan çıkarıldı. 20'inci Yüzyılın ikinci yarısında Türk elitleri modernleşmenin seküler/rasyonel özünü, kimlikçi "gelenekçilik" adına önemsizleştirdiler ve yeni bir anti-modern yükselişe neden oldular. Doğu Asya'nın budist otoritelere ve diğer yerel dinlere karşı sert tavrıyla kıyaslandığında Türkiye'de, tüm modernleşme süreci boyunca, siyasallaşmış dine karşı çok toleranslı davranılmıştır.
   Asya'nın yükseliş Japonya ile başladı. Modern Batı'nın tartışmasız ve istisnasız tek güç haline geldiği 19'uncu yüzyılın ardından, Hristiyan olmayan Asyalı modern bir gücün, Japonya'nın, 1905 Tsushima savaşında ilk kez Batılı bir gücü, Rusya'yı yenmesi, tüm dünyayı etkisi altına alan (kapitalist) modernleşme sürecinde yeni bir aşamaya geçildiğinin ilanıydı.
   Japon zaferi, sadece Batı'da değil, Rusya'ya karşı onbir savaş kaybetmiş Türkiye'de de büyük yankı uyandırdı. Mesela ünlü yazar Halide Edip (Adıvar) oğluna, savaşın muzaffer amirali Togo'nun adını verdi. Japon modernleşmesinin bu başarısı Asya'da, bir zamanların eski "Batılılaşma" yüzeyselliği ötesinde, "Batının sadece tekniğini ve kurumlarını değil, onların seküler/rasyonel düşüncesini ve ekonomik sistemlerini da kullanalım" modern anlayışı haline geldi. Japonlara yenilen Rusya'da açılan devrimler dönemi, 1917'de Ekim Devrimi ile noktalandığında, dünyada yeni bir hızlı modernleşme türünün yolu da açılmış oluyordu. Bu modernleşme türü, kolonilere sahip Batılı ülkelere karşı "antiemperyalist mücadele" ile, onlar gibi bağımsız eşit ulus devletler olmayı esas alıyordu ve kapitalizm öncesi geleneksel toplumların yönetici kesimlerini ve dînî otoritelerini sert bir şekilde tasfiye ederek, onların yerine modern siyasi kurumlar koyuyordu. Modernleşmenin seküler/rasyonel yanını öne çıkaran, Batılı emperyalist ulusdevletlere ve onların liberal kapiralist sistemine karşı bir alternatif teşkil ettiği iddiasındaki "Soldan modernleşme", 20'inci yüzyılda, eski liberal "Sağdan modernleşme"ye rakip bir alternatif oluşturarak, bütün dünyada çok hızlı bir modernleşme yaşanmasını sağladı.
   Marx, kapitalizmin öncesinde varolmayan, ona has belirleyici temel özellikleri ünlü eseri 'Kapital'de anlatır. Bunlar kısaca; Kapitalizme özgü para biçimi ve sistemi, mal/meta üretimi ve değerlendirilmesi, tüketim türü (Marx'ın deyimiyle, "Verwertung des Werts"), kapitalizme özgü iş/çalışma biçimi ("Abstrakte Arbeit"), "otomatikleşen birey/özne"dir ("Automatisches Subjekt"). Sosyalist ülkelerde, Marx'ın eleştirdiği kapitalizme özgü belirleyici temel özellikler değiştirilmedi.
   İki modernleşme çizgisinin de özünde aynı olduğunu çabuk anlayan Atatürk, Cumhuriyet'i Batılı işgalci emperyalist devletlere ve onların taşeronu Yunanistan'a karşı bir Kurtuluş Savaşı kazanarak kurduğu ve savaş sırasında Sovyetler Birliği'nden her konuda ve her anlamda büyük destek gördüğü halde, Türkiye'nin 19'uncu Yüzyılın ilk yarısında başlayan eski "Sağdan modernleşme" geleneğine bağlı kaldı. Modernleşmenin Soldan veya Sağdan, özünde aynı şey olduğu gerçeğini, Çin Halk Cumhuriyeti'ni yönetenler de, Mao Zedong döneminin sonlarında anlamış görünüyorlardı ve bu çok da şaşırtıcı değildi. 
   Pragmatizmin anavatanı Çin'in ekonomisi, Song döneminde (960-1279), İngiltere'nin endüstrileşmeden hemen önceki hali kadar gelişmişti ve 1100 yılında Çin'de üretilen çelik seviyesine İngiltere ancak yediyüz yıl sonra, 19'uncu yüzyılın başında ulaşabildi. Çinlilerin kendi inisiyatifleriyle zaman içinde değil de ÇKP'nin plan ve programı dahilinde hemen Batı'nın (İngiltere'nin) çelik üretimine yetişmeleri gibi hedeflerle yola çıkan Mao'nun "İleriye doğru büyük sıçrama" kampanyası sırasında (1958'den 1962'ye kadar) 30 milyona yakın Çinlinin açlıktan öldüğü sanılıyor. ÇKP içinde bu sert üretim planına karşı yükselen tepki de "Kültür Devrimi" ile bastırılmış, tecrübeli ÇKP kadroları, büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. İşte o tasfiye edilen kadrolardan Deng Xiaoping, Mao'nun 1976'daki ölümünden iki yıl sonra yeni bir reform hareketi başlatarak, Çin'i devletçi plan ekonomisi ile sınırlayan kooperatist çizgiye son verilmesini sağladı. Tarım ve endüstride, kademeli olarak özel mülkiyete ve yabancı firmaların Çinli ortaklarla firma kurmalarına izin verildi. Çinliler, sağdan modernleşmeci liberal kapitalizm ile soldan modernleşmeci devletçi kooperatist çizgiyi sentezleyen karma bir düzen kurdular. Çin'deki bu geçiş sürecinde, soldan modernleşmeci zihniyetin tamamen yokettiği eski geleneksel yapılanmalar ve teolojik politika, yeni gelişmelere Türkiye'deki gibi herhangi bir anti-modernist engel teşkil edemedi. Bu sayede Çin'de, geçtiğimiz kırk yıl içinde son derece hızlı bir sonradan modernleşme yaşandı.
   Ekonomi istatistikçisi Angus Maddison'a göre Çin, Batılılar gelmeden önce 1820'de, 380 milyon nüfusuyla, dünyadaki üretimin üçte birini gerçekleştiriyordu. Aynı dönemde Avrupa'da 130 milyon insan yaşıyordu ve bütün Avrupa ülkeleri hep birlikte, dünya üretiminin dörtte birini karşılıyorlardı (10 milyonluk kuzey Amerika ise sadece yüzde 2'sini). Çin, 1990'da bile, dünyadaki ürünlerin (meta) ancak yüzde dördünü üreten fakir bir ülkeydi, 2010'da dünyadaki ürünlerin yüzde ondördünü üretecek seviyeye ulaştı, önce Shanghai İşbirliği Örgütü'nü kurdu, 2006'da da BRICS ülkeleri birliğine üye oldu. 
   Geçen yıl Çin, sadece ABD'ye 505 milyar Dolarlık ihracat yaparak orta sınıfını daha da zenginleştirdi (ABD'nin geçen yıl Çin'e yaptığı ihracat ise 130 milyar Dolarda kaldı, üstelik bir numaralı ihraç ürünü de soya fasülyesiydi, teknoloji ürünleri değil). Napoleon'un, "Çin bir uyanırsa, dünya titrer" sözü, Fransız diktatörün ölümünden ikiyüz yıl sonra gerçek oldu. Dünya Bankası'nın 2014 itibariyle "Dünyanın bir numaralı ekonomisi" ilan ettiği Çin'de 400 milyonluk müreffeh bir orta (ve zengin) sosyal sınıf ortaya çıktı (ama bir milyara yakın insan da hâlâ köylü ve gezici/süreli işçi olarak otuz-kırk yıl öncesinin fakirlik seviyesinde yaşıyor). Çin'in bugünkü yeni büyük hedefi, Avrupa'yı da kapsayan büyük bir Avrasya birliği kurmak. Bu amacına ulaşıp ulaşamayacağı şimdilik belirsiz, ama yeni bir modernleşme türünün örnek ülkesi olmak isteği giderek somutlaşıyor.
   Çin'in hızlı modernleşmesi, Han milliyetinin dili ve kültürünü esas alan yeni bir sosyo-kültürel homojenleşmeye yolaçarken, bir taraftan da kendi kendini yönetme (demokrasi) taleplerini güçlendirip yaygınlaştırıyor. Çin'in tek partisi ÇKP bu gelişmenin bilincinde. Çok partili demokratik sisteme geçmeyi ve seçimlerle iktidardan gitmeyi hiç düşünmediğinden, refahın gelecekteki "yan tesirleri"ni kontrol altında tutabilecek yeni bir yönetim sistemi geliştiriyor.
   Çin'in Shandong eyaletinde, yaklaşık 700 bin nüfuslu Rongcheng şehrinde pilot proje olarak denenen yeni düzen, "kendi kendini yönetenlerin" demokratik sisteminden daha "ulvi" bir düzen gibi sunuluyor ve tek tek kişilerin egoizmi ötesinde, "iyilik" prensibini esas alır görünüyor, üstelik dijital, kendi kendine işliyor. Her Çin vatandaşı, sisteme bin puan ile giriş yapıyor ve "yaptığı/belgelediği iyilikler" 1050 puanın üzerine çıkarsa, birinci sınıf "iyi vatandaş" sayılıyor, 849 puanın altına düşerse kötü vatandaş. Big data ile beşbinden fazla kişisel bilginiz ve yüz kadar devlet dairesinde hakkınızdaki bilgiler baz alınarak başlanan bu puanlama sistemi, internette hangi siteleri izlediğinizden tutun da evden işe hangi güzergahı kullanarak gittiğinize, hangi vitrinlerin önünde durduğunuza ve aklınıza gelemeyecek sayısız özel bilgiyi kullanıyor ve size "iyi vatandaş" olmanız için önerilerde bile bulunuyor. Ama iyiliğin tarifini, elbette ÇKP yapıyor! Sistem, şimdiye dek tarih boyunca düşünülmüş en mükemmel kontrol ve baskı rejimi demek olduğundan, bunun adına "dijital faşizm" demek bile oldukça masum kalabilir. Bu sistemde eğer annenizi babanızı ihmal etmeyip sık sık ziyaret ederseniz de olumlu puan kazanıyorsunuz, muhalifleri gammazlarsanız da. Şaibeli internet sitelerini okuyorsanız, puan kaybedeceğiniz kesin. Puanınız belli bir seviyeye düşerse, artık yurtdışına seyahat edemiyorsunuz, eğer başka bir şehre giderseniz, sistem siz daha yoldayken gideceğiniz yerin güvenlik birimlerini uyarıyor ve siz aklınıza gelebilecek her alanda takip ediliyorsunuz. Düzenin halka anlatılan mantığı şu: "İyiler ödüllendiriliyor, kötüler cezalandırılıyor!" Çin bu sistemi, 2020'ye kadar tüm Çin'de uygulamaya hazırlanılıyor. ÇKP, bu düzeni kurmak için idari konularda da önemli adımlar attı. Başkan Xi Jinping, Çin anayasasında "Mao Zedong düşüncesi" ile adıyla anılan tek önder Mao iken, Xi'nin adı da anayasaya alındı. Yeni düzenlemeye göre, ömür boyu makamında kalabilir.
   Japonya'dan sonra ikinci Asya yükselişinin merkez ülkesi Çin'in sofistike bir baskı ve kontrol sistemi kurma çabası, refahı arttıkça daha çok özgürlük isteyen insan doğasına ters bir gelişme. Bu da Çin yükselişinin kendi kendini tüketebileceği ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Çin'e yetişmekte olan Hindistan'ın, Asya yükselişinin yeni merkezi olabileceği ihtimali de tartışılıyor. Hindistan, Dalay Lama'nın önerdiği "Neoseküler etik"e en yakın, Ortadoğu'ya da örnek olabilecek bir ülke, işleyen demokratik bir sistemi var ve daha eski "Sağdan modernleşme"nin temsilcisi.    
   Çin merkezli "Yükselen Asya"nın, neoliberal kapitalizminin kategorik krizi sürecindeki geçici bir sürece tekabül ediyor olması ihtimali oldukça yüksek. Türkiye, kendi modernleşme geleneğine uygun olarak Batı'ya yakın, ama anti-emperyalist bir savaşla kurulduğu için de Batı'ya karşı kuşkucu bakan bir mantaliteye sahip. Modernleşmenin bütüncül ve eş zamanlı bir özellik kazandığı günümüzde, Batılı ana çizgiyi benimseyip Doğulu çizgiden de sekülerleşme açısından dersler çıkararak, çokkutuplu yeni dünyada yerini alması mümkün. Türkiye'nin yüzünü ille de bir yere çevirmesi gerekmiyor. Ama eğer çevirecekse, bu istikamet sadece Batı olabilir, Doğu değil. Çünkü Doğu, kapitalist sistemin artık yapıtaşlarını etkileyip bozan krizin aşılması için gereken bireysel ve kitlesel özgürlükler anlamında, oldukça düşük bir performans sergiliyor. Çin'de dijital "iyilik sistemi" devreye girerse, kontrol adına tüm yeni fikirlerin ve uygulamaların boğulması muhtemel. Batı, bu konuda çok daha yüksek bir performansa sahip. Postkapitalist fikirler, uygulamalar, deneyler ve gelişmeler önce Batı'da doğuyor. Sistemin çözülme emareleri gösterdiği bir dönemde özgürlükleri alabildiğine kısıtlayarak yol almak mümkün değil.