Atelier V

Ali Necip Bey'in hayatı ve hatıratı
1914

28 Haziran 1914, Saraybosna

1.

    Saraybosna, sıcak bir yaz sabahına uyanmış, yazın güzel günlerinden birine hazırlanmaktaydı. Milyaçka nehri masmavi gökyüzünü örnek alıp, en pırıltılı renklerine bürünmüştü. Nehir kenarindan Hükümet Konağına uzanan yolun iki yakası, pazar gününün tadını çıkaran kadınlar ve erkeklerle, neşeli çocuklarla doluydu. Saraybosnalı hanımlar, rengarenk elbiseleri ve şık şapkalarıyla bütün zerafetlerini sergilerken; modaya uygun Bermuda şapkalı beyler de dimdik, mağrur, hanımlara eşlik etmekteydiler. Sahil boyunca arz-ı endam eden kalabalık, nehrin akışına ayak uydururcasına salınıyor hanımların hafif rüzgarda dalgalanan yazlık şemsiyeleri, eksikliği hissedilen beyaz bulutların yerini tutmaya çalısıyordu.
    Avusturya-Macaristan imparatorluğunun resmen altı yıl önce topraklarına kattığı Bosna-Hersek vilayetinin merkezi Saraybosna’da, Viyana’nın tatil günlerinde bile yavaşlamak bilmeyen  gürültülü temposundan eser yoktu. Yüzlerce yıllık Osmanlı hakimiyetinden kalma ahestelik, hükmünü sürdürmekteydi.
    Hükümet Konağı’na doğru her adımda biraz daha sıklasan kalabalık arasında, gri takim elbiseli bir Türk, kimseye çarpmamaya özen göstererek hızla ilerlemekteydi. Biçimli kücük burnu ve Balkanlarda pek rağbet gören ince bıyıklarıyla Orta Avrupalılara benzeyen Ali Necip, Imparatorluğun en saygın gazetelerinden Neue Freie Presse’de beklediği haberi okumuş ve kendini alelacele Milyaçka kenarına, Franz-Joseph Caddesine atmıştı. Bütün gazeteler, Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi, Hohenberg Düşesi Sophie’nin bugün Saraybosna’da olacakları haberini veriyor, ünlü çiftin şehirde dolaşırken hangi güzergahı izleyeceklerini bütün ayrıntılarıyla yazıyorlardı. Majesteleri Franz Ferdinand, Bosna’daki Onbeş ve Onaltıncı kolorduları teftiş edecekler, yapılacak askeri tatbikata, Avusturya-Macaristan ordularının başkomutanı sıfatıyla katılacaklardı. Atraksiyona bir de şehir ziyareti dahildi tabii.
    Ali Necip, emin adımlarla Hükümet Konağı'na yaklaşırken, görüş alanı içindeki hiç kimseyi gözden kaçırmamaya özen gösteriyor, özellikle gençlere dikkat ediyordu. Hayatının bu belki de en önemli gününde, kahvaltı ettiği Vlainic pastanesindeki büyük aynada gördüğü güzel görüntüsüne ve özgüvenini tamamlayan Avusturya malı fesine, en az tabancası ve bombasi kadar ihtiyacı vardı. Ceketinin altına, kemerine taktığı yedi milimetrelik Browning ve koltuğunun altına tutturduğu el bombasıyla tarihi, yani dünyanın ve vatanının kötü kaderini değiştirmeye kararlıydı.
    Aralarında konuşarak ona doğru gelen fesli iki kişiyi farkedince, Teskilat-ı Mahsusa ajanlarının peşine düşmüş olabileceklerini düşünmeden edemedi. Günün telaşıyla, bu tehlike tamamen çıkmıştı aklından. Osmanli İmparatorluğu’nun gönülsüz müttefiklerinden Habsburg veliahtına karşı yapılacak bir suikast girişimine –suikasti engellemek için de olsa- bir de Türkün adının karışmasını isteyecek son kişi, halen Paris’de bulunan Genelkurmay Istihbarat Dairesi başkanı Kazım Karabekir olurdu herhalde.
    Ali Necip yavaşladı. Önünde yürüyen şişman bir Macar kadın, yanındaki pembe elbiseli küçük kız çocuğuna durmadan birseyler anlatiyordu. Çocuk kendi havasında, gittikçe yaklaşan güzel bir atlıarabayı seyrediyordu. Asil atların çektiği, koyu maun ağacından yapılmış riçka, şehrin ileri gelenlerinden birini, taşıyor olmalıydı. Kız, kadının elinden kurtulup, onun çığlıklarına aldırmadan, arabaya doğru koştu. Kaldırımın tam  durdu ve merakla; riçkanın işlemeli kapılarını, tırıs giden gümüş koşumlu atları incelemeye koyuldu. Etrafdaki başlar kadına ve çocuğa dönünce Ali Necip, harkesin kendine baktığı hissine kapıldı. Uygunsuz vaziyette yakalanmış biri gibi şaşırıp kızardı. Fesli adamlar aralarındaki konuşmayı kesip kadına ve kıza gülen gözlerle baktılar. Ona aldırmadan yanından geçtiler ve yollarına devam ettiler.
    Ali Necip, yeni Avusturya-Macaristan Bankasının bitişiğindeki yatılı öğretmen okulunun önüne geldiğinde burnuna, bahcelerden yükselen mayhoş manolya ve hanımeli kokuları geldi. Hemen biriki adım ilerideki Çumuriya köprüsü, insanlığın gördüğü en büyük kitlesel savaşlar çağini açmaya yeminli karanlik bir gücün kalesi gibi dikilmiştı karşısına. Kalbinin atışları hızlandı.
    “Cebrail, yeni çağın prensiplerini bir köprünün üzerinden ateşle ilan edecek; Habsburglunun varisine Saraybosna’da ölüm getirecek. Osmanlıyla birlikte nice taçlar ve başlar düşecek, Dünya kanda bogulacak.”
    Kartal burunlu şeyhin tok sesiyle, kutsal Veyt günü icin, yani –Rumi takvime göre- 28 Haziran 1914 için söylediği kehanet, onu üç yıldır bir an olsun rahat bırakmamış, bu sözler hiç aklindan cıkmamış, işte o gün gelip çatmıştı. Habsburg tahtının varisi Franz Ferdinand, hem de Sırpların milli bayram gününde onlara nisbet yapar gibi, hak iddia ettikleri Bosna-Hersek vilayetinin başkentine gelmişti... Buna hala inanamıyordu. İnsan nasıl bu kadar umursamaz olabilirdi?
    Binaların ve kestane ağaçlarının serin gölgesinden çıkarak yolun karşısına, nehrin kenarındaki kaldırıma geçti. Köprüye vardığında durup, gümüş tabakasından bir sigara yaktı ve etrafı gözetlemeye koyuldu. Diğer köprüyü de hesaba katacak olursa, kontolü altında tutması gereken alan, otuz-kırk metrelik bir yoldu. Suikastçiyi, cinayeti işlemesine firsat vermeden bulmalıydı. Şansına güveniyordu. Kader, herşeyi önceden bilmesine izin vermişti, aradığı adamı bu kalabalıkta tanımasına da izin vermeliydi. Sigarasından derin bir nefes çekip züppece havaya üfledi ve içinden, “O kurşunu sana sıktırmayacağım Cebrail, -ya da her kimsen” dedi.



2.


    Saat kulesinin çanı saat sabahın dokuzunu vurduğunda Ali Necip turunu tamamlayıp Latin Köprüsünden dönmüş, sahilden Hükümet Konağı istikametinde yürümekteydi. Sahil kenarındaki kaldırımda; demir elektrik direklerinin Haziran güneşine ket vurmaktan aciz cılız karaltılarını saymazsak, sığınılacak tek bir gölge bile bulunmamaktaydı. İyi giyimli hanımlar beyler, binaların ve ağaçların gölgesinde kalan yolun karşı kaldırımında yürüyor; yeni vilayetin yerli halkından oldukları anlaşılan Slav ve Müslümanlar da yorucu yaz sıcağından çekinmeyip, nehrin pek kalabalık olmayan gölgesiz kaldırımıni tercih ediyorlardi. Suikastçinin de yolun sahil kenarındaki aydınlık ve daha tenha tarafinda bulunma ihtimali oldukça yüksekti. Arşidük’ün arabasına bu taraftan daha kolay yaklaşabilirdi; ayrıca -şeytan azapta gerek- böyle bir eyleme kalkışan kişi, sıcağa mıcağa aldırmmazdı.
    Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun en önemli birkaç devlet adamından biri olan Franz Ferdinand’ın, Bosna’nın başkenti Saraybosna'yı ziyarete geldiğini gösterir en ufak bir hazırlık belirtisi yoktu. Dört yıl önce gene bir Haziran ayında, seksendört yaşındaki İmparator Franz Joseph şehre geldiğinde, yüzlerce polis sahil yoluna dökülmüş, neredeyse adım başı bir süngülü-tüfekli asker dikilmiş, şehirde kuş uçurtulmamıştı. Bütün güvenlik tedbirlerine rağmen Şerayiç adlı genç bir öğrencinin, İmparatorun yanına kadar gelerek onu öldürmeye kalktığı, ama yaşlı adamın çaresiz ve titrek haline acıyarak onu vurmaktan vazgeçtiği sonradan anlaşılmıştı. Şerayiç, Franz Joseph yerine Bosna-Hersek valisini vurmus, biri dışında tabancadasındaki bütün mermilerini adamcağızın üzerine boşaltmış, son kurşunu da kendi kafasına sıkmıştı -ve tabii bir anda milliyetçi Sırp gençliğinin en büyük kahramanlarından biri haline gelmişti. Tahtı yaşlı İmparatordan devralmaya hazırlanan Arşidük Franz Ferdinand'ın Saraybosna'ya geleceği, aylar öncesinden bilinmesine rağmen Milyaçka kenarında; değil şeref kıtası, tek bir asker, tek bir polis bile görünmüyordu. Hükümet Konağına yaklaştıkça sıklaşan insan kalabalığı da olmasa, bugün buraya önemli birilerinin geleceğini anlamak olanaksızdı.
    Son moda giysileriyle sahil kenarında piyasa yapan Avusturyalılar ve onlarla rekabette hiç de geri kalmayan Macarların büyük çoğunluğu, kariyerine İmparatorluğun pek tekin olmayan bu taşra kentinde başlamak zorunda bırakılmış memurlar ve onların aile fertleriydi. Geçici olarak bulundukları Saraybosna'ya karşı kayıtsızdılar; Müstakbel İmparatorları Arşidük Franz Ferdinand'in gelişine de pek sevinmiş görünmüyorlardı. Ne de olsa telaşeden başka birşey değildi bu ziyaret. Nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan Müslümanlara gelince; onlar da geleceğin hükümdarını merak etmiyorlardı. Fesli ve serpuşlu az ayıda erkekle birkaç çarşaflı kadın dışında Milyaçka kenarını protestanlara, katoliklere ve diğer ortodoks Hristiyanlara terketmişlerdi.
    Ali Necip, artık "Latin Köprüsü" diye anılan İskender Paşa Köprüsü'ne geldiğinde; hızla yanından geçen favori-bıyıklı tipik bir Avusturyalı memurun, yanındaki silindir şapkalı iri kıyım adama, Arrşidük ve Düşesin bir halıcı dükanında alışveriş yapmakta olduklarını anlatığını duydu. O halde birkaç yüz metre uzakta, sahile inen bulvardaki dükkanlardan birinde olmalıydılar.
    Avrupa üzerinde savaş bulutlarının dolaştığı bir dönemde veliahtın Saraybosnaya gelmek için bir 28 Haziran gününü seçmesinin ardında daha önce de sergilediği duyarsızlığı, milliyetçi Sırpları küçümsemesi ve herkesin malumu o kabalığı mı yatmaktaydı; yoksa Saraybosna ziyareti, Viyana’daki Belvedere satosunun savaşı başlatmak için planladığı bir provokasyonu muydu? En zor koşullarda bile suikastlerden kaçınmayan Narodna Obrana’nin, diğer gizli Sırp örgütlerinin ve onların genç militanlarının bu saygısızlığı ses çıkarmadan sineye çekeceklerini sanmak ne büyük bir gafletti.
    Rumi 1389 yılının gene böyle sıcak bir Haziran gününde -İsviçrelilerin o şaşmaz zaman hesaplarına göre- ayın yirmisekizinci gününde, Osmanlı Sultanı Murat Hüdavendigar ile Sırp Prensi Lazar Greslanoviç, Kosova ovasında savaşmışlardı. Lazar'ın komutasındaki yüzellibin kişilik ordu, o güne dek Osmanlıların karşısına çıkan en büyük Haçlı Ordusuydu. Murat'ın, altmışbin kişilik ordusunun merkezinde, mucidi olduğu Yeniçerileri vardı ve bu gencler, Hristiyan olarak doğdukları topraklara, efendileri Murad’in tuğunu dikmeye gelmişlerdi. Gaddarlığıyla da tanınan Sultanın sağ kanadında, "Yıldırım" lakabıyla anılan oğlu Bayezid ve ünlü Evrenos Paşanın emrindeki Anadolu kökenli askerlerin ordusu bulunmaktaydı. Sol kanattaki Rumeli askerlerinin başında da, Sultanın diğer oğlu Yakup Çelebi ve başka bir deneyimli Osmanlı askeri olan Balaban Paşa her an atılmaya hazır, Sultanın işaretini beklemekteydiler.
   Lazar, Kuzey Sırbistan kuvvetlerinden oluşturduğu merkezi kuvvetine bizzat komuta etmekte, sağ kanadındaki damadı Vuk Brankoviç ve emrindeki Güney Sırbistan ordusu da ona eşlik etmekteydi. Sol kanatta Vlatko Hraniç, bir Sırp prensinin emrine girmeyi reddeden Bosna kralı Travko'nun yerini almiş, Bosnalı askerleriyle Osmanlıya karsi savaşmaya gelmişti. Orduda Macar, Bulgar ve Ulah birlikleri de vardı. O güne dek bir türlü durdurulamayan Osmanlıya karşı kurulmuş bu ilk Balkan ittifakının başkomutanı Lazar ve diğer subayları zaferlerinden o kadar emindiler ki, ne kadar kahraman olduklarını görsünler diye hanımlarını da savaşa getirmişlerdi. Savaş meydanına hakim bir yere yerleştirilen süslü kadinlar, birbirine girmeye hazırlanan rengarenk uniformalı erkekleri seyredip, bir yandan da saray dedikoduları yapıyorlardı. Papa V.Urbanus’un 1364’de kurdurdugu Haçlı Ordusu, Haci İlbey tarafindan Sırbistanda yenilmiş, Haçlıların iki yıl sonraki Gelibolu çıkarması da bir işe yaramamıştı. Türkler Balkanlarda durmadan ilerliyorlardı. Bizans İmparatoru Sultanın vazalı olmayı kabul etmiş, Avrupa’yla bağı kesilmek üzereydi. Lazar dev ordusuyla Türkleri Avrupa’dan atacağından kesinlikle emindi çünkü Murat’in ordusu onunkinin yarısı kadar bile değildi.
    İlk hamleyi Şehzade Bayezid yaptı ve Hraniç'in askerlerini bulundukları yeri terkedip geriye çekilmek zorunda bıraktı. Brankoviç'in ordusu da Osmanlı ordusunun Rumeli birlikleri üstüne çullanarak onları geriletti. Büyük hengamede ilk falsoyu, Yeniçerilerin ok yağmuruna dayanamayan Lazar'ın komutasındaki merkezi Sırp ordusu verdi. Eğitimsiz ve kötü teçhizatlandırılmış yedek Macar ve Bulgar birlikleri, kendi dillerini konuşmayan komutanlarının emirlerine karşı geldiler ve ok yağmuru altında ilerlemeyi kesinlikle reddettiler. Savaş kurdu Sultan Murad bunu haberalıp derhal esas saldırıyı başlattı. Sırplar, yorulmak bilmeyen yeniçeriler ve Türklerin akıllı savaş oyunları karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Akşam üstü Osmanlı ordusunun zaferi kesinleşmiş, malup Sırp ordusu yer yer teslim olmaya baslamıştı.
    Savaş meydanında aman dileyip teslim olana ilişmemek eski bir Türk töresi olduğundan, esirlerin silahları alındı ve kendilerine gösterilen bir yerde nöbetcilerin gözetimi altında toplu halde bekletildiler. Esir düşen diğer soylular, kadınlar, komutanlar ayrı bir yerde, süslü saray çadırlarına yerleştirilmişlerdi. Murad Lazar'ı, şatafatli sultan çadırında kabul edecekti ve hazırlık yapmaları için adamlarına çoktan emir vermiş, korumaları ve birkaç paşasıyla savaş meydanını teftişden dönmekteydi. O sırada Osmanlı Padişahına doğru yaklaşan ve giyiminden bir Sırp soylusu olduğu anlaşılan biri, Sultan’ın korumaları tarafindan durdurulunca hemen Padişahın önünde secde etti. Gözleri yerde, Sultana bakmadan, adınınn Miloş Kobiliç olduğunu ve Osmanlı ordusuna karşı savaşmak istemediğini, Büyük Hünkarın merhametine sığındığını söyledi. Murad, adamın cesaretine hayran kalmış olmalı ki, yumuşadı ve Sırp soylusunun kendi koruması altında olduğunu gösterir bir jestle sırtındaki pelerininin eteğini onun üzerine örttü ve adamı ayağa kaldırmak amacıyla üzerine doğru eğildi. İşte ne olduysa o anda oldu. Adam yenine sakladığı zehirli hançeri şimşek hızıyla cekip, olanca kuvvetiyle yaşlı Sultanın karnına sapladı. Murad, yüzündeki şaşkın ifadeyle katilinin üstüne yıkıldı, ağır yaralanmıştı. O sert bir adamdı, tahta çıktıktan sonra kendine rakip olabilecek kardeşlerini öldüterek, Osmanlı sarayında kanlı bir geleneğin de kurucusuydu. Ama böyle kalleşçe öldürürülmeyi haketmemişti. Ali Necip, bu hikayeyi yeniden düşünürken, "Keşke Murad, savaşta yiğitçe ölseydi" dedi içinden.
    Miloş Kobiliç hemen oracıkda tanınmayacak kadar kücük parcalara ayrılıp paramparça edildi, parçaları dörtbir yana dağıtıldı. Öfkeden deliye dönen Yeniçerileri durdurmaya kalkmak, hiç bir Osmanli paşasının haddi değildi. Eski Türk alicenaplığı öfkeye yenilmiş, Osmanlı saflarında herkesin gözünü kan bürümüştü. Bir Sırpın işlediği cinayetin faturası, ayrım yapmadan bütün Sırplara ve diğer tutsaklara çıkarıldı. Önce Lazar’ın ve diğer Sırp soylularının boyunları vuruldu. Sonra savaş meydanı,  Türkçe “intikam…intikam” çığlıklarıyla inledi ve büyük bir katliam başladı. Onbinlerce tutsak, yeniçerilerin bir ölüm makinası gibi işleyen balta, kılıç ve gürz darbeleri altında can verdi. Koca ova, birbiri üzerine fırlatılmis kolsuz, bacaksız, başsız cesetlerle doldu. Oluk oluk akan kanın acı kokusu heryeri kapladı. Kanla sulanan toprak, iğrenç bir bataklığa dönüştü. Bu katliam öyle büyük bir nefret uyandırdı ki, Balkanların tarihinde o güne dek görülmüş en büyük kan denizinin kışkırtıcısı Miloş Kobiliç, milliyetçi Sırp gençlerinin idolü haline geldi. Sırplara hiç bir düşmanlığı olmadığı bilinen Franz Ferdinand’in bir Sırp tarafindan -hem de bir 28 Haziran günü öldürülmesi, patlamaya hazır Avrupa’nin fitilini ateşleyebilir, dünyanın en kanlı insan kıyımını başlatabilirdi. Habsburglular’la Osmanlıların kötü kaderi tam da bu lanet günde birleşip, bütün dünyayi ezip gececek kanlı bir tırpan gibi esebilirdi günahsiz insanların üzerinde.    
    Ali Necip önünde yürüyen, yanından geçen bütün fakir giyimli Hristiyanlara, her biri bir katil namzediymis gibi baktiğını hissedip utandi. Sigarasından bir nefes çekip, yeni bir kıyım çağını başlatmaya kalkan birinin ne gibi hisler içinde olabileceğini düşünmeye çalıştı. Bakalım suikastçi hırpani kılıklı genç bir öğrenci miydi? Pekala iyi giyimli anarşist ya da milliyetçi bir entellektüel de olabilirdi. Ayrıca, Hükümet Konaği yakınındaki hangi köprüden ateş edecekti? Milyaçka üstünde bir değil bir çok köprü vardı. İçgüdüleri onu iki köprünün önüne mıhlamıştı adeta, bu ne demek oluyordu ve olayın yaşanacağı köprü, bu iki köprüden hangisiydi?
    Kendi sorularından bunaldı. Onu rahatsız eden, asıl o büyük kuşkusuzdu. Ya yıllardır inanıp kendince sınadığı kehanetler sıradan bir rastlantılar zinciriyse ve onu, suikast olacağı konusunda haklı çıkaran bütün işaretlere rağmen suikast falan olmazsa? O zaman, öğrendiği muğlak doğrular, kumdan kaleler gibi yıkılmaz mıydı? Peki o buna dayanabilir miydi?
    Bir an gözleri karardı. Durup kenardaki yüseltiye tutunmak istedi. Cumuriya köprüsünün üzerinde olduğunu farkettiğinde yanından geçen gencin bir an için gördüğü kara gözlerinde, yaşından beklenmeyecek kadar kuvvetli ve karanlık bir irade pırıltısı farketti. Omurgasından, başının en uç tepesine dogru yükselen, o ana kadar hiç tanımadığı bir karıncalanmayla, olduğu yerde put gibi durdu. Bütün bedenine yayılan Adrenalinin canlandırıcı etkisiyle kendine geldi. Avının peşine düşmeye hazırlanan bir kartal gibi dönüp, emin adımlarla genç adamın peşinde ilerlerken fesinin püskülü kamçı gibi kalkip indi. Muazzez onu şimdi görseydi, kesinlikle yeniden aşık olurdu.

(...)