Yeni dönemde yeni bir aşama..


Derin kötülükle ilgili notlarımıza devam etmeden önce, 2009 Nisan ayı başından beri devam eden 'Karanlıktan çıkış' ve geleceğe hazırlık döneminde yeni bir aşamaya geçilme ihtimalinden sözetmek zorundayız. Eski gerginlik elbette olmayacak, insanlar kendilerini Nisan öncesi zamana benzer şekilde boğulurmuş gibi hissetmeyecekler (birdaha hiç öyle olmayacak), ama yeni aşama, şimdikinden daha az rahat bir duruma işaret ediyor. Ana fikri: Daha yoğun çaba. Yani daha akıllı, daha yaratıcı, daha çalışkan olmak... Şimdi, eskiden farklı olarak (eskiyi aşmak için) başlayan/başlatılan bazı durumların/projelerin ne durumda olduğunu gözden geçirmekte fayda olacağı kesin. Çünkü bu konularda yeni tartışmalar başlayabilir -ki başlamalı da- ve bu rahat durumu bozabilir. Esas olan, -her ne olursa olsun- bugünün iyimser/nesnel/yapıcı atmosferini bozmamak, ona sahip çıkmak ve hep onun içinden hareket etmek olmalı. İnsani/yüksek/evrensel değerler konusunda ülkede bir konsensüs sağlandığı görülüyor. Bunun giderek daha da sağlamlaştırılması, toplumu germeden ve uygar bir çerçevede (fair play) politika yapılabileceğinin anlaşılması, gerçek demokrasinin değerinin anlaşılması, ilginç ve güzel sonuçlar doğurdu. Yeni tartışmalar, şimdi bazı yenilikleri sınayacak gibi görünüyor. Bu aşamada en önemli konular: 1. Makul muhalefetin ne istediğini bilmesi ve bunu asla gözden kaçırmaması ('Yeni uyum'), 2. Ne olursa olsun insani/yüksek/evrensel değerlerden şaşmaması, 3. Kaliteden asla taviz vermemesi (belli bir yüksek kalite tutturması).

2009 Temmuz ortasına kadar olan dönemde Türkiye, daha çok geleceğini düşünmek konusuna odaklı bir atmosferde yaşıyor. Aranan ve oturtulmaya çalışılan konu, herkesin çıkarlarının/isteklerinin birbiriyle karşılıklı olarak anlaşma bazında tatmin edilmesi. Bu konuda kalıcı bir uyumun ilk önemli adımları -bilerek ve bilmeyerek- atılıyor. Eskiden olsa, "bir tür cambazlık" sayılabilecek bu alanda ilerlemek, şimdi hem daha kolay, hem daha iyi sonuçlar veriyor. Bu cambazlığın zor olan ama şimdilik kesinlikle vazgeçilmemesi gereken yanı, kimsenin kendi "kutsalları"ndan taviz vermeden bu yolda yürümeye devam etmesidir. Bu kutsalların daha sonra yeniden tarifi, herkesin kendisi tarafından yapılırsa, daha sağlam, daha olumlu bir noktaya gelineceği kesin gibi. Herkesin ihtiyaçları ve isteklerini diğerleri ile koordine etmesi, bunun için herkese (diğerinin alanına da girebilen -alanların yer yer içiçe de geçebileceği, ama birbirini rahatsız etmemenin yollarını da bulan) imkanlar açılması, bunun belli bir kültürünün oluşması, şimdi en önemli konu sayılabilir. Sözkonusu 'yeni uyum'un bozulması, her zaman sorun çıkmasına neden olacaktır ve "sorun" da herkese dokunacaktır. Bunun iyi anlaşılması, herkesin daha sağduyulu olmasının da garantisidir. Bu çerçevede yapıcı olan, sinirlerine hakim, yaratıcı, her kesimle ilişki kurabilen akıllı politikacılar ve medya yazarlarının önemi, hemen öne çıkıyor. (Ve birlikte, grup halinde hareket etmek, bütünü düşünen yaklaşımlar çok daha kolay olacak gibi görünüyor)

'Yeni uyum' konusunda en temel ve en kesin kural -mutlaka- dürüst ve samimi olmaktır. Bırakalım, aptalaşma sorunuyla boğuşan neoliberal katakullciler dürüst olmasınlar (ki bunun bedeli onlar için çok ağır olacaktır) sonunda herkes, dürüstlüğün değerini ve gücünü yeniden anlayacaktır. Dürüst olup, öne gelen konularda kıvırtmadan, ertelemeden, ama kendi değerlerinden de ödün vermeden sonuç almak amaç olmak zorunda. Yoksa ertelenen, kıvırtılan konular, hiç umulmadık bir zamanda bumerang gibi geri dönüp tembelleri vurabilir. Yaz aylarının zaman kalitesi, Temmuz ayına kadar bu açıdan önemli olurken, finansal/iktisadi konularda en uygun kriz önlemlerini almak zamanı geçmek üzere. Yaz sonundan itibaren ekonomi çok bunaltabilir. Sonuç: Bu iktidardan kurtulmak gerekiyor. Bunun için de daha dikkatli ve çalışkan olmak, iyimserliği her daim korumak, 'yeni uyum'u her zaman güçlendirecek bir tutum takınmaya özen göstermek ve rehavete kapılmamak lazım. Bu istikamet, hatalardan sakınmayı ve şimdi oluşmakta olan konsensüsün hükümet olmasını sağlayacaktır. Konsensüsün güçlendirilmesi, önümüzdeki zorlu dönemde sorunların kolay aşılmasını ve daha sonrası için büyük bir güç/kuvvet oluşturulmasının ilk adımlarını garantileyebilir.

Baş Melek Mikael'in sözleri ve "Dindar" kötülüğün kodları hakkında




Kazım Ozan'a




2009 Nisan'ından beri, kötülüğün daha kolay teşhir edilebildiği ve yıl sonuna dek süreceği anlaşılan
yeni bir dönemde yaşıyoruz. Çağdaş kötülüğün sosyolojisi, yani sosyo-ekonomisi hakkında nesnel verilere sahibiz ama günümüzde, kötülüğün irrasyonel yanı ve onun din içinden (din adına, iyiliği kullanarak) insanlara karşı nasıl işlediğini ve nasıl işleyebildiğini, karakterini daha iyi anlamak zorundayız. Zira ancak böyle; derin kötülüğü yenmenin aslında zor olmadığını, ama burada asıl önemli faktörün, derin kötülüğün kodlarını çözmek olduğunu, çözekerken ve onu zararsız hale getirirken bunun geniş katılımla ve olanlardan ibret alınarak yapılması (sonra da özümsenmesi) olduğunu anlayabiliriz. Ancak o zaman, birdaha asla aynı hataları yapmamanın sosyo-ekonomik/pratik garantilerini kurabiliriz, bunun bir daha asla unutulmamasını sağlayabiliriz. (Bunların kodlarını, günlük sosyal hayatın ve onu da içerecek kültürün/sanatın vs. içine yerleştirebiliriz) Derin kötülüğün kısa aklından sonra kafasını da yitirmesi, ancak o zaman bir anlam taşıyabilir. (Ve daha sonra belki İyilik-Kötülük düalizminin ötesinde, -sadece iyiliğin ve güzelliğin esas olduğu- bir yüksek ruhsal/fiziksel yaşamdan sözedilebilir. Bunların tarifini bu alanlarla ilgilenenler elbette çok daha iyi yapacaklardır).

Derin Kötülük, dinden kolaylıkla nemalanabiliyor, onu kullanabiliyor, çünkü bu sayede daha kolay kabul görüyor -iyi niyetli sahici dindarlar, bu duruma karşı ya mücadele etmiyor (çünkü farkına varamıyor) ya da mücadele edemiyorlar, (çünkü hissettikleri berbat şeyi tanımlayamıyorlar) bazıları bunun bilincine yeni yeni varıyorlar ve kendilerini ondan soyutlamayı -el yordamıyla- yeni yeni öğreniyorlar. Bu veri, özellikle Anadolu için son derece önemli ve acı bir gerçek -ama bu olgu miyadını doldurmak, değişmek üzere gibi. Çünkü (sosyo-ekonomik diğer nedenlerle birlikte) derin kötülüğün kodları da giderek daha kolay ve daha hızlı anlaşılıyor. Dünyanın yeraltı/terüstü kaynaklarını tüketip/yakıp dumanını havaya savurmak ve bunu bir de insanlara yaptırmak üzerine kurulu ateş/petrol/zift/asfalt/beton kültünün insana saygısının olmadığı hergün çok daha iyi anlaşılıyor. Hergün Hatim indirerek, "Müslümanlık" attırarak, "seküler/laik"lerden çok daha barbarca bir şekilde ateş kültüne yatırım yapmak, sahip çıkmak, mesela bunun için Türkiye'yi "dünya faiz şampiyonu ülke" haline falan getirmek, -buna bir de Tanrı'nın dinini alet etmek- katmerli kötülük demek oluyor... Çünkü derin kötülüğün kodeksine uygun, inandığı dinin özüne aykırı bir tutum. Şunun için: İslam dininin, Kur'an'ın (günümüz koşullarında) diğer bütün dinlere ve yaygın kutsal kitaplara üstünlüğü, O'nun günümüz (kapitalist) para biçimine karşı en sağlam duruşa sahip olmasından gelmektedir. Kutsal kitaplar içinde, (kapitalist) para biçiminin ve onun son türevi 'Sanal kapital'in çekirdek/tohum haline ısrarla karşı çıkan, en kesin tavrı koyan kutsal kitap Kur'an'dır (Bakara, Nisa, Al-i İmran sureleri) Aynı ısrar ve kesinlik ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Çin kutsal kitaplarında, ne Hint yazıtlarında bulunur. Buradan, derin kötülüğün en önemli ilk özelliğine gelebiliriz. Bir kere, derin kötülük "dindar"dır... kendini sahici dindarlıkla (sahici dindarlarlarla) kuşatır -yoksa dandikliğini/kötülüğünü bu kadar iyi saklayamazdı. İyinin hem gücünü hem de zayıf yanlarını bilir ve bunları -kendi hükmü/hükümranlığı için- kurnazca sonuna kadar kullanır. Bu durum, eski Türk dininde, Tanrı'nın 'Adil' (adaleti işleten) adını temsil eden Ar-Toyon'un durumunun tam tersidir. Ar-Toyon, adaleti işletirken acımasız meleklerini/savaşçılarını kullanır. Yani O iyi, savaşçıları/cezalandırıcıları gaddar ve amansızdır. Bu inançtan yola çıkarak, Harzem Şah'ı yakalayıp cezalandırması için üzerine ordu salan Çingis Han, cezalandırma göreviyle yola çıkan ordusunun komutanlarından -ki biri kendi oğludur- "köpeklerim" diye söz eder ('kurtlarım' demez). Bu bilinçli bir sözdür (yanlış tercüme falan da değildir). Derin kötülük ise etrafını iyilerle çevirmiştir. Kötülüğü iyilere yaptırır. Ve yaptırdığı kötülük, tek tek insanların yaptıklarının bütünüyle ilgili olduğundan ilk bakışta görünmez. Tıpkı "namusuyla para kazanmak" ediminin tek tek insanlar için "kutsal" bile sayılabileceği, ama o yoğun iş sisteminin bir bütün olarak iklimleri çökertebilecek kadar 'namussuz' olması gerçeği gibi. Derin kötülük, etrafındaki sahiden iyileri köleleştirip onlara zulmetse de, bunun "aile içinde kalması"na çalışır. Buradaki püf noktası, 'Özgür İrade' ve 'Tanrı'yla arasına kimseyi sokmamak' meselesidir. Derin kötülük, her zaman bir süperEgo/şişikEgo tarafından temsil edilir. Etrafında, din üzerine yeminle o Ego'ya bağlanmış iyi ruhlar bulunur (Baş Melek Mikael, Denizli/Horaz'da yaptığı rivayet edilen konuşmasında bu ruhlardan, 'Bağlanmış (büyülenmiş) Ruhlar' diye söz eder. Bkz.: Bir önceki yazı) Yani insan denen canlının en önemli özelliği olan 'Özgür ruhu', (kutsallık alet edilerek) bağlanmıştır, yani özgür iradesi elinden alınmıştır. (Bu yüzden göçebe kültüründe 'yemin' kendi 'şerefi/namusu' üzerine edilir, bir kutsal kitap veya Tanrı adına edilmez, -Tanrı şahit gösterilir.)

Kötülük, iyiliğin zayıf yanını, iyiliğe karşı kullanılır. İyiliğin zayıf yanını, meleklerin özelliklerini karşılaştırarak da konuşabiliriz. Mesela Kur'an'dan da bildiğimiz kadarıyla İyi meleklerin iradesi yoktur. Onlar çocuk gibidirler, emirleri uygularlar, kendilerine değil Tanrı'ya (veya dünyadaki benzerleri iyi insanlar da: Anne-babaya, karıya-kocaya, çocuklara, yani kendilerinden başkasına, diğerlerine) hizmet ederler. İyi olmak, biraz da naif olmak demektir ve bu -aslında- zayıflık anlamına da gelmez. Göçebe geleneğin en ince biçimlerini/yöntemlerini günümüze kadar taşımış Dao öğretisinde çocukluk/naiflik, bilgeliğin şartıdır ve kutsaldır. (Çocukları çok seven Türkler bunu çok iyi bilirler) Çocukların hayatı zaten mucizedir. Onlar apartmanın üst katından düşer, burunları bile kanamaz! (Üstelik düştükleri yerde bir de oynayacak birşeyler bulurlar. Kedi yavrusu, bir sopa, top falan gibi!..) Ama kötü "melekler"in iradesi vardır. İyi faktörünün zayıflığı, bu naifliğinden, iyi niyetinden, kötülük bilmemesinden gelir.

Bir derviş/keşiş/kam olunacaksa, eski geleneğe göre, bir mürşide/şeyhe/vd teslim olunur. Buradaki ayrıntı şuradadır: Teslimiyet 'sadece bir süreliğine'dir... Hiçbir gerçek öğreti, mürşide ilelebet bağlılığı savunmaz. Mutlaka o gün çabucak gelecek, talebe kendi kanatlarıyla uçacaktır ve tam anlamıyla özgür olacaktır. Özgürlüğün
(özgür seçimin) olmadığı kutsallık zaten gerçek kutsallık değildir. Derin kötülükte bu 'bir süreliğine' ilkesi, "harcanana kadar" veya "ölene kadar" anlamına gelir! Bunun ince yöntemleri geliştirilmiştir. Merkeze/süperEgoya en yakın olanlar, harcana harcana sürekli değiştirilirler, yerlerine yenileri gelir. Böylece özgür irade geliştirmeleri önlenir. Merkeze/şişikEgoya en yakın olanlar, kötünün iğrenç karakterinin şahidi de olurlar -ama 'bağlı' olduklarından ve merkezdekini "kutsal kişi/Ego" sanmaya devam ettiklerinden, pek birşey yapamaz/yapmazlar. Çünkü özgür iradesine sahip çıkan biri derhal "nankör" veya kutsala "isyankar" ilan edilecektir. Özgürlük faktörü bir ölçüdür aynı zamanda. Özgür iradenin/düşüncenin daima kısıtlandığı, sadece bir kişinin düşünüp/konuşup diğerlerinin kafa salladığı bir ortam, gerçek anlamda dindar bir ortam olamaz. Derin kötülüğün hükmettiği türden "dindar" çevrelerde, mekezden nisbeten uzak olanların ölene kadar bağlı kalmaları hedeflenir! Bunu kurumlaştırmak için çeşitli yöntemler vardır. Bu yöntemlere, aşiret, töre falan gibi faktörleri de dahil edebiliriz. Ama günümüzde en sağlam bağlılıklar, kapitalist sisteme özgü para/iş ilişkileri üzerinden kurulan bağımlılıklardır -çok daha geniş kapsamlı olabilmektedirler. Bu bağımlılıklarda din/cemaat ve dini semboller vurgusu, daha çok aidiyet belirlemek ve mahalle baskısı kurmak için kullanıla faktörler olmaktadır. Aslolan, bir "para cemaati" olmaktır. Derin kötülüğün bütün gelecek hesapları sağlam 'bağlılık' üzerine kuruludur, (insanların özgürlüğü, özgür iradesi üzerine değil). Derin kötülük, iyinin iyiye (bir süreliğine, öğrenmek amacıyla) teslim olması ilkesini/adetini utanmazca kullanır ve bu ilkeyi sömürerek kendine biat etmiş iyi niyetli çalışkan köleler yaratır.

Diğer özellik: İncil'de söylendiği gibi, derin kötülük "Entrikacı"dır (katakullicidir). "İyilik adına, (bilinçli olarak) kötülük yapılabileceği, başkalarına iftira atılabileceği" fikri, şeytanın öğretisidir ve Hz. İsa'yı otuz gümüş Dinara Romalılara gammazlayan hain Havari Yudas "İncil"inde de ibretlik bir şekilde sırıtır. -Derin kötülük, "iyi bir amaç için" iyi insanlara kötülük yaptırır. (İyi insanlara aslında hiç saygısı yoktur) Onları zayıf/aciz yaratıklar olarak görmektedir. Tıpkı Kur'an'da (Araf Suresi) işaret edildiği gibidir: "Sonra da meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' dedik. İblisten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı." O sadece kendisine eğilir ve başkalarının da ona eğilmelerini ister. Müritler ona tabi olmalı hatta tapmalıdır.

1947 ve 1956 yıllarında Batı Şeria'daki Qumran vadisinde, onbir ayrı mağrada bulunan ve M.Ö. 3 ile M.S. 1 yılları arasında yazıldığı sanılan Apokryph'lerden (Kutsal kitaplarla ilgili rulo halindeki gizli metinlerden) birinde, Tanrı'nın Baş Meleği ve derin kötülüğe karşı savaşan 'Göğün Ordusu'nun komutanı Mikael, (savaşçı) meleklere şöyle der:
"(...) Orada dokuz dağ gördüm. İkisi Doğuda -ve Batıda iki ve Kuzeyde iki ve iki- Güneyde. Orada Melek Cebrail'i gördüm (...) O'na, nasıl göründüğünü gösterdim. Ve bana dedi ki: (...) Benim efendimin, Sonsuz Tanrı'mın kitabında yazılı (...) Ve benim efendim Sonsuz Tanrı, yarattıklarını düşünecek ...Ve efendim Sonsuz Tanrı, merhametinin onlara ulaşmasını sağlayaca
k. Kişi en uzak yerde de olsa (...) ona diyecek ki: Bak, bunlar bana altından gümüşten (daha değerli) (...) ve O diyecek (...ve) adil olan benim efendim Sonsuz Tanrı." (Qumran Parşömeni -Apokryph'i- Nr.:4Q529.6Q23)
Burada, bu mücadelede, insan oğlunun yalnız bırakılmayacağı açıkça söylenmiştir. Yani insanların -iyiliğinden kaynaklanan "zayıflıkları" konusunda onları sömürmeye devam edenler- meydanı boş bulduklarını sananlar, çok aldanıyorlar. İnsanların iyi niyetini istismar ederek, cehaleti kullanarak onları koyun gibi gütmeye kalkmak, onlara kendi elleriyle kendi dünyalarını/hayatlarını mahvettirmek devri sona eriyor (erdi -de, şimdi bunun gereklerinin yerine getirilmesi devrinde yaşıyoruz).

"Müs
lüman aydın" zevatın Mardin katliamında ısrarla görmezden geldiği ve bazılarının da "katliamın asıl sorumlusu feodalizm" diyerek konuyu "Amatör-Sol" fraksiyon tartışmaları seviyesine indirdiği atmosferde, şu önemli gerçek artık gizlenemiyor: Vahşetin derecesi ve insani/kutsal değerler katli bağlamındaki benzersiz katliamı yaptıran kişi, Müslüman bir şeyhtir. Katliamı yapanlar ona mürittir, ona bağlıdır, onun sözünden çıkmayan, emrine düşünmeden itaat eden kişilerdir. Katliamın planlandığı yer ise bir türbedir... (Feodalizm, kadın-çocuk katliamlarının "normal" sayılma devri miydi?! Ayrıca "Feodalizm", Avrupamerkezci ortodoks Marksizmin "dünyanın her yanında" yaşandığını iddia ettiği bir sosyal aşamanın adıdır. Avrupa'ya özgü bir terimdir. Bu terime göre Aztekler, Zulular, Yanomamiler ve Yezidiler bile, önce ilkel toplum, sonra köleci toplum, ardından feodal toplum aşamasından geçmiştir -midir?.. Hurafe!)

Mardin katliamında gözlenen türde bir derin hayvanlığın dine/inanca böyle nasıl sızabildiğini ve onu nasıl bu
kadar kirletebildiğini, buna tepkinin nasıl bu kadar cılız olabildiğini araştırmak/düşünmek, en başta dindar münevverlerin işi olmalıyken, soruyu dile getirmekten bile imtina etmeleri, konunun büyük önemine işaret ediyor. Dikkatli olmaları -bir taraftan çok anlaşılabilir bir durum. Çünkü 'Araçsallaştırılan, sömürülen din' denince o çevrelerde gezinen, sahiden iyi, sayısız insan da var (ama dinin kullanılıp kirletilmesi olayını görmezden gelmek artık olmaz).
"Böyle katliamlar Batı'da da çok oluyor, çocuklar bile okul basıp herkesi, hatta kendi anne-babalarını öldürüyor" diyenler çok haklı. Bunun sosyolojik nedenini, bu katliamlarda modernizmin, kapitalizmin ve para ilişkilerinin rolünü göstermek... Bunlar, Avrupa'daki, Amerika'daki ve Doğu Asya'daki dostlarımızın yaptığı şe
yler zaten. (Ama oralardaki katliamcılara emir verenlerin hiçbiri rahip veya din adamı değil, cinayetlerini de kilisede planlamıyorlar. Karnı burnunda hamile kadınları, bebekleri kitle halinde öldürecek kadar hayvanlaşmıyorlar) Mardin'de olanlarla diğerleri arasında -modernizmin (ve sonradan modernleşmenin) genel karakteri açısından- hiçbir fark yok. Ama burada, işin içine din motifinin de karışması ve vahşiliğin ölçüsüzlüğü bakımından önemli farklar var.

Yudas Türkçe daha çok 'Yehuda İşkariot', yani 'Kariot'lu Yehuda' diye bilinir. Hz. İsa'ya ihanet eden Havarisidir. Yudas, Hz. İsa etrafındaki grubun/cemaatin para işlerine bakıyordu. Olayı kısaca hatırlayalım.
Hamursuz Bayramı'nın hemen
öncesinde, bütün Filistin akın akın Kudüs'e gelmektedir. Hacılar yollara düşmüşlerdir. Bu atmosferde güvenlik sorunu Romalıların ana sorunudur. Filistini işgal altında tutan Romalılar, direnişçilerin böyle bir atmosferde çok daha zararlı olabileceklerini biliyorlardı. Hz. İsa zaten daha birkaç gün önce şehre gelmişti ve bir Yahudi mabedinin altını üstüne getirmişti...
Romalılar Hz. İsa'yı, ortalığı velveleye vermeden, kimseye duyurmadan, onu kahraman yapmadan, sessizce yakalamak istediler. Cemaatin para işlerine bakan Yudas, para karşılığı, Romalılara "yardım" etmeyi kabul etti. Yudas, Hz. İsa'nın nezaman nerede bulunacağını çok iyi bildiğinden, onun tam zamanında ve tam yerinde yakalanmasını sağladı. Askerler peygamber ve havarilerini elleriyle koymuş gibi buldular. Yudas, daha önce askerlerle anlaşt
ığı üzere, Havarileri arasındaki peygamberi öperek, oradakilerden hangisinin aranan Hz. İsa olduğunu askerlere gösterdi. Yoksa Romalılar, kimin peygamber olduğunu, kimi tutuklamaları gerektiğini bilmiyorlardı.
Yudas'ın, ihaneti için aldığı otuz gümüş Dinar, o devirde en ucuz kölelerin satış fiyatıydı. Yani sıradan bir köle gibi satmıştı Peygamberi. Daha sonra pişman oldu, parayı geri vermeye kalktı, ama ona otuz gümüş Dinar verenler, parayı geri almadılar. Yudas, büyük bir azap içinde kendini asarak intihat etti.
325 yılında Anadolu'da hüküm süren Doğu Roma imparatorluğunun önemli dini merkezi İznik'te yapılan Konsil toplantısında kabul edildiğinden bu yana hikaye resmen böyledir. Diğer dini kurallarla birlikte, daha sonra Britanya'dan Kızıldeniz'e kadar uzanan bütün Hristiyan coğrafyası için bağlayıcı hale gelmiştir. Yudas'ın ihaneti, başka kaynaklardan da tasdik edilmiş kesin bir veridir. Çok sayıda kutsal tanığı vardır. Bu ihanetten ilk bahseden, Havari Marcus
'dur. 70 yılında yazdığı metinde, olayı yukarıdaki gibi anlatır (ama konuyu çok da abartmaz). Hz. İsa'nın diğer bütün Havarileri bu hikaye konusunda hemfikirdirler. Bütün İnciller de aynı olayın çeşitli versiyonlarını kendilerine has bir üslupla aktarırlar -Ta ki eksik bir "İncil", Yudas'a ait olanı, onun yazdığı, ortaya çıkıncaya kadar!..
Yudas "incil"inde, başka bir hikaye anlatıyor,
tam şeytanın ağzına "layık" bir entrika, bir 'komplo teorisi/hikayesi'. (Bkz. Der Spiegel 11.4.09)

Basından öğrendiğimiz kadarıyla: Yudas "İncili" aslında otuz yıl önce bulunmuş, ama piyasaya çıkmamıştır. Onu eline geçiren Mısırlı antikacı, satmak için o kadar nazlanmış, o kadar çok para istemiştir ki, kitabı çözümlemek -birkaç yıl öncesine kadar- mümkün olmamıştır. Kitabın uzun süre kamuoyunun gözünden kaçırıldığı ve gizli kaldığı anlaşılıyor. Mısır'da, Kahire'nin ikiyüz kilometre güneyinde, Nil kıyısındaki Karara'da bir köyün kenarında, geniş bir alana yayılan eski bir Kıpti mezarlığında keşfedilmiş Yudas "İncil"i. Mürekkep olarak kullanıl
an nar suyu sararmış -ama yazıları rahatça okunabilen bir "İncil". 20 papirüs sayfa üzerine, nesli artık tükenmiş bir bitkiden yapılan kesik uçlu bir kalemle yazılmış. Deriden bir kabı olduğu biliniyor.
Bulunan şeyin 'ne' olduğunu, ne kadar çok para getireceğini şıp diye "anlayan" antikacı, bu tek kitabı üç milyon Dolara satmaya kalkmış, ama alıcı b
ulamamış. Kitabın başına para yüzünden gelmeyen kalmamış. 1982'de çalınıp İsviçre'de ortaya çıkmış. Sahibinin vergi kaçırmak için çalındı süsü verdiği, İsviçre'ye sokmak için bu numarayı yaptığı bile iddia ediliyor. Kitap hep böyle, para için her şeyi yapabilecek tıynette tiplerle birlikte anılıyor. Bu arada iflaslar, belalar, hırsızlıklar gırla. Sonunda kitap, Bruce Ferrini diye birinin eline geçiyor. Ferrini eski bir opera sanatçısı. Arya söylemeyi bırakıp eski kitap ticaretine "girmiş." Çölün kuru havası sayesinde neredeyse ikibin yıldır bozulmadan kalmış kitabı, nemli Ohio (ABD) ikliminde tam onaltı yıl evinde saklamış Ferrini!.. Bir eski kitap tüccarının böyle bir şey yapması, inanılır gibi değil. Amaç para, çok para olunca, insanın aklı kolay şaşıyor olmalı.. Adam bütün dünyevi hayallerini, Yudas'ın "İncil"ini satarak elde edeceği paranın üzerine kurmuş! İflas edip icracılar kapısına dayandıktan sonra evindeki derin dondurucunun içinde buluyorlar Yudas'ın kitabını. Ferrini, kitap kurtlanmasın çürümesin diye dondurucunun içine koymuş ve dolaba kolay sokabilmek için bir de parçalara ayırmış kitabı! Tabii papirüs donunca bozulmuş, nar suyundan mürekkep yer yer sayvalardan ayrılıp topaklanmış... Adam son anda, beş milyon Dolara bir firmaya okutmak üzereymiş malını. (Bu kurtlanmaktan korkmak meselesi de Yudas'ı hatırlatıyor. 2. Yüzyılda Hierapolisli Papias, Yudas'ın "vücudundaki kurtlar"dan bahsediyor, tabii bunu Yudas'ı kötülemek için söylemiş de olabilir. "En doğal ihtiyaçlarını görmesine bile engel oluyorlardı" da diyor (-ki o zaman, konuya daha dikkatli yaklaşmak gerektiği anlaşılıyor). Neyse kitap sonunda İsviçreli bir kurum tarafından birkaç yüz bin Dolara satın alınıp bugünlerde İsviçre'ye getirildi.

Kitap, derin kötülüğün dini nasıl kendisi için kullanabildiğini ve mantığını belgelemek bakımından da önemli. Yudas'ın ama
cı elbette genel kabul gören (kabul edilenin, inanılanın) tam tersi. Yani aslında kendisinin, Yudas'ın Hz. İsa'nın en sevgili havarisi/sırdaşı olduğunu, (diğer havarilerin hepsinin yalan söylediğini!) "kanıtlamak" istiyor. Ve Hz.İsa'nın kişiliğini, tarihi olayları vs. yeniden yazıyor. (Bit tür "alternatif tarih"çilik de yapıyor). Ama burada ifadesini bulan kötücül zihniyet o kadar aptalca ve açık ki, daha çok trajikomik bir hal arzettiği söylenebilir.
Kitap, 150 yılında, Yudas'ın ölümünden yüz yıl kadar sonra -ama onun ağzından- kaleme alınmış. Kaleme alanlar, Adem ile Havva'nın üçüncü oğlunun soyundan geldiklerine inanan bir tarikat. Hz. İsa'ya nefret duyuyorlar.
Kötünün karakterini anlamak bakımdan Yudas "İncili"nde dikkat çekilmesi gerejen konular kısaca şöyle sıralanabilir.

1.
Yudas, 'İhanet' olayının "perde arkasını" anlatıyor.

Bilindiği gibi ve Havarilerinin anlattığı üzere Hz. İsa, "içinizden biri beni ele verecek (bana ihanet edecek)" diyor. Hatta Yahya, İncili'nde, Hz. İsa'nın ihanet planını anladığı ima ediliyor ve Yudas'a, "yapacaksan bir an önce yap" dediği aktarılıyor.
Yudas İncili'nde bu olayın, bir komplo teorisine dönüştürüldüğünü görüyoruz. -Ki tipik bir, cehaletten beslenen 'Aptal kötülük' modelidir.
Yudas, Hz. İsa'nın ihaneti sezmediğini, bi
ldiğini, hatta bizzat planladığını öne sürüyor. Peygamber ona, "Sen cennetin/göğün ölümsüzlerindensin" diyor. Tanrısal görevini yerine getirip, bu bozuk dünyadan çarmıha gerilerek ayrılmak istiyor. Buraya kadar tamam. Ama Hz. İsa Yudas'dan, onu gammazlayıp yakalatmasını istiyor! Yani bir peygamber, güya "en yakın sırdaşı/Havarisi"nden, "onun hatırına" bir kötülük yapmasını istiyor! Bu tipik bir katakulli olayıdır ve sadece dandik plastik peygamberlerin başvurduğu, sadece onların aklına düşebilen, sadece onların tenezül edeceği, derin kötülüğe özgü bir yöntemdir. Hz İsa'nın buna ihtiyacı yoktu (olsaydı, bugün adını zaten kimse bilmezdi).
Burada, kötü olanın yalanla kendini aklaması, hatta kendini sahici dindarlardan daha dindar gösterme yöntemini de görüyoruz. Bir anda hain, kahraman oluveriyor! Dindar kötülük -din adına! ve dini kullanarak- kendi maddi/siyasi çıkarı çok kolay yalan söyler. Neoliberal dönemde yükselip şimdi alçalan İslamcı/Hristiyancı Dincilerin çoğunun kafası bugün de böyle işler ve dünyayı komplo teorileriyle açıklamaya çalışırlar (-ama açıklayamazlar!)
Bu komploculuk yöntemi, neoliberal Yeni Dünya Düzeni'ni ilan eden Bush'lar devrinde bir "dünya görüşü", bir endüstri haline kadar gelmeyi becermiş, tüm İslamcı/Hristiyancı dinciler, buna balıklama atlamışlardır. Komploculuğun böylesine iyi iş yaptığı sadece iki devir vardır tarihte: Biri Ortaçağ'dır, diğeri, Birinci Dünya Savaşı arefesinde başlayıp İkinci Dünya Savaşı sonunda biten cinnet devridir. Komploculuk böyle dönemlere meyyal isanlara has bir şeydir ve pek hayra alamet değildir. Rasyonal/nesnel düşününememek anlamına da gelir.

2.
Yudas "İncili"nde Hz. İsa Yudas'a, "Böylece sen, bütün Havarilerimin ötesine geçeceksin, benim vücudunu taşıdığım insanı kurban edeceksin" der!
Peygamber, cinayet işlettiriyor ve cinayet sayesinde -hem de peygamber öldürerek!- birinin en yüce Havari payesini alabileceğini "söylüyor." Yani "Kutsal peygamber katili!..." Burada, bir komplo sonucu yapılabilecek (amacının "kutsal" olduğunu sadece bir-iki kişinin bildiği) dipsiz/büyük bir kötülüğün "kutsallığından" bahsediliyor. Kutsanmasının tek gerekçesi de, kutsal bir kişinin buna gizlice cevaz vermesidir. Mardin'deki durum gibi... Böyle durumlarda iyiliğin kötülükten açıkça ayrılmasını sağlayan ilke açıklıktır. Geniş kesimlere hitab etmesine rağmen gizli-kapaklı olmak, kutsallık olamaz. Hele böyle komplolar planlayan ve yüzüne gözüne bulaştıran (çünkü içinde kötülük olan tüm komplolar, bir salaklık türüdür ve eninde sonunda yüze göze bulaşır), böyle katakullici illegal kutsallık: naylon kutsallıktır. Ve derin kötülüğe hizmet eder -zaten o sayede başarılı görünür. Baş Melek Mikael'in deyimiyle, "şeytan, cahillerin yardımına koşar." (Bkz. bir önceki yazı)

3.
Yudas'ın anlattığına göre Son Akşam Yemeği'nde Hz. İsa, dindar bir bağlılıkla ve saygıyla kendisini bekleyen Havarileriyle -onlara yukarıdan bakan bir tavırla- dalga geçiyor, onların bu haline gülüyor ve onların bu "zayıf" hallerine demediğini bırakmıyor. (Yudas burada oldukça "yaratıcı!") Havariler, "onun ışığına/nuruna bakamadıklarından" birer ikişer ayrılıyorlar. Bir tek Yudas (!), O'nun nurunu "başını kaldırmadan" görüp "Hz. İsa'nın büyüklüğünü anlıyor" ve O'nun tüm hakaretlerine rağmen yanında kalıyor!
Bu tipik durum, kendi en yakın müritlerini sürekli korku içinde yaşatan, hatta onlara eziyet de ederek cehennem hayatı yaşatan, etrafında ona 'Aman efendim, yaman efendim, süz büyüksünüz' diyecek birileri bulunmak zorunda olan, yalnız kalamayan "dindar" şişikEgo'ların durumunu anlatıyor. Her an onları ululayacak, gebertsen sesini çıkartmayacak kadar onlara "bağlı" birileri lazımdır yanlarında. Sadece bu sayede kendilerini "bişey" sanabilmektedirler. Bunları yalnız bırakın, yaşayamazlar. (Burada insanın ruhunun nasıl bağımlı hale getirilip alçaltıldığını ve bağımlı "dindar" şişikEgo'ya bağlı ruhların nasıl posasının çıkarıldığını, mahvedilerek atıldıktan sonra neler olduğunu, Kutsal Hint geleneğinde -Veda'larda ve Srimad Bhagavatam'da- oldukça kesin bir şekilde irrasyonal yoldan anlamak mümkün).

4.
Yudas, cemaatin para işlerine bakmaktaydı. Ünlü yazar Heinrich Heine (1797-1856), sırf bu nedenle Yudas'ın şahsında, 'Çağdaş bankerin prototipi'ni görür. "Boşuna, cemaatin kasası olmamış" der. Ve İncil'deki hainin para işlerinin, günümüz bankerleri için de, "para kesesi yalayan baştan çıkarıcı" etkisinin uyarıcı olduğu üzerinde durur. Burada Heine, para -bol para işleriyle ilgilenenip biraz fazla o işlere girenlerin, arkadaşlarını/dostlarını kolay satabildikleri konusunda da uyarıyor. Heinrich Heine'ye göre, paraya düşkün "her zengin, bir Yudas İşkariot"tur. (Bkz. "Reisebilder und Reiseberichte" 'Die Stadt Lucca' 7. Bölüm. Heine kitabında, bu sözü, bir doktora söyletir. Mylady, sorar: "İnançlı biri rolü kesiyor gibisiniz doktor. (...) Ama aslında sahiden inançlı birine benziyorsunuz." Doktor: "Aramızda kalsın ama ben İsa'yım.")
Din adına yaptığı hizmette para/mal işlerinin ve bağımlı güdük-insan yaratmanın esas olduğu, zenginleri, dünyanın para anlamında en "güçlüleri"ni ululayarak işleyen, onlara yaltaklanan, onlara dayanarak, "kutsallık" yapmaya kalkmak, şeytanın dünyadaki bedenlenmesi sayılan Yudas'lara "layık" derin bir kötülük örneğidir. Kutsal kitabı sular seller gibi ezberleyip papağanlar gibi okumakla, okuyamayanlardan daha makbul insan olunduğunu sananlar çok yanılıyor. Bazılarının, kutsal kitapları okumasına gerek yoktur. Mesela çocukların. Ve yalnız çocukların değil. Özgür ve iyi insan olmak, kutsal kitapların hedefidir -tersi değildir. Kutsallığın temel ilkelerine (Özgürlük, güzellik, iyilik) kafadan ters düşerek kutsallık yapmaya kalkmak, sonuçta sadece kötülük üretebilir. Bu nedenle, yapılan iyi şeyleri de (-ki kötülüğün etrafına iyi insanları toplayıp onları kullandığını yukarıda belirtmiştik) işte o iyi şeyleri de bozar ve alçaltır. Bozulmanın hangi hızla nasıl olacağı ise bir zaman ve konjonktür meselesidir. (Şimdi oldukça hızlı işlediğini söylemeliyiz)

Para hikayesi, derin kötülüğün din içindeki en bariz, anlaması en kolay tipik özelliğidir.
Bir şeyh saraylarda oturup tavşan tüyü iç çamaşırlar giymeye başladığı zaman, en önemli müritleri paralı pullu zengin adamlar olduğu zaman, sinekten bile korkmaya başlayıp -değil başkalarına- kendine bile güvenmediği zaman, etrafındakileri en kaba türünden dövüp sövdüğü zaman, açıklığı değil gizli kapaklılığı seçtiği zaman, büyük paraya/zenginliğe/siyasigüce sığındığı zaman ve endişeler içinde "en iyi savunma saldırıdır" evhamlanmalarıyla, kendine bağımlı zavallılara, her türlü hinliği yaptırdığı, önüne gelene iftirayı attırdığı, bütün insani/evrensel değerlerin canına okuduğu zaman, kendine bağımlı, iyiliklerini kullandıklarına bir gölge katakulli-gücü kurdurmaya kalktığı zaman, mutlaka korktuğu başına gelir.

Özgün demokrasi ve Türk, Japon örnekleri hakkında

1.
Bazı önyargıların kırılması ve kırılırken ses de çıkarması gerekiyor. Modern değerler fundamentalizmine has önyargıların kişiliğe büründüğü ve bunların gazete yazarı "donunda" karşımıza çıktığı neoliberal devirde, hayatını "demokrasi savunuculuğu" yaparak kazanan bir aydın tipi, yakın zamana kadar çok havalıydı! 2008 sonbaharından önceki dönemde dinin tekeli neoliberal "ılımlı dinciler"e, demokrasinin tekeli de "ılımlı demokrasicilere" aitti!

Demokrasicilere göre kargadan başka kuş, Batı demokrasisinden başka demokrasi yoktur. Bu saçma mantık, Türkiye demokrasisi üzerinde bir tür "fikirsel" vesayet oluşturmalarını sağlamıştır ve demokrasi kardinalleri/bilirkişileri afralarıyla ekranları doldurmalarına yardımcı olmuştur. Demokrasiciler şöyle yanlış bir varsayımdan yola çıkıyorlar: Türkiye herşeyiyle tipik bir Batı demokrasisi olmalı. Olmazsa, Batıdan uzaklaşır, despotik bir ülke olur. (Ilımlı İslamcılar köprüyü geçtiklerine inandıkları an ılımlı despot oluverdiler ama!). Hadi bunları şimdilik bir yana koyalım.. Peki Türkiye'nin kendine özgü bazı yanları tipik Batı demokrasisi olmasına uygun değilse ve bu konuda ısrar etmek ülkeyi istikrarsızlaştırıcı bir rol oynuyorsa... Bu ısrar, amaçlananın tam tersine neden oluyor ve sadece Avrupa/Batı düşmanlığı üretiyorsa (-ki normaldir, zorla güzellik olmaz) o zaman ne olacak? Demokrasicilere göre 'Hayır', nalıncı keseri gibi aynı yerden yontmaya devam etmek lazım... Bir neoliberalizm devri görüngüsü olan Demokrasicilerin en bariz özelliği, ülkenin kendine has tüm özelliklerini/değerlerini kolaylıkla reddedebilmektir ve onun yerine Batı'da oturmuş Batıya has, orada iyi işleyen -ama heryerde işleyeceğinin bir garantisi olmayan- demokrasiyi şablonlaştırarak "Demokrasinin orijinali/aslı" diye zorla pazarlamalarıdır. Bu kopyala-yapıştır pozisyonu, onlar için rahat ve kolay bir pozisyon olabilir, ama artık zararlı bir yanlıştır. Bu tarz, Anglosaksonların bir-iki piyasa gazetesini okuyarak kısa yoldan "medya aydını" olmaya müsaitti -tabii günümüz şartlarında çok yanıltıcı bir faktör haline gelmiştir. Çünkü neoliberal tüketici/açıkbüfci dönemin naylon aydın çağı sona ermiştir.
(Not: 'Modern Değerler Fundamentalizmi' terimi Norbert Trenkle'ye, 'Demokrasicilik' terimi de Franz Schandl'a aittir)

Dünyada Batı demokrasisine benzemeyen, ama Batı demokrasileriyle olağanüstü iyi ilişkilere sahip Japon demokrasisi diye bir gerçek var ve bu gerçek, ülkenin özgün yanlarını gözeten bir demokrasinin, Batı demokrasileriyle mutlaka çatışıp çelişmek zorunda olmadığının da kanıtı. Çelişmez, çünkü bu herşeyden önce bir çıkar/ittifak vs. maselesidir. Nasıl Japonya'nın çıkarı Avrupa ile iyi ilişkilerden geçiyorsa, Türkiye'nin çıkarı da Avrupa ile iyi ilişkilerden geçer. Bu, varsayımdan öte somut bir gerçektir. Bu gerçek ışığında ülkelerin kendi yollarını bulmaları, ilişkilerin daha samimi ve sahici olmasının da yolunu açacak, önyargıların (ve varolan nefretlerin) daha kolay aşılmalarını sağlayacaktır.

Şunu hemen belirtelim: Eğer Anglosakson ve Avrupa demokrasisini baz alacak olursak, (yani Batı demokrasisinden başka kuş tanımayacaksak) Japonya'da demokrasi yoktur ve demokrasicilerin oturup Japonya'yı da bir güzel eleştirmeleri gerekir -ama eleştiremezler! Çünkü hiçbir Japon, hatta hiçbir Avrupalı ve Amerikalı bu eleştiriyi yemez. Elbette birşeyler söylenir, eleştiri her zaman yapılabilir, eleştiri olur, iyidir. Bir ülkenin yazarları/çizerleri, 'kendi durdukları yerden yola çıkarak' başka ülkelerin demokrasilerini, dış politikalarını vs. eleştirebilirler, eleştirmelidirler. Ama bunun bir haddi olmalıdır. Ve bu eleştirinin, 'o aydınların durdukları yerin normlarına göre yapıldığı' unutulmamalıdır. Çünkü, evrensel bir demokrasi prototipi yoktur. Çok sayıda demokrasi çeşidinin var olduğunu/olabileceğini kabul etmek gerekir. Bu çerçevede Batı demokrasisine öykünmek -ki Türkiye böyle bir yol tutturmuştur- elbette bir tercihtir. Avrupa Birliğine üye olmak isteyen bir ülkenin bunu peşinen kabul ettiğini de varsayabiliriz. Ama bu varsayım, Türkiye'nin elini/ayağını bağlamamalı, kendi özelliklerini gözönünde bulundurmasını engellememelidir. Bu, hem Türkiye'nin ve Türklerin, hem de Türkiye'nin müttefiklerinin ve dostlarının çıkarınadır. Unutulmaması gereken konu şu: 1. Türkiye çok önemli bir ülkedir ve Türkiye'yi kimse kaybetmek istemez. 2. Türkiye'nin büyüklüğü ve önemi, onun özgün yanlarının dış dünya tarafından kabulünü de beraberinde getirir -yeter ki evrensel değerlerle çelişmesin, anlaşmalarına/dostlarına sadık kalsın ve barışçı olsun. Bu konuda Türkiye'ye ve onun demokratik geçmişine, kendi geliştirdiği Batıya yaslanan modern değerlerine, ama her şeyden önce tarihi terübesi ve sağduyusuna güvenilmek zorunda.

Şimdi, global sistemin çözülerek ulus-devletlerin daha milli (kendi sınırları dahilinde daha yetkin) olabileceği bir aşamada Türkiye'ye üst perdeden "demokrasi dersi" vermeye kalkan -kerameti kendinden menkul- demokrasici esnafının, cumhuriyet Türkiye'sinin kuruluş felsefesine karşı yürüttüğü uzlaşmaz düşmanlık dili ters tepmiştir. Bu "demokrasi terecisi" vükela çevrenin, itici dili ve tavırlarıyla becerebildiği tek şey, herkesi Avrupa'dan ve Batı kültüründen soğutmak (hatta düşman etmek) olmuştur. Türkler yüzyıllardır Avrupa ile yanyana/içiçe yaşıyorlar, yaşamaya da devam edecekler. Avrupa'ya yaşam tarzı üzerinden de yakın olan Türkler ile Avrupa arasındaki gerilimli durumun sona ermesi gerekiyor. Aynı şey Doğu için de geçerli. Doğudan kesinlikle "bi-haber" olmak durumuna da son vermek gerekiyor -ama Doğu derken Ortadoğu'dan bahsetmiyoruz. Orayı çok bilen, hatta oralarda derin stratejik padişah çadırları falan kurmaya kalkan çok... (Biz 'Doğu' diyoruz) Türklerin Avrupa'yla güvensizliklerini ortadan kaldırabilmeleri ve Avrupa'ya yeniden güvenebilmeleri için, Avrupalıların, Türklerin kendi özgün mecralarını bulmalarına saygılı olmaları gerekir. Sağlam dostluklar gönüllülük üzerine kuruludur. Burada korkuya/kuşkuya yer olmamalı.

Arabi/Sünni neoliberal ılımlı İslamcı lafazanlığı ve bol plastik paradan başka hiçbir numarası olmayan kültürsüz/müziksiz/sanatsız/görgüsüz bir çevrenin, onbin yıllık tarih/kültür birikimine sahip bir yerin geleceğini belirlemesi mümkün değildir -şimdiye kadar sadece dünya faiz şampiyonluğu (küresel sermaye) sayasinde kısmen başarılı gibi görünebilmiştir. Demokrasici esnafının bu para/rant manyağı ılımlı despot "Müslüman" çevreyi "demokratın hası" ilan edip, geri kalan herkesi antidemokrat/Ergenekoncu/faşist/vs. ilan etmesi -hem de güya Avrupa adına!- uyandırdığı bu buyurgan/düşmanca intiba, Türklere çok itici gelmiştir. Bu gerilimli durum, ekonomik kriz atmosferinde ve devamında ne Türkiye'nin ne de Avrupa'nın çıkarına olabilir. Kriz atmosferinde ve onun devamında düşmanlıklar değil, sahici/samimi dostluklar, yakınlıklar çok önemlidir. -Artık barış ve gerçekçi yakınlıklar konusunda çok daha dikkatli olunmak gerek. Böyle konuları, 20'inci Yüzyıl döküntüsü (neo)"liberal" aydınlara bırakılamayacak kadar önemli konulardır. Kaba saba demokrasici esnafı, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de inandırıcılığını ve prestiğini yitirdi, böyle giderse son kalan prestijini de yitireceği kesin.

2.
Japon demokrasisinin özgünlüğü ve bunu sürdürebilmesi, onun kendi değerlerini kimseyi tehdit etmeyecek şekilde ve ekonomik gücüne dayanarak savunması sayesinde, -evrensel değerlerle temelde çelişmemesi sayesinde ve elbette dünyanın (ABD'den sonra) ikinci büyük kapitalist ekonomisi/demokrasisi olması sayesinde oluyor. Neoliberalizmin bütün dünyada ekonomileri erozyona uğrattığı, bu erozyonun Türkiye'de bir tür (tek adamın iki dudağı arasındaki) çoğunluk diktasına dönüştüğü, benzer konuların Avrupa'da 'Postdemokrasi' kavramı altında incelendiği, Japonya'da da birçok postdemokratik sorunla boğuşulduğu biliniyor. Biz, yeni döneme özgü bu bozulmaların ötesinde, kısaca Japon demokrasisinin genel mantığı üzerinde duracağız.

Japon demokrasisi elbette Anglosakson demokrasisi örneği üzerine inşa edilmiştir (II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikalılar kurdu). Fakat siyasi gerçek, siyasi gelenek üzerinden işlemektedir. Türkiye'dekinden çok daha ataerkil özellikler taşır ve hiyerarşik bir mantığı içselleştirmiştir -herkes yerini bilir. Toplum yapısı kendine özgü bir hiyerarşiye göre işler. Demokrasinin kurumları da bu sabit veriye uydurulmuştur. Örneğin yakın zamana kadar bir tek parti (Türkiye'de II. Dünya savaşı öncesi CHP gibi) esastı -hala bu parti (Liberal Demokrat Parti LDP) ülkenin yönetiminde esastır. Diğer partiler, ya muhalefettir ya da arada koalisyon ortağı olurlar ve LDP, II. Dünya Savaşı'ndan beri Japonya'yı yönetmektedir. Bunun demokrasi çerçevesinde olabilmesi, Japonlara özgü sosyo-psikolojik bir durumla ilgili: Sadakat... Ülkeyi yöneten elit, demokrasi kurulurken, başta LDP içinde yer alınca, -o zamandan beri- Japon seçmen de LDP'yi seçmiştir/seçiyor ve ülke adeta tek parti ikdarı altında yönetiliyor. LDP ne kadar demokrat? Japonya'ya göre çok demokrat... Son derece yetkin bir bürokrasiyle (bir bürokratik elitle) birlikte hem ülkeyi -Japonların çıkarlarını azami ölçüde gözeterek- iyi yönetiyor, hem de ülkenin dünyadaki prestijini ve etkisini genişletiyor. Büyük savaş öncesinin tersine, çok barışçı bir ülke olan Japonya, bir 'Soft Power' şeklinde işliyor ve çok da etkili oluyor. Ama bu durum, mesela II. Dünya Savaşı gazilerini defterden silmesini gerektirmiyor -tam tersine. II. Dünya Savaşı sırasında savaş suçu işlemiş ve uluslararası mahkemeler tarafından yargılanıp hüküm giymiş 14 subayın adlarının DA yüceltildiği Yasukuni mabedi,
'Tenno' (Göğün Oğlu / İmparator) tarafından yılda iki kez (özel temsilcileri aracılığıyla) ziyaret edilir -çok önemli bir mabeddir ve politikacılar dahil herkes mabedi ziyaret eder. Çin, savaş sırasında Çin'de savaş suçu işlemiş Japon subayların da şereflendirildiği bu mabed nedeniyle Japonya ile savaşın eşiğine kadar gelmiştir, ama Japonlar tavırlarını değiştirmemişlerdir. Bu elbette uç bir örnek ve örnek alınması gerekmiyor. Ama Türkiye'deki "Ergenekon" diye adlandırılan davanın tutuklularının hikayeleriyle, Japon savaş suçlusu subayların hikayelerini kıyaslarsak, Ergenekoncular o savaş suçlularının yanında kanatsız melek kalırlar -ve bu durumu yüksek sesle: "Japonya antidemokratik" diye tanımlamaya kalkan Avrupalı/Amerikalı tanınmış "liberal" aydın yok denecek kadar azdır. (Alçak sesle ifade edenler de az!) Japonlar şehitlerine, ülkesi için savaşmış subaylarına -her ne olursa olsun- asla laf söyletmezler ve sahip çıkarlar. Bu böyledir. Kimse tarafından, eni konu düşmanca kampanyalara konu olacak ölçüde gazete/medya saldırılarına uğramıyorlar, çünkü dünya ekonomisinin en önemli direklerinden biriler, çok önemliler, üstelik dünyadaki görev ve sorumluluklarına göre hareket ediyorlar. Ve en önemlisi: Bunların bilincindeler.

Burada önemli olan, Japonların güven uyandıran yapılarıdır. Yarın öbürgün ne yapacaklarının kestirilebilmesi, abukluk yapmayacaklarının bilinmesidir. Yani Japonlar, yarın üç kişiklik faşist Hamas'ı Tokio'ya çağırmazlar, öbür gün de onu Birleşmiş Milletler'de temsil etmeye kalkmak türünden -büyük devletlerin dışişleri çaycılarının bile aklına gelmeyecek- saçmalıklar yapmazlar. Mesela Japonya, "Ah nerede o eski Japon İmparatorluğumuz" ana fikri etrafında Mançurya, Tayland ve Filipinler sokaklarına siyasi yatırım yapmaz. Bu gülünç olur. Aslında Türkiye'de de gülünçtür, ama bunun farkında olamayacak kadar "stratejik" derinliklerde yüzen siyasi sazanların yönettiği bir ülkedir Türkiye. Türkler böyle bir çevreye, Türkiye gibi önemli bir ülkeyi teslim edecek kadar "demokrat!" olabiliyorlar -Japonlar o kadar demokrat değil!