Papa Francesco'nun kapitalizme yönelttiği öldürücü eleştirisi ve inananlara çağrısı

Daha önce de Vatikan'dan yayınlanan ve bu blogda da sözünü ettiğimiz, kapitalist sisteme yönelik Papalık Fermanları, mektupları olmuştu, ama bunların hiçbiri 180 sayfalık şeyler değildi. Bu kez Papa kapitalizmi eleştirmekle kalmayıp, dünyadaki tüm Hristiyan din adamlarını da fakirlerin yanında sisteme karşı durmaya çağırıyor. Ben şimdi bu "kitap" denebilecek sözleri okuyorum ve onlardan burada da söz etmek istiyorum…
(Yazı hazırlık aşamasında)

Jean-Paul Sartre ve onun varoluşsal absürd dili

Galiba çağımızın bilinen ve önemsenen son popüler filozofu. Ve bu yanıyla oldukça öne çıkıp, edebiyatçı yanı kısmen gölgede kalmış bir düşünür Jean-Paul Sartre. O, angaje bir dünya entelektüeli ve Proust'tan Camus'ye kadar laf sokmadığı yazar olmayan acımasız bir eleştirmen. 68'li Sol'un ikonlarından Sartre'nın "absürd" ve "dil" hakkında yazdıklarını okurken, konudan burada da bahsetmeyi düşündüm. Sartre, birçok eseriyle günümüzde de okumaya değer düşün ve edebiyat devlerinden...
(Yazı hazırlık aşamasında)

Willy...

Willy…
Sevenleri ona böyle sesleninir.
Nazilerle hiç alakası olmamış, onlara en başından itibaren karşı durmuş ilk Almanya Başbakanı. Açıkçası ben onu çocukken televizyonlarda tanımıştım, babamın hayran olduğu, adından evimizde bahsedilen bir adamdı. Onda başka bir pırıltı, diğer politikacılardan farklı bir karizma vardı. Konuşma yaparken sözlerinin arasına uzun aralıklar koyardı. O aralarda, dinleyici de düşünürdü ve sözlerine devam ederken, dinleyicilere onun sözlerini birlikte düşünmüşler hissi verirdi. Sesi kulaklarımda...
Almanların saygı duyduğu birçok politikacısı vardır. Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrasının ilk Başbakanı Konrad Adenauer'e saygı duyarlar. Benim saygı duyduğum ve şimdi hemen aklıma gelen Herbert Wehner vardır mesela, Brand zamanının SPD Meclis grubu başkanı veya Egon Bahr. Willy Brand, Almanya'nın dördüncü Başbakanı olarak, Nazilere hiçbir şekilde bulaşmamış ilk Liderdir ve seçildikten sonra da, "Hitler bu gün savaşı kesin olarak kaybetti" demiştir, -ki doğrudur. Sosyal Demokratlar Willy Brand'ın önderliğinde 150 yıllık tarihlerinin en büyük zaferini kazanmışlardır ve Almanya'da ilk kez iktidara gelmişlerdir -çok daha önemlisi, Willy, diğer politikacılar gibi sadece sayılan biri değil, sevilen bir politikacı olmuştur. Dört dil konuşuyordu.
Herbert Ernst Karl Frahm adıyla, 18 Aralık 1913'de Lübeck'de doğan Willy, "gayrımeşru" bir çocuk olarak doğmuştur ve gençliğinde hep bir baba hasreti çekmiştir. Baba yerine koyduğu ilk kişinin, Almanca öğretmeni olduğu ve bu adamın onun konuşma yeteneğini keşfettiği söylenir.
Sizi bilmem ama benim için de, "bir insan ya politikayla ilgilenmiyordur, ya da solcudur." Bu ilke, genç Frahm için de geçerliymiş ve tabii ilkgençliğinde hemen "İşçigençlik" diye bir gruba katılmış, sonra da SPD'den ayrılanların kurduğu SAP partisine üye olmuş. Nazilerin 1933'de iktidara gelmelerinden sadece iki ay sonra, küçük bir bavul, iki gömlek, yüz Mark para ve yeni bir isimle Danimarka'ya, Rødbyhavn şehrine kaçmıştır. Kod adı Willy Brand, sonra ona yapışmıştır tabii. Ve o andan itibaren Nazilere karşı aktif faaliyette bulunmuştur. Nazi döneminde Almanya'da kalmış yeni Alman politikacılarının hepsi, Nazilere susmuş, hatta onlara bir şekilde katılmış da olsalar, "Willy Brand 12 yıl iskandinav ülkelerinde ne yaptı" diye sormaya da kalkmışlardır, çünkü adı o zamanlar pek bilinmeyen biriydi.
Willy güzel bir Norveçli kadınla evlenmiş, ondan Ninja adında bir kızı olmuştur. Tabii bu kadar değil. Willy, bu yeni adı altında, Almanya'daki Hitler karşıtlarına kuryelik yapmış, İspanyol iç savaşında direnişçilere yardım etmiştir ve bu arada Willy Brand adıyla direnişçilere hizmet ediği anlaşılmış, Alman vatandaşlığından çıkarılmış ve Nazi gizli servisi Gestapo'nun listesine girmiştir. İşte bu bile onu, çılgınca bir cesaretle Berlin'e gitmekten ve oradaki gizli direnişe katkıda bulunmaktan alıkoyamamıştır. Gunnar Gaasland takma adıyla Berlin'e indiğinde pasaport kuyruğunda onu bir okul arkadaşı hemen tanır. Adamın üzerinde Alman Wehrmacht'ın subay üniforması vardır ve Willy'nin Gestapo tarafından arandığını da bilmektedir. Cesaretine şaşırmış ve saygı duymuş olmalı, zira sınıf arkadaşını tutuklamak yerine, Almanya'ya girmesine izin vermiştir.
Willy Brand, 1948 yılında yeniden Alman vatandaşlığına kabul edildi ve 1966'da ilk kez CDU-SPD koalisyonuyla hükümete girdi ve yeniden kurulan Federal Almanya'nın Dışişleri Bakanı oldu.
Sosyal Demokratların Almanya'da ilk iktidarı da 1968 yılına denk geldi. Willy, Hristiyan Demokrat ve Sağcı CDU yerine, daha ılımlı küçük liberal parti FDP ile koalisyon kurdu.
Willy Brand, kitleleri avucunun içine alıp büyüleyici konuşmalarına rağmen, son derece içine kapanık bir kişi. Biyolojik nabasının kimliğini ancak 34 yaşında öğrenip, onunla bir kez bile konuşmamasından mıdır, kadınlarla bir türlü dost olamamasından mıdır? Otobiyografisini yazarken, birlikte hayatının en güzel otuz küsür yılını geçirdiği iki çocuğunun annesi ikinci karısı Rut'tan bir satırla bile bahsetmemesi, bazen saatlerce tek kelime etmeden oturması, garip hallerindendir. Bu uzun susma seanslarında bazen en temel nezaket kurallarına uymadığı, mesela karşısındakine sadece bir iki kere kafa sallamakla yetindiği de olur. Onu yakından tanıyan ve konuşurken gösterdiği performansından büyülenenler, onun suskun, derinlikli sohbetlerden uzak, basit fıkralar anlatıp gülen biri olduğunu söylerler.
Geçenlerde, 31 Mayısta başlayıp 19 gün süren Gezi Direnişinin ardından, iktidarın Nazi devrindeki gibi toplama ikiyüz küsür bin insanlala yaptığı Kazlıçeşme mitingine, tek başına çevap veren Erdem Gündüz'le tanıştım. Tabii sohbette, onun Taksim Meydanı'nda "Duran Adam" olmaya nasıl karar verdiğini sordum. Yanıtı kısa ve netti. "Buna bedenim karar verdi." O gün o an birşey yapması gerektiğini hissetmiş ve sırt çantasını kapıp Taksim'e gitmişti. -Anlık bir karardı. Willy de 7 Aralık 1970'de Varşova'da böyle anlık bir kararla, Varşova Getosu önündeki saygı duruşu sırasında diz çöktü…
Kendi halkının Yahudilere karşı işlediği büyük suça, daha ilk gençliğinden itibaren hiç bir şekilde karışmadığı ve Nazilere karşı çocuk yaşlardan itibaren karşı olduğu halde, halkının büyük suçunu kendi omuzlarına yükleyerek diz çöken Willy, işte biraz da bu yüzden bir ikondur. O, sezgilerine göre hareket eden, "Mistik ve Melankolik" bir adamdır. Son eşi Brigitte Seebacher onu bu sözlerle betimlemiştir.
Willy'nin iktidarında Federal Almanya, Sosyalist Blok'daki Doğu Almanya ile yeni ilişkiler geliştirdi. Willy, ABD ve SSCB'nin silahsızlanmayı tersine çevirip silahsızlanma yolunda adımlar atmaları için uğraştı. Gençliğindeki devrimci haşarılığını ve çocukluğunu unutmamasından olacak, SPD Gençlik Kolları JUSO'ların radikalliğini her zaman anlayışla karşıladı. Bu dönemde devlet içindeki (Sol) radikal unsurları belirleyip uzaklaştırmak politikasını daha sonra, "yaptığım en kaba hata" diye niteleyecektir.
Willy'nin destanlaştığı ve SPD'nin tarihi bir başarıyla rekor oy aldığı 1972 seçimlerinden sonra, içine kapanıklığının hastalık derecelerine vardığı anlar oldu. Bonn'daki Başbakanlık villasının çatı katındaki odasına kapanıyor ve günlerce çıkmıyordu. Soranlara, "Başbakan soğuk aldı, dinleniyor" dendiği dönemlerin ardından, Willy'nin komplo gibi bir olayla Başbakanlıktan istifası gelir.
En yakın adamlarından birinin Doğu Alman casusu olduğu anlaşıldı -ya da şöyle: Bir yılı aşkın süredir şüpheleniliyor olmasına rağmen yakalanmadığı da sonradan anlaşıldı. Bu olay yaşandığında, siyah-beyaz bir televizyon ekranında Willy'yi seyreden çocuklardan biri de bendim. Evimizde bir fırtına esti. Babamın idolü, partisinin başkanı Willy, 6 Mayıs 1974 günü istifa etmiş, olayı biz de bir gün sonra öğrenmiştik. O günlerin ağır havasını ve halkın üzüntüsünü anlatmak kolay değil. Bu olaydan SPD içinde sorumlu tutulanlar da oldu tabii, mesela benim hayranı olduğum aksi adam Herbert Wehner.
Willy Brand, daha sonra Sosyalist Enternasyonal'in başkanlığını yaptı, kalın kalın kitaplar yazdı veya onun hakkında yazıldı, ama ona olan sevgi azalmadı. Politikaya 1990 seçimlerinde yeniden dönmeye çalıştığı biliniyor, ama SPD'nin yenilgisi, buna fırsat vermedi.
Kanser tedavisi gördüğü 1992 yılında artık ayakta bile duramayacak kadar zayıf bir bünyeye sahip olmasına rağmen, onu ziyarete gelen, zamanın Başbakanı Helmut Kohl için beyaz bir gömlek giyip, kravat takmış. Kohl, "Bana bak, benim için kravat takmana gerek yok ki" diye gülümseyince, Willy şöyle demiş: "Alman Başbakanı gelince böyle olması gerekir" demiş.
Willy Brand, aynı yılın 17 Ekim günü hayata veda etti.

İnternetten gelen sosyo-kültürel global devrim ve onun Solcu ruhu hakkında

Birbuçuk yaşındaki minnacık kızı benim iPad'imi kullanırken görünce, "bu tıfıllar artık MultiTasting-programlı doğuyor olmalılar" diye düşündüğümü iyi hatırlıyorum, -daha geçen yıldı. O minicik parmaklarıyla iPad'i karmakarışık bıraktı ama ona bakarken bazı bilmediğim fonksiyonları da öğrenmiş oldum. Yeni çağın yeni çocukları bilgisayarların dumanını attırabursunlar, bir de internetten anlamayan politikacılar var!
Şu anda okul çağındaki çocuklar, İnternetin en olağan şey sayıldığı bir dünyaya doğuyorlar ve internet öncesi diye bir çağ yaşandığını düşünmekte zorlanıyorlar. Ve bu yazıda İnternet'in insanları önemli ölçüde değiştirmeye başladığını, hatta eskisinden farklı bir insanın doğmakta olduğunu iddia ederken, bir taraftan da her türlü yeniliğe karşı çıkan klasik muhafazakar anlayışa değinmeliyim.
Jonathan Franzen, internete eleştiri getiren en tanınmış adamlardan biridir. Mesela internet kullanan insanların, entelektüel çöp ile özlü bilgiyi birbirinden ayırma yeteneğini yitirdiklerini söyler. İnternetin zararları konusunda yirmi yıl kadar önce bol "materyal" bulunmaktaydı. İnternetin aptallaştırdığı söylendi, insanlarda derinliği azalttığından dem vuruldu, stratejik düşünmeyi kötü etkilediği, gençlerin karmaşık metinlere konsantre olmalarını önlediği iddia edildi. Ama son yirmi yıllık internet devri ve kuşağı -ki bunu 90 kuşağıyla başlatabiliriz- bambaşka olumlu/pozitif sonuçları da şimdiden göstermiş bulunuyor:
Yepyeni bir katılımcı demokrasi ve politikacıları denetleme kültürü, internet üzerinden oluştu. Toplumsal tartışma/konuşma kültürü değişti, bu konuda hızla 'nezaket' ağır basmaya başladı (zira mesela özellikle İslamcılar arasından çıkan) küfürbazlar, hemen dışlanmaya, internet toplumunun dışına itilmeye başlandı. Toplumsallaşmanın ve iletişimin 'herşey' haline geldiği yeni internet devrinde, bu alandan dışlanmak, büyük bir ceza halini aldı, bu nedenle bazı (yazılmamış) kurallar belirmeye başladı. Kısacası -hiç abartmadan söyüyorum- düşünme ve hareket biçimi, sosyal toplum anlayışı, şirket/iş (sisteme göre: para/meta/üretim/tüketim) ilişkileri, hepsi değişiyor ve hepsi -kapitalizmin sistemsel bir kriz yaşadığı döneme denk gelmiş vaziyette- oldukça hızlı yaşanıyor. Gezi gibi, Tahrir gibi, Occupy Wall Street gibi halk hareketleri internette doğuyorlar ve doğmaya devam edecekler -yani "bu daha başlangıç!" Gelişmelerin hızı nedeniyle, yaşananları 'Devrim' sayabiliriz.
İnternet, düşünme biçimini etkiliyor, çünkü çok daha kısa sürede çok daha fazla enformasyona maruz kalan insan seçici olmayı, birçok konuyu bir bakışta kavramayı ve sezgilerini daha efektif kullanmayı öğreniyor. Aynı anda çok daha fazla konuyla ilgilenmek melekesi gelişiyor. Modernleşmenin ilk dönemi, okur-yazarlığın yaygınlaşmasıydı, ikinci aşaması eğitimin yaygınlaşması ve kompleksleşmesiydi. Günümüzdeki aşamada insanlar düşüncelerini yazıyla ifade etmeyi ve özgür bilgi toplamayı, bunları kendince kategorize edip yenilerini üretmeyi öğreniyorlar. Ve bu yeni aşama, özgürlükle ilgili bir aşama, o yüzden de kısıtlamalara karşı büyük tepki veriyor.
Yeni bir toplumsal iletişim dili ve etik oluşuyor. İnsanlar, dünyanın öbür ucundaki insanlarla bile konuşabiliyorlar ve bunu belli bir üslup çerçevesinde yapıyorlar. Diller farklı olsa da, üslup üzerinden herkes birbiriyle konuşabiliyor ve bu üslubu bozup, internette oluşan yeni etik anlayışına uymayanlar, uyarılıyor veya son çare olarak takip listelerinden siliniyor. Kurallar kendiliğinden, teamüller sonucu oluşuyor, henüz yazılı kurallar yok, ama yakında olabilir.
İnternette oluşan diğer konu da adalet. Ezilenler destekleniyor, düşenler kaldırılıyor, devletlerin/hükümetlerin adaletsizliğine topluca yeni tip protesto türleriyle direniliyor. Olay global bağlantılı ve herkesin birbiriyle ağ şeklinde iletiğimi üzerinden oluşan dev bir ağ gibi. Bu ağ, yeryüzünü kaplıyor.
Internet üzerinden bilgi ve iletişim sonucu ortaya çıkan bu durumun en önemli özelliği gerçek bir demokrasi ve eşitlik. Toplumu demokratikleştiren ve adalet/ahlak, angajman, devleti denetlemek gibi birçok özelliğiyle Sol bir tınıya sahip. Bu özelliğiyle internet, içinde yoğun olarak yer alan herkesi, Sol değerlere daha açık hale getiriyor.
İş konusu, ileride nasıl bir seyir izleyeceğini bilemediğimiz daha farklı bir mecraya doğru ilerliyor. Kapitalizme özgü para/meta ilişkilerinin kategorik bir krizle yüzyüze olduğu günümüzde, sistemin icad ettiği "şirket" adını verdiğimiz örgütlenme türü de değişiyor. Üç boyutlu yazıcılardan, artık akla gelebilecek her türlü aracın evlerden üretilebileceği yeni bir döneme girmek bir yana, üretim anlayışının da radikal bir şekilde değiştiğini görüyoruz. Kapitalizmde sistemin işleyebilmesi için mümkün olduğunca çok üretilmesi ve üretilenlerin daha pahalıya satılması esastır. İnternet toplumunda tersine gelişen bir trend var. Mesela Çin'deyken görüp uçmuştum: Ülkedeki tüm DVD'ler ve Müzik CD'leri kopya. Tamamı! Aklınıza gelen her filmi, gayet düzgün -hatta lüks- kitapçılarda/plakçılarda, orjinalinden ayıramayacağınız kadar iyi paketlerde alıyorsunuz ve tabii oldukça ucuza. Eskiden kitap yazıp bundan geçinenlerin yerini, yazdıklarını konuşmak için davet edilen yazarlar alıyor. Müzisyenler plaklarla değil konserlerle para kazanıyorlar. Ve üretim tekeli, belli büyük firmaların elinden çıkıyor. Benim de izlediğim ve televizyondan çok daha kaliteli tartışma blogları var. İlgilendiğiniz konuda, konunun uzmanı farklı kişilerin tartışmalarını canlı veya sonradan internetten izleyebiliyorsunuz.
Bu değişimde dikkat çekici olan başlıklardan biri, -ki üzerinde ileride de çok konuşulacaktır- insana bakışın değişmesi. Eski anlayış, insana bir makina olarak bakıyordu/bakıyor. Demokrasinin hem işleyişi hem de formatı değişiyor. Artık "Doğrudan Demokrasi" (veya "Katılımcı Demokrasi") diye birşeyden söz ediyoruz ve bu internet sayesinde olabiliyor. Sistemin denetlenmesi olanağı ve imkanları artıyor, hiçbirşey gizli kalmıyor. Bu önce küçümsenmişti, ama YouTube'de bir meydanda balyozla kendi BMW otomobilini, firmayı protesto etmek için parçalayan adamın filmi iki miyon kişi tarafından seyredilince, bunun etkisini de daha iyi anlıyorsunuz. Tüketicinin aktif bir şekilde ürünleri boykot etmesi veya desteklemesi gibi yeni etkili demokratik tepki türleri doğdu. Gezi protestoları dairesinde, hareket hakkında ileri-geri konuşan ve desteklemeyen sanatçıların tam bir yıkım yaşadığını görüyoruz.
Ve oldukça geç olmasına rağmen Türkiye'nin muhafazakar muktedirleri de internetin önemini anladı, kitle halinde kaba-saba küfürbaz sosyal medyaya doldu ve sadece biriki ayda yokoldu, etkisizleşti. Doku uyuşmazlığı hemen görüldü. İnternet kullanan toplumların gençliği, eskisinden çok daha özgürler ve Gezi'de de gördüğümüz gibi daha yaratıcı ve akıllılar. Konu hakkında daha çok konuşacağız.

Ali Ahmad Said / Dînî faşizm, faşizmlerin en kötüsü

Yaşayan en büyük Arap şair Ali Ahmad Said'in (Adonis
Hürriyet Gazetesi'nde 8 Kasım 2013'de yayınlanan söyleşisini 
kısaltarak buraya alıyorum.
 
Bağdat, Halep, Şam yıkılıyor. Arap dünyası kendi zenginliklerini kendi elleriyle yıkıyor. Bu canınızı yakmıyor mu?

Alfabeye (Arap alfabesine) ev sahipliği yapan topraklarda müzeler, eski kiliseler, evler yok ediliyor. Hem de bir hiç için. Bir devrim kendi zenginliklerini yok etmez. Acı çekmekten daha ağır bir üzüntü benimkisi. Kendi zenginliklerini kendi elleriyle yıkan Ortadoğu halkının acısını yaşıyorum. Benim ülkem Suriye şiddetle parçalanıyor.

Suriye’de olanları nasıl izliyorsunuz?

Arap dünyasında olanlar bana göre devrim değil, rejim değişikliği için düzenlenen komplolar. Suriye’de olup bitenler korkunç. Elbette bir şeyler değişmeli ama diyalogla, demokratik yoldan değişmeli. Savaş, şiddet hiçbir şeyi çözmez.

Arap dünyasında Türkiye hakkında ne düşünülüyor?

Bazıları Türkiye’yi seviyor. Bazıları da nefret ediyor. Türkiye’nin imajı güzel bir imaj değil. Tayyip Erdoğan sert ve kapalı bir yönetici. Türkiye’nin Suriye politikası da korkunç bir imaj yarattı. Türkiye Suriye’yi yok etmek isteyen barbarlara destek ve cesaret verdi. ‘Yeni Osmanlı’ korkusu var. Türkiye’nin Suriye politikası “etik bir başarısızlıktır”. Türkiye’de olup bitenlerden dolayı da endişeli bakışlar artmakta.

Türban tartışması hayli canlı şu sıralar. Kadınlar ve türban konusuna nasıl bakıyorsunuz?

Kadınları rahat bırakın. Nasıl istiyorlarsa öyle giyinsinler. Türban konusu kadınların özgür iradesine bırakılmalı. Kime ne? Devlete gelince, devlet bunu ne özendirmeli, ne yasaklamalı. Benim zamanımda Şam’da türban bir güzellik sembolü idi. Kadın inanılmaz çekici idi. Şimdi türban sembolü de değişti.

Siz başından beri “Arap Baharı devrim falan değil” diyorsunuz. Neden?

Başta Arap tarihinin yeni miladının Tahrir Meydanı olacağını umut ettim. Ama 2-3 ay gibi kısa bir sürede işler değişmeye başladı. Gençler, öğrenciler, entelektüeller ve kadınlar tarafından yaratılan bu olağanüstü barışçı devrimi çaldılar. Şiddet ön plana çıktı. Arap dünyasında yaşananlar bize gösterdi ki, din temelinde kurulan bir ülkede devrim yapamazsınız. Devrimler doğaları gereği dinlerle özdeşleşemez. Ennahda, Müslüman Kardeşler... Bunlar karşı devrim hareketleridir. Toplumu özgürleştiren hareketler değil. Şimdi farkına varılıyor. Dini faşizm, bana göre faşizmlerin en kötüsü. Belki de şimdi Mısır’da gerçek bir devrime gidiyoruz. Hâlâ umutluyum.

Bütün dinleri mi kastediyorsunuz?

Evet aralarında derece farkı olsa da hepsi... İslam, içlerindeki en katısı belki de. İslam’a ya da inanca karşı değilim, tersine insanların inanma hakkını savunuyorum. Ama bir iktidar, bir güç tarafından empoze edilen dini reddediyorum. İnsan için inanmak kadar inanmamak da bir hak. Ama İslam bunu kabul edemez. İnanmayan kâfirdir. Dolayısıyla politika ve dini birbirinden ayırmak, dini kişiyle Allah arasında bırakmak lazım. Din ve kurumları ayırmak şart.

AKP modeli uzun süre Arap dünyasına model olarak gösterildi ama?

Ben bu modele inanmıyorum. Bugün yaşananlar ne o zaman? Bireyler özgür değil, kadınlar özgür değil. Nasıl demokrasiden söz edersiniz? Türkiye’de Müslüman Kardeşler zihniyeti çok etkin ve kurumları bir bir yok ediyor. Türkiye’nin gerileme riski hâlâ var.

İyi bir örnek yok mu size göre?


Şu anda Müslüman ülkelerdeki İslami hareketler İslam hakkında korkunç bir imaj yayıyor dünyaya. Müslüman Müslüman’ı din adına kırıp geçiriyor. Ve buna kimse isyan etmiyor. Bütün İslam dünyası kendisine şu acıklı soruyu sormalı. Neden 1.5 milyarlık İslam dünyasında inanan, ibaret eden tek bir filozof, ressam, şair çıkmıyor? Para var, kalkınma var, her şey var ama filozof yok, sanatçı yok! İslam şairleri inanan şairler değildir. Filozoflar da öyle. Mistik bir devrimciydi Yunus Emre. Mevlânâ da öyle. El Farabi gibi, İbn-i Sina gibi, Averroes (İbn-i Rüşdi), hepsi inanç sistemlerinin dışındaydı. Birey olarak Müslümanlar, dünyanın diğer bireyleri kadar zeki ve yetenekli. Hiçbir eksikleri yok, ama zincirlenmiş durumdalar.

Neden filozof çıkmıyor sizce?

Çünkü tek hedefleri iktidarda kalmak. Bu Müslümanların kendi kendilerini yok etmesinden başka nedir! Bu haliyle İslam kendi kendisinin düşmanı.  

Sizin çözümünüz ne?

Laiklik ve bireysel haklar elbette. Öteki ‘düşman’ değildir. Öteki, benim bir parçam. Diğeri olmadan ben de kendim olamam. Oysa Arap dünyasında bugün bir hiç uğruna biri ötekini kırıyor. Bu nedenle, bugün Müslümanlar kendilerinin en büyük düşmanıdır. Laik olmayan toplumlarda demokrasiden söz etmek zor. Bu çağda bunu anlamak zorundayız artık.

Mısır’da olup bitenlere ne diyeceksiniz. Mursi’nin alternatifi darbe mi?

Umarım bu gerçek devrimin başlangıcıdır. Ordu halkın taleplerine destek verdi. Şimdilik durum bu. Bana göre devrim her şeyden önce şiddetsiz olmalı. Kanlı devrim bana göre, insana karşı bir şey.

Ama Müslüman Kardeşler halkoyuyla geldi.

Toplumlar da bireyler gibi hata yapabilir. Bu hata idi.

Edward Snowden / Gerçek için bir manifesto

Edward Snowden bu manifestoyu 1 Kasım 2013 günü Moskova'da yazdı.

Dünya, çok kısa bir süre zarfında, sorumsuzca operasyon yapan gizliservisler ve onların kriminal dinleme/gözetleme programları hakkında çok şey öğrendi. Gizli servisler bazen bile bile yüksek makamlardaki politikacıların veya kamunun kendilerini kontrol etmesini önlemeye çalışıyorlar. NSA ve GCHQ en kötü suçlular gibi görünseler de -yayınlanan son dokümanların gösterdiği gibi- kitlesel dinleme/gözetlemenin global bir sorun olduğunu ve global çözümler gerektirdiğini unutmamalıyız.
Böyle programlar sadece özel hayatı tehdit etmekle kalmaz, düşünce özgürlüğünü ve açık toplumları da tehdit eder. Casusuluk teknolojisinin varlığı, politikayı belirlememeli. Yasalarımız ve değerlerimizin, dinleme/gözetleme programlarını sınırlandırması ve insan haklarını koruması, Bizim ahlaki sorumluluğumuzda.
Toplum bu sorunu, ancak, bilgi mahremiyetine de aldırmayan açık ve nesnel bir tartışmayla anlayabilir ve kontrol edebilir. Kendilerini ifşa edilmiş gibi hisseden, kitlesel dinleme/gözetleme sistemlerinin açığa çıktığını düşünen Hükümetler, bu tartışmayı bastırmak için, hiç yaşanmadık türde bir kovuşturma başlattılar. Gazetecileri korkuttular ve açıklanan gerçekleri kriminalize ettiler. O aşamada kamuoyu, bu ifşaların yararını ölçecek durumda değildi. Kendi Hükümetlerinin doğru kararlar almasına güveniyorlardı.
Bugün bu güvenin yanlış olduğunu ve kamunun yararına olmadığını biliyoruz. Engellemeye çalıştıkları tartışma, şimdi dünyanın bütün ülkelerinde yapılıyor. Ve zarar vermek yerine, ifşa edilip kamuya malolan bilginin yararı, toplum tarafından anlaşılıyor, çünkü şimdi siyasette, denetimde ve yasalarda reformlar önerilecek.
Vatandaşlar, toplumu ilgilendiren tayin edici önemdeki bilgilerin bastırılmasına karşı mücadele etmeliler. Gerçeği söyleyen, suç işlemiş olmaz.

Edward Snowden