Dünyanın yaşadığı kapitalist sistem krizinin ana hatları konusunda

Bazı şeyleri basitleştirmek, onun çarpıtılması için önemli malzemeler sunar. Ayrıntılar genellikle önemlidir. Bu ilkeyi unutmamak koşuluyla sistem krizine yaklaştığımızda, artık bazı şeylerin ille de anlatılmasını gerektirmeyen bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Toz dumanın yavaş yavaş dağılması, yeni bir toz duman başlamadan önce, sistem krizinin ana hatlarına yeniden bir bakıp, bir sonraki döneme daha sağlam girmemize yardımcı olabilir.
Dışarıdan bakıldığında görünenden yola çıkacaksak, bu krizin en önemli yanı, bir borçlanma krizi olmasıdır.
Türkiye'yi örnek verecek olursak, ülkenin kurulduğu yıllardan beri 80 yıldır verdiği cari açık 44 milyar Dolarken, son 9 yıllık cari açık 294 milyar Dolardır (CHP'nin son ekonomi raporundan). En iyimser tavrınızı takınıp, enflasyon, Kürt savaşı, ekonomik krizler vs. dahil bütün faktörleri bu değerden düşseniz, cari açığın artışının korkunç olduğunu -mutlaka- kabul etmek zorunda kalırsınız. Borcuna yaşamışsınızdır ve bu borcu döndürmeniz, her geçen gün zorlaşmaktadır. Bu, bütün dünyada işleyen sistem krizinin alt yapısını oluşturan durumdur. Buna, büyük bir çarpıklık olarak dikkat çekmek elbette doğru ve gereklidir -ama şu gerçeği gözden kaçırmadan: Şu anda dünyada, kapitalist ekonomiyi döndürebilmek için tek şart, borçlanmaktır! Borçlanmadan döndüremezsiniz. (Nedenlerine girip yazıyı uzatmayacağız ve mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışacağız)

“İnspirasyon/ilham” ve “Ani yüce idrak” arasındaki fark hakkında

Bir konuya hakim olmak için, onu iyice araştırır, düşünürsünüz. Belli bir yoğunlaşmadan sonra, sıçramalar kaydedersiniz. Bildiklerinizin üzerine yeni fikirler koymanın başlangıcıdır. ilham da devreye girer elbette. Bir de anadan üryan “Heureka!” diye sokağa fırlayan Arhimedes’in durumu var. “Ani yüce idrak”, tamamen yeni bilimsel buluşlardan, fikirlerden tutun da, “Vahiy” dediğimiz kutsal anlara kadar ikinci bir kategori teşkil eder. Bu iki temel durum arasındaki kategorik fark, içinde bulunduğumuz “Sıçramalı Değişimler” döneminde (hadi biz ona, eski alışkanlıkların hatırına “devrimler dönemi” diyelim), bu iki durum ve arasındaki farkın, önümüzdeki döneme bilinçli bir şekilde entegre adilmesi, özel önem arzediyor. Neden?
Büyük Değişim/Dönüşüm dönemleri, kendine özgü inspirasyon/ilham ve ani yüce idrak yollarını da açarlar. Ve o bilinmeyen yollara düşecek kadar cesur (yani arınmış/saf/temiz/pak) olanların, bugünün “cins” materyalizminin -maddeden başka kuş tanımayan- gayrıciddiliğine kurban olmamaları için, bu ayrımı bilip bunun farkında olmaları gerekir.

Hayatın sırrı...

Belki henüz buralardan görünmüyor ama, dünyada muazzam bir bilinç değişimi oluyor. Bu değişiklik, dünyayı ve hayatı idrakla ilgili bir şey ve orta vadede insanların hayata ve kendilerine bakışlarını kökten değiştirecek önemde. Ben burada, bu değişimin, sadece bir tek boyutuna değineceğim: Biyolojik boyutuna.
Okulda en iyi dersim hep biyoloji olmuştu. Kurbağanın sindirim sisteminden tutun da hüçrenin kesitine kadar çok sayıda "biyolojik illüstrasyon" yapmaya bayılırdım. Herkes gibi bana da, her canlının bir tür makina olduğu ve onların tek tek parçalarının işlevi öğrenilince, bütünün nasıl işlediğinin de anlaşılacağı öğretildi. Bu mantık, sadece ortaokul ve lisede değil, üniversitede de ilim ve de bilim deryalarına hakimdir. Nasıl olmasın? 19'uncu Yüzyıldan beri bilime hakim olan mantık böyle birşeydir:
"İnsan bir makina. Ama ona biraz ruh bulaşmış!"
Söylenen budur. Doğa incelenirken -ki bu incelemeler olabilecek en yüksek seviyeye ulaşmıştır- hep bu mantık hakimdir. Bilim adamı/kadını, doğaya şöyle bir bakar ve orada, güzellikler yeşillikler cıvıltılar meyveler çiğ damlaları görmez. O orada makine görür. Bilmem ne organı bilmemneyi CO2'e dönüştürür, oradan azot çıkıp Hidrojen girer, Metrolen uçup Ferrum konar. Bilimcilerin baktıkları dünya sanki canlı değildir, biyolojik robotların yaşadığı ruhsuz bir yerdir.

Fethiye’li köylü Kral Midas’ın kulakları, altınları ve misyonu

Platon’un anlattığı ve dünyanın bu tarafını kökten sallayıp sarsan, şiddetiyle Atlantis uygarlığını bile denize gömen korkunç depremler silsilesinden altıyüz yıl kadar sonra bir gün...
Ankara dolaylarındaki Gordiyon’a doğru ilerleyen bir kağnı, Ege sahilindeki Antik Fethiye kentinde doğan varoş çocuğu ihtiraslı Midası taşımaktadır. Birkaç parça eşyası ve annesiyle birlikte kağnı tepesinde ağır aksak yol alan Midas, ülkesi Frigya’nın başkentine doğru ilerlerken, buraların eski filmlerindeki gibi, “Seni fethetmeye geliyorum kahpe Gordiyon“ demiş midir bilmiyoruz. Ama Anadolu’nun kutsal damarının, hırsı boyundan büyük bu genç adamın şahsında insanlığa, Midas'la ölümsüzleşecek dersler vermeye hazırlanmakta olduğunu biliyoruz. 
Midas, Gordiyon’a iki günlük mesafedeyken, ülkenin Hükümdarı Gordios ölür. Kral Gordiyos’un varisi olmadığından, ölüm olayı gizli tutulur. Devlet erkanı saray ahalisi, kimin yeni kral ilan edileceği sorusunun yanıtını rahiplere bırakırlar. Onlar da kendilerince şöyle bir karar verirler:
“Uzaklardan gelip şehre ilk giren kişi Kral ilan edilmelidir.“
Midas, sallana sallana o kapıdan girip kral olmuş “zat-ı şahane“dir. Tabii, kültürsüz ve kaba biri olduğu anlaşılan Midas'ın şanslı mı şanssız mı olduğuna, yazının sonunda siz karar vereceksiniz!
Milas'ın kulakları hakkında anlatılan hikayeleri biryerlerden duymuş veya okumuş herkes gibi günümüz bilim adamları da, kralın kafatasını bulunca, önce kulaklarına bakmışlar tabii ve kralın doğuştan garip asimetrik bir kulak yapısına sahip olduğunu, kulaklarını gizlemek için özel başlıklar takmış olabileceğini falan yumurtlamışlar. "Belki onca söylencenin nedeni, bu kadar sıradan ve can sıkıcı basit bir "bilimsel/dilimsel" kusurdur, malum söylanceler de boştur. Biz, sıkıcı kuru ruhsuz bilim yerine, hikayeleri tercih ediyoruz ve devam ediyoruz. 

Bernard Lewis / Türkiye'nin en önemli gücü bağımsızlığıdır


Prof. Bernard Lewis'le Türkiye'nin geleceği hakkında yapılan söyleşinin Radikal gazetesinde 5 Mart günü yayımlanan kısmını, kısaltarak buraya alıyoruz. 

Türkiye’yi, Ortadoğu’nun İslam coğrafyası ile karşılaştırırsak, Türkiye’nin sivil özgürlükler, ekonomik kalkınma, küresel konum gibi alanlarda öne çıktığını görüyoruz. Nasıl oldu da Türkiye diğer ülkelerin arasından sıyrılabildi?
Geçmiş her daim önem arz eder. Günümüz geçmişin ürünüdür.Türkiye’nin gücü, bağımsızlığını hiçbir zaman kaybetmemesinde yatıyor. Türkiye, İran ve Afganistan, bu coğrafyada, bağımsızlığını tamamıyla koruyan yegâne ülkelerdi. Diğer ülkeler Avrupalı emperyal yönetimlere bir şekilde boyun eğdi.

Bugün Türkiye’de, Osmanlı medeniyetinin ve Türklerin geçmişte Ortadoğu’daki liderlik rolünün romantize edilip, yüceltildiğini gözlemliyoruz. Türkiye’nin, eğitim ve ekonomi alanlarındaki kalkınmasının yardımı ile Ortadoğu’nun küresel statüsünün yükseltilmesi konusunda geçmişteki gibi liderlik rolü üstlenebileceğinin heyecanla savunulduğunu görmek mümkün. Sizce Türkiye, böyle bir gelişime ve değişime önderlik edebilecek potansiyele sahip mi? 
Türkiye’nin belirtmiş olduğunuz bölge ülkeleri için öncü rolü zaman zaman oldu ancak kesintiye uğradı ve tersine döndü. Örneğin; astronomi konusunu ele alalım. Tam tarihini net olarak hatırlamıyorum fakat 1600’lü yıllarda dünyada iki tane büyük ve kapsamlı gözlemevi vardı: Bunlardan biri Avrupa’da diğeri ise Türkiye’deydi ve her ikisinde de gökyüzü gözlemleri yapılıyor ve yıldızlara dayalı veriler oluşturuluyordu. Ve başarıları da birbirine eşdeğerdi. Fakat zaman ilerledikçe, başarıları açısından aralarında büyük bir açık oluştu çünkü Avrupa’daki gözlemevi modern bilimin temelini oluşturur niteliğe bürünürken Osmanlı gözlemevi Kuran ile çeliştiği iddialarına dayandırılarak yetkililerce yıkıldı. 

Dani Rodrik ve bir soru: Ulus-devlet eskidi mi eskimedi mi?

Dani Rodrik, 29 Şubatta Portekizli Publico gazetesiyle yaptığı mülakatta, ulus-devletin eskimediğini söylemiş (tıklayınız)...
Türkiye fikirsel bir çöl haline geldiğinden, sahici düşünce buralarda daha bir önem kazanıyor. Rodrik Türkiye'de son zamanda, "Balyoz davası" ve kuşkulu "delilleri"ni dünyaya anlatan kişi olarak tanınıyor, ama onun asıl uzmanlık alanı ekonomi-politika. Harvard'da öğretim görevlisi. Ve Publico'ya söyledikleri de, asıl uzmanlık alanıyla ilgili...
Neoliberalizmin Türkiye'deki temsilcilerinin, sistemi "sadece demokrasi" ilan edip sistemin ekonomiyle ilgili asıl yüzünü (ve sorunlarını) görmezden geldikleri, her sorunu etnik/dini kimlikçilik üzerinden (geriye doğru "tarih okumaları" ile) açıklamaya çalışıp açıklayamadıkları neoliberal dönemde, ulus-devlet çok itilip kakıldı...
(Kapitalizmin ulusdevletsiz neden işlemeyeceği konusunu şimdilik es geçiyoruz).
2008 kriziyle sona erme aşamasına giren Neoliberalizm dönemi, sistemin (son yayılma/genişleme alanı olarak) kamu mallarını yağmaladığı devirdir. "Sosyalist (yani bir tür kooperatist) kapitalist" sistemin iflasının, aslında kapitalizmin bir kanadının iflası olduğu anlaşılamadı -çünkü "Sosyalizm" sahiden de başka bir düzen sanılıyordu! Halbuki hem 'Liberal Kapitalizm'de, hem de 'Reel Sosyalizm'de, kapitalizmin özü olan 'Kapitalist Para/İş ve Değer (Marx'ın deyimiyle "Das Wert") sistemi' aynıydı. Eski doğu blokundaki ve bütün dünyadaki "Özelleştirmeler", neoliberal devrin bir ifadesidir sonuçta...
Motoru finans "endüstrisi" olan neoliberal kapitalizm, milli ekonomik sınırların kalkmasıyla, tüm dünyadaki yerel ekonomi politikalarını -heryerde aynı olmak koşuluyla- belirledi. bu arada, ulusdevletleri (milli-ekonomik sınırlarını) zayıflatmak ve ekonomiyi globalleştirmek için, kültürcü politikaları benimsedi ve destekledi. Sosyoekonomik sorunların "Kürt/Türk" gibi etnik-kimlikçi, veya "Biz Müslümanlar" (sanki diğerleri Budist!) gibi dinî-kimlikçi vecizelerle çözülmeye "çalışıldığı!" bir dönem yaşandı...

Suriye'de Muhalif güçler yenildi mi?

Sünni "Özgür Suriye Ordusu"nun, Sünni olmayan herkese saldırıp, kontrolündeki bölgeleri Sünnileştirmek gibi bir "politika" izlediği görülüyor. Bir tür kültürel homojenleştirme (yani etnik temizlik) eğilimi de denebilir. Suriye'nin içinden haber alan kaynakların bildirdiğine göre Suriye Ordusu, 2 Mart 2012 günü itibariyle Baba Amr Bölgesinde kontrolü tamamen ele geçirdi. Bölgedeki muhalif güçlerin (silahlı erkeklerin) tamamı teslim oldu. Teslim olanların 600'ü Suriyeli, 118'i çeşitli Arap ülkelerinden ve 26 kişi diğer ülkelerden (bu ülkelerin hangileri olduğu henüz netlik kazanmış değil).
Suriye Ordusu, muhaliflerin merkez karargahını da ele geçirdi. Karargahta çok modern araç-gereç kullanıldığı görüldü. Doğrudan uydu bağlantılı sistemlerin Amerikan/İngiliz malı olduğu özellikle not düşülmüş. Suriye Ordusu, muhaliflerin elindeki Fransız ve İsrail malı roketlere ve zırhlı araçlara el koydu.
"El Faruk" Birliğinin El Hamidiye'deki tüm Hristiyanları şehirden kovup Homs'da 68 cesedi sokağa atmasından (29 Şubat 2012) sadece iki gün sonra yaşanan bu olay, doğrulanması halinde tam bir zafer.
Dünkü haberlere göre, Kirbet El Tein köyü yakınlarında elleri bağlıyken öldürülmüş 47 ceset bulundu. Birinin yaşadığı anlaşılınca en yakındaki hastaneye kaldırıldı. Cesetlerin hepsi tüfek kurşunuyla öldürülmüşlerdi. Cinayetleri, "Özgür Suriye Ordusu"nun "El Faruk" birliğinin işlediği söyleniyor. Muhalif gruplar, Homs'daki El Hamidiye ve Vadi es-Seyih bölgelerindeki Hristiyanlara karşı terör estiriyorlar. El Faruk Birliği, Müslüman Kardeşler'den ve Selefilerden asker devşiriyor. Bölgedeki kaynakların iddilarına göre bu grup Fransız ve Türk gizli servisleri tarafından yönetiliyor. Aynı birlik, 28 Şubat günü El Hamidiye bölgesindeki kiliselere, havan toplarıyla saldırdı. (Bkz.: Adib S. Kawar'ın blogu, adibkawar.blogspot.com)