Sibirya'da Çukçe Şamanları ve onbin yıllık bir mantalite

Bu yazıyı, başka türlü tasarlamıştım. Size, Hantilerden bahsedecektim. Ama Hayır. Gözlerinizi Rusya haritasının en doğusuna çevirmenizi isteyeceğim. Orada önce, Kamçatka yarımadasını göreceksiniz.Yarımadanın karşısındaki Sibirya kıyılarında iki özerk bölge var. Magadan. Ve onun kuzeyinde, buz denizine kadar uzanan Çukotka özerk bölgesi.
Bu iki bölgenin toplam yüzölçümü, Rusya'nın Avrupa'daki topraklarının yarısı kadar. Sadece Çukotka'nın yüzölçümü, Türkiye'ye yakın (721 bin kilometrekare)
Magadan'ın yüzölçümü de 461 bin kilometrekare.
Magadan özerk bölgesinde, sahilde yüz bin nüfuslu bir tek şehir var: Magadan. Gerisi neredeyse tamamen boş, ellibin kadar insan, çeşitli köylerde, şehrin yakınlarında yaşıyor, gerisi boş. Daha kuzeydeki Çukotka, çok daha boş. Oradaki tek şehir Çukotka'da elli bin kadar insan yaşıyor. Türkiye büyüklüğünde bir alan boş.
Boş?!..
Hayır...
Dünyada ne kapitalizmin ne de sosyalizm uğramadığı, çok eski bir geleneğin saklandığı bir yer burası: Kam, Ooyuun, Bahşı ve daha birçok ad altında tanınan, 21'inci yüzyıla kadar eski antropologların  kısaca "Şaman" diye adlandırdığı Toyonist/Tengrici mantalite, sistem ötesi bir alanda yaşıyor. Size burada, doğanın koruması altındaki Çukçe örneğinde, kam bilgeliğinin sonsuz zamanlardan beri sürdürülen geleneğinin yok olmadığını, yaşadığını bildirmek istiyorum. Bu, yazının birinci amacı...
Bu neden önemli? Çünkü insanlık tarihinin en eski, buğday'ın (ve yerleşikliğin) Güney Anadolu ve sonra Mezopotamya'da icadından öncesinin bilgeliğini taşıyan, insan ruhunun eski kodlarına sahip bir bilgelik türü söz konusu.
Çukotka'nın arması
Bu bölge'ye 1997'de bir seyahat yapıp orada yabani doğada şamanları bulan ve onlardan birinin yaşadığı kulübeye bir günlük mesafede bir kulübe yapıp onunla dostluk kuran bir Rus Psikologun -Vladimir Serkin'in- iki yıl boyunca şamanla sohbetleri sonucu edindiği tecrübeleri anlatan bir kitapla meşgulüm. Kitabın, birçok konuya tarafsız, dürüst ve doğru yaklaştığını söylemeliyim. Karşısındaki şeyin, eskiden Batı'da gösterilmeye çalışıldığı kadar basit olmadığını şu ilginç cümlelerle anlatıyor: "Karmaşıklık derecesi, bizim/modern kavramlar sistemimizden daha zengin bir sistemle karşı karşıya olduğumu, 1999'da anladım. İçine düştüğüm metodolojik çelişki, benim kendime şu soruyu sormama neden oldu: 'bir kaşif, kendisinden daha karmaşık olan bir şeyi inceleyebilir mi?".
Bu tip soruları kendine sormayı unutmuş, her bir haltı bildiğini sanan "aydunlanmacı" ampülist modern insan o duyguyla yaşayadursun, Serkin, o mütevazi haliyle övgüyü hak ediyor. Şamanın şahsında karşımızda, inanamayacağınız kadar derinlere giden bir Hümanizm türü var. "İnsan hakları ve insan haysiyeti"nden bahsederken, bu dokunulmazların genişletilmesini istiyor. Hayvanlar, ağaçlar, daha birçok şey ve görünmeyen canlılar. Şaman bunları gayet sakin sınıflandırıyor ve bunların varlığını göstermek için de bazı "pratikler"e başvuruyor.
Bu pratiklerin önemini anlayan yazar, burada, ibadet denen şeyin anlamını ve mantığını da görüyor. Avrupa'da ve Türkiye'de, "şamanlardan birşey öğrenmek" diye bir konu açıldığında, ot toplayıp onlarla büyülü ilaçlar yapan, danseden ve garip sözner mırıldanan birileri anlaşılıyor. Evet! Avrupalıların eskiden "Şaman" dedikleri de böyle biri zaten. Ama biz "Kam" ve Kamlardan bahsediyoruz. Karşımızda önce, çok orijinal ve eski bir felsefenin oturduğunu bilelim.
Kam, kerşeyden önce bir gözlemcidir, gözlemcilik ve onun temsil ettiği bir ruh halidir. Zaman ile ilişkisine gelince, kitaptan şu alıntıyı yapabilirim: "Önünden çeşitli şeylerin/durumların geçtiği, müdahale edebilen (sadece seyretmeyip hareket eden) bir gözlemci; mesela Sovyet iktidarının gelip geçişini, Mammutların ortaya çıkıp yokoluşlarını, ovaların yıllar içinde nasıl hareket edip dağların ortaya çıktığını gözlemleyen..." Burada, kollektif, çok eskilere uzanan ve süreklilik arzeden bir gözlem söz konusu. Bir tür bütüncül, zaman ötesi bakış türü.
Bölgede yaşayan bazı hayvanların, onlar için çok önemli olduğu da anlaşılıyor. Bunun, hayvanlarla bir tür kardeşlik ilişkisi kurulması gibi bir durumla ilişkili olduğunu, onların "Eş-ruh" olduklarını (İje-kil) ve  hayvanlara özgü içgüdülere bu yolla sahip olunduğunu biliyoruz. Kam şöyle diyor mesela:
"Yakında kurdun teşekkür dönemi sona eriyor. Bir ayı da olabilirdim."
Serkin'in kitabı, anlamadığı yerleri ve konuları da tüm karmaşıklığı ve gizemiyle okura sunmasıyla farklı bir anlam kazanıyor. Ona saçma gelen birçok şeyin kendi içinde sistemi ve farklı bir mantığı olduğunu da çözmüş yıllar sonra, ama gene de Kam'ın mantalitesine yeterince nüfuz edemediği görülüyor. Kam, bir çocuğun bir ayıyı hangi ruh haliyle yenebileceğini anlattığı bölümler var. Benim en hoşuma giden olaylardan biri de, Kam'ın evinin önünde yaptığı yüksek iskemlede otururken güm diye toprağa düşüp onbeş-yirmi dakika uyuması ve uykusundan capcanlı/dinç bir şekilde uyanması. Diğer ilginç konu, karda hiç iz bırakmadan yürüyebilmesi. Serkin'e de öğretiyor. Bu sayede doğada peşlerine hiç bir Rusun veya meraklının düşmemesini sağlıyorlar. Rusların ve diğer modern insanların hastalık küpü olduklarını ve en iyisi onlara fazla yaklaşmamak gerektiğini söylüyorlar. Adamlar, modern insan türüne "hasta" gözüyle bakıyorlar -ki ona katılabilirim!
Gözlemciliği asıl işi olarak gören Kam, herşeyin belli dalgalar şeklinde hareket ettiğini düşünüyor. Bu dalgalardan dağlar, en yavaş hareket eden dalgalar, deniz dalgaları da hızlı olanlardan...
Kam, Serkin'den, onun kulübesini ziyaret ederken her zaman başka bir yoldan gelmesini istiyor.
Sekin bir gün, karda garip izler keşfediyor, onu izleyen bir şey. İzleri büyük bir vahşi hayvanın ayak izlerine benziyor ama derin izler değil -ne olduğunu çıkaramıyor. Korkuyor ve Kam'a soruyor.
"Kargadır karga..."
"Karga böyle izler bırakmaz ki."
"Karga çok alçaktan uçarken kanatlarını karın yüzeyine vurup böyle izler bırakır."
"İyi de bunu neden yapsın?"
"Belki seni korkutmak istemiştir -kargalar oyunu sever. Uzun bir hayatları var, yapacak birşeyler lazım." (Gülüyor)
"Sen bunu nereden biliyorsun?" 
"O karga benim."
"Senin kargan mı?"
"Hayır. O karga benim."
"Nasıl yani, karga kılığına mı giriyorsun?"
"O karga benden yaşlı."
"Nasıl oluyor?"
"Ah anlamıyorsun."
Yazar anlamıyor, ama en azından duyduğu kadarını aktarıyor!
Kam, ruhlarla nadiren haberleşiyor. "Çünkü buna hazır olmak, hazırlanmak gerek. Hazır olmayan insanlar onları öfkelendirir." Şaman için 'Hazırlanmak' demek, bilincinin tam bir berraklığa kavuşması ve her türlü telaşeye son vermiş olması demek. Bu anlamda oldukça realist ve dünyevi bir yana sahip olduğunu söylemek de mümkün. Tabii bu nasıl bir gerçek ve gerçekçiliktir, onu da başka bir yazıda anlatmak gerekiyor. Yazı çok uzadı zira!

Yeni endüstri devrimine hazır mısınız?


Eğer bir Laptop'unuz, aklınız, derinliğiniz ve iyi bir fikriniz varsa, 21'inci yüzyılın elitlerinden biri de siz olabilirsiniz. Aynada kendinize daha dikkatli bakın! Yeni bir 'Endüstri Devrimi' yaklaşıyor olabilir mi? Eğer sistemin şeklini değiştirebilecek kadar ilginç bir trend sözkonusuysa, bu soruya yanıt aramaya değer. Endüstri Devrimi deyince, aklımıza önce fabrikalar geliyor. Seri imalat ve Fordizm dediğimiz dönem, aynı zamanda bir Petrol ve elektrik çağıydı. Sonrasını yaşadığımız üçüncüsüne 'Mikroelektronik Endüstri Devrimi' diyoruz. Ve bu gelişmenin hızını başından itibaren takip etmiş biri olarak, geldiği noktanın pek de tahmin edilemez bir yer olduğunu söylemeliyim. Üniversitelerde ilk Bilgisayar eğitimi döneminde karton, delikli kartlar kullanılıyordu. 1980'li yılların ikinci yarısında ilk Apple'ımı aldığımda, küçük bir kutu biçimindeki aletin kara küçük bir monitörü, bir de disket okuyucusu vardı. Türkiye'de de Commodore devri başlamıştı yanılmıyorsam. Oradan geldiğimiz yer iPad ve Apps. Bu okuduğunuz Blog gibi sayısız yeni "yayın", internet üzerinden dünyanın dört bir yanına ulaşıyor. Bu blogun dünyanın nerelerinden okunduğunu yazsam inanamazsınız (ben de inanamıyorum). Hele Sosyal Medya tam bir fenomen.
Kısaca "İnternet Çağı" dediğimiz ve herkesin aynı göz hizasında konuştuğu bir tür yeni demokrasi yaşıyoruz.
Mikroelektronik devrim dediğimiz bu yeni durumun toplumlara etkisi hakkında burada çok yazdık ama galiba şu kadarını tekrarlayabiliriz: Endüstri dediğimiz şeyin merkezi "Fabrika"larda üretim, dijitalleşme nedeniyle hem hızlandırıldı hem de üretim süreci kolaylaştı. İyi niyetli bir Solcu olarak biz yeni gelişmeyi bundan yirmi yıl önce, "İşçiler daha az çalışacak, daha çok kazanacak" diye değerlendirmiştik. Hayır. "Nasıl olsa aynı işi daha az işçiyle yapıyoruz" diye, çalışma saatlerini düşürüp hayat kalitesini artırmak yerine işçi sayısını azalttılar. Mikroelektronik devrim, kalıcı içsizliğin yaygınlaşması gibi bir şeye neden oldu -daha doğrusu bu yeni nimet, ekonomiyi yönetenlerin kar mantığına uydurulup kötüye kullanıldı.
Mikro elektronik devrimin bugün yaşadığımız aşamasında ise, bir internet devri yaşanıyor ve ekonomi önemli ölçüde internete endeksli hale geliyor. Mesela bu yazıyı hazırlarken yaptığım bir araştırma, dijital ekonominin dünyadaki "iş" hacmının 680 milyar Dolara ulaştığını gösteriyordu. Dünyanın en pahalı markaları listesine baktığınızda da, neyin yükseldiğini hemen görüuorsunuz: Apple, Samsung, derken Facebook, Google falan geliyor, ardından birkaç petrol devi ve bankalar. İnternetin başrol oynadığı "dijital ekonomi", global ekonominin sadece beşte (veya altıda) birini teşkil etse de, hangi kısa zaman diliminde ortaya çıktığına bakınca, önemi anlaşılıyor.
İnternet üzerinden yapılan işlerin özelliği şu: Bir tek kişi de olsanız, dünyanın heryerine anında ulaşıp ürününüzü veya sözünüzü ulaştırabiliyorsunuz. Bunun için pahalı teknolojilere gerek yok -bir tek Laptop yetiyor. Eskisi gibi üniversitelerde Fortran dersi görmeye, o kaba kartlarla dolaşmaya, program dili bilmeye gerek yok. Benim beş-altı yaşlarındaki tıfıl dostlarım, bazen iPad'i benden iyi kullanıyorlar! Yani öğrenmek kolay. Hele Sosyal-Medya muazzam. Bu mecrada, hiç yoktan yeni siyasi hareketler kurmak, fikir oluşturmak, kampanyalar örgütlemek, dünyanın öbür ucundaki birinden en rafine bilgileri öğrenmek mümkün -ve bu mecrada kolayca gruplar oluşuyor, bozuluyor, yenileri kuruluyor, muazzam bir dinamizm sözkonusu...
Ama bu mecranın bir eksiği var. Çok ses çıkıyor ama bunlar maddeye dönüşmüyor, yani çoğu laf bazında şeyler.
İnternet ekonomisinin reel ekonomiyle rekabet etmesi şimdiye dek imkansızdı. Fabrika, komplike bir mecra. Tıpkı bir zamanların bilgisayarı gibi kocaman bir yapı. Ve daha önemlisi: Fabrika belli bir üretim biçimi anlayışına sahip. Buralarda ürünler çok sayıda ve birbirinin klonu olarak üretiliyor...
Şöyle düşünelim:
Bu blog gibi birçok blog var ve bunları yazanlar, oturup, bir sayfa kuruyorlar, gün be gün buraya yazı giriyorlar, bunu da genellikle yalnız yapıyorlar. Eğer benim gibi bundan yirmi küsür yıl önce kocaman at gibi büyük ve ağır bir monitörde, o zamanın basit programlarıyla bir parfüm şişesi dizayn etmiş olsaydınız, siz de, "yazı değil de elle tutulur şeyler üretsek?" diye sorardınız. Daha sonraki aşamalarda, dizaynırlara hizmet veren böyle firmeler olduğunu öğrendim. Bu firmalar, dizaynırların bilgisayar ekranında çizdiği şeyleri, üç boyutlu birer taslak olarak üretip size veriyordu -şimdi bu teknolojinin çok daha geliştiğini biliyoruz.
Dördüncü Endüstri Devrimi'ne, "Üç boyutlu maddesel İnternet" gibi bir ad verebiliriz. Mühendislik eğitimi almış olanlar hemen bilecektir: Eskiden aydınger kağıdına makina parçaları çizilirdi. Bunları çizmek için kullanılan özel kalemlere Rapido (Rapidograf) denirdi. Bunlar çeşitli inceliklerde olurlar ve farklı şeyleri ifade etmek için kullanılırlar. Mesela normal bir yüzey için 0.5 milimetre kalınlığında çizen  rapido kullanılırken, ölçüleri göstermek için kullanılan yardımcı çizgiler 0.25'lik (veya 0.35'lik) Rapidoyla çizilir vs. Şimdi, üretici fabrika için çok önemli olan detaylar, bilgisayarlarda otomatikman yapılıyor ve çizdiğiniz şeyin üç boyutlu halini ekranda derhel görebiliyorsunuz. Bu konuda yeni bilgisayar teknolojisinin ne kadar geliştiğini anlatmak için yeni animasyon filmlerin mükemmelliğine dikkat çekmek ve "Pixar" stüdyolarının adını anmakla yetineceğim. Eğer tıpkı blog yazar gibi kolayca, sofistike aletler tasarlayabileceğinizi ve gene tek başınıza (veya birkaç arkadaşınızla) bunların "Üçboyutlu Çıktısı"nı alabileceğinizi düşünebiliyor musunuz? Burada sadece sıradan basit biblolardan bahsetmiyorum! Çok komplike, farklı materyallerin kullanılabildiğ farklı çıktılar almaktan ve hatta şundan: "Madde üretmek"den. Kimseyi ürkütmemek için şimdilik bunun devamından bahsetmek istemiyorum ama Dördüncü Endüstri Devrimi'nin bana şimdiden çok özgün ve oldukça önemli görünen yanlarını kısaca buraya yazmak istiyorum:
1. Fabrikasyon üretim yerine tekil, sipariş üzerine üretilebilen ve belki de iPad gibi kişiselleştirilmiş çok özel (her birinden bir adet) aletler. Burada "aletler" derken, oldukça geniş bir alanı kastediyorum.
2. İşçilik anlayışının/sınıfının önemli ölçüde ortadan kalkıp, yeni bir düşünür/üretici elitin ortaya çıkışı ve bu alanda da tıpkı Sosyal-Medya'daki gibi bir demokrasinin ve genel hümanist/Sol anlayışın hakim olması.
3. Ürünlerin patent haklarının muhtemelen olmaması. Bugün de birçok program bedava. İnternetten sadece yazı ve fotoraf değil, araç-gereç indirme durumu.
Bu maddeleri, yazı çok uzadığı için burada kesiyorum. Yeni endüstri devriminin sisteme etkisi, başka bir yazının konusu.

İngiliz Çağını başlatan Amiral Nelson ve Trafalgar savaşı

Amiral Horatio Nelson
Osmanlı'nın Türklerin Kayı Boyundan uç beyi Ertuğrul Gazi ve oğlu Osman tarafından Ahilerin desteği sayesinde nasıl kurulup, Orhan Bey zamanında Brussa'nın alınmasıyla bir devlet haline geldiğini herkes bilir. Bugünkü adıyla Osmanlı (Ottoman) İmparatorluğu, tam anlamıyla bir deniz imparatorluğu olamamıştır. Bunun coğrafi nedenleri kadar, kurucu göçebe karakterinin karacıl etkisi de büyüktür. O nedenle Osmanlı yayılması, yağma devrinin ve göçebe imparatorluklarının sona erişiyle birlikte bitmiştir. Ama gelişmelere uyum sağlamayı başardığı için 20'inci yüzyıla kadar hayatta kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun gerçek bir uygarlık devri yaşadığı dönemde ortaya çıkan kapitalizm, kendine özgü yeni bir imparatorluk yarattı: Britanya İmparatorluğu. Tarihin ilk global İmparatorluğunu da İngilizler kurdu. (Ne kadar övünseler az!) Bu konuda -Yeni Osmanlılar gibi!- asla böbürlenmezler.
Britanya İmparatorluğuna Türklerin küçümseyerek "İngiliz" demesi boşuna değildir -tabii bu, Türklerin oldukça geri kafalı (konservatif/muhafazakar) olduğunu da gösterir aynı zamanda. "İngiltere", İngilizlerin İskoçlarla birleşmeden önceki (18'inci yüzyıl başına kadarki) adıdır. İki ülke 1707'de birleşip "Büyük Britanya" adını alsa da Türkler "İngiliz" demeye devam eder!
Eski Doğu Roma coğrafyası üzerinde kurdukları Türk-Rum İmparatorluğu Osmanlı'nın asıl sahipleri olarak, Türklerin "İngilizler"i fena halde kıskandıklarını anlayabilirim. Türkler Viyana ve İtalyan çizmesi ucundan İran'a ve Yemen'e, oradan Sudan'a ve Fas'a kadar uzanmışlardır, ama "İngilizler" Avustralya'ya, Büyükokyanus adalarından Afrika'nın en güney ucuna kadar, Karayiplerden Hindistan'a, Hong Kong'a kadar tüm dünyaya uzanmışlardır ve hâlâ "Topraklarımızı genişletelim, Suriye çölü de bizim olsun" kafasındaki muhafazakar Türklerin kıskançlığına mazhar olmaktan da hoşnutturlar elbette. Hatta Türk muhafazakarların gözünde "İngilizler"in mistik ve anlaşılmaz bir akıllı şeytan formunda düşünülmesi, her yerde hâlâ "İngiliz parmağı"nın aranması, Britanyalıların hoşuna gider. Britanyalılar, koca bir imparatorluk kaybetmiş olmalarına rağmen, her türden muhafazakar Türklerin "İngilizler"e izafe ettiği o bilinmez mistik "güç"ün tadını çıkarıyorlar! Türkiye'de nedense kimsenin görmediği ömemli olaylardan biri de, Bugünkü Amerika Birleşik Devletleri'nin gene bu "İngiliz mi Britanyalı mı" kavgasından doğmuş olmasıdır -saf saf "Türk mü Türkiyeli mi" diye tartışan Türkler için aslında ilginç bir konu olsa gerek. Zira sonradan türeme bu "Britanyalı" lafını beğenmeyen İngiliz Prütenler, kendilerini, "daha iyi İngilizler" kabul edip "Britanyalı kırmızı urbalılara karşı" bağımsızlık hareketini başlatanlardır aynı zamanda. bir tür Hristiyan tarikatı olan Püritenlerin bence en önemli özelliği, deniz aşırı uzak bir yere göçen ilk büyük dini halk grubu olmalarıdır. Avrupa'da daha önce de bazı dini mezheplere/tarikatlara bağlı Hristiyanlar ülkelerinden göçmüşlerdir, ama asla toptan deniz aşırı bir yere gitmemişlerdir. Amerikalılar 1783'te, Fransızların da yardımıyla Britanyalıları Amerikadan defettikten sonra, bir yenilgiden yeni bir imparatorluk çıkarmak, amiral Horatio Nelson'a nasip olur. Ne zaman gemiye binse kendisini deniz tutan bu ukala, kendini beğenmiş yakışıklı adam, Büyük Britanya'nın bir İmparatorluk olmasının kapılarını açan kişidir.
Trafalgar savaşında Amiral Nelson'un yeni savaş stili
Britanya'dan önce denizlerde bir İspanyol ve Portekiz çağının yaşandığını unutmayalım. Dünyayı Akdeniz kadar bir yer sanan ve onun dışına çıkmayı da pek düşünmeyen Türkler, İspanyol/Portekiz çağını da bilmez, ilgilenmezler. Aynı dönemde karalar da Fransız çağını yaşamaktaydı. Dünya diplomasi dili Fransızcaydı. Napoleone Rusya'ya kadar bütün Avrupa'yı kontrol etmekteydi. Mısır'a çıkan Napoleon'un ordusu pek direnişle karşılaşmamıştır, ama Mısır piramitlerinin dibinde İbrahim ve Murad Beylerin komutasındaki Memluk-Osmanlı gücüyle savaşmış ve onları 21 Haziran 1798'de yenerek Mısır'ı ele geçirmiştir. Napoleon 1801'de Fransa'ya dönerken bir sorunu vardır: İngilizler ve onlarla işbirliği halindeki Karaip Korsanları! Bu adamlar, özellikle İspanyol gemilerine musallat olmakta, onları soyup yakmaktadırlar. 
ABD'nin ilk Başkanı Washington'ın seçildiği 1789 yılında Fransa'da o ünlü ihtilal patladığında Horatio Nelson karaiplerden yeni dönmüş, yeni evlenmiş çiçeği burnunda bir deniz subayı. Fransız İhtilali Büyük Britanya'yı da etkilediğinden eski savaş baltaları çıkarılıyor ve İngiltere Fransa'ya savaş ilan ediyor. O zamandan sonra Nelson'u çeşitli deniz savaşlarında görüyoruz, hatta bir savaşta gözünden yaralanıyor (ama filmlerdeki gibi asla göz bandı kullanmıyor). İşte bu adam, 21 Ekim 1805'de, Hem İspanyol donanması hem de Fransız donanmasıyla aynı anda savaşıyor ve ikisini de yeniyor. Savaş, Cebel-i Tarık Boğazının Atlantik tarafına çok yakın Trafalgar açıklarında yaşanıyor. Bu o kadar önemli bir deniz savaşı ki, birkaç cümleye sığdırmak, gerçekten haksızlık olur.
Nelson öğle saatlerinde gemisi "Victory"nin güvertesinde. Ölçüm aletlerinin, dürbünlerin bulunduğu masa isabet alıyor ve emir subayı paramparça oluyor. Nelson, subayın kanına bulanıyor. Etraftan top mermisi ve kurşun yağıyor. Gemi, Fransız gemilerine değecek kadar yakın...
Nelson'un efsanevi bir amiral sayılmasının ikinci büyük nedeni, onun giriştiği bu deniz savaşının, dünyadaki en büyük ve en sonuncu yelkenli gemiler savaşı olmasıdır. Bu savaşlarda "âdet", birbirine düşman donanmaların gemilerinin yan yana birbirine paralel durarak birbirlerini topa tutmalarıdır. Bir tür düello gibi birşeydir ve gemilerin yan taraflarında bulunan topların hepsini kullanmak, bu pozisyonda mümkün olmaktadır. Nelson, tamamen yeni ama basit bir taktik geliştirir. 27 Gemisini birbirine paralel iki sıra halinde, 33 gemiden oluşan düşman İspanyol-Fransız donanmasına dik açıyla sürer. Bu tam bir sürprizdir! Nelson'un gemileri birbirinden uzak iki paralel çizgi halinde düşman donanmasını üçe böler. Nelson burada, burundan görünen gemilerinin daha küçük bir hedef teşkil ettiğini, İspanyol topçularının kötü nişancı olduklarını düşünmüş, Britanyalı mahir askerlerinin isabetli top atışlarına güvenmiştir ve bir de yakın dövüşteki ustalıklarına elbette. Korsanlardan öğrenilmiş bir savaş stili. 
Neye uğradıklarını şaşıran İspanyollar ve Fransızlar kendilerini bir anda İngiliz gemilerinin arasında bulurlar ve ilk elden 17 gemilerini kaybederler. Bu gemiler, korsan usulü saldırıp güverteye Tarzan gibi inen, yakın dövüş ustası Britanyalılar tarafından ele geçirilmiştir. Tek bir gemi bile kaybetmeyen Nelson, ona çok yakın duran Fransız gemisinden bir keskin nişancının ateşiyle omzundan vurulur. Victory'nin kaptanı Thomas Hardy'ye, "Galiba sonunda becerdiler" der. Gemideki yaralıların yanına kaldırılan, Trefalgar deniz savaşının muzaffer komutanı Nelson, savaş daha bitmeden ölmüştür. Bu savaşta 449 Britanyalı askere karşı 4408 Fransız-İspanyol askeri hayatını kaybetmiştir ve tabii binlerce asker yaralanmıştır.
Bundan sonrası da benim özel ilgi alanıma giriyor, çünkü savaş bitip de İngilizler 17 esir gemiyle birlikte denize açılırken muazzam bir fırtına patlıyor. Fırtına o kadar şiddetli ki, Britanya donanmasının kaptanları, yaralı bazı gemileri terketmek zorunda kalıyorlar. Fırtına bu gemilerin bir kısmını sahil vurmuş veya batırmıştır. İkiyüz yaralıyla dolu bir Britanya gemisi ise içindeki askerlerle birlikte batmıştır. İspanyol-Fransız donanmasının yapamadığını bu fırtına yapmıştır. Savaşı kaybedip kaçan Fransızlar, zamanında sahile sığınmışlardır. Fırtına dinmek bilmez, Britanya donanması fırtınanın etkisinden kurtulamaz ve o kadar uzun sürer ki, Kaptan Hardy, Nelson'un cesedinin bozulmasını önlemek için, dolu bir Brandy fıçısının içinde tutar -alkolün bozulmayı önleyeceğini düşünerek! Nelson'un cesedi Londra'ya ancak Ocak 1806'nın ilk günlerinde ulaştırılabilmiş ve 9 Ocak günü büyük bir resmi törenle gömülmüştür.
Nelson'un gemisi Victory, Portsmouth'daki Britanya deniz üssünde saklanıyor. Gemide, Nelson'un vurulduğunda üzerinde olan delik üniforması da sergileniyor. 
Nelson'un zaferiyle İspanyol ve Fransız çağı kapanıp, Britanya çağı açılmıştır ve 1949'da Mahatma (Yüce Ruh) Gandhi tarafından tek kurşun atmadan güzellikle sona erdirilmiştir.

Aziz Malachias'ın kehaneti, son Papa ve Yedi Tepeli Şehir

Bugün bir istisna yapıp, 3.Mart 2005'de RADİKAL'de yayınlanmış bir yazımı buraya alacağım ve yazının devamını yazacağım. Önce yazıyı sunuyorum:


Antikapitalist Papa: II. Jean Paul

İrlandalı Aziz Malachi, 1143 yılında papalarla ilgili bir kehanette bulunmuştu. Bu kehanete göre, Vatikan'da, her birinin adı, Latince yarım cümlelerle sembolize edilen 111 Papa tahta çıkacaktı. Bu kehanet bugün tartışmalı bile olsa, 'Güneşin sıkıntısından' (De labore solis) sözüyle işaretlenen günümüzün 110'uncu Papası İkinci Jean Paul'ün, doğduğu gün güneş tutulduğu için bu sıfatla anıldığına inanan Hristiyanların sayısı hiç de az değil. Papa ağır hasta. Kehanetin mantığını sürdürecek olursak, son Papa'nın sıfatı 'şanlı zeytin' (Gloria Olivae) olduğuna göre, bu kez siyahi bir Papa seçilebilir. Nitekim böyle bir aday da var. Afrikalı siyahi kardinal Arinze'nin yeni Papa olması ihtimali oldukça yüksek. 
84 yaşındaki parkinson hastası Papa İkinci Jean Paul'ün geçirdiği son ameliyat sonucu artık konuşmasının mümkün olmadığı basına yansıdı. Papa, ebedi suskunluğundan önce, siyasi mirasını ortaya koyduğu kitabını yayımlayarak, susmak ne kelime, ölümünden sonra da konuşacağının sinyalini vermiş bulunuyor. Kitap şimdiden büyük yankı uyandırdı. İki Polonyalı filozof ile yaptığı sohbetlerinden derlediği 224 sayfalık 'Memoria e Identita' (Hatırlatmak ve Kimlik) 23 Şubat günü, aynı anda 11 dilde birden yayımlandı. Kitap, kapitalist sistemin çok ağır bir eleştirisini içeriyor. 
Papa, 'Dünyada sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak, iyi-kötü (ayrımı) düzeninin dışında yaşamak demektir' diyor ve insanların bilinçli olarak inançtan uzaklaştırıldıkları bir 'anti-dindarlık'tan söz ediyor. Papa'ya göre anti-dindarlık projesi, muazzam büyük finansal kaynaklarla çalışıyor; hem de tek tek uluslar bazında değil, dünya bazında. Gerçekten de ekonomik güç odakları bu kaynaklarla kendi bekaalarını, gelişmekte olan ülkelere dayatıyorlar. Papa buradan yola çıkarak "İnsan haklı olarak bütün bunlara bakıp, sistemin, sinsice demokrasi görüntüsü arkasına saklanan totaliterizmin başka bir biçimi olup olmadığını soruyor" diyor. Papa, kutsal kitabı inkâra götüren ideolojilerin, demokrasiyi savunarak ortaya çıktıklarını ve parlamentoların da buna demokrasi adına onay verdiklerini yazıyor. En ilginci de Papa'nın insanları, 'Batı'nın (sistemin) baştan çıkarıcılığı'na karşı uyarması. 
Papa II. Jean Paul, 1995 yılında yayımladığı bir fermanında da (Enyzklica 'Evangelium Vitae') özellikle üzerinde durduğu, 'hayatın korunması' konusuna özel bir önem atfediyor. Papa aynı fermanda, demokrasi idealinin 'temelde kendi kendine ihanet ettiğini' söylüyordu. Fakat Papa'nın kuşkusuz en ilginç fermanı, 1991'de yayımladığı 'Centesimus Annus fermanıydı. Papa orada 'kapitalizmi ve komünizmi, insanı kültüre ve ahlaka yabancılaştırmak'la suçluyordu. Yayımlanan son kitabıyla Papa'nın bu fikirlerini değiştirmek bir yana, daha da keskinleştirdiği görülüyor. 
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin tarihe karışmasıyla birlikte, dünya çapında hükmü olan son antikapitalist otoritenin de tarihe karıştığı düşünülüyordu. Gerçi Sovyetler Birliği'ndeki ekonomik sistem asla kapitalizmin zıddı ve alternatifi değildi. Sosyalist sistem, kapitalist patronlar yerine komünist partili imtiyazlı nomenklatura sınıfının geçtiği bir çeşit planlı ulusal-kapitalizmdi. Tarihin garip bir cilvesi olarak, bugün kapitalizme gerçekten karşı olduğunu söyleyen ve bunu fütursuzca ifade eden, dünya çapında tek bir otorite bulunmaktadır o da Papa İkinci Jean Paul'ün başında bulunduğu Vatikan'dır. 

Yazı elbette esasen, o dönemde "kapitalizm" sözünü ağzına almayanları eleştiren temelde yazılmıştı. Burada 111 sayısının esas alınması, Hristiyan çevrelerde de bu kehanet sayısının genellikle "111" diye telaffuz edilip, sonuncu Papa'ya (112'inci Papa'ya) ayrı bir yer bahşedilmesinden kaynaklanıyor. Kehanete göre en son Papa, görev dönemini tamamlayamayacağı için, 111'lik Papalar zincirinin ardından gelen en sonuncu sayılıyor ve bir sonu temsil ediyor.
Yazıyı, Papa İkinci Jean Paul'ün ölümünden sonra yazmıştım ve görevini tamamlayacak son Papa'nın (yani 111'inci Papa'nın), şimdiye dek biri bile şaşmamış kehanetteki tarife uyarak "Gloria Olivae"ye (Şanlı Zeytin) uygun olabileceğini düşünmüştüm. Burada benim naif tahminim, siyahi bir Papa'nın seçilebileceği yönündeydi. Ama tabii "Zeytin", bir insanın ille de derisinin rengini belirten bir sözcük deüildir. Nitekim yeni Papa, 547 yılında ölen Nursialı Benedictus'un adını alarak kehaneti -herşeye rağmen- doğru çıkardı. Ermeni ve Anglikan Kiliselerinde ermiş sayılan Benedictus, ünlü "Benediktinliler" tarikatının kurucusudur ve be bu tarikatın 21 kolundan biri olan Olivetanlılardan da anlaşılacağı gibi, işareti Zeytin'dir.
Görev süresini tamamlayamadan Roma'dan ayrılmak zorunda kalacağı söylenen en son (112'inci) Papa, Malachias kehanetinde "Pertus Romanus" diye adlandırılıyor. "Romalı Petrus". Belki buradan, seçilecek yeni Papa'nın Romalı İtalyan bir din adamı olabileceğini çıkarmalıyız. Ve Petrus, aynı zamanda Papalığı kuran Havaridir. Ama başka bir ihtimal, Türklerin çok ilgisini çekti.
1948 Gana doğumlu seyyar Kardinal Peter Kodwo Appiah Turkson, Papa seçilebilecek din adamlarından biri olunca, Türk basınında garip yorumlar yapıldı.
Kehanete göre son Papa döneminde "Yedi Tepeli Şehir yerle bir olacak ve Papa şehirden kaçacak" (veya öldürülecek).
Burada kehanetin çok açık bir şekilde Roma'ya işaret etmesine rağmen Türk gazeteleri, "Bu şehrin İstanbul da olabileceği konusunda yorumlar var" gibi haberler yapyılar. Elbette tamamen uydurmadır -böyle yorumlar yok! İstanbul'un da yedi tepeli bir şehir olmasına ve asıl adının "Doğu Roma" olmasına rağmen yok, çünkü İstanbul'da Papalık diye birşey yok. Ama bu yorumlar, gene de, Türkiye'de bir korkunun ve beklentinin ilanıdır. İstanbul'un da yıkılabileceği ihtimali bizzat Türkler tarafından bu şiddetle dile getiriliyorsa ve Ganalı Kardinalin "Turkson" olan soyadına bakıp buradan, "Türk son" sonucu çıkarılıyorsa, bu ihtimal gerçekleşebilir!
Türkler kendi zorlama yorumlarıyla, Yedi Tepeli Şehir İstanbul'un ille de yıkılacağını iddia ederlerse, buna söyleyecek söz olmaz! Ama kehanet burada galiba başka bir şey söylüyor. Vatikan'a 16'ıncı yüzyıldan beri Romalı olmayan Papa'lar seçiliyor. Bu kez bir Romalı mı seçilecek, adı Peter/Petrus mu olacak? Bunları göreceğiz. Tabii en büyük sürpriz, seçilen Papa'nın kehanete uymaması olur.

Osmanlı'nın neden olduğu İngiliz-Habeş savaşı 1868

Britanya ordusu Magdala yolunda
Habeşistan İmparatoru II. Tewodros (Teodor), Quadar valisinin oğlu olarak başladığı hayataında, aslında din adamı olacaktı, ona göre yetiştirildi. Gonder'deki Çankar manastırında Hristiyanlığı derinlemesine öğrenirken manastır saldırıya uğrayınca amcasına sığındı. Ülkede iç karışıklıklar orada da rahat vermedi, o da bir haydut çetesinin lideri oldu -amacı bu savaş cinnetine bir son vermekti. Ama kan yalayan genç kurtlar gibi savaşı sevdi. Bundan sonra ardı ardına zaferler kazandı. Zaferlerinin ardından 1855 başında birgün kendini, Ubie'nin ordusunun karşısında buldu. Ülkenin ünlü hükümdarını Deresge'de yendi ve 11 Şubat'ta Habeşistan'ın yeni İmparatoru, kralların kralı "Negusa Nagast" titriyle tahta çıktı.
Bu adam, tam bir direnç ve inat örneğidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun ve zamanın yükselen gücü Britanya İmparatorluğu'nun baskılarına boyun eğip onlardan birine bağlanmayı reddetmiştir. Ülkesinde köleliği resmen kaldırıp, kendisinin de bulaştığı çeteciliği yasaklamıştır. Askerlerini, güçlü Batılılardan gördüğü gibi uzun ince kılıçlar ve çakmaklı tüfeklerle donatmış, paralı bir ordu kurmuştur. Ama o bir askerdi ve politikadan pek anlamıyordu. Başpiskopos Abuna Salama ve yerel Beyler onu başkentinde izole ettiler. Prestijini geri kazanmak ve ülkesini modernleştirmek amacıyla Britanya'dan yardım almaya ve bu şekilde Osmanlı baskısını da durdurmaya karar verdi. Bunun için oturup mektuplar kaleme aldı. Britanya Kraliçesi Victoria'ya, Rus Çarına, Prusya Kralına, Fransa'ya III. Napoleon'a gönderdiği mektuplara, özellikle Britanya'dan beklerken, sadece Fransa'dan yanıt geldi. İki ciltlik "Histoire de Jules César" kitabını yazıp yeni yayımlamış III. Napoleon'un yanıtı da hiç inandırıcı değildi.
Victoria ise, 29 Ekim 1862'de aldığı mektubu okuyup bir kenera fırlattı. Habeşistan'ın nerede olduğunu bilmiyor, Afrika'yla da ilgilenmiyordu. Britanya tacının büyük elması Hindistan orada dururken, gizemli Afrika hiç de cazip değildi. Üstelik Tewodros, "İslam'a ve Türklere karşı yardım" istiyordu, hem de Mısırlıları kastederek. Bunlar, Hindistan'da Müslümanlara da hükmeden Kraliçenin bakış açısıyla pek uyuşmuyordu.
II. Tewodros
II. Tewodros, kendisinin kaale alınmamasına, özellikle Kraliçe Victoria'nın ona bir cevap bile vermemesine öyle öfkelendi ki, Habeşistan'da bulunan ve Başpiskoposla iyi ilişkileri olan İngiliz Anglikan misyoneri Henry Aaron Stern'i halkın gözü önünde kamçılattı. Ona öfkesinin bir nedeni de, bu adamın Habeşistan hakkında yazdıklarıydı. İmparatorun, bir çete liderinden nasıl kral oluşunu çok güzel anlatıyordu ama Tewodros, kendisinin Süleyman'ın (Salomo) soyundan geldiğini yazmasını tercih ederdi. Stern, dürüstlüğünün cezasını fena ödedi. Bütün hizmetkarları kamçıların altında can verdiler, kendisi zincirlenip zindana atıldı.
Adamı zindandan kurtarmak için Tewodros'a ulaşmak isteyen Britanya Konsolosu Charles Duncan Cameron, Gafat'tan idare etmeye çalıştığı krizi bir hatayla daha da kızıştırdı. Araya, Tewodros'la itilaflı Başpiskoposu koydu. Habeşistan İmparatoru, bu densizliğe çok kızmış olmalı. 2 Ocak 1964'de Habeş birlikleri Konsolos'un bürosuna saldırıp Britanyalı diplomatı ve bütün memurlarını yakalayıp zincire vurdular. Tewodros bununla da yetinmedi, ülkesindeki bütün Avrupalıları yakalayıp zincirleyerek zindana atmaya başladı.
Britanya Hükümeti, sorunu çözmek için Habeşistan'a ünlü Hormuzd Rassam'ı gönderdi. Asur uzmanı gezgin, Gılgamış Destanı'nın yazılı olduğu kil tabletleri bulan adamdır. Ama Habeş İmparatoru'nun huzuruna çıkışı, ülkedeki karışıklıklar ve kralın onu görmek istememesi üzerine oldukça uzadı. Ancak Ocak 1866'da Tewodros'la görüşebilen Rassam, karşısında sert bir kral buldu ve tabii sonunda o da içeri atıldı! Rassam, tutukluların ailelerinden kişisel mektuplar getirmişti. Kral, mektupların tutuklulara verilmesini uygun bulmadı, bundan kuşkulandı. Bütün Avrupalı tutukluları ve rehin Rassam'ı, kendisinin de oturduğu Magdala kalesine getirtti. Haziran'da yaşanan bu olaydan sonra Kraliçe Victoria, 21 Ağustos'da, Habeşistan'a askeri bir operasyon yapılması emrini verdi.
1868'de yapılan bu askeri operasyon, birçok bakımdan benzersizdir. Emir, Hindistan'daki Britanya ordusuna veriliyor ve ordu, önce Habeşistan'ın haritada nerede olduğu aranıp bulunuyor, dağlık arazide hangi şartlarda ilerleneceği düşünülüyor, Habeş ordusunun gücü üç aşağı beş yukarı tahminen değerlendiriliyor ve tam 44 tane fil gemilere yükleniyor. Bu filler, ağır silahları taşıyacaklar. Hanibal'ın ordusu gibi birşey hazırlanıyor yani. Akdeniz bölgesi ve Ortadoğu'da Britanya'nın ulaşabildiği heryerden develer ve katırlar toplanıyor. Bu hayvanlara da hafif silahlar taşıtılacak. Ordu, 13 bin Britanyalı ve Hintli askerden oluşuyor. 26 bin sivil personel onların günlük ihtiyaçları için yola çıkarılırken, toplanan deve ve katır sayısı da 40 bini buluyor.
Topları filler taşıyor
1867 Ekim ayında ilk öncü birlik -ki mühendislerden ve çalışanlardan oluşuyor- Kızıldeniz sahilinden, bugün Eritre'de bulunan Massaua şehrinin otuz mil güneyine geliyor ve oradan Habeşistan'a sızıyor. Karaya çıktığı yerde, bir ayda 640 metrelik sahil şeridini çıkarmaya uygun hale getiriyorlar, bir de liman ve demir yolu inşa ediyorlar. Başka bir birlik daha kuzeyden sızıp, o da fillerin rahat yürüyebileceği bir yol yapıyor. Aralık ayında hazırlıklar tamamlanınca, hazırlık operasyonuna komuta eden Britanyalı komutan William Lockyer Merewether, Habeşistan İmparatoruna bir telgraf gönderip, rehin tutulan Avrupalıları serbest bırakmasını istiyor. İkinci bir telgrafı da Etiyopya halkına hitab şeklinde kaleme alıyor va onlara karşı bir husumetlerinin olmadığını, sadece hapsedilen Avrupalı esirleri kurtarmak istediğini söylüyor. Bu sırada Britanya ordusu ülkenin içinde ilerlemeye başlamış durumda. Gönderilen mektuplar önce Rassam'ın eline geçiyor, o da bunları hemen yırtıyor, Tewodros'un bu telgrafları görmesi halinde bütün Avrupalıları öldürteceğinden korkuyor.
Savaşı yönetecek Britanyalı General Robert Napier 2 Ocak 1868'de ordunun başına geçiyor, yirmi gün savaş planı hazırlıyor ve ordusunu üç ayda dağlardan 600 kilometre yürüterek Habeşistan İmparatoru II. Tewodros'un Magdala sarayına doğru ilerliyor. Ama daha önce, yerel beylerden Ras Kasai ile konuşuluyor tabii. Ve Ras Kassai'nin bir sonraki Habeşistan İmparatoru olması için Britanya desteği sözü veriliyor. Britanyalıların bu kadar rahat, ellerini kollarını sallaya sallaya hazırlanmaları ve savaş hazırlıklarını nisbeten gizli tutabilmeleri, daha sonra IV. Yohannes adıyla tahta çıkmaya hazırlanan olan Ras Kasai sayesinde.
Mart ayında ordu, sarayın yüz kilometre yakınına kadar yaklaşıyor. Savaşa hazır olmak ve fazla yük taşımamak için asker tayınları bile azaltılıyor. Habeş İmparatorunun tek dayanağı olan ordusu, daha 1867 yılından itibaren, sürekli adam kaybediyor. Ordudaki asker sayısı, asker kaçaklarının hızla artması sonucu on bine kadar geriliyor. Britanya ordusunun ülkeye girişini öğrenmiş olmalılar. Fakat bu sırada İmparator sarayında değil. Bu arada o da savaşa hazırlanıyor. Adını "Sivastopol" koyduğu kocaman bir topu var. Ve ordusuyla daha kısa bir yoldan sarayı Magdala'ya geliyor, ama Britanya ordusundan sadece iki gün önce. İki ordunun birbirini görmesi 9 Nisan. Dört gün sonra Magdala Kalesi önünde esas savaş oluyor. Savaşta, O ilk kapışmada iki saat içinde 700 Habeş askerine karşı bir tek Britanya askeri bile ölmüyor. 1200 Habeş askeri de yaralanıyor.
Bu olaydan iki gün sonra Habeş İmparatoru II. Tewodros intihar etti. Hapsedilen Avrupalılar kurtarıldı. Britanyalı General askerlerine -eski zamanlardaki gibi- Magdala'yı ve kiliselerini yağmalamaları için iki gün süre verdi. Daha sonra kale ve etrafındaki yerleşim bölgesi, kiliseler yağmalanıp ateşe verildi. Hindistan'ın kültür hazineleri de sandıklanıp fillere, develere yüklendi. Britanya Ordusu, 2 Haziran'da, Kızıl Deniz sahiline geri döndüğünde, yanında sayısız tarihi eser ve Habeş İmparatorunun tacı da vardı. Britanya müzelerinde sergilenen Habeş eserleri o tarihten sonra Habeşistan'a (Etiyopya'ya) ilgiyi artırmıştır. Habeş İmparatoru'nun tacı ise 1925'de son Habeş İmparatoru Halie Selasiye'ye geri verildi.