Gezi Parkı'nda doğan Türk Devrimi'nin 7 aşaması

Bu spekülatif yazı, Türkiye'nin çehresini değiştirecek Devrim'in 31 Mayıs 2013 - 2015 Ortası arasında göstereceğini düşündüğüm tahminî 7 yükseliş dalgasını ve doğduğu zaman kalitesinin özelliklerine kısaca değinecek..
Devrimci etkinin, Mayıs ayının son haftasında başladığını ve 31 Mayıs'ta patlayıp, tarihe imzasını attığını biliyoruz. Bu tarihten sonraki ilk on günü Devrimi belirleyen ilk önemli yükseliş sayıyoruz.
İkinci yükseliş dalgasının Temmuz ayının sonuna doğru yaşanabileceğini sanıyorum, ama bu yeni yükseliş, 31 Mayıs ve sonrası yaşanan on günden daha farklı bir görünüm arzadebilir. Devrim sadece sokak ve slogan demek değildir. Bunların dışında ve sokakla birlikte çok daha büyük etki uyandırabilecek yöntemlere yönelebilir -ki, ben "İnsanları dönüştürmek" ve "Hadeflere ulaşmak" bakımından çok daha derinden bir etki uyandırabileceğini düşünüyorum...
Devrim'in ikinci aşaması, birinci aşamadan sadece daha güçlü ve daha sonuç alıcı olması bakımından değil, halkın ruhuna tam anlamıyla nüfuz edebilmesi ve başarıları açısından da önemli olabilir. Birinci aşamadan farklı olabileceğini düşündüğüm bu aşama, "Hayallerin Gerçekleşmesi" diye özetleyebileceğimiz yüce bir zaman kalitesinin etkisi altında yaşanacağından, dünya çapında önemli bir durumun doğrudan parçası olabilir. Malum, Gezi tekil bir devrim değil. Başta Brazilya olmak üzere Mısır'da da benzeri hareketler yaşanıyor ve Taksim/Türkiye, buralara örnek oluyor.
Suriye Savaşı'nı önleyen Türk Devrimi, başarıya ulaşıp bütün eski kurumların, anlayışların, siyasi düşüncelerin, dünyaya bakış tarzlarının sağlamasını yapadursun, bu harekete karşı durmanın kesinlikle mümkün olmadığı da yavaş yavaş anlaşılıyor. Devrim, Muhafazakarlığın 1980 darbesinden devralıp "muhafaza" ettiği tüm eski engelleri ve yeni inşa ettiği tekadamcı totaliter rejimi, son zerresine kadar teste tâbi tutacak ve demokrasiye/özgürlüğe ters herşeyi zaman içinde tamamen tasfiye edecektir. Devrimin ikinci aşaması, bu sallantıya/teste dayanamayan ve tamamen takaza/gereksiz olan yapıların düşmeye başlayacağı aşamayı gösteriyor olabilir. Kasımın ilk haftasında başlayabileceğini tahmin ettiğim üçüncü aşamayla birlikte 2013'deki bu üç dalganın, Türk Devrimi'ni, evrensel yeni bir Devrim örneği haline getirebileceğini düşünüyorum.
Türk Devrimi, dünyada 1960'larda başlayıp 1968'de zirvesine ulaşan 68 devrimiyle, cinsel devrimle (doğum kontrol hapının bulunması sonrası), ve Çin Kültür Devrimi ile (benzeri zaman kaliteleri etkisinde gerçekleşmeleri bakımından) akrabadırlar, ama 31 Mayıs, onların hepsinden ayrılan çok önemli pozitif/olumlu özelliklere sahip -ve bu özellikleriyle bundan sonra dünyaya örnek olacaktır.
31 Mayıs Türk Devriminin özgün özelliklerinin başında, şiddete kesinlikle karşı olması, muazzam bir hiciv/mizah dili kullanması, yüksek bir hümanizm sergilemesi, açık/samimi/dürüst olması ve kesinlikle önderliksiz/spontan olmasıdır. Bunlar ileride elbette çok tartışılacak, ama 2014'de yaşanacağını tahmin ettiğim üç dalgadan daha önemli saydığım bu ilk üç dalganın devrime asıl şeklini vereceğini düşünüyorum.
Türk Devrimi, Atatürkçülükten İslamcılığa kadar uzanan bir dizi eski fikir ve ideolojiden olumlu anlamda kopuş ve yepyeni bir yaratıcılığa yelken açışa işaret ediyor. Bu ruh atmosferinden doğacak muazzam yüksek kültürün, zengin sanatın ve yeni bir siyaset türünün dünyaya örnek olacak şekilde geliştirileceğini düşünüyorum. Türkler geçmişlerine/tarihlerine gerekli saygıyı gösterip onların üzerine yepyeni bir Türkiye kuracaklar ve şimdi bu sürecin başında bulunuyoruz.
Devrimin son dalgasının 2015'in ilk yarısında yaşanacağını ve ardından 2024'e kadar sürecek bir kurumsallaşma devrinin geleceğini sanıyorum. Tabii bunlar tahmin. Yaşayıp göreceğiz...

31 Mayıs Devrimi'nin özgün zaman kalitesi hakkında

Geçen yılın Şubat'ında, 2013 yılının tam ortasında başlayacak zaman kalitesinden bahsederken, değişim/dönüşüme dair yazdıklarım oldukça muğlaktı, çünkü o dönemde devrimin nasıl birşey olacağını ayrıntılı bir şekilde tahmin etmek çok zordu. Geleceğe doğru tahminler yapmak, en azından şimdi, bir yıl öncesine göre daha kolay. Bu kısa yazının amacı, geçen yılın başında yaptığım tahminleri geleceğe doğru yeniden ele alıp biraz daha genişletmek. (Yazı için tıklayınız)
31 Mayıs'ta başlayan devrimci değişim/dönüşüm'ün en genel hatları konusunda yaptığım tahminleri değiştirmiyorum.
1. Bu tahminlerin başında, Türklerin malum aşağılık kompleksinden kurtulacakları ve eski ezikliklerini üzerlerinden atacakları yönündeydi. Nitekim 31 Mayıs isyanıyla Türkler, Osmanlı'nin çöküş dönemi 19'uncu yüzyıldan beri ilk kez, Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu kadar büyük bir saygılık/prestij kazandılar. Batı'nın Türkleri bir türlü eşit partner olarak kabullenemediği ruh hali, hem Batıdan hem Doğudan yıkıldı.
2. İdare-i maslahatçı vasat müteahhit Muhafazakarlar zihniyeti, sahiden de aşıldı. Hatta bu zihniyetin tam bir çöküş yaşayarak tüm argümanlarını yitirdiğini de söyleyebiliriz.
3. Halkta büyük bir rahatlama yaşandığı da doğru çıktı, çünkü Türkler, İslamcı Muhafazakarlığın kurduğu korku imparatorluğunu yıktılar ve birlikte durarak ne kadar güçlü olduklarını anladılar. Bundan sonra üzerlerine gelebilecek baskı unsuruna karşı nasıl tepki vereceklerini de biliyorlar.

***
Şimdi daha dikkatli bakmaya çalışacağımız 31 Mayıs - Şubat 2015 döneminde benim hala anlamakta zorlandığım nokta, bu dönemin askeri/militarist karakteridir. Malum olduğu üzere Gezi hareketi, miltarizmin tam tersine, Suriye'de başlayabilecek büyük bir savaşı önlemiştir. Şimdilik bunu, devrimin ilk önemli kazanımı sayıyorum. Savaş faktörün tehdidi altında olunduğundan, gösterilerin/protestoların mutlaka barışçı ve pasif eylemler olmasını, öyle kalmasını önemsiyorum. Belki de bu faktörü, savaşın önlenmesi diye okumamız gerekiyordu ve ben bu noktada yanıldım. -Umarım savaş olmaz ve bu tehdit tamamen ortadan kalkar.
Devrimin amacının, Türkiye'yi ve Türk Halkı'nı dünyanın birinci sınıf demokrat ülkeleri ve birinci sınıf halkları seviyesine çıkartmak olduğunu, Türklerin yeni uygarlık hamlesi olduğunu, tekrarlayayım. Devrim çok kesin bir değişime işaret ettiğinden, onun getireceği somut değişikliklerin istikameti konusunda artık daha kesin tahminler yapabiliriz.
31 Mayıs Ruhu, değişim/dönüşümün de ruhudur ve bu tarihten önceki tüm sosyolojik/kültürel/siyasi verileri de yeniden değerlendirmemizi zorunlu kılar.
31 Mayıs Ruhu ışığında, artık gereksiz görülecek birçok kurumun veya kurumsal (kemalist ve/veya muhafazakar statükocu) ideolojinin/mantalitenin ortadan kalkma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız. Gezi Hareketi ve Gezi Mantalitesinin halkın tamamını kapsayan özelliklerine bakarak, hangi anlayışların ve kurumların gereksizleştiğini tahmin edebilirsiniz. Ben bu alanı oldukça geniş tutmak taraftarıyım, çünkü 2015 başında sona erecek hızlı değişim/dönüşümün ardından, daha yavaş ve daha uzun sürecek bir yeniden yapılanma dönemi yaşanabilecektir. 2024'e kadar devam edeceğini tahmin ettiğim bu dönemin sonunda, Türkiye'nin yepyeni bir Uygarlığın merkezlerinden biri haline gelecek kadar önemli bir diyar olacağını düşünüyorum. Yani birçok şey zaman içinde 31 Mayıs ruhuyla değişecek ve yeni bir stabil konum edinebilecektir.
Değişecek kurumların başında, Demokrasiyi, Diyaneti, Türkiye'nin dış ilişkilerdeki yeni konumunu, kültürel/sanatsal patlamayı falan sayabiliriz. Ama detaylar kuşkusuz, herkesin kendi ilgi alanı dahilinde daha kesin şekillenecektir. Ben en çok, karikatür haline gelmiş Erdoğan tipi Post-Demokrasinin değiştirilip Katılımcı Sahici Demokrasi haline getirilmesi pratiğinin, tıpkı Gezi Eylemcileri, duran Adam ve diğer eylemlerde olduğu gibi dünyaya örnek olabileceğini düşünüyorum, bu konuya önem veriyorum. Ekonomide de benzeri reformların yapılabileceğini, yaklaşan krizden, değişerek çıkılabileceğini tahmin etmek istiyorum. (Bunlar dileklerim!) Tahminlere dönecek olursak, geçmişte Türkiye'nin ve Türklerin ayağına bağ olan tüm siyasi yapılanma türlerinin, bürokratik yapılanmaların ve eski ideolojilerin (Kemalizm, İslamcılık, Ortodoks Solculuk, Eski azınlık/çoğunluk Milliyetçilikleri) aşılacağını, bunların önemsizleşeceklerini sanıyorum.
İster "Atatürkçülük" veya "Kemalizm" diye ifade edilsinler, ister "Kürt olmak", "Müslüman olmak" diye ifade edilsinler, geçmişten gelen ve insanlara sığınılacak liman olan eski ideolojilere gerek duyulmayacağı bir atmosfere doğru yol alıyor Türkiye. Türkler, eskiden sığındıkları bu ideolojilerin ve kimliklerin, artık kendilerine ayak bağı olduğunu daha iyi anlayabilirler. Şimdi yeni bir Çağ başlıyor ve Türkler yepyeni bir uygarlık deneyimi yaşayacaklar. Bunun için tarihleriyle barışık bir şekilde, ona saygıda kusur etmeden geleceğe bakmayı öğreneceklerini sanıyorum. Bunun ilk güzel örneklerini 31 Mayıs sonrasında verdiler. 31 Mayıs Ruhu, bu eski anlayışları şiar edinmeye gerek olmadığını şimdiden göstermiştir ve ülkenin tarihine ve tarihi şahsiyetlerine saygı duyduğunu da her fırsatta kanıtlamıştır. Ama Gezi Hareketinin herkesi birleştiren ruhu, bütün ideolojilerin üzerindeki insani/kutsal değerlere ulaşan yeni bir kanal bulmuştur. Devrimin asıl özü de buradadır zaten.
Gezi hareketine güç veren etki devam ediyor. İnişli çıkışlı bir grafikle birbuçuk yıl sürecektir ve asıl etkisi, bilinçaltında işlemektedir. Bu hareketin tavizsiz Hümanizmi, Özgüveni ve evrensel insani değerlere bağlılığı, insanları (onlar olayın sıcağıyla henüz pek farkına varmasa da) değiştirmektedir. İstisnasız herşeyin sarsılacağını ve kendini yeniden tanımlayacağını, dönüşeceğini söylemek mümkün. Bu etki, kesinlikle olumlu bir etkidir ve en tepe noktasına da erişmemiştir -çünkü daha başındayız. Eğer bir tahmin yapmak gerekirse, devrimci değişim/dönüşüm döneminin en yüksek enerjiye/potansiyele ulaşacağı dönemin, 2014 yılı ortası olabileceği (hatta 2014'ün ikinci yarısını bulabileceğini) söylenebilir. Bu değişim/dönüşüm, AKP iktidarı/devleti tarafından temsil edilen Eski Türkiye'yi ve onun zihniyetini tamamen tasfiye edip feci şekilde ezebilir. Buradaki şiddet potansiyeli, AKP'nin bu gerçeği kabulüyle orantılı olabilir. Eğer AKP bu döneme uyum sağlarsa, kuşkusuz herşey çok daha kolay ve kansız olacaktır.
Geçen yıldan bugüne, "İktidar ve Muhalefet ötesi Üçüncü Güç" diye tarif ettiğim Gezi Hareketi, yolda olduğunu göstermişti. İnsanların yaşam biçimlerine karışmaya başlayan ve yobazlaşma emareleri gösteren İktidara karşı tepki ve infial, bir kıvılcım bekliyordu. İktidar, ne yapacağını bilemediği bu "sorunu" ile sonunda yüzleşti ve mücadeleyi en başında kaybetti. 31 Mayıs ve onu izleyen iki hafta, bu sürecin nasıl birşey olduğunu/olacağını gösteren bir mikro kosmostu. Gezi Ruhu, sadece şimdinin gençliğini değil, üç neslin gençliğini etkileyecek ve şekillendirecektir. Türk Hükümeti, bu sele kapılmış biri gibi onunla sürüklenmektedir. Sürüklenme, daha sonra çok daha büyük zirveler yapacaktır. Ama daha ilk zirve bile onu felç etmeye yetmiştir. Hükümetler, Partiler, Demokratik Sistem, Ekonomi, bu hareketin dünüştüreceği şeylerdir. Bunu iyi anlayanlar, Yeni Türkiye'de daha avantajlı bir yerde olacaklardır elbette. 31 Mayıs dönemi, 2015'e kadar Türkiye'nin ve Türklerin gelişimi için muazzam önemdedir. Bu yüzden herkes, onu geçmişe bağlayan safralardan ve gereksiz abartılardan kurtulmalı, Tarihiyle barışık olmakla beraber tarihinin esiri olmaya son vermelidir. Şimdi yeniden tarih yazma zamanı...

Bir zaman meselesi

İstanbul'da tam bir devrim atmosferinde yaşamak çok güzeldi...
Lise'deyken devrimcilik oynayıp plakat yazma işlerini üslendiğim, duvarlara yazı yazdığım ve en önlerde yürüdüğüm için bazı işgüzar yaşıtlarım/akrabalarım tarafından anneme şikayet edildiğim zamanlardaki yürüyüşlerden çok farklı birşeydi. Bu kez, halk sahiden vardı, hem de en önde yürüyordu ve müthiş bir tempoya kapıldım. Çok hızlı ve hareketli bir hayat! Uyku saatlerimden tutun da konuşma alışkanlıklarıma kadar birçok şeyin değiştiğini sevinerek "müşahede" ediyorum. Ama tam da buradan başka bir konuya geleceğim: Koşan zamanlar, zıplayan saatler...
Devrim zamanlarının hızı normaldir. Bir de devrim olmayan zamanların normal sayılmaya başlanan ve yavaşlatılması gerektiğini söyleyeceğim hızı var. Sonda söyleyeceğimi başta söylemekte bir beis görmeyip, Friedrich Nietzsche'nin bir sözünü hatırlatmak istiyorum: "Sakinliği (yavaşlığı) eksik uygarlığımız, bir barbarlığa doğru koşuyor". Nietzsche, insanoğlunun/insankızının karakterinin, bu konuda düzeltilmeye muhtaç olduğunu da söyler -laf arasında belirteyim, Gezi Parkı'nda başlayan 31 Mayıs devrimiyle doğan özgürlükçü mantalitenin, bu tip "düzeltmeler"i zaman içinde gerçekleştirebilecek kalitede olduğunu düşünüyorum.
Hayat neden bu kadar hızlı?
Hayatın nasıl inanılmaz hızlı olduğunu ve bu acaip/saçma durumla övünen -yani çok koşturmakla övünen- insanların komikliğini herkesten önce bana sorabilirsiniz. Evet! Bu saçma ve ruh katili koşturmacanın dışında kalmanın birçok bakımdan hiç de kolay olmadığını söylemeliyim.
Bugün iş odaklı günlük koşturmaca, artık bir kriz haline gelmek üzere ve bu durum en çok "gelişmiş" ülkelerde çok bariz. Bunun farkına varan kişiler var, ilçeler köyler falan da var. "Yavaşlayalım" diyorlar ve kasabalarda otomobil kullanmayı yasaklıyorlar mesela. Bazı yerlerde cep telefonu kullanmaya karşı çıkanların olduğunu, Türkiye'de bu lüksü sadece entelektüellerin uyguladığını (mesela Murat Belge) duymuşsunuzdur. Eski zamanların yavaş akan günlerini geri getirmek için teknik girişimler var. Ama konunun özüne inmeye kimse niyetli olmadığından, herşey bir nostalji, bir süs olmanın ötesine geçemiyot. Günümüzün iş anlayışı ve iş temposu, artık günlük hayatla olan sınırları da kaldırdı. Zınk diye eMail geliyor veya SMS alıyorsunuz, olmadı telefon geliyor. İş temposu -ki paranın temposuyla alakalıdır (bu konuda bu blogda yazılar bulabilirsiniz, sevgili Eske Bockelmann ile yaptığım sohbeti de okuyabilirsiniz)- hemen sizin yaşam temponuza sarkıp, onu belirlemeye başlıyor...
Ben -ne yalan söyliyeyim- 31 Mayıs devriminin çok hızlı temposuna kapıldım, bilerek, isteyerek. Ama iş hayatının temposuna hayatım boyunca kapılmamış olmak gibi bir lüksüm var. Bunun önemi, zamanın, eskisi gibi bir kalıcı bir nitel değere sahip olmamasına karşı durmakla ilgili bir şey. Anlamı olmayan sürekli bir akış. Kalıcı bir değeri olmayan sürekli iletişim. Konuşmalar konuşmalar konuşmalar. Asıl mesele çalışmak da değil, sürekli bir birşeyler yapmak zorunda olmak. Bu baskı, neoliberal zamanlarda şekillenip hayatı belirlemeye başlamış bir şey.
Eskiden bu koşturmacanın neden yaşanmadığını biraz düşününce kolay buluyoruz: Hayata ritm veren başka bir zaman anlayışı...
"İkindiden sonra gelirim."
Bu sözü en son rahmetli Anneannemden duymuştum. "Saat Beşte" falan gibi laflar etmezlerdi onlar. İstanbul'daki Rum Ortodoks cemaatinin ayinine hiç katıldınız mı bilmem ama son derece yavaş ilerleyen, saatler süren bir ibadettir. Bunlar, eski zamanların ritmleri. Hayatın daha da yavaş akmasını sağlayan ve bu şekilde insanların, huzuru içselleştirmelerini sağlayan, "doğal" sayılan faktörler. Bunlar, ritüellerdi ve onların ritmiydi. Hani günlük hayatın ritminden tamamen çıktığınız, ama sizinle birlikte çevrenizdeki insanların da çıktığı anlar. Bayramlar da böyledir aslında. Benim kendi gözlemim, insanlara kendileri olmaları için ortam sunan ve hayatın derinliğini anlamalarını sağlayan bu yavaşlığın bozulmakla birlikte, neoliberal dönemlere kadar yaşadığıdır. Neoliberalizmle birlikte zaman hızlandı. Hızın bir anlamı da yok. Geriye birşey kalmıyor. Ve bu hızlanmanın kökeninde, para işlerinin hızlanması ve onun iletişime yansıması vardır aslında.
Buradan gene (tekrar tekrar) 31 Mayıs devrimine gelmek istiyorum. Eskisinden farklı bir hızlanmayı da beraberinde getiren bu olay, neoliberalizmin ritmini bozdu ve onu kendine tabi kıldı. Bunu nasıl yaptığını anlatmak, bu yazının camını-çerçevesini patlatır, ama canınızı sıkmak pahasına da olsa, şu kadarını söylemeliyim; bir logaritmik eğri düşünün. O eğri X-aksından gelip hızla yükselerek Y-aksına paralel bir çizgi haline geldiğinde, sonsuza doğru uzanır. Yani hızın, herşeyi değiştirip eşzamanlılık gibi bir durum yaratması...
Devrimlere özgü bu durum, ardından yeni bir zaman kalitesinin başlamasını da zorunlu kılar. İşte ben de o yeni zaman kalitesini bekliyorum. Ortalık sakinleşecek, taşlar yeniden yerine oturacak ve bu arada sessiz sedasız bir zaman devrimi de gerçekleşmiş olacak. Koşturmacanın yerini anlamlı dolu-dolu bir huzur ve yavaşlık alacak. Tek tek kişilerin mükemmelliği keşfettiği bir birlik atmosferi. Nazım Hikmet o şiirini bu günler için yazmış olabilir:
"Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşcesine..."
Galiba o zaman, zamanı durdurup, çınar gölgesinde çay içeceğiz -birlikte, tek ve hür...
Ve neden bu kadar mutlu ve huzurlu olduğumuzu da sorgulamayacağız. Çünkü o hal, en doğal şey sayılacak...

Gezi Parkı'nda doğan Yeni Türkiye'nin Kodları

31 Mayıs Cuma günü İstiklal Caddesinde bir kahvede oturmuş yazı yazarken gaz maskeli polisleri görünce önce gözlerime inanamadım. Kaçarak dükkanlara sığınan, çığlık atan turistlere aldırmadan, ellerindeki bombaatarları patlatıp duruyorlardı. Ben İstiklal'de böyle fütursuz bir polis müdahalesi ne gördüm ne duydum. Ama daha ilginç olanı, göstericilerin dağılmaması, her gaz saldırısından sonra sokağa geri dönmeleriydi. İğne atsanız yere düşmeyen ünlü caddede kimseler kalmadı. Alışıldık bir durum olmamasına rağmen, bir devrim başladığını falan düşünmedim açıkcası. -hem de bloğum için dünyadaki yeni devrim anlayışını inceleyen bir yazı yazmakta olmama rağmen. O yazıyı hâlâ tamamlayamadım. Sosyal medyada olayları her gün her saat sabahlara kadar izlemekten, zaman bulamadım.
    Benzersiz ve tarihî bir olay yaşadığımızı, polise direnen gençlerle ve Gezi Parkı'na kamp kuranlarla konuştuktça anladım. Yeni bir dünya doğuyor. Sosyolojik tarifiyle adı üstünde bu bir halk devrimi. Gerçi henüz sona ermedi, klasik devrimlerdeki gibi bir iktidar değişikliğine de neden olmadı, ama klasik bir devrim olduğunu söyleyen de, devrimi yapan gençlerin bu yönde ısrarlı bir talebi de yok zaten. Onlar yeni tip devrimciler ve kendilerini, eski devrimciler gibi aşırı ciddiye almıyolar. Ve bir anlayışın, bir devrin kötü sembolü haline gelmiş olan Başbakan Tayyip Erdoğan'ı devirmek istiyorlar.
    Açıkcası, ilk şaşkınlığıma rağmen, olay benim için pek de sürpriz olmadı. Yarım kalan yazımın başlığı da, "Ortak tarihin yitimi ve yeni devrim anlayışı"ydı. Geçtiğimiz yılın şubat ayında, klasik politikaya alternatif olası yeni siyasallaşma biçimlerinden bahsederken, 2013 yılının ikinci yarısından itibaren Türkiye'de büyük bir değişim-dönüşüm patlaması yaşanabileceği tahmininde bulunmuştım. Siyasi arenaya çıkabilecek yeni güce de "Üçüncü siyasi güç" gibi absürd bir ad yakıştırmıştım. Sinemacı Woody Allen, "Gelecek beni ilgilendiriyor, çünkü yaşayacağım yer orası" demiş. Beni de ilgilendiriyor, ama gelecek asla aynen tahmin ettiğiniz gibi olmaz. Açıkçası, gizli gücünün farkında olsam da, 1990 gençliğinden böyle birşey beklemiyordum.
    Gençlik, Türkiye'deki malum siyaset dünyasının horoz dövüşünü sevmiyor, onun içinde yer almıyordu. Gençliğin bu hali, nedense "apolitik" olduğuna yoruluyordu. Politikanın farklı şekilleri olabileceği, "apolitik" görünen birçok tutumun, aslında bal gibi politik olduğu gibi konular da kimsenin umurunda değildi. 1990'li Türk gençliği, esasen bu demokrasi tiyatrosu ötesinde başka bir paralel dünyada yaşıyordu ve yaşamaya da devam ediyor -ama bir farkla.
    Eskiden, yaşam tarzını tehdit altında görmüyor ve kendi dünyasında yaşıyordu, şimdi yaşam tarzını tehdit altında görüyor ve kendini güvence altına almak için politika sirkine doğrudan müdahale ediyor ve halkı da arkasına alarak politikayı yeniden dizayn edecek bir devrim başlatıyor. Gezi Direnişiyle birlikte Türkiye'de, her şeye kadir siyasi iktidar ve süs haline getirilmiş siyasi Muhalefet dışında, -bu ikisinin ötesinde- Üçüncü bir siyasi güç, hatta yeni bir siyasi dünya doğuyor. "Dünya" sözcüğünü özellikle kullanıyorum, çünkü bu yeni dünyada çok çeşitli siyasi düşünce, kimlik, birey, eşit değerde yan yana birlikte yer alıyorlar. Bu özellik sayesinde ayrımların da fazla bir önemi kalmamış oluyor. Gezi Direnişinin kendi kendini tarif etmek diye bir sorunu yok, çünkü buna gerek yok. "Tayyip'e karşı olan herkes" diye özetliyor. Daha derin tarifi ise: "Yoz siyaset dünyasına karşı olan herkes"tir belki.
    Türkler, Gezi Direnişinin açtığı kapıdan baktıkları zaman, yeni bir siyasi hareket değil, yeni bir dünya gördüler. Neşeli, esprili, birbirine saygılı, doğayı sevip savunan, yaşadığı alanlara ve şehrine sahip çıkan, tavizsiz demokrat, kimsenin yaşam biçimine karışmayan, kendi hayat biçimine karışılmasına da kesinlikle izin vermeyen, kim olursa olsun herkesle aynı göz hizasında konuşan, zengin-fakir ayırmayan, kendi içinde elitizme ve imtiyazlara izin vermeyen, parayla ölçmeyen, bu yüzden satın alınamayan, çoğunluğu 16 ile 25 yaşları arasında, nazik, zeki, yardımlaşmayı seven, mücadeleci gençler bunlar. Verdikleri mücadele, aslında kendi bireysel özgürlüklerinin kısıtlanmaya başlaması nedeniyle başlamış olsa da, buradan yola çıkarak bütün ülke için özgürlük ve demokrasinin garanti altına alınması mücadelesine dönüşmüş durumda.
    Gezi Direnişi, duruma göre ortaya çıkıp hemen örgütlenen ve harekete geçen, belli kişilerden oluşmayan, anonim, internet üzerinden konuşan, özgürlükçü global gençliğin ruhu, onun Türkiye'deki tezahürü. Talepleri karşılanınca durulup, ortadan kalkmış gibi görünebilir. Muktedirlerin yeni bir kabalığı veya hak ihlalinde yeniden öfkelenip yeniden bedenlenebilir ve on milyon insanı gene sokağa dökebilir. İleri demokrasilerde olan özgürlükler sağlanıp anayasal garanti altına alınana kadar, Gezi Direnişinin yalktığı ateş sönmeyecektir, çünkü işlemeyen demokrasilere karşı kendiliğinden doğan yeni bir demokrasi anlayışını temsil ediyor. Gezi Direnişi, siyasi bir güç olmanın çok ötesinde, bildiğimiz parlamenter demokrasi konteksinin dışında (ve içinde) yaşıyor ve siyaset dünyasını bambaşka bir alandan, onun ruhunu ve alışkanlıklarını değiştirerek etkiliyor. Belli bir önderliği, belli sofistike siyasi talepleri yok. Muhtemelen bir parti de kurmayacaktır. Onun yerine bambaşka kalitede yaptırımlar uygulayarak, siyasetin ve ekonominin üzerinde Demokles kılıcı gibi sallanabilir, onları -kendi anladığı anlamda- nazik evrensel demokratlar olmaya zorlayabilir.
    Türkiye'de Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığı döneminde ergen gençler olan 1990'lılar, AKP'nin ilk iki iktidar dönemindeki görece fikir özgürlüğü ve refah şartları altında yaşadılar. Dünyada 2008'de başlayan küresel sistem krizi döneminde, onları etkileyen önemli gelişmeler oldu. İlk siyasal angajmanları Küresel Isınma hareketi susturuldu, vahşi neoliberal kapitalizme karşı Amerika ve Avrupa'da yeni bir tepki hareketi yükseldi. Ünlü Fransız direnişçi Stefan Hessel'in "Öfkelenin" başlığı altında yayınladığı manifestosu, Türkiye'de de yankılandı. Duvarlara yazılan, "Öfkelenince çok güzel oluyosun Türkiye" slogani, bunu en iyi yansıtan sözdü. İnternette bir zamanlar Chat ile başlayan yeni sosyalleşme türü, sosyal medyanın doğuşuyla, "Doğrudan Demokrasi Dünyası" diye adlandırılabileceğimiz yeni bir dünyaya dönüştü. Bu dünya, internet üzerinde doğup tüm gençliği etkiledi, belli bir evrim geçirdi ve önce Anonymous hareketini doğurdu. Onu, sosyal medyanın önemli rol oynadığı Arap Baharı ve Occupy Wall Street hareketi izledi. Bu hareketlerle tecrübe kazanan yeni "Doğrudan Demokrasi Dünyası", global bir güç haline geldi. Öyle olmayı hedeflememişti, ama gelişmeler, onun çok etkili bir güç olmasını dayattı, -tıpkı Türkiye'de olduğu gibi.
    Türkiye'de, tek adamın kontrolüne girip ifade özgürlüğünün adım adım kısıldığı, belli bir kimlikçi siyasi çevreye özgü islamcı sembollerin halka dayatılmaya başlandığı Türkiye'de iyice otoriterleşen ve önemli ölçüde bozulan şekilsel "Parlamenter Politika Dünyası", kendisiyle meşgul olmaktan, gençlerin yeni dünyasını göremedi -ta ki tek belirleyici Tayyip Erdoğan'ın, eski tavrını terkedip yaşam tarzlarına müdahale etmeye başlayıncaya, tek tip "Müslüman Muhafazakar" bir insan modeli yaratmaya hız kazandırıncaya kadar. Anadolu'daki de facto alkol yasağını ve islami kimlikçi sembolleri metropollere de dayatmayı deneyen, kendi islami kimlikçi biatkar insan modeline uymayan herkesi kabaca aşağılayan Erdoğan, bilmeden, bu yeni dünyanın sınırlarını ihlal etti ve hiç tanımadığı, son derece özgün büyük bir gücün saldırısıyla karşılaştı.
    Erdoğan, devrin imaj devri olduğunu, insanların itibarsızlaştırılarak ölmüşten beter edilebileceğini iyi bilen biri olarak, karşısındaki orantısız yeni güç karşısında paniğe kapılmış görünüyor. Gençlerin, çeşitli konularda itilip kakılmış farklı halk kitleleri tarafından desteklenmesi ise tam bir devrimin yaşanmasını sağladı. Aynı desteği ne 68'liler ne de 78'liler alabilmişti. Direnişin ilk haftasında, tüm Türkiye'de her gece on milyon kadar insanın sokağa inip Erdoğan'ı protesto etmesi, Türk tarihinde benzersiz bir olaydır. Gençler, bu kadar güçlü olduklarını bilmiyorlardı birkaç gün içinde öğrendiler. Bunu onlara öğretenlerin başında da kadınlar var. "Kızlar en ön saflarda, yanımızda olmasalardı, bu kadar cesur olmazdık" diyen aktivistleri unutmamak gerek. Gezi Parkı'nda hemen dikkat çekiyorlar. Direnişçilerin yarısı, hatta yarıdan fazlası kızlardan oluşuyor. Bu da, kadın cinayetlerinin rekor düzeye çıktığı bir ülkede, tavizsiz özgürlük isteğinin en somut ve anlamlı ifadelerinden biridir.
    Burada, eski dünyaya karşı yeni bir dünyanın 31 Mayıs'dan itibaren kazandığı ilk büyük zaferi sözkonusu. Yeni dünyanın artık görünür olmak ve -savunduğu- evrensel değerleri eski dünyaya kabul ettirmek girişimi de var. Kesinlikle tarihi bir olaydır ve siyaseti A'dan Z'ye değiştirebilecek kalitededir. Türkiye'de şimdiye dek birbirine pek fazla bulaşmadan yaşayan bu iki dünya arasında ilginç bir güç savaşı yaşanmıştır ve yeni dünya bir devrimle üstünlüğünü ilan etmiştir. Bundan sonra bir süre hangisinin asıl hangisinin tâli olacağını belirleyecek gel-gitlerden sonra savaş, Gezi direnişi lehine sonuçlanacaktır, çünkü dünya ile uyumlu (kompartibel/compartible) olan taraftır. Son derece ilkel bir dînî kimlikçi semboller bütününe dayanan, yaratıcılıktan uzak esprisiz yerel bir uygulama olan ılımlı İslamcılık, dünyayla uyumlu değildir.
    Eski dünyanın ne olduğunu biliyoruz. Kısaca hatırlatmak gerekirse: Sadece Başbakan'ın konuşup karar verdiği, ataerkil, para odaklı yatırımı esas alan ve yatırım deyince esasen asfalt/beton ve finansal spekülasyonu anlayan, farklılıklara karşı saygısız, çoğunlukçu, maddiyatçı bir "Post-Demokrasi". Neoliberal dönemde ortaya çıkmış etnik/dini kimlikçiliklerden biri tarafından (dini kimlikçi anlayış tarafından) yönetiliyor. Britanyalı siyaset bilimci Colin Crouch "Post-Demokrasi" terimini, neoliberal dönemlerde şekilsel hale gelip seçimlere indirgenmiş "demokrasi" anlamında kullanmıştı. Crouch, PR çalışmalarıyla ve bilinçli gündem imalatıyla çok küçük bir "Başkan ve adamları" grubu tarafından yönetilen demokrasilere, "Post-Demokrasiler" diyor.
    1990 gençliği, 68 ve 78 kuşağından daha rahat yaşadı. Aileleri tarafından dünyaya açok bir gençlik olmaları için herşey yapıldı. Onlar yurt dışına gönderdi, yabancı diller öğrendiler, dünyayla tanıştılar. Bu dönemde halk AB'ye girmek için umutlandı. Gençliğin en azından bir kısmı, Türklerin hep özendiği Batılı gençler gibi yaşamayı, onların doğal saydığı özgürlükleri de benimseyerek öğrendi. Prestiji yükselen, askeri vesayeti kısıtlamak yönünde adımlar atan Türkiye'de, sonradan modernleşen muhafazakar kesimlerin başörtülü kızları da 1990'lı gençlik içinde eşit arkadaşlar olarak kabul gördüler. Babalar kendi aralarında çatışadursun, gençler arasında hiçbir ayrımcılık olmadı, şimdi de yok. Gençler "Siyaset" dünyası dışında yaşayan yeni demokrasi türü ve kültürünü, internette ve sosyal medyada keşfettiler. Bilinçsizce katılıp içselleştirdikleri "Doğrudan Demokrasi"den siyasetin hayhuyuna kapılan anne-babalarının ve yaşlı politikacıların hiç haberi yoktu.
    İnterneti sadece bir araç olarak görenleri uyarmalıyım. İnternet, başta eMail ile başlayıp son yıllarda sosyal medyaya doğru evrildiği aşamada global bir bilinç ve yeni bir demokrasi anlayışı yarattı. Bu yeni özelliklerin kristallenmiş en tipik ifadesinin Anonymous olduğunu artık biliyoruz. İnternette özellikle sosyal medyada hakim olan sivri ve yaratıcı dil, önce Amerika'da ve Avrupa'da, Anonymous'u oluşturan bireylerde ortaya çıktı. Internette yayılan gençlik mantalitesi, Türkiye'deki 68 ve 78 kuşağından farklı olarak, sosyalist-sol değil, (anarşist) liberter-sol bir tınıya sahiptir. Sosyalist Sol'un kişiler/kahramanlar kültüne sahip değildir. Bu mantalite ve demokrasi anlayışı, tam bir eşitlik anlayışına, bireyin özgürlüklerine ve onun sınırsız fikir özgürlüğüne radikalce sahip çıkar. Bu konuda konmuş belli bir sınır yoktur, varsa da, gençlerin tavırları ve tercihleriyle kendiliğinden ortaya çıkar. Mesela küfreden biri alaya alınır, takip edilmez, ısrarcı olursa dışlanır ve sonunda öyle bir rezil edilir ki, kişi ya makul sayılan bir dil kullanmak zorunda veya ortamdan çıkmak zorunda kalır. Şu anda Tayyip Erdoğan'a verilen tepki de bundan pek farklı değil. Yeni demokratik mantalite, liberter anlayışa uygun olarak anonim kişilerden oluşuyor, anonim kalmayı genellikle tercih ediyor.
    Taksim gösterilerinde de bir çok Sol grupçuğun bayrağı var, ama bunlar 1990 gençliğinin örgüt değil birey kalmayı tercih eden mantalitesini yansıtmıyor. 31 Mayısdan itibaren gösterilerin ilk gününde parti bayrağı taşımayan CHP'liler, bu yeni özelliği anlamış görünürken, Taksim'e Öcalan ve PKK bayraklarıyla girmeye çalışanlar bunu anlamamış görünüyorlardı. Yeri gelmişken söylemek gerek: Gezi Hareketi bir Türk hareketi. Radikalleştirmemek koşuluyla, Türkiye Cumhuriyeti ulusdevletinin sembollerini de kullanıyorlar eylemlerinde. Ama bu sahiplenme, esasen Tayyip Erdoğan'a karşı çıkmak içindir ve milliyetçi bir karakter taşımamaktadır.
    Gezi Gençliğinin içine doğduğu "Doğrudan-Demokrasi" dünyası, Dünyada sosyologların dikkatini de yeni yeni çekiyor. Gençlerin bir temsilci, yani "Millet Vekili" aracılığıyla değil, bizzat doğrudan kendilerinin konuştukları bu radikal demokraside açıklık, ikna, akıl, mizah ve hiciv dili önemli. Titri ve banka hesabı ne olursa olsun, herkesin aynı göz hizasında konuştuğu, efelenen ve böbürlenle dalga geçilen, üstten alanların hemen şutlandığı bir anlayışa sahip "Doğrudan Demokrasi". Kendi arasında herşeyi herkesle eşit koşullarda tartışıp kararlar verdiği için, üst perdeden hakaret edip başkalarının hayatına karışan birine karşı tahammüllü olmaları mümkün değil.
    Başbakan'ın "Çapulcular" diye aşağıladığı gençlerin, bu sözü dünya literatürüne kazandırmaktaki başarılı PR tutumu, AKP kurmaylarını alarma geçirmeliydi. Ama Gezi Gençliğinin eylemleri, sadece meydanlarda toplanıp slogan atmak ve duvarlara yazı yazmaktan ibaret değildi. Türkiye'de ilk, kez ekonomiyi doğrudan etkileyen bireysel tüketici eylemleri yapıldı. İstiklal Caddesinde, İstanbul Belediye Başkanının sahip olduğu dükkan, 31 Mayıs günden beri açılamadı. Otosansür uygulayan CNN Türk, hem dünyaya rezil edildi, hem yayın araçları tahrip edildi. Aynı şey NTV'nin de başına geldi. Bu grubun sahibi olan bankadan yüklü paralar çekildi, hesaplar kapatıldı, bankanın post makineleri esnaf tarfından geri verildi. Eylemi yapan gençleri sahiplenen seküler kesimlerin tüketici bilincini eylem aracı olarak kullanması ve sonuç alması  ilk kez bu kadar etkili oldu.Yani bu markaların dünyadan da tepki görmesinin yolu açıldı. Günümüzün imaj dünyasında bu, bir firmaya verilebilecek önemli zararlardan sayılır. Daha önemlisi, İstanbul Borsası, eylemin ilk günlerinde önce yüzde dokuz düştü, sonra bir türü toparlanamadı. Başbakan'ın konuşmaları da Borsa'ya kötü yansıdı.
    Yeni Türkiye ve onun sosyal medyada herşeyi konuşan "Doğrudan Demokrat" gençleri, daha şimdiden hem bir zafer kazanmışlar, hem de üslendikleri yeni görevlerinde mesafe almışlardır. Tüketiciler firmaları cezalandırmaya ve basını teşhir etmeye başlayınca, Gezi Gençliğinin istediği oldu ve basın otosansürü gevşetti -Gezi'nin taleplerinden biriydi. Şimdi sıra, Erdoğan'ı  demokrat ve halkına bağırmayan Başbakan çizgisine çekmeye gelmiştir. Akın akın Gezi Parkına akan yazarlar, sanatçılar, oyuncular ve daha niceleri, Türkiye'nin yeni kural koyucusundan feyz alıp işlerine dönmektedirler adeta. Aynı tonda konuşmaya devam ederrse, Başbakan'ın bir ekonomik krize, hatta iç savaşa neden olabileceğini anlayan iktidar ve muhalefet, kritik eşiği bekler görünmektedir.. Türkiye'nin başına Avrupa ülkelerindeki gibi güler yüzlü, vatandaşına bağırmayan, başkalarının hayatına karışmayan saygılı bir Başbakan ve demokrat bir iktidar gelene kadar, "Doğrudan Demokrasi" hareketi yaratıcı eylemlerini sürdürecektir. Türkiye'nin en zeki ve esprili gençlerini biraraya getiren hareketin, bildiğinde ısrar eden otoriter iktidarı oyun dışı bırakana dek pes etmeyeceği oldukça kesindir. 1990 Gençliği, iktidarda hangi partinin olduğuyla ilgilenmiyor. "Parlamenter Demokrasi"yi, özgürlüklere saygılı bir memur haline getirmek istiyor.
    1990 Gençliğinin demokrasi mücadelesi, tıpkı TSK'nın kışlasına çekilmesi gibi, Hükümetin de Ankara'sına çekilip hakın yaşamına karışmaması ve "Doğrudan Demokrasi"nin demokrat memuru haline gelmesi istikametindedir. Gezi Hareketi, "Parlamenter Demokrasi"nin "Doğrudan Demokrasi" ile tamamlandığı yeni bir demokrasi anlayışının yaşadığı Yeni Fünya'dır. On milyon insanı mobilize eden bir dinamik, bundan sonra totaliterlere demokratikleşmeyi dayatan temel güç olacak gibi görünmektedir.
    Türkiye'de 1980 ortalarında ortaya çıkıp 1990'larda yükselen ve 2000'lerde statüko olmayı deneyen ılımlı İslamcılık, kendi kodlarını Türkiye'ye dikte etmeye çalıştığı için yolun sonuna gelmiş görünüyor. Ona dur diyen de, özgürlüklerine sahip çıkan 1990 Gençliği ve toplumun itilip kakılmış eğitimli seküler şehirlileri oldu. Günümüzde sekülerizmin, birbirinden farklı yaşam biçimlerinin barış içinde birarada yaşayabilmesini sağlayan en sağlam temel olduğu, hem gençlik hem de halkın geniş kesimleri tarafından anlaşılmış görünüyor. İyice bozulmuş demokrasiyi düzeltmek için, şekilsel "Parlamenter Demokrasi" dışından (ve içinden) siyaseti çeşitli şekillerde etkileyip dönüştürmeye aday  bir siyasi alan, Gezi Gençliğinin isyanı sayesinde Türkiye'nin önünde açılmıştır. Neoliberalizmin etnik/dini kimlikçiliklerinin ayrıştırdığı Türk Halkı, Gezi Gençliğinin yeni demokrasi anlayışı sayesinde demokrasi için yeniden bir araya geldi. Devrim hızlı başladı. Sürprizler devam edeceğe benzer.