Türk aklının iki mental engeli


1.

Eskiden "Türkiye İran olur" diye bir korku vardı, Türkiye İran'dan özellikle devlet aklı-mantığı ve gelecek beklentisi bakımından beter oldu. Şimdi siyasi literatüre, Osmanlı'nın son yüzyılında Rusların "hediye" ettiği "Boğaziçi'ndeki hasta adam" teriminden daha beter bir terim yerleşmek üzere: "Madness on the Bosphorus" (The Economist) ve bu terimin doğmasına en büyük katkıyı da gene Ruslar yapmış oluyorlar. Türkler, 1853'de başlayan Kırım savaşında son kez -İngilizlerin ve Fransızların yardımıyla- Rus İmparatorluğuyla savaşıp bazı küçük başarılar elde etmişlerdi. 1725'de ölen Büyük Petronun güçlü Rusya'sı daha sonra bu arayı Türk-Rus savaşıyla geri dönüşsüz bir şekilde Rusya lehine açtı. (Şimdi "Yeni Osmanlı" olmak iddiasındaki görgüsüz Sünni kasaba aklının bin yıllık makul Türk devlet aklını devreden çıkarması sonucu İran da Türkiye'yi geçiyor. Gerçi bu yarışın sonucu henüz belli değil, ama zaman Türkiye'nin aleyhine işliyor.)
İslamcı aklı rasyonel/nedensel değil. Güçlü bir iktidar içgüdüsüne sahip. Mesela, "Rusya'daki Müslümanlar da ilgi alanımıza girer, Kırım eski Osmanlı coğrafyası" derken, Rusların da "Kars'dan Erzurum'a kadar da bizim Rus coğrafyası" diyebileceklerini düşünemiyor. Benmerkezci. Veya "Osmanlı coğrafyasına -eski hükümranlar olarak- ilgisiz kalamayız" derken, Osmanlı coğrafyasında kurulu iki düzineden fazla devlete ve Rusya'ya da meydan okumuş sayıldığının bilincinde değil, ama Türkiye'de kinle kamplaştırılan toplumun devletten geçinen yandaş kesimini kendilerine tamamen bağımlı kılıp oylarını konsolide etmesini biliyor; etrafında kendisi gibi İslamcı ülke ve bölgeler kuşağı olmadan yaşayamayacağını da seziyor.
Cihadcı enternasyonalini desteklemeden, IŞİD ve Nusra gibi gruplar Suriye'de varolmadan, Türkiye'deki İslamcılar ve onların iktidarı ne yaşayabilir ne de toplumu kendine bağımlı vaziyette tutup İslamcılaştırabilir. Müslüman Kardeşler enternasyonalizminin çöküşünden sonra -ki IŞİD de bu yüzden "doğmuş" görünüyor- Müslüman Kardeşlerin başarılı olamadığı Suriye, en azından "Savaşan Cihadizm"in gündemde kalıp reklamını yapabilmek için bir savaş alanı oluşturuyor -idi. Ta ki Ruslar sahaya ininceye kadar. İslamcı aklı belki, Rusların Afganistan'daki gibi sonunda havlu atacağını falan düşünmüştür, ama durum artık çok farklı. Ortada küresel bir sistem krizi var ve Dünyanın bütün aklı başında merkez/çevre ülkeleri işbirliği yapmak zorundalar ve Rusların bu istikamette hareket etmesi kaçınılmaz. Elbette eski nüfuz alanları için mücadele de bu duruma eklemlenip her şeyi çok daha karmaşık hale getiriyor, ama asıl eğilim Dünyanın birlikte hareket etmesi ve öyle olmaya devam edecek gibi görünüyor. Türk İslamcılarının bu birlikteliği bozma çabaları, elbette çok anlaşılabilir bir durum.
Perspektifi, ideolojisi, "kültürü" ve "ekonomi"si ile Dünyada her hangi bir başarı kazanma ihtimali bulunmayan Cihadizm, cinnetinin dozunu artırıp Avrupa'ya saldırarak, ilk elde Avrupa'daki tüm kültürel "kazanımları"ndan oluyor. Mesela Fransa devlet memurlarına başörtüsünü yasakladı, İngiltere'de çarşaf ve burka giymek yasakladı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başörtüsünün bir 'insan hakkı' sayılmadını kabul etti. Gerisi gelecektir. Avrupa'daki bu gelişmeler, mutlaka Dünyanın başka ülkelerine de sıçrayacaktır. İslamcıların Sünni İslamı mahvetmelerine yüksek sesli makul bir Sünni itiraz gelene kadar Sünnilik tüm Dünyada aşağılanıp bastırılacaktır ve bundan da İran ve Şiilik kazanımlı çıkacaktır.
Rusya sahaya indiğinden beri Türk muktedirlerin bu kadar mutsuz olması ve sonunda dayanamayıp tetiği çekmelerinin ve Rus uçağı düşürmelerinin baş nedeni, Rusların Türkiye destekli Sünni İslamcıları sistematik biçimde yok etmeleridir ve eski "Osmanlı coğrafyası"na yerleşmeleridir. Kendine "Yeni Osmanlı" diyen Sünni panislamist nepotist kasaba aklının Dünyada tek başına hayatta kalması imkansız.
Milli sınırlarlar dahilinde tek başına yaşayabilen Stalin devri Sovyetler Birliği'nin "Tek ülkede Sosyalizm" aklı, Türkiye'de "Tek ülkede İslamizm" olarak yaşayamaz. Bu zorunluluğu Leo Troçki 1917 devriminden sonra görmüştü. Stalin, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanları yenen General Şukov sayesinde Doğu Avrupa'da Sovyet tipi sosyalist devletler kurarak, Troçki'nin ütopik hedefine reel politika üzerinden kısmen ulaşıp reel Sosyalizmin kırk küsür yıl daha yaşamasını sağlayabilmiştir. Türk İslamcılarının iktidar içgüdüsü de aynı şeyi hedefliyordu: Kendine bir İslamcılar Dünyası kurmak. Türkiye'de kalıcı bir varoluş ancak o zaman mümkün olabilirdi. Müslüman Kardeşler ve İslamcıların Dünyası 2013'den itibaren, daha kurulmadan çöktü. Arap Baharı'nı duygu sömürüsü için kullanıp Müslüman Kardeşler ve türevlerini Mısır'da ve diğer Müslüman ülkelerde iktidara getirme harekatı, Suriye'ye ve Gezi isyanına tosladı.
Bugün geldiğimiz aşamada, islamcıların IŞİD'ci-Nusra'cı B-Planı da çökmektedir ve yıkım, Türk İslamcılarının kapısına dayanmıştır. Bir C-Planı bulunmuyor. Zira kendi ülkesinde bile azınlık durumundaki islamcıların gidebileceği bir yer kalmadı. İslamcılar, başlarına gelecek feleketi sezinlediklerinden, "seçim zaferi"ne de sevinememişlerdi, şimdi "biz Osmanlıyız, sizin oralar da bizim" gibi abukluklarla kendi kendilerini tatmin etmeyi deniyor ve mezarlıkta ıslık çalıyorlar. Dünyaya tehditler savururan İslamcı aklı, rasyonel/nedensel akla uzak, "içinden geçeni yapıp gerisini Allah'a bırak" akılsızlığına yakın bir yerden kendi temelsiz hayallerine inanmayı sürdürerek, sadece Dünyanın islamcılara karşı kararlılığını yükseltiyor. Türk islamcılığının Dünyanın başına tam bir bela olduğu kabul edildikçe, Rusya'nın sıkıştırmaları karşısında hem daha yalnız hem daha güçsüz olacaklardır. Şimdi asıl mesele, Türkiye'yi bu garabetten kurtarmak için Türk muhalefetinin nihayet kendine gelip harekete geçip geçemeyeceğidir. Bu iş Ruslara kalırsa, Almanya'nın savaş sonrası yaşadıklarına benzer bir durum Türkiye'yi otuz yıl boyunca yönetir. Bunun için Türk Muhalefeti bazı mental bariyerlerle kararlılıkla hesaplaşmak zorunda.

2.

İslamcıları Türkiye'de ideolojik anlamda "yaşayabilir" kılan ve Muhalefetin itirazlarını da sınırlayabilen iki önemli mental bariyer bulunuyor. İlki, "tarihî", "Türkler İslamın kılıcıydı" önkabulü.
Türk islamcılarının "Dünyaya meydan okuyan" tavırları ve Osmanlı'yı sahiplenip, onların eskiden de "Küffara cihadın bayraktarı" olduğundan yola çıkmaları, bunu "saldırıya direnen milli mesele" ile birleştirmeleri, Aleviler ve Kürtler dahil, herkesi çeşitli derecelerde frenleyebilmektedir. Rus uçağının düşürülmesinden sonra dut yemiş bülbüle dönen CHP, MHP, hatta HDP'nin sonraki kısık sesli cılız muhalefeti, biraz -bu önkabule dayanan- "Müslüman/Milliyetçi dayanışması"na benziyor.
Burada Türkleri ilgilendiren ilk soru, "Osmanlı İslam'ın kılıcı mıydı, öyleyse Karamanoğlu Mehmet Bey'den, İran Şahı İsmail'den, Mısır Memluklularından ne istedi?" sorusudur. Bu blogda daha sonra detaylı bir yazıyla gösterileceği üzere Osmanlı İmparatorluğu'nun (ve Selçuklu İmparatorluğu'nun da), asıl işi/mesleği/idealinin İslam adına Hristiyan budamak olMAdığıdır. Türkler (ve Moğollar), gittikleri ve yönettikleri bölgelerin kültürel iklimine uymuşlardır. Cingis Han'ın torunu Kubilay Budist, onun İlhanlı kardeşi resmen Müslüman, gayrıresmi Nasturi Hristiyandı. Selçuklu Hanedanlığının kurucusu Selçuk (Salcık) Bey, ölüm döşeğine kadar inançlı bir Yahudidir ve oğullarından birinin adı da İsrail'dir. Yani İslamcıların cihadcı teorik temeli, 1916 ve 1938'de somutlanıp modern tarih anlayışına eklemlenen bir yalandan ibarettir. Ve işin daha ilginci, o yalan da 14'üncü yüzyıldaki başka bir yalanı baz almaktadır -yoksa bu kadar uzun ömürlü olmazdı!
İslamcılara karşı direnişi zayıflatıp Türk muhalefeti hımbıllaştıran ikinci etmen, "Bizimkilerin desteklediği İslamcılar belki de bizim adımıza -nihayet- Musul ve Kerkük'ü alıyorlardır, belki sonra birleşip eski Osmanlı gibi topraklarımızı genişletiriz, Musul zaten Lozan'da da bizimdi" diye özetlenebilecek Lise tarih dersi kafasıdır.
Özellikle belirtmem gereken şu: Ben -yukarıda kısaca değindiğim- bu iki sakat zihniyetten de, kompleksli resmi Kemalist Türk tarih eğitimini sorumlu tutuyorum. "Oralar aslında bizim, elbet geri alacağız" edebiyatını kafalara çakan tarih yazılıp çocuklara öğretilmeye başlandığında, Türkler sadece 10 yıl içinde Libya'dan Yemen'e, Bulgaristan'dan Azerbaycan'a kadar kontrol ettikleri kocaman bir bölgeyi kaybetmişlerdi -ama o bölgenin çok büyük bir bölümü asla Türk yurdu olmadı. Hadi Cumhuriyet'in kuruluş döneminde bu travmanın bu haliyle Tarih kitaplarına sızdığını, bu kafayla bir nesil yetiştirilmesini anlayışla karşılayalım... Ne de olsa bir milliyetçilikler devriydi Dünyada aynı zamanda. Ama bu kafanın 80 yıl hiç sorgulanmayıp, daha da pekiştirilerek bugünkü "eğitim sistemi"ne kadar abartılıp gerçeklerden iyice uzaklaşması, bozularak günümüzde İslamcının dayanağı haline gelmesine anlayış göstermek artık kesinlikle mümkün değildir, çünkü Global Dünyada birlikte yaşamayı imkansızlaştırmaktadır. Bu yaklaşım biçimi hem yanlıştır, hem çağa aykırıdır hem de Türklerin enerjisini boşa harcayıp onun ikinci sınıf bir halk olarak kalmasına neden olmaktadır.
Bu devirde toprak kazanarak büyük devlet olunmuyor...
Türkler ise okulda "Büyüklük" adına sadece bir kocaman Osmanlı haritasına bakıyor. İslamcılar da o haritaya bakarak büyüdü. Ortalıkta halâ "toprak kazanarak büyüklük" mantığıyla dolaşanlar, feodal devrin küflü kafasını taşıyor demektir. Dünya'nın en çok fikir üreten ve Dünya'nın gidişine yön veren Silicon Valley'de Apple, Google, Yahoo, Facebook ve Dell gibi firmalar bulunuyor, Kaliforniya körfezinin güneyinde bir evlek yer. Tayvan, Halk Çin'i dışında kurulmuş küçük bir Çin cumhuriyeti ve Dünya devi Hon Hai Industy firması (40 milyar Dolar ciro) bu ülkeden doğdu, merkezi de orada. Tayvan'ın yüzölçümü 35 bin metrekare, yani Kıbrıs'ın üç misli kadar. Ayrıca, toprak büyüklüğü, eskiden de çok önemli değildi. "Toprak büyüklüğü" Osmanlı için sadece yağma ekonomisi nedeniyle önemli bir Ortaçağ faktörüydü. Ama o faktörü kullanmadan da büyük olmuş Ortaçağ devletleri vardı. Mesela Venedik. Fatih Sultan Mehmed'e bile kök söktürmüş, İstanbul'dan daha küçük bir şehirden ibaretti. Günümüzde -hele gelecekte- toprak büyüklüğü, eskisinden daha az önemli olacaktır (ama önemsiz de değildir elbette). Büyüklüğün kıstasının toprak büyüklüğü olMAması, modern çağlarda iyice kanıtlanmış bir olgudur. Hong Kong, bir tek şehir olarak Doğu Asya'da yüz yıl boyunca birçok bölge ülkesinden daha önemliydi. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Burada Türklerin enerjisini tüketen, "Büyük Devlet" idealini haala büyük ölçüde "Türkiye'nin topraklarını genişletmek" saymaya devam etmeleridir. Artık bu kelepçeyi kırmak gerekiyor. Bu çağda topraklarını büyütmek savaşsız olmaz, ama saldırgan/işgal savaşı Türkiye için artık bir opsiyon olamaz, çünkü bu teknik/pratik olarak mümkün değildir. Artık esas olan "Kültürel etki" ve yaratıcı akıldır. İngiltere, Almanya'nın yarısı kadar ekonomilerine rağmen, bütün Dünya'ya kendi dilinin konuşulmasının avantajlarını kullanmaktadır. Dünyanın en saygın gazetelerinin önemli çoğunluğu İngilizcedir ve dil yoluyla Dünya'da fikirsel yönlendirme de önemlidir. Dünya'da Amerikan filmlerinden çok kendi filmlerini seyreden sadece üç ülke var. Sırasıyla: Hindistan, Türkiye ve Fransa. İslamcıların frenleyici etkisinden kurtulmak için, artık "Haritası Büyük" ülke olmak sevdasından vazgeçmek gerekiyor. Bu kesin vazgeçiş, Türkiye'nin nüfuzunu ve yumuşak gücünü global anlamda genişletmek için kullanılabilir. Bu aynı zamanda siyasi güç demektir. Türkiye, evrensel değerlere bağlı kalıp özgürlükleri ve yaratıcılık potansiyelinin gelişmesini garantiye aldıktan sonra bir çok özgün yan geliştirebilir. Mesela -İslamcıların küçük bir azınlık oldukları devirde- Dünyada, mistik bir derviş kültürü vardı. Bunlar ezoterik adamlar (ve kadınlar) formatında Batı'da da ilginç kültür öğeleriydiler. İslamcılığın çıkışıyla geriye sadece Amerika'daki pseudo-Mevleviler kaldı. Türkler özgün giyim-kuşam'dan, Kültürlerini (Japonlar gibi) globalleştirmeye, güçlü film/dizi kültürleriyle başlayabilirler. Hintliler/Japonlar/Çinliler gibi evrenselleştirebilirler. ArGe'ye yatırım yaparak ve demokrasileriyle bölgelerinde örnek olabilirler, Almanya'nın Avrupa'da yaptığı gibi, Atatürk'ün son yıllarında kurduğu gibi AB benzeri bölgesel sağlam ittifaklar oluşturabilirler, ama bunların silahla külahla toptak büyütme saçmalıklarıyla gerçekleştirilmesi mümkün dseğildir. Türklerin bütün bu makul girişimleri, ülkeye refah ve prestij olarak dönecektir. İslamcı bir kafanın bunu başarmak bir yana hayalini kurması bile mümkün değildir.
İslamcıların Türkleri engelleyen ve Muhalefetin elini tutan bu eski/köklü fren mekanizmalarıyla hesaplaşmak ve onları terketmek, komplekslerini de tamamen aşmak demek olacaktır. Türklerin birinci sınıf halklar arasında yer alabilmeleri, ancak ciddi mental değişimle mümkün. Bunu Türkler kendileri yapıp kendi kaderlerine sahip çıkmalılar, yoksa Rusya (veya benzeri başka dış etkiler) yapacaktır. Çünkü Türklerin eski kompleksi, son "Madness on the Bosphorus" haliyle, artık Dünya barışını tehdit ediyor. Bu duruma ya bizzat Türkler, ya da Dünya el birliğiyle son verecektir.

İslamcılara karşı Dünya savaşı ve yeni bir Dünyanın doğum sancıları

Dünyayı şok eden Paris katliamı, IŞİD'e karşı Suriye ve Irak'da başlayan geniş cepheli savaşı yeni bir boyuta taşıdı. Artık, belli coğrafi bölgeler ile sınırlanamayacak bir savaş söz konusu ve bu konvensiyonel bir savaş değil, ama yaşananlar sadece bir savaştan ibaret de değil.
    Arap Baharı'nda Arap gençliği, İslami bir rejim yerine Batı demokrasisi talep ettiğinde, hatta Amerikalılara Occupy Wall Street hareketinin ilhamını verip, Gezi Hareketine örnek teşkil ettiğinde, Huntington'un kültürel kimliklere göre yorumladığı toplum modeli inandırıcılığını tamamen yitirmişti. Batının kültürcü yanılgısını sonuna kadar kullanan İslamcılık, Arap Baharı sonrasında fikren ve ruhen sona erdi. Batı da (Doğu gibi), Sünni tipi tüm İslamcılık türlerinin radikalleşmeye meyilli olduğunu ve "kendine şirk koşmayan tek gerçek"çi teolojik politika anlayışıyla, global kapitalizmin asgari demokratik hukuk devleti kriterleriyle uyuşmadığını anladı. IŞİD, bu uyanışa islamcıların verdiği intihar yanıtıdır ve Paris'e yaptığı saldırı da Batı ile Sünni İslamcılığın yüz küsür yıllık görece iyi "ilişkiler"ini sonlandıran olaydır.
    IŞİD'e karşı ABD-Rusya-Fransa ittifakının ve İslamcıları tüm Dünyada av haline dönüştüren yeni tür global savaşın asıl konusu, önünde sonunda bizzat sistemin kendisi olmak zorunda, çünkü 2008'de başlayan sistem krizi, Dünyadaki sosyoekonomik sorunları iyice keskinleştirdi. G 20 toplantılarında Ali Koç'un Dünya'daki eşitsizliklerin artışına dikkat çekerek "Gerçek sorun kapitalizmdir" çıkışı, konunun özüne işaret ediyor.
    21'inci yüzyıldaki haliyle kapitalizm, kendine özgü para türü, meta sistemi ve yaşam biçimiyle, toplumları derinlemesine kapsayan bütüncül bir sistemdir ve onu aşmak da ancak sistemin bütün kesimlerimlerinin biliçli ortak çabalarıyla mümkündür. Bu anlamda Dünyanın bütün merkezî ulusdevletlerinin, STK'larının, hatta Anonymous gibi sistem karşıtı grupların IŞİD'e karşı ortak bir Dünya cephesi kurması, İslamcıların yenilgisi sonrası için özel bir öneme sahip.
    Şimdiki haliyle asıl ekonomik savaş, insani değerlere aldırmayıp kural tanımayan benmerkezci mafya tipi vahşi neoliberal kapitalizm ile; insani değerlere ve uygarlığa sadık kalan ilkeli bir postkapitalist düzen arayışı arasında yaşanıyor. İnternet çağında Dünyadaki sosyal gelişme eğilimi, hiyerarşik kapitalist toplum anlayışının giderek terkedilmesi yönünde. Onun yerini, herkesin birbiriyle aynı göz hizasında konuştuğu, kendiliğinden mobil örgütlenmelerin önem kazandığı, belli bir nezaket ve insan haysiyeti kodeksine sahip, zayıflayan parlamenter demokrasiyi doğrudan demokrasi ile tamamlayan postkapitalist 'Yatay Toplum' anlayışı alıyor. Modernleşme devrinde ortaya çıkan hiyerarşik örgütlü 'birey'in İnternet çağındaki yeni biçimi, endüstrileşme çağındakinden farklı.
    Teolojik politikanın son radikali IŞİD ise, İslam'ın ortaya çıkışından önce, gene Suriye'de doğup güneye doğru yayılmış cinsiyetçi hiyerarşik bir sistemin yeni versiyonuna benziyor. Bu eski arkaik düzende baba (aşiret reisi), keyfine göre kanun/kural koyup, mesela kızlarını diri diri toprağa gömme hakkına sahipti. Klan egoizmi ve oradan doğan çifte standart, bugün de İslamcılığı anlamayı zorlaştıran "sofistike" özelliklerden. Global sistemin yer yer çöktüğü ekonomisiz (üretemeyen/tüketemeyen) coğrafyadan, sistemin (ücretli işini kaybedince haysiyetini de kaybettiği) kalıcı işsiz kesimlerinden ve aşağılanan azınlıklardan doğan IŞİD, önce kapitalizmin eşitsizlik üreten vahşi biçiminin büyük bir ciddiyetle ele alınıp terk edilmesini sağlayabilir. Ekonominin ve siyasetin Yatay Toplum'a uygun şekillendirileceği, daha eşitlikçi ve paylaşımcı bir postkapitalist döneme doğru ilerliyor olabiliriz.

Helmut Schmidt'in ardından...

Türklerin on Kasımı bu yıl Almanların da yas günüydü. Ülkenin bilgesi eski Şansölye Helmut Schmidt, büyük devlet adamları devrinin Almanya'daki son temsilcisi olarak 96 yaşında hayata veda etti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeniden kurulan ülkenin ilk sosyaldemokrat Şansölyesi karizmatik Willy Brandt'dan 1974'de devraldığı görevi bambaşka bir tarzda, pragmatik ve reel politikanın hakkını vererek sürdürürken, pek sevilen bir politikacı değildi. Almanların gönlünde taht kuran duygusal Brand'dan sonra, kimilerince acımasız sayılabilecek bir soğukkanlılıkla politika yaptı. Schmidt, Solcu şehir gerillası Kızıl Ordu Fraksiyonu RAF ile mücadele ederken, tam bir kriz devri Başbakanı olduğunu kanıtladı ve bugün doğal sayılan bazı önemli kuralları da ilk kez uygulayıp ilkeleştirdi: "Teröristle pazarlık edilmez."
RAF, hapishanedeki önderlerini kurtarmak için İşverenler Sendikası Başkanı Hans Martin Schleyer'i 1977'de kaçırdığında ve genç Federal Almanya, tarihinin en büyük krizini yaşadığında o, bakanlar kuruluna başkanlık eden Şansölyeydi. Filistin Kurtuluş Örgütü FKÖ de RAF'in Almanya'daki eylemini desteklemek için bir Lufthansa uçağını Mogadişu'ya kaçırdı ve Schmidt, kararlılığını göstermek için, "Beni veya karım kaçırılıp, özgürlüğümüz karşılığında birşeyler talep edilirse, teröristlerle asla pazarlık edilmeyecek" diye yazılı bir emir verip Alman özel timlerini Mogadişu'ya gönderdi, GSG9 komandolarının bir tek rehineye bile zarar vermeden uçağa müdahale ederek herkesi kurtarmalarını da sağladı, ama Schleyer'i gözünü kırpmadan feda etti.
Helmut Schmidt, hayatının en zor günlerinden birini, cenaze merasiminde Schleyer'in dul eşinin yanında otururken yaşadığını ifade etmiş ve bu olayın etkisinden kurtulamamış. Pek sevilmeyen kriz politikacısı olarak koltuğunu Helmut Kohl'e bırakırken, değişmekte olan Almanya'da Yeşiller de tarih sahnesine çıkmaktaydılar. Schmidt de değişti, yaşlandıkça radikalleşerek Almanların kalbini kazandı. Almanya'nın Yugoslavya savaşına karışmasına, 11 Eylül 2001 sonrasında Kuzey Afganistan'da üs kurmasına, yurt dışında askeri maceralara atılmasına şiddetle karşı çıktı ve bu kadarla da yetinmedi.
Ruslara ve Çinlilere büyük saygı duyan, kendini Amerikalılara çok yakın hisseden Schmidt, bir taraftan da onlara karşı "Amerikan vahşihayvan kapitalizmi" gibi terimler kullanmaktan çekinmemiştir.
Schmidt'i büyük kılan, sosyaldemokrat cenahtan gelmesine rağmen, ülkesinin çıkaraları istikametinde partilerüstü bilge devlet adamı olarak radikal tavırlar sergilemekten çekinmemesi olmuştur. "Vizyonu olan politikacı doktora gitmeli" diyecek kadar katı gerçekçi, Ruslara ambargo koymak fikrini "Saçma" bulacak kadar da açık sözlüdür ve hayatının sonuna kadar da mentollü sigara içmeyi bırakmamıştır. Kurallara uymak konusunda adeta destan yazan Almanlar, "yoksa gelmem" diyen Schmidt'i dinleyebilmek için, toplantılarda sigara tellendirmesine hiç itiraz etmeden razı olmuşlardır.
Giderek karmaşıklaşan Dünyayı anlayıp analiz eden, samimiyetine ve aklına kesinlikle güvenilebilen, sözünü esirgemeyen tecrübeli bir eski Başbakana sahip olmak, her halka nasip olmaz. Gökyüzünde sabit kalıp yön bulmaya yardımcı olan yıldızlara şimdi daha çok ihtiyaç var, ama Helmut Schmidt Almanları yetim bıraktı ve Dünyadan ayrılırken yaşadığı çağın kapısını kapattı. Onun klasında politikacılar artık yetişmiyor malesef.