Kızıl Tugaylar üyesi Adriana Faranda ve "silahlı propaganda"ya karşı isyanı

1977 Bir Mayıs'ında Taksim Meydanı'nı dolduran devrimci gençlerin anısına.

Brigate Rosse'nin, (Kızıl Tugaylar) eski İtalyan Başbakanı Aldo Moro'yu nasıl kaçırıp öldürdüğünü -hatırlıyorum.
Yıl 1978...
Türk Solu'nun bin parça halinde yaşadığı, ama oldukça etkili olduğu bir dönem.
(Hindistan Komünist Partisi-ML, Surinam Komünist Partisi LMN, Togo Komünist Partisi OÖPRS gibi örgütlerin devrim için "neler" yaptıklarıyla çok ilgilendiğim bir dönem!..)

O dönemin en sofistike laflarından biri de "Silahlı propaganda"ydı, hatta bu adı taşıyan örgütler de vardı Türkiye'de. Mesela MLSPB. Mahir Çayan'ın yolundan devam eden gençler tarafından 1975'de kurulan, 1980'den sonra dağılan bir örgüt. Onlar da Brigate Rosse gibi "Silahlı propaganda" yaparlardı! Ama o "işi" en iyi yaptığını iddia eden, Kızıl Tugaylar'dı elbette. Hatta bu terimin belki onlar tarafından icad edildiğini de söyleyebiliriz.
Aldo Moro olayı sadece Avrupa'yı değil, bütün dünyayı sarsmıştı o zaman. Ve olaydan sonra Kızıl Tugaylar karışmıştı. İşte o karışıklığı çıkaran en önemli kişi, Brigate Rosse'nin önder üyelerinden süper bir kadındı ve o kadını bir İsviçre gazetesinin haftasonu ekinde yeniden görünce o günler gözümde yeniden canlandı... 
(Tages Anzeiger, 'Das Magazin' eki 22.4.11. No.15)

Brigate Rosse, 68'li üniversiteliler tarafından 1970'de Milano'da kuruluyor. Türkiye'de Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi gençlik önderlerinin ilahlaşmasından hemen önce... Brigate Rosse'yi kuranlar, Uruguay'lı 'Tupamaros' grubunun "Şehir gerillası" fikrini esas alıyorlar. Örgüt, 1988'e kadar 73 cinayet işliyor. Ama Aldo Moro olayıyla, örgütte önemli bir çatlak beliriyor. Adriana Faranda, örgütüne isyan ediyor...
Şimdi 60 yaşındaki bu güzel kadın, örgütün Aldo Moro'yu ele geçirirken beş korumasını öldürmesi olayı ve sonrası -işte bu konu açılınca şöyle diyor:
"Sadece bu olay değildi trajik bir hata olan. Ama benimle Moro olayını konuşacaksanız, o sandalyede bir hafta oturup beni dinlemeniz gerekebilir!"
Örgütün Aldo Moro cinayetine onun isyanını da şu sözlerle anlatıyor:
"Sadece kişisel gerekçelerle karşı çıkmadım. Moro, tam 55 gün elimizdeydi. Bu süre içinde onu elle tutulur bir insan olarak tanımak da mümkün oldu. Aynı zamanda bir Başbakan olması arka planda kaldı. Bu benim içimde derin bir yara açtı. İşçi sınıfı düşmanının, 'insan' yüzünü gördüm birden."

Evet, Aldo Moro sınıfsal düşmandı ama bir insandı. Ve onun bir insan olduğunu anladığı anda örgütten ayrıldı Adriana Faranda ve onbeş yıl hapis yattı. Şimdi Roma yakınlarında bir evde oturuyor, sanatla uğraşıyor, kitaplar yazıyor ve minik torununa bakıyor...
İtalya'yı titreten Brigate Rosse'nin "eylemlerinden" birini anlatırken gülüyor Adriana Faranda:
"Bir Carabinieri (Jandarma) karakoluna saldırmayı planladık. Herşey ama herşey ters gitti. Makineli tüfekler tutukluk yaptı. Arabaya binip kaçarken, bizim komandolardan biri, arkadan takip edecek arabaları durdurmak için yola çiviler attı. Aynı soygun filmlerindeki gibi. Ama bir farkla. Bizim eleman, çivileri öyle attı ki, bizim arka lastik patladı! Sonra arabadan dışarı sarkıp arkadan gelenlere bakarken tabancasını yola düşürdü. Tam bir fecaatti. Ertesi gün ben bizim örgütün resmi açıklamasını hazırlarken, radyodan, Carabinieri generali Carlo Alberta Dalla Chiesa'nın o sırada karakolda uyuyor olduğunu duydum. (İtalyan Antiterör masası şefi!) Adam, Brigate Rosse'nin iki kurucusunu yakalayıp hapse atan adamdı -sonra da Aldo Moro olayında başarılı operasyonlar yaptı. Generalin o saatte orada olduğunu, hatta uyuduğunu kimse bilmiyordu, -hangi karakoldadır, hangi şehirdedir?!.. Tabii biz de bilmiyorduk. Tamamen tesadüftü. Ben bunu radyodan duyunca, bizim örgütün bildirisini, sanki biz bunu önceden biliyormuşuz gibi yazdım. Gazeteler spekülasyon yapıp durdular -bu bilgiyi Brigate Rosse'ye kim verdi diye! Güya 'profesyonel bir terör örgütü' olmamızın ardında böyle hikayeler var."

Bugün, o kanlı günlerden nasıl bir tecrübe çıkarabiliriz?
Çünkü 2008 krizinin ardından İtalyan anarşistlerinin yeniden canlandığını ve Brigate Rosse adlı bir örgütün de 1999 yılından beri üç cinayetin sorumlusu sayıldığını okuyoruz. 
Adriana Faranda, yaşadıklarından şu sonucu çıkarmış:
"Toplum, toplumumuz, bombalarla değişmiyor. Bunu, şimdiki bombacılar da anlayacaklar -inşallah bizden daha hızlı anlarlar."

Bağımsız Filistin Devleti kurmak umudu yeniden yeşeriyor

Arap Baharı, halkların demokrasi mücadelesi, "olmaz" denilen şeyleri olduruyor.
El Fetih ve Hamas, Kahire'de buluşarak bir barış anlaşması imzaladılar. Dünya basını bu gelişmeyi, yeni bir Filistin Devleti kurmak girişiminin başlayabileceği şeklinde yorumlayarak destekliyor.
İyimserliği engelleyen tek durum, İsrail'in Hamas'ı bu denklemde görmek istemeyip girişimi reddetmesi. Ama durum, eskisinden daha iyimser olmayı kolaylaştırabilecek bir istikamette gelişiyor. Olayın İsrail boyutu, iyimser olmamız için birçok neden sunuyor. 2009 Haziranında Benjamin Netanyahu, Filistin devletinin kurulması gerektiğini savunan bir konuşma yapmış, mesela Alman Frankfurter Rundschau gazetesi, konuşmanın Nobellere eş olduğunu söyleyecek kadar övmüştü İsrail Başbakanını (16 Haziran 2009). Dün Fransız Le Monde gazetesinde, kurulacak bir Flistin devletini bütün dünyanın tanıması gerektiğini talebeden açık/net bir yazı yayımlandı (tıklayınız). Gazete, yüksek beklentilerin karşılanmaması halinde yeni bir İntifada'nın başlayabileceğini yazdı.
İngiliz The Times gazetesinin bugünkü yorumu daha ilginç. Gazete, Arap Baharı'nın Suriye ve Hamas gibi despotları zayıflattığını ve tam da şimdi iki devletli barışçı bir çözümün gündeme gelebileceğini, buna karşı çıklanların en zayıf dönemlerini yaşadıklarını söylüyor. Çek gazetesi Mlada Fronta Dnes, buraya benim eklemeyi düşündüğüm fikri bugün yazmış. O yüzden gazetenin anafikrini buraya almayı tercih ediyorum: Filistinliler, dünyanın daha angaje bir şekilde bağımsız Filistin devleti için diretmesini istiyorlarsa, Hamas gibi örgütleri desteklemekten vazgeçmeliler.

Sosyalizmin çöküşü ertesinde meşru silah kullanma yetkisi, Suriye'de Esad'a müdahale tartışması ve Türkiye

Ulus-devletler sistemi kurulup oturduğundan bu yana paradigma değişiklikleri yaşandı. Bunlardan -konumuzu ilgilendiren- en önemlisi, 'Ulusal Kurtuluş Hareketleri'nin silah kullanma hakkıydı. Bilindiği gibi meşru yoldan silah/ordu kullanmak, sadece devletlere tanınmış bir hak sayılıyordu. Bu hak, Sovyetler Birliği'nin (ve daha sonra Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer sosyalist ülkelerin) desteklediği Ulusal Kurtuluş Hareketlerine DE tanınması sonucu bir çağ kapandı. Bu yenilikten yararlanan hareketlerden biri de, Türk Ulusal Kurtuluş hareketiydi (Müdafaa-i Hukuk).

Liberal ve Kooperatist (sosyalist) kapitalizmin hüküm sürdüğü devirlerde, silah kullanma hakkı, ulus-devletlerle doğrudan/dolaylı ilişkili olmayı sürdürdü. Sonuçta, silahlı mücadele yürüten her ulusal kurtuluş hareketinin arkasında bir veya birkaç ulus-devlet bulunmaktaydı. Ve şöyle berbat bir anlayış hakimdi: Ulus devletler kendi sınırları dahilinde 'Egemen' (Souverän/sovereign) idiler ve bunun o zamanki anlamı, "astığı astık kestiği kestik" demek olabiliyordu. Yani devletler, "sınırlarım dahilinde istediğimi yaparım" temel mantığından hareket ediyorlardı. Buna izin veren, bir de ekonomik sistem vardı: Milli Ekonomi. Kendi sınırları dahilinde işleyen liberal ekonomi (veya sosyalist ülkelerin kendi sınırları dahilinde ve blok sınırları dahilinde işleyen "sosyalist" ekonomi).

Sosyalist Blok ve onun kooperatist kapitalizmi çöktükten sonra -ki aslında kapitalizmin bir kanadının çöküşüdür ve asla kapitalist bir çöküş olarak algılanmamıştır, onun yerine Batılı liberal kapitalizmin zaferi olarak pazarlanmıştır. Daha sonra, eski sosyalist bloğun nüfuz alanı, dünyanın 'Sorun bölgeleri' olarak yeniden ortaya çıktı.

Sosyalizmin çöktüğü bölgenin, yeni liberal kapitalizm tarafından (neoliberal kapitalizm tarafından) işgal edilip edilemediği açısından baktığımızda, bu bölgelerin bir kısmının 'ekonomisiz' yerler haline geldiğini görüyoruz. Hatta günümüzde devletsiz bölgeler de ortaya çıktı -mesela Somali ve benzeri Afrika ülkeleri, Afganistan ve daha birçok eski Sovyet nüfuz alanında ne (kapitalist) ekonomi denen şey vardır ne de devlet... Ve ulus-devletlerin destekleyeceği veya desteklemeyeceği siyasi gruplar da yoktur. Bunlar daha çok çetelere benzeyen, oluşup dağolan ve sonra yeniden şekillenen isyancı silahlı gruplardır ve eski ulusal kurtuluş hareketleri gibi kimseden icazet beklememektedirler.

Yakın zamana kadar son tahlilde ulus-devletlerin doğrudan veya dolaylı olarak destekledikleri 'Silah kullanma hakkı' meşruiyeti, kontrolden çıkmıştır, çünkü sistem bazı bölgeleri artık kontrol edememektedir. Üretilmeyen, tüketilmeyen, çalışılmayan, devletin olmadığı veya minimum işlere indirgendiği bölgelerde, kapitalizm üzerinden (demokrasi, iş, güç, mülkiyet vs. üzerinden) halkları kontrol etmek güçleşmiştir.

Sosyalizmin eski nüfuz alanlarına bakınca, neoliberal dönemde (yani kapitalizmin sosyalist yarısının çöküşünün ardından yaşanan dönemde), büyük bir altüst oluş görüyoruz. Özellikle Balkan ülkeleri, neoliberal ekonomiye ayak uydurmak için korkunç bir sefalet yaşadılar ve Yugoslavya'ya müdahale olayı geldi. Ardından, eski sosyalizm müttefiki Irak'a müdahale edildi. Bu iki olay, "demokrasi" bahanesiyle yapılan, Yugoslavya'da kanı durdurmayı amaçlayıp ülkeyi parçalayarak sonuç almayı deneyen, Irak'da ise alenen tahrip ve işgal eden iki yeni denemeydi. Ortak özellikleri, meşru silah kullanma hakkının, ülkelerin dışındaki güçlere tanınmasıydı. Bu bahane/yenilik, Irak konusunda hiçkimseyi ikna etmedi ve olay, "Bütüncül emperyalizmin, bir ülkeye doğrudan askeri müdahalesi ve o ülkeyi işgali" olarak algılandı. Ne Yugoslavlar ne de Iraklılar, dış güçlerin ülkeyi işgalini istemişlerdi. Hele Iraklıların, bu yönde en ufak bir talebi olmadı. Liberal/sosyalist kapitalizm döneminden kalma, "kendi sınırları dahilinde astığı astık kestiği kestik" diktatörlüklerin sallandığı bir dönemde yaşıyoruz. Arap baharı sadece Arap değil. Çin sertleşti. Küba bile reformlar yapacağını ilan etti. Örnekler çok. Global bir fenomenle karşı karşıyayız ve ben bunu, kapitalizm sonrası dönemin şekillenmesi aşamasında ilk büyük gelişme olarak yorumluyorum. Postkapitalist bir gelişme olmasının nedeni, liberal/sosyalist/neoliberal dönemden tamamen farklı olması ve çöken ekonomiden bağımsız olmaya çalışan demokratik bir karakter sergilemesi.

Sosyalizmin ardından Ortadoğu'da kurulan en ilginç ittifak, İran-Suriye-Hamas-Hizbullah ittifakıydı. İttifakın son deminde Türkiye'nin de katıldığı bu ittifak, İsrail'e karşı kurulmuş gibi görünmekle birlikte, İslamcı ideolojiyi ve İslamcı antisemitizmini kullanarak (bu sayede Şii-Sünni farklılığı ötesinden konuşabilen) yeni bir güç/iktidar odağı olarak Ortadoğu'da ortaya çıktı. Ahmedinecad, Esad ve Erdoğan'ın hayalleri Arap baharıyla tuzlabuz oldu. 

Şimdi halkların demokrasi talebi ile her fırsatta çok yönlü/boyutlu protesto gösterileri oluyor ve bu hareketler, internet üzerinden hızlı bir şekilde örgütlenebiliyorlar. Kontrol edilmeleri imkansıza yakın. Bütün sosyal platformları izlemek mümkün değil. Ayrıca bu hareketlerin izlenebilecek önderleri yok. Aniden ortaya çıkıyorlar, bir saat içinde örgütlenip iki saat içinde sahaya inebiliyorlar. Bu hareketlerin, devletsiz/ekonomisiz ülkelerdekinden farkı, interneti/haberleşmeyi çok iyi kullanması ve demokratik yolları kullanarak şiddete -mümkün olduğunca- başvurmaması... Derken silah kullanmaya da başladılar. Libya ve Suriye, bu işin en kanlı versiyonunun yaşandığı yerler 2011 baharı itibariyle.

Libya'da çok önemli birşey oldu ve dünyanın tamamına yakınının ittifakıyla NATO ve Batı, Kaddafi'nin halkını öldürmesine karşı silahlı müdahalede bulundu. Bu olay, ulus-devletler sistemi açısından yeni bir kaliteye işaret ediyor ve enine boyuna tartışmayı gerektiriyor. Burada, 'kanlı bir diktatöre, onun ulus-devletinin sınırlarını çiğneyerek dışarıdan askeri müdahalede bulunmak' gibi yeni bir durum var -ve Irak olayından oldukça farklı, çünkü Libya'da çok geniş bir halk kesiminin, bir dış müdahale talebi var. Bir diktatörün kendi halkını katline karşı dış güçleri davet ettiler ve bu davet, eskinin güdük Komünist Partilerinin Sovyetleri yardıma çağırmalarından çok farklı bir durum. Çünkü çağıranlar, evrensel bir demokrasi kurmak istiyorlar -hem de evrensel bir demokrasiyi taşıyacak ekonomilerinin olup olmadığını düşünmeden...

Libya'ya müdahale, kısmi başarılarına rağmen sonuç almış değil. Libya'ya asker göndermek tartışılıyor -ki asker gündermek, Avrupa'nın tarihi bir hatası olacağını söylemiştik. Libya tecrübesinin devamı, şimdi Suriye'de yaşanıyor. Aslında kimse ne yapacığını bilmiyor, ama ortada, bir türlü dinmeyen bir halk isyanı ve demokrasi talebi var. Buna karşı Esad, tam bir faşist gibi davranıyor ve halkını öldürüyor. Türkiye'nin bu konuda pısırık kalması anlaşılabilir bir durumdur, çünkü Suriye'de Esad'ın düşmesi, Erdoğan-Ahmedinecad-Esad hayallerinin sekteye uğraması (üçlü sacayaklarından birinin devrilmesi) anlamına geliyor. Türkiye, safını belirlemek zorunda. Esad'ın yanı mı, AB ve ABD'nin yanı mı?

Türkiye'de Suriye olayı ve hükümetin sessizliği eleştiriliyor. Avrupa'da, Suriye'ye müdahalenin Libya'ya müdahaleden daha zor olacağı konuşuluyor (basın özgürlüğünün böyle bir avantajı var: Avrupalılar herşeyi çok açık konuşuyorlar, Türkiye'deki gibi ima, eğip bükme falan yok). Danimarka gazetesi Jillands Posten, Batılı ülkelerin Suriye'de Esad'ın kalmasından yana olduğunu, Esad'ın bir istikrar faktörü olduğunu düşündüklerini yazdı (28 Nisan). İşin özü budur: İstikrar. Şu anda, kapitalizmim merkez ülkelerinin (NATO vd.) sistemin işlemediği yerlere müdahalesinin ana fikri istikrarı sağlamaktır. İstikrar, sistemin işlemesi bakımından elzemdir. Gazete, Esad'ın mutlaka uyarılması gerektiğini ve halkı öldürmeye son vermesi için baskı altında tutulması gerektiğini söylüyor. Neden böyle yapılmalıymış biliyor musunuz? Batı inandırıcılığını yitirmesin diye! Yani sonuçta istikrara bir halk kurban edilebilecek -tabii Esad (ekonomik) istikrarı sürdürebilirse. Rum Etnos gazetesi de, Esad'ın "yararlı biri" olduğunu düşünüyor (27 Nisan). Hollanda gazetesi Trouw, Esad'ın izole edilmesi taraftarı (28 Nisan). Slovakya'da çıkan Solcu Pravda gazetesi, Esad'ın halka saldırmasına seyirci kalınamayacağını düşünüyor, ama kesin olarak ne yapılması gerektiği konusunda bir fikri olmadığı anlaşılıyor (27 Nisan). Çaresizlik, ön planda. Avusturya gazetesi Der Standart ise, Suriye'nin iç savaşın eşiğinde olduğunu yazdı (26 Nisan). Gazete, varlığı Esad'ın iktidarına bağlı geniş bir kesime dikkat çekerek, bu kesimin Libya'daki gibi direnebileceğini düşünüyor. Son haberler, Suriye Esad yünetimine karşı 'tüm opsiyonların' masada olduğu yönünde -yani askeri müdahale de olabilir. Müdahale, İran'ın bölgesel emellerine ve Erdoğan'ın 'Yeni Osmanlı' hayallerine darbe vurmak demek.

Burada şimdilik en önemli konu, giderek artacağı anlaşılan Libya, Suriye gibi yerlere, askeri müdahale opsiyonunun hukuki zemininin nasıl oluşturulacağı sorusu. Sistemin merkez ülkeleri kendi ekonomik sorunlarıyla boğuşurken ve ABD ekonomik nedenlerle hiçbir yere asker gönderemezken, bu işler nasıl yapılacak? Yani hukuki dayanağı da olsa, böyle yerlere askeri müdahale nereye kadar mümkün? Kesin olan şey, halkların kendi güçlerini yeniden anlamaları -va apolitizmin içinden yeni bir postpolitik protesto türü geliştirmeleri, bunu iletişim ağları üzerinden telefon ve internetle yapmaları. Öndersiz yeni demokrasi hareketleri, genişliği ve çeşitliliği nedeniyle önlenemez şeyler. Bunların askeri dış destek de alabileceği ihtimali, bu hareketleri daha da güçlü ve dayanıklı kılıyor. Artık kesin olan şu: Halkların istemediği birşey yürümüyor.

Türkiye, -özellikle Kürtler nedeniyle- Arap Baharı'nın etkilediği ülkelerden biri. Önce, haksızlık/hukuksuzluk ve polis devleti yöntemleriyle artık hiçbir yere gidilemeyeceği anlaşıldı. KCK tutuklamaları ve Ergenekon yılıan hikayesi, bunu gösterdi. Kürtlerin 'Sivil İtaatsizlik' eylemleri, zamanın ruhuna tamamen uygundur ve "özerklik" gizli talebi istikametinde devam etse de, demokratikleşme ile birlikte keskinliğini kaybetmekte, daha makul bir çizgiye gelmektedir. Bu opsiyonun arkasındaki güçlü desteklerden biri, Libya'ya NATO'nun askeri müdahalesidir ve Suriye'ye karşı tutumdur. Yani Türkiye'nin Kürtlere karşı sert asker/polis operasyonları yapmasının giderek zorlaşması hatta imkansızlaşması gündemdedir. Kürtlere karşı sertleşerek onları susturmaya kalkmanın, Türkiye'ye karşı askeri bir dış müdahaleye kadar gidebileceği ihtimali, pozitif etki yaptı. Bu ihtimal, Kürtleri radikalleştirmedi, tam tersine ılımlı ama açık/net ve demokrat olmalarını destekledi -ki çok olumludur. Olayların genel trendi 'demokratikleşme' olduğundan, AKP'nin şekilsel demokrasi anlayışı her alanda kaybediyor. Erdoğan'a ve dış politikasına karşı dünyada yükselen tepki de, Türkiye'deki demokrasi hareketinin iki önemli aktörüne BDP'ye ve CHP'ye güç katmaktadır. Ulusal sınırların öneminin -özellikle halkların isteğine bağlı olarak- önemsizleştiği bir dönemde, dış müdahale opsiyonunun miliyetçi çıkarlar haricinde işlemesini sağlamak, uluslararası demokrat kamuoyunun görevi olmak zorunda. Makro ve mikro milliyetçiliklerin "demokrasi" diye sunulmasına karşı çıkmak gerekiyor. Ama bu konudaki gelişmeler, Türkiye açısından olumlu bir istikamette ilerliyor. Herşeyden önce gerçek demokrasinin nasıl büyük bir güç olduğunun keşfi, özellikle CHP'yi, BDP'yi ve gençliği kanatlandırmış görünüyor. Kısacası Türkiye, 'Arap Baharı' diye nitelenen devrimci dalgadan olumlu etkileniyor. Şimdi Suriye'ye müdahale aşamasında Türkiye yeni bir sınav daha verecek. 
Şimdiden kesin olan şey ise, AKP iktidarının ideolojik dış politikasının toptan iflası.

Papa XVI. Benedictus uyarıyor: "Aynı şekilde devam etmemiz imkansız. Dönüşüm vakti geldi"

Entelektüel Papa Banedictus ile geçen yıl Peter Seewald tarafından yapılan uzun bir sohbetin kitaplaştırılmış hali, geçen yıl yayımlanıp üç baskı yapmıştı. Papa'nın sözleri, oldukça önemli, çünkü 1.2 milyar insanın manevi lideri olmanın ötesinde saygın bir kişi ve söyledikleri bilinmeyen şeyler değil -sohbetin ürkütücü olan yanı burada.
(Bkz.: Benedikt XVI, "Licht der Welt" 2010)
Papa'nın işaret ettiği konuların başında, kilisenin (ve dinlerin krizi) değil, Batılı toplumların krizi geliyor.
Soru şu:
"Batıda Hristiyanlık toplumu şekillendiren gücünü kaybederse, onun yerini kim veya ne alacak?"
"Din ötesi/sonrası" sivil bir toplumun, dini imgelere bile izin vermemesi nasıl bir sonuç doğurabilir?
Kitabın önsözünde Peter Seewald, her çağda Tanrı'nın öldüğünü ilan eden eğilimlerin ortaya çıktığını, böyle akımların -aşırı derecede- rasyonel gerçekçiliğe kapıldıklarını ve elle tutulur şeylere inandıklarını yazıyor ve örnek olarak da Tanrı'nın emirlerini almak için dağa çıkan Hz. Musa'yı bekleyen Yahudilerin altın buzağıya tapmalarını gösteriyor.
Tanrı'dan uzaklaşan bir toplum nereye gider? Kitapta tartışılan konulardan biri de bu.
Papa, henüz bir Kardinal iken, bu konularda uyarılarda bulunmuştu ve özellikle "Mülkiyet tutkunu toplum"un ortalama/vasat statükoculuğunu (küçük burjuvalığını) eleştirmişti.
Bu kitapta Papa, adım adım yokedilmekte olan 'Yaradılış' (yani hani bazılarının 'Yaradandan ötürü sevdiği' ama üzerine atom reaktörü dikmeye kalktığı 'yaradılış') için yeni bir duyarlılık geliştirmek gerektiğinden bahsediyor...
Yeni sistem insanı, daha çok umut ediyor, ama inanmıyor -inanmaya cesareti yok. İnanmayı bir tür avamlık, küçüklük sayıyor...
Umut etmek, inanmanın yerini alıyor...
Papa, sonuç olarak dünyaya bir çağrıda bulunarak, "Bu şekilde devam edemeyiz" diyor, insanların bir dönüm noktasının eşiğinde bulunduklarını söylüyor. "Artık kendine gelmenin vakti geldi" diyen Papa, "Dönüşümün vaktidir" sözüyle, insanlığın, girdiği bu yoldan artık dönmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Bu konuda başkaları da bu sözleri söylüyor. Peki Papa'nın onlardan farkı ne?
İşte bu çok önemli...
Papa XVI. Benedictus, çözülmesi zorunlu çok fazla sayıda sorunun bulunduğunu, ama bunların çözülebilmesi için Tanrı'nın, toplum tasavvurunda yeniden merkeze oturması gerektiğini söylüyor...
Pozitivizm ve rasyonelcilikte bilim adamlarını bile sollayan dincilerin sömürdüğü ve sadece kutsal kitapların sayfalarında yaşar saydıkları cansız/teorik Tanrı değil... yaşayan Tanrı'nın yeniden görünür kılınması gerektiğinden bahsediyor...
Bunun nasıl olacağını konuşmak gerek...  
Herşeyden önemlisi, dinciliği iyi anlayıp dışlayan yeni bir bir din/inanç anlayışının toplum tarafından benimsenmesi için -bugünün rasyonel şartlarında- 'İnanç'la 'Umut'un farkını ve inancın neden farklı bir kalite teşkil ettiğini ve neden önemli olduğunu, -mecburen- bilimi falan da kullanarak göstermek gerekiyor.
Bugünün insanı Tanrı'dan daha çok bilime inanıyor malesef ve onlara inanç konularını anlatmak için bile "bilimsel" rasyonel makale yazmak gerekiyor. Şimdi böyle. Ama inancın önemi ve işlevi daha iyi anlaşıldıkça, konuya "bilimsel" (ve "makalesel!") yaklaşmak zorunluluğu da ortadan kalkacaktır kuşkusuz. Hızlı bir süreçten geçiyoruz. Eskiden yüzyıllar içinde olanlar, şimdi onyıllar içinde hatta birkaç yıl içinde oluyor/yaşanıyor. Biz buna, 'Zaman yoğunlaşması' diyoruz. Zirvesini 2012 yılı sonrası yaşayacağımızı düşündüğüm bu dönem, giderek sakinleşen ve rayına oturan, zamanın daha yavaşladığı ve insanların daha huzurlu yaşadığı bir döneme doğru devrilip evrilecek gibi görünüyor.

Sultanahmet 'Edebiyat Kıraathanesi'nde Bergamot, İstinye Park 'Far East'te Sake katli

Bu yazının burada olmasının üç nedeni var...
Birincisi, bir tür Türk-Japon hikayesi olması...
İkincisi, vasatizmin boyutlarını göstermesi bakımından bir örnek teşkil etmesi...
Üçüncüsü, burada yazdıklarımı anlattığım bir arkadaşımın, bloga kitap/yazı eleştirilerinin yanı sıra mekan eleştirileri de yazmamı önermesi...
(Gerçi Türkçe bilmiyor, ama blogdaki bu eksikliğin farkına varmış -Google çeviri motoru sayesinde!)
Yazının konusu, gene Boğaz vapurunun bir ucunda başlayıp öbür ucunda biten bir İstanbul turu sırasında uğradığım iki mekanda şekillendi. 
İlki, Türk Edebiyat Vakfı'nın Sultanahmet Divanyolu Caddesindeki 'Edebiyat Kıraathanesi.'
Ben bu vakfı ve onun Sultanahmet meydanı sayılabilecek bir yerdeki Osmanlı'dan kalma eski taş mekanını, gizemli bir yer olarak algılardım. Eskiden buraya girmek, edebi çevreye has bir ayrıcalıkmış gibi gelirdi bana.
Vakıf, 'Türk Edebiyatı' adında, estetik bakımdan özenli bir dergi çıkarıyor. Ama derginin son sayılarına baktığınızda kendinizi 1912'lerde falan sanıyorsunuz. Eski harflerin grafik bakımından bolca kullanıldığı, fesli adam resminin bolca göründüğü, iyiden iyiye 'İslami' kesimin dergisi haline gelmiş bir edebiyat dergisi... 
Son beş sayısını gözden geçirdim ve çağdaş Türk edebiyatından -başörtülü birki hanım dışında- hiçbirşey göremedim. Hakan Günday, Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Perihan Mağden ve diğer -islami olmayan- yazarlar (ki zaten tamamına yakını 'İslami' değil) sanki Türk edebiyatından değil, Türkiye'de yaşamamış...
Dergileri nerede inceledim biliyor musunuz? O "gizemli" taş binada...
Sofistike, ilginç, şaşırtıcı bir yere girenlerin meraklı ürkekliği ve şaşırmaya hazır sevinciyle girdim binaya. İç mekan tamamen tatlıcı yapılıp turistlere ayrılmış, ayıp olmasın diye de en küçük odaya kitaplar tıkılmış. Kitapların tamamı, islami yazarların veya Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazan ünlü edebi klasikler... İşte ben hayal kırıklığımla başa çıkmaya çalışırken, orada bir de dergi standı gördüm. 'Türk Edebiyatı' dergisinin en yeniden başlayarak geriye doğru giden sayıları... Kitaplara ve dergilere bakan tek kişi olarak, üzüldüğümü söylemeliyim. Çünkü ben bu dergiyi arada alırdım, okurdum.
Biraz oturmak istedim ama yer yok...
Bütün masalar dolu. Hemen herkes turist ve ortada gezinen, dikkat çeken bir garson...
Adam çok konuşuyor, herkese laf atıyor ve herkesle ayrı dil konuşuyor...
Nihayet boş bir masa bulup oturdum. Tatlı menüsü çok zengin. Sütlü tatlılar bol ve renkli!.. Yani görünümlerine de dikkat edilmiş. Kestaneli muhallebi, portakallı-limonlu muhallebi gibi lginçlikler çok...
Tatlı yemeyen ben, 'Meyveli tatlılar' listesinden 'Bergamot' sipariş etmeye karar verdim. Çok konuşan garsona:
"Bana 'Bergamot' getirir misiniz?"
"Bergamot mu, Bergamot ne?"
"Meyveli tatlılar menünüzde ikinci sayfada en altta."
"İlk defa sizden duyuyorum. Bunu sipariş eden olmamıştı."
Garson "Bi'dakka" deyip gitti ve köşede, şef garsona benzeyen -veya daha tecrübeli- başka bir garsona, benim de duyabileceğim tonda sordu:
"Bergamot ne?"
İkisi yanıma geldiler. Diğeri:
"Bergamotlumuz kalmadı efendim, isterseniz sakızlı getirelim."
"Ben 'Bergamotlu kahve' istemedim, listenizdeki 'Bergamot'u merak ettim."
Bu kez menü kartında gösterdiğim yere baktı. Yüzündeki ifade, önüne İstanbul haritası koyduğunuz İstanbul taksi şoförleriyle aynı. Her an şöyle sorabilir gibi: "Abi bu abstrakt resim Picasso'nun mu?"
Nihayet, "öyle şeyler"in bulunmadığını söyledi ve ben "başka birşey" sipariş ettim...
Şimdi burada, Edebiyat Vakfı'nın o gizemli binasının ve atmosferinin turistik katli ötesinde şeyler de var...
İlki, bu alaturka sallapatiliğe asla alışmadığımı ve asla alışmayacağımı buraya yazmam gerek...
İkincisi, bu çok konuşan garsonun (bana değil) turistlere tavrı ibretlik...
Geçenlerde Mısır Çarşısı'nda bir satıcının Çinli turistlere (kadınlara) alenen laf attığını, erkeklerle de dalga geçtiğini görmüştüm. Turistler, böyle tiplere sadece birkaç saniyeliğine katlanmak zorunda kaldıklarından genellikle gülüp geçerler (ben de öyle yapıyorum) ama bu, çok hoşlarına gittiği anlamına gelmez. Eskiden bu tavırlar çok daha feciydi, biraz yontuldu... Edebiyat Kıraathanesindeki garson böyle kaba değildi elbette, ama Avrupa ülkelerinde ve geneldeki nezaket kurallarını zorlayan bir tarz ve tona sahip. İstanbul'un büyüsü arasında böyle dikenler kaynayıp gider elbette. Ama oturduğunuz bir mekanda, önünüzdeki garson her millete böyle "hoşluklar" yapmaya kalkınca, bu dikkatinizi çekiyor...
Aynı "hoşluğu" aynı sözlerle -ama Türkçe- Türklere yapmayı denemeli bence! (hır çıkabilir) 
Bergamot'u hiç duymamış çebebaz garson, İngilizce Almanca ve İtalyanca parçalayarak birçok nezaket kuralını -belki de bilmeden- çiğnedi. Turistler yüzüne gülüyorlar -ama adam gittikten sonra arkasından konuşuyorlar...
Şimdi benim kişisel kararım: 
Galiba bir daha oraya gitmeyeceğim. Orayı eski haliyle hatırlamak istiyorum.

İkinci olay, İstinye Park'tan. Burada iki ilginç mekan var benim ilgi alanıma giren. Biri, en üst katta Moğol mutfağı da sunan yer, diğeri, onun bir alt katındaki 'Dim Sum' lokantası. Hong Kong mutfağı. Benim açımdan sadece mezelerden oluşan muazzam bir mutfak. Bu mekan malesef fazla ilgi görmüyor ama iyi olduğunu özellikle belirtmeliyiz. Bu yazıyı ilgilendiren mekan, alt katta sinema gişelerinin yanındaki 'Far East'.
Bu mekanın dolu olduğunu hiç görmedim. Zaten Çin ve Japon mutfağını birlikte sunan yerlerde mutlaka bir "hata" oluyor -gibi bir önyargım vardı- ama Far East, o ön yargımı biraz kırmıştı, çünkü ucuz, iyi ve özenli Sushi yapıyorlar...
Edebiyat Kıraathanesi ile Far East'in ortak yanı, o alaturka sallapatizmi!..
Ben Far East'te 'Sake' içme gafletinde bulundum!..
Japonların pirinç şarabı Sake, küçücük porselen bardaklarda ve sıcak içilir. (Bence... tabii soğuk içenler de var).
Siparişimi verdim, iki saniye sonra ateş gibi sıcak, el deymeyecek kadar sıcak, küçük porselen bir bardak geldi!..
Normal olarak Sake, bir porselen pot içinde ısıtılır ve... belli bir ısıya kadar ısıtılır. (Süt değil ki bu kaynatılsın) Bu bir...
İkincisi:
"Siz bunu mikrovellede mi ısıttınız?"
"Evet efendim."
Şimdi bu soruya Japonya'da bu cevabı verseniz, kulağa aynen şöyle gelir herhalde:
"Bu Sakeyi siz mi öldürdünüz?"
"Evet efendim."
(Sake, eski bir geleneği de sürdüren, ritüel roller üslenebilen bir içecektir. mesela Türklerde -Orta Asya dışında- tamamen bitmiş Saçı geleneğini Japonlar sürdürürler. Saçı saçmak, kutsamak, eski göçebe geleneğidir ve Japonlar bunun için Sakeyi kullanırlar.)
...
Mikrovelleden çıkma Sakenin tadı kötüydü tabii. Ve o zaman, o mekanda çalışanlardan hiçbirinin -buna belki nazik mekan müdürü hanım da dahildir- ama hiçbirinin Sake içmediğini anladım...
Ne sattıklarını bilmiyorlar (en azından bana öyle geldi), tıpkı Bergamotun ne olduğunu bilmeyen ama İngilizce bilen garson gibi!
Mikrovelleden çıkan Sakenin Sakelikten çıktığını bilmiyorlar!
(Ama Sakeyi mikrovellede ısıttıklarını söyleyecek kadar da dürüstler hiç olmazsa!)
Türk kahvesini fokur fokur kaynattıktan sonra fincana dökerseniz o nasıl Türk kahveliğinden çıkarsa, Sakeyi mikrovellede ısıtırsanız sakelikten çıkar...
Sake -piyasada en çok bulunan ve üzüm şarabı kadar düşük alkol seviyesine sahip olan cinsiyle- en iyi 40-55 derece sıcaklıkta içilir. 50 küsür Derece sıcak olana 'çok sıcak', 40 derecelerde olana da 'sıcak' Sake diyorlar. Tabii kimse bu ısılarda içmek zorunda değil. Oda sıcaklığında da içilir (Ginjo veya Daiginjo).
Ben mekanın mikrovelle sırrını ortaya çıkarınca, mekan müdürü olduğunu sandığım genç bir kadın hemen yanıma geldi, bana yeni bir Sake getirmeyi önerdi, tabii kabul ettim. Normal yollardan ısıttığını tadından anladığım yeni bir Sake getirdi. 
Sake, olması gerekenden çok daha az ısınmıştı. (Tabii hemen ısınmaz, biraz sürer) Belli ki acele etmiş, beni fazla bekletmek istememişti. Sakeyi ısıtmayı denemesine, koşturmasına, çabasına, ilgisine teşekkür etmeliyim. Sadece onun güzel hatırı için bu yazı buraya üç gün rötarlı girdi...
Ama Sake katlini görmezden gelmem mümkün değildi... 
(Türk kahvesi katline de aynı tepkiyi vermiştim yurtdışında...)

İlk Bizans-Türk ittifakı ve Türk elçisi Maniah'ın, 567 yılında İstanbul'a yolculuğu

Doğu Roma imparatoru II. Justin, koruyucusu Melek Mikael olan İstanbul’un konuklarını ayakta karşıladı. Kalabalık Türk delegasyonu, sonbaharda Konstantiniye'nin benzersiz surlarından geçerek şehre girdi. İznik konsilinin yapıldığı 325 yılındaHristiyanlık dininin temel inanç şeklini belirleyen ve dünyaya kabul ettiren I. Konstantin devrinden beri köprülerin altından çok su akmıştı... İstanbul sarayının başı, ezeli düşmanı İran'la yeniden dertteydi. 
Justin, İstanbul’daki Roma tahtına sadece iki yıl önce çıkmıştı ve iktidarının ilk önemli olayının, Türk elçiyle konuşup karara bağlayacağı ittifak olacağını düşünüyordu. Türklere ve dost bildiği İstemi Kağan'a güveniyordu. Aslında tarihte çok önemli birşey oluyor, yerleşik uygarlığın beşiği Anadolu ile göçebe uygarlığın beşiği Asya steplerinin hırçın savaşçıları arasında önemli bir birliktelik doğuyordu.

Göktürk Kağanı İstemi’nin delegasyonuna başkanlık eden Sogd’lu Maniah tecrübeli bir diplomattı. Beraberindeki Türk soyluları ve Sogdlu tüccarlar da Göktürk sarayının tüm ihtişamını yansıtacak kadar özenliydiler. Ama bu ittifakın oluşması için en istekli olan kişi, Doğu Roma İmparatoru Justinian olmuştu. İran Sasanilerine karşı Türklerle kalıcı bir ittifakı ilk düşünen kişi oydu. Ona boşuna ‘büyük’ Justinian dememişlerdi. Büyük düşünebilen, stratejik uzun vadeli planlar yapan önemli bir hükümdardı Justinian. İran Sasani hükümdarı I. Hüsrev’e 532’de vergi ödemek zorunda kalması onu yemiş bitirmişti. İranlılar Antakya’ya saldırıp yağmalayınca, Justinian dayanamamış, barış yapmak zorunda kalmıştı. Sasanilere verdiği vergiyle ‘Sonsuz Barış’ adı konan bir suni barış dönemini satın almıştı aslında. Amacı, zaman kazanıp önce batıdaki sorunlarını halletmek, sonra tekrar başbelası Sasanilele uğraşmaktı.

Justinian, İranlılarla bir çok bölgede çatışma halindeydi. Kafkasya’da Ermenistan, Karadeniz kıyısındaki Petra kalesi, Lazika ülkesi (Lazistan) ve Mezopotamyanın çeşitli kaleleri, askeri alanda daha başarılı Sasanilerle hantal Doğu Roma ordusu arasında el değiştirip duruyordu. İranlıların püsküllü belası Türkler, sadece onlar, Sasanileri durdurabilirlerdi. Zaten Sasanilerle savaş, 562’de Türklerin devreye girmesi sayesinde bitmişti. Durum resmen İran ile Bizans arasında ortada gibi görünmesine rağmen, Sasaniler avantajlıydı ve bu durumun kalıcı olmamasını sağlamak, Justinian’ın en büyük amacıydı. Türkler, 560 yılından itibaren Sasanileri doğudan vurmaya başladılar. Gerçi henüz Kutlu Bilge Kültegin doğmamış, Türklere has çok etkili savaş yöntemlerini geliştirip onlara öğretmemiş, Türklerin hakimiyet bölgesini Mançurya'dan Hazar'a kadar genişletmemişti. (Kutlu Bilge Kültegin, 731'de öldü. Onu zehirlediler. Ama ölüm döşeğindeyken, onu zehirleyenlerden intikamını aldı. -Başka bir yazı konusudur)  

Türklerin saldırıları olmasaydı, Sasani hükümdarı Hüsrev’in İstanbul’la barış yapmaya pek niyeti yoktu. Justinian, Türklerle müttefik olmak ve bir anlaşma imzalamak amacını gerçekleştiremeden, 14 Kasım 565’de İstanbul’da öldü. Tahta, kızkardeşi Vigilantia'nın oğlu II. Justin çıktı. İşte çiçeği burnunda yeni Roma hükümdar II. Justin, şimdi Türkleri bu yüzden kazanmak istiyordu. Sevgili dayısının amacını mutlaka gerçekleştirmeliydi. Türk elçiye gösterdiği teveccüh, Türklerle sağlam bir ittifak kurmak içindi.

Partlara karşı isyan eden İranlı bir Bey, Ardaşir tarafından 224 yılında kurulan Sasani devletinin daha ikinci hükümdarı Şapur, kendini ‘Şehinşah’
(Şahlar Şahı) ilan edip bu ünvanını kullanmaya başladı. Ve Sasaniler, Doğu Romalıları batıya doğru sürerek genişlediler. 'Şehname', Sasanilerin hikayesini tüm ayrıntılarıyla anlatır. İran Sasanileri, daha 260 yılında Urfa’ya saldırmışlardı. Hristiyanlığın kutsal bölgelerine doğru genişleyip, ateş dinlerini oralara kadar sokmaları, Bizanslıları çileden çıkarmıştı. Tahta çıkan her yeni Doğu Roma İmparatorunu bekleyen yegane sorun, ‘Doğu Sorunu’ idi. Sasaniler işi iyice abartıp Kilikya’ya (Adana-Mersin bölgesi), oradan Kapadokya’ya, kadar girip ortalığı talan edip İran'a döndükleri için, bu denkleme Türklerin doğudan dahil olması artık şart olmuştu. İran'dan yayılan ateş dinini Anadolu'ya sokmamak gerekiyordu.

Çinlilerin Tu-Cüeh dediği Türkler, yerleşik eski biir kültüre sahip Sogd halklarıyla da ittifak yaparak Asya’nın merkezini kontrolleri altına almışlardı. Asyanın eski yaman göçebeleri ile İskitlerin torunları Sogdlar, ilan edilmemiş bir ittifak kurmuşlardı. Sogdlar tüccarlıktan iyi anladıklarından, dünyanın her tarafına gidiyor, çeşitli diller öğreniyor ve Türk hakimiyetine destek oluyor, onlarla birlikte yaşıyorlardı. Tarihin karanlık derinliklerinden gelen, yeryüzüne taş üstüne taş dikmeyi bile saygısızlık sayan ‘Gök Tengri’nin halkları’, Asya'nın batısında ‘Hunlar’ adıyla, doğusunda da 'Xiung-nu' adıyla tanınmışlardı. Onlar herzaman bir federasyondu. 
Çok sonra kendilerine ‘güçlü’ anlamında ‘Türk’ (Old Turkic letter K.svgOld Turkic letter R2.svgOld Turkic letter U.svgOld Turkic letter T2.svg), demeye başladılar ve bu ad, aynı zamanda bir sıfat olarak göçebeler arasında çok tutuldu. İşte o ‘güçlüler’ konfederasyonunun ataları, ünlü '24 Çin yıllığı' ciltlerinden birinde de iddia edildiği üzere (Zhou shu’da), dişi bir kurt idi. Ve dişi kurdun soyundan gelen göçebe soylulara ‘A Şi-na’ (veya ‘Asena’) deniyordu. Türk soyluları, kendilerini ‘A Şi-na’ soyuna dahil sayıyorlardı ve ‘Türkler’in federasyonları kendilerine, hep A Şi-na'ları hükümdar seçiyordu. İstami Kağan da o soylylardan biriydi ve Gök Türk federasyonunun kurucusu Bumin Kağan’ın 552’de ölümünden sonra Kağan olmuştu. Bumin, Çin yıllıklarında, A Şi-na’nın torunu sayıldığına göre, demek ki Cücenlere karşı ayaklanıp (Çinlilerden de yararlanarak) bağımsızlığını ilan ederken, bütün ‘Türk’ göçebeler tarafından desteklendiği doğru olmalıydı. 

Bumin, yeni bir saldırıyla Cücenleri darmadağın ettiği yıl öldü. Onun tahtına oturan İstemi, önce bir Kırgız prensesiyle evlenip Kırgızlarla arasındaki düşmanlığa son verdi, sonra 560’da Moğol Kitanlarına saldırıp onları yendi. Kitanlar, tarihlerinin sonuna kadar Türklere balta olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak steplerin en eski hükümdar soyu A-Şi-naların ardından, Asya’nın yeni hükümdar soyu Çingisliler zamanında erimişlerdir. (Kitanlar, Selçuklulara bile balta olmuş, Sultan Sancar’ı 1141’de Semerkand’da duman etmişlerdir!)

İstemi Kağan, hükümdar olduktan sonra, 'Gök Türk' konfederasyonunun Batı kesiminin başı gibi hareket etti. Çingis Han'ın Çingislileri gibi bütün kalamadılar. İstemi, pragmatizmin sözlü kitabını da yazmış biriydi aynı zamanda! Heptalitlere karşı Sasanilerle kısa bir ittifak bile kuran Türk hükümdarı, İstemi Kağan'dır. Heptalitlerin varlığına son vermiştir. Devletsiz kalan bu halkın daha sonra Afganistan’ın kuzeyindeki efsanevi Badahşan bölgesine yerleştiğini ve sonra başka adlar altında yeniden önem kazandığını biliyoruz (Badahşan, Panşir Aslanı Ahmed Şah Mesud’un memleketi. Bu büyük savaşçı, 11 Eylül 2001 olayından hemen önce "gizemli" bir şekilde öldürülmüştür -ayrı yazı konusu). İstemi Kağan’ın bu olayların ardından, Batı Asya’nın hemen her yerinde at koşturduğunu biliyoruz. Ve Kağan, ekonomiden de anlıyor!

İstemi Kağan, İstanbul’a kadar gelen ipek yolunu, stratejik bir planı kurup, istemine göre açıp kapatıyor -hem de İranlıları çıldırtacak şekilde! Eli de rahat. Çünkü İstanbul’da oturan Roma İmparatoru Justinian ile uzaktan prensip anlaşmasına varmış. Olay İstanbulluların hoşuna gidiyor tabii... İranlılar, Türklerin oyununa kolay teslim olmayacaklarını kanıtlamak istercesine, onlarla uğraşmaya başlıyorlar ve bunu çok hin yöntemlerle yapıyorlar. Bu ilginç sinir harbinde İranlılar da Türkler de Sogdluları birbirine karşı kullanıyor. İranlılar, Türkler için ticaret yapan Sogdlulara kötü davranıyorlar, onları terörize ediyorlar ve hatta onları öldürüyorlar. Amaç, Türklerin entelektüel kesimini ve ticaretini vurmak. Türk-Bizans ilişkileri, işte bu şartlar altında cidden başlıyor. Ama resmi ilişki kurmak için önce Türklerin harekete geçtiği konusunda sağlam kanıtlar var.

Türk delegasyonunu İstanbul'da karşılayan II. Justin, Asya’nın sırlarına vakıf Türkleri etkilemek için İstanbul sarayında onlara ipek böceği kozaları gösteriyor. Türkler, Doğu Roma sarayının, Çinlilerin sırlarını bildiğini görünce çok şaşırıyorlar. Kurnaz İstanbullular, bu yolla Türkleri çok etkilemiş olmalı ki, olay eski Bizans kaynaklarında bile yazıyor. Diğer yandan İstanbullular, İpek Yolu’nu zırt-pırt kesen Türklere, “kibarca” mesaj verip, "yolu bizim aleyhimize olacak şekilde kapatmayın, bakın biz ipek üretebiliyoruz" demek istiyorlar. -Tabii yalan! Birkaç kozayla ipek kumaş dokumak arasında kocaman dağlar var, mesela Altaylar kadar!

Burada ilginç olan, Türk delegasyonunun tam bir yıl boyunca İstanbul’da kalmasıdır. Yani Moğollardan kaçıp İstanbul’a sığınan Rum Selçuk Sultanları ve Selçuklu Şehzadelerinden yarım bin yıl yıl önce Türkler, İstanbul’da yaşayıp görüp geçirip, tiyatrolara, hipodroma falan gidip, orada gördükleri herşeyi İstemi Kağana yetiştirmişlerdir! Justin, Türk delegasyonunu İstanbul'dan Asya’ya uğurlarken yanlarına bir Bizans elçisi veriyor. Zemarchos adındaki bu diplomat, Türk Kağanıyla Doğu Roma İmparatoru adına Sasanilere karşı bir antlaşma imzalayıp İstanbul’a dönüyor. Bizanslı elçi İstanbul’a dönünce, Türk sarayını anlata anlata bitiremiyor. Adamın Marco Polo'dan çok önce anlattığı hikayelere İstanbullular inanıyorlar va İtalyanlar gibi ona 'Millio-millioni' gibi (yalanın bini bir para anlamında) bir Marco Polo lakabı takmıyorlar. O zamanlar gazete falan da yok elbette... (iyi ki de yok! Düşünün, 568 yılı Ekim ayında bir gün, İstanbul'da Hürriyet, Milliyet, Habertürk manşetten vermiş: "Türk elçisi Maniah, kırmızı ipekler gizmiş renkli Türkleriyle birlikte bugün şehrimizden ayrıldı." Logonun hemen üzerinde reklamlar: "Bütün Bizanslılara TOKİ'den taksitle ev" -oh my God!..) Ama Efesli Yohannes adında biri, elçi Zemarchos'un anlattıklarını bir bir yazmış. İstemi Kağan'ın tekerleki Türk tahtı, altınla kaplanmış çadır direkleri, Kağan’ın altın yatağı, gümüş kap-kacak kolleksiyonları vs. türünden bütün atraksiyonları, bu Efesli magazin yazarından öğreniyoruz.
Peki bu Bizans-Türk ittifakı sonra ne mi oluyor? Hiiiç!..

Sasani Şahı Hüsrev, iki cephede birden savaşıp Türk-Bizans kıskacını kırıyor ve 573’te hem İstanbulluları hem de Türk göçerleri evire çevire yeniyor. Türkler ve Bizanslılar, bu ittifakı üç yıl daha yoğun bir şekilde sürdürüyorlar. İstemi Kağan 575’de öldüğünden, biraz da bu nedenle ittifak çözülmeye başlıyor. İstemi Kağan’ın oğlu Tardu, babasının cenaze törenine, Bizans elçisi Valentinos’u da yanına alarak gitmesine rağmen, ittifakı sürdürmek için hiçbirşey yapmıyor ve Türkler İstanbul sarayını 591 yılına kadar oyalıyorlar. Tardu’nun işi hafife almasının somut bir nedeni de var elbette.

O sırada Doğu Roma, Anadolu’ya Selçuklular gelip yerleşinceye kadar sürdürdüğü yeni bir ittifak kuruyor batıda. Bir ara hızını alamayıp İstanbul’a kadar dalan Avarlarla iyi ilişkiler kuran İstanbul sarayı, Tardu’nun çok canını sıkıyor, çünkü Avarlar, Karadeniz kuzeyinden Hazar denizine kadar bir bölgede Türklere rahat yüzü göstermiyorlar. Bizanslılar asıl İran etkisini kırmakla meşgul olduklarından, Avarların Türklerle uğraşmalarına pek ses çıkarmıyor, çıkaramıyorlar. İşte Türklerle Bizanslıların aralarının bozulup öylece de kalmasının nedeni bu Avarlar oluyor. Tardu, Avarlar Türklere saldırdıkça, İstanbullulara düşman oluyor, İranlılarla da barışmıyor. Aksi bir adam yani! O düşmanlık bugüne kadar devam ediyor.

Tardu Kağan, Türklerin o zaman İstanbul ve Anadolu'yla birleşen kaderini yarım bin yıl boyunca buzluğa kaldırıp askıya almış olsa da, çok önemli birşey yapıyor ve Ortaçağ Türk entelektüel hayatının merkezi Horasan’ın alınmasına önayak oluyor. İranlılara sıkı darbe. Tardu, Horasan'ı alan Türk hükümdarı olarak tarihe geçiyor. Ve 589 yılından itibaren Kunduz ve Belh, Türk hakimiyetine geçiyor. Tardu, İranlıların önemli merkezi Herat’a da giriyor ama orada tutunamıyor. 

Türkler daha sonra İran'a saldırmakla kalmayıp, neredeyse 1950'lere kadar orayı yönetiyorlar. Selçuklu Sultanları işi ileri götürüp kendilerini Sasaniler gibi 'Keyhüsrev' falan diye de adlandırıyorlar. Ama taşlar değişiyor, Bizans'a olan düşmanlık değişmiyor. Tabii bunun bir nedeni de Orta Asya'ya kadar giren Arapların verdiği Müslümanlık gazı oluyor. Araplar Sasanileri duman edip Türklere İslam dininin en light-versiyonunu kabul ettirdikten sonra da Türklerin Rumlara karşı düşmanca tutumu pek değişmiyor -bu sefer de 'Küffara Cihad' hadisesiyle oyalanıyorlar. Türkler ancak Anadolu'ya yerleştikten sonra Rumlara gözükapalı güvenmeye başlıyorlar, hatta Anadolu Rum Selçuk Hükümdarı Sultan Keyhüsrev'in torunları, Hace Nasreddin (12 Nisan 1261'de Mevlana'nın Moğol müttefiki müritleri tarafından) öldürüldükten sonra gittikleri İstanbul'da Ortodoks Hristiyan oluyorlar ve Bizans ordusunun başarılı Türk generalleri olarak tarihe geçiyorlar. Hatta onlara Selçuklu Bizanslıları anlamında bir lakap da takılıyor. (Bu genç generallerin adlarını ve lakaplarını da biliyordum, hatırlayamadım. Araştırıp buraya yazmak gerekiyor.) Bizans-Türk ittifakının hikayesi, kısaca böyle.

Libya'ya Avrupa askeri göndermek, tarihi bir hata olur

Tim Hetherington, Misrata'da öldü, anıyoruz...
Kaddafi güçlerine karşı mücadele eden amatör askerler, Avrupa'dan Libya'ya müdahale etmesini istiyor. Şimdilik Avrupa'nın buna bir arada (mesela AB olarak) olumlu bir yanıt vermemiş olması isabetli kuşkusuz. Sadece İngiltere, Fransa ve İtalya, askeri danışman gönderebileceklerini açıkladılar. Avrupa basınında ağırlıklı eğilim, Libya'ya asker göndermenin büyük bir hata olacağını söylerken, askeri bir müdahalenin sorunu uzatmadan çözeceğini düşünenler de var. Hatta bi iki alternatifin "ekonomisi" hakkında kafa yorup, hangisinin daha ucuza mal olacağını "tartışanlar" bile var!
Irak savaşında çok tekrarlanan bir klişe vardı, "Sadece havadan bombalamakla savaş kazanılmaz" denirdi. Şimdi aynı sözleri yeniden duyuyoruz.
Oraya asker çıkartmak kuşkusuz önemli tepki uyandıracaktır ve tepkiler haklı da olacaktır. Kaddafi, uluslararası alanda daha çok destek bulacaktır ve Libya'daki savaş kangrene dönüşecektir. Orada da demokrasi istikametinde adımların atılması ve Kaddafi tipi diktatörlerin alaşağı edilmesi elbette desteklenmelidir -ama oralara asker gönderecek kadar işin içine girmek, Libya'nın iç işlerine müdahale anlamına gelir. Yarın öbürgün Kuzey-Afrikalı askerlerin Avrupa'ya asker çıkarması istenebilir mi? 
(Şimdi kulağa çok "imkansız" geliyor değil mi?!.. Olmaz olmaz demeyin!)
Böyle soruların genel yanıtı 'Hayır' olmak zorunda. Öyleyse sağa-sola asker göndermek konularında bu kadar rahat olmanın lüzumu yok demektir.
Galiba -benim gözüme ilişen- en dobra yorum, İtalyan La Repubblica gazetesinden...
Gazete, Avrupa'nın ortak bir dış politika kurmaktaki büyük başarısızlığına dikkat çektikten sonra, Libya'ya müdahalenin aslında insani falan olmayıp siyasi ve ekonomik bir müdahale olacağını söyleyip, askeri müdahaleye karşı çıkıyor (21 Nisan 2011).
Kaddafi'nin keskin nişancılarının dürbünlü tüfekler ve roketatarlarla "iş" başında olduğu Libya, daha şimdiden fena halde Yugoslavya'ya benzemeye başladı. Vanity Fair'in foto muhabiri Tim Hetherington ve Getty Images'dan Chris Hondros'un saklandıkları duvara bir havan mermisi düşüp ikisini de öldürdü. Hani şu, omuzda taşınabilen küçük havanlardan biri... İki ödüllü gazeteciyi öldürdüler. Çok üzücü bir durum. Ama tehlikeye rağmen oradan doğrudan haber yapmak çok önemli.

Vasatizmin sermayesi ve neoliberal medya toplumunda popülist elitizm



GİRİŞ

Konumuz esasen medya ve medya toplumu olunca, neoliberal toplumlardaki dikkat çekici gelişmelerin başında -Türkiye'de adına kısaca 'Yandaş Medya' denen medyatik olgu/gelişme geliyordu. Bunun ne demek olduğu bağlamda, Pierre Bourdieu'nün 'Sembolik Kapital' diye adlandırdığı yeni sanal kapital türlerini de incelemek gerekiyor dersek, listeyi kuşkusuz oldukça kısa tutmuş oluruz. 'Yandaş Medya' olayı, en tipik örneğini İtalya'da yaşayıp etkisini yitirdi. Neoliberal toplumların, aynı zamanda vasatın diktatörlüğü haline nasıl geldiğini, yeni "elitler"i nasıl ürettiği, bu elitlerin vasat özelliklerini ve bu vasatlığın şimdi daha iyi farkedilip değiştirilmeye çalışılması, bu yazının ilgi alanı olacak.

Neoliberal toplumların medya tarafından oluşturulan yeni elitlerini incelerken, vasatizmin neoliberal toplumlarda nasıl işlediği hakkında bir fikir sahibi olmak da mümkün. Yeni medya ve Medya toplumu 'Mediokrasi' (Mediokratie/mediocracy), neoliberalizmden devralındı. Ama günümüz postkapitalist döneminde, neoliberal medya toplumunun hızla değişerek yeni bir boyut kazandığını söyleyebiliriz. Neoliberal dönemin asıl önemli ekonomik özelliği olan 'Sanal Kapital'e ek olarak -benzeri karakterde- bir de 'Sosyal ve kültürel sanal kapital'den bahsetmek gerekiyor. Bourdieu'nün havada kalan 'Sembolik Kapital'ini bu şekilde yere indirmek mümkün olabilir. Medya toplumunun olaylara "seyirci" kalan tüketici bireyinin, postkapitalist dönemde seyirciliği bırakıp aktifleştiğini, sokağa indiğini görüyoruz. Apolitik neoliberal insanın, postkapitalist dönemde aktifleştiği de ayrı bir veri. Türkiye'de bu sıçrama, "Sustukça sıra sana gelecek" mantığının özellikle medyada yer bulması sonucu ortaya çıktı; gene bir medya olayı ve esasen vasatizme karşı bir isyan olduğunu belirtmeliyiz. Korku duvarının aşılması, sadece Arap ülkelerinde değil, Türkiye'de de yaşandı. Biz burada, Türkiye'de geniş kabul görmesi ve tartışılması nedeniyle 'Vasatizm'den de bahsetmek zorundayız (Serdar Turgut Habertürk'te bu konuda birkaç yazı yazdı. Gazete yazısı formatında olması nedeniyle fazla derinlere inmeyen bu yazılar, oldukça yararlıydılar. Ama Serdar Turgut ölçüsüz. Yazılarında -örnek verirken- mesela Ahmet Şık'ın kitabına "İmamın Ordusu" adını vermesini Ahmet Şık'ın "nefret söylemi"yle açıklamaya kalkmak gibi, inanılmaz derecede saçmalayabiliyor. Ayrıca Serdar Turgut'un 'Vasatizm' niyetine yanlış kullandığı 'mediocracy' teriminin 'vasatizm' anlamına gelmediğini de belirtmekte fayda var. Serdar Turgut bu terimi, Fabian Michael Tassano'nun bir kitabının başlığından alıyor. Ama bu terim esasen, 'Medya toplumu' anlamında kullanılıyor. 'Vasatizm' teriminin doğrusu: 'mediocrity/Mittelmäßigkeit' olmalı. Tessano blogunda, 'Ersatz culture' diye bir terim daha kullanıyor -ki bence çok daha ilginç bir terim).

Günümüzde vasatın diktatörlüğü sallanırken ve kalite talebi yükselirken, vasatizm konusunun kökeninde, neoliberalizm döneminde hakimiyetini ilan eden (ama postkapitalist dönemde çökme eğilimleri gösteren) yeni bir tür çoğunlukçu popülizmin yattığını unutmamak zorundayız. Neoliberalizmin temel özelliklerinden medyatik çoğunlukçu popülizm, en tipik örneğini Silvio Berlusconi italyasında yaşamıştı, şimdi krize girmiştir. Neoliberal dönemde kalitenin nasıl olup da bu ölçüde dip yaptığı ve vasatın makbul hale geldiği konusu, neoliberalizmin sosyo-ekonomisiyle ilgili bir durum...

NEOLİBERAL MEDYA TOPLUMUNDA ELİT 

Türkiye'de 1990'lı yıllarda yükselip 2000'li yıllarda zirvesine ulaşan ve 2008'deki sonundan itibaren hızla değişmeye başlayan 'Neoliberal Medya Toplumu'nun elitleri, esasen medya tarafından oluşturulmuş 'Ünlüler' idi. Bu özellik, kapitalizmin iyi/kötü işlediği bütün dünyada benzeri özellikler taşıdığından, yazının bundan sonrasında daha genelleyerek konuşacağız. Neoliberal toplumlarda gelişen 'Elit' anlayışı, medyanın oluşturduğu bir anlayıştı ve 'Yandaş medya' kurmak anlayışına da bu temel özellik yön vermişti. Çünkü toplum, bir seyirciler toplumuydu. Basında adeta -halk adına- çeşitli kesimlerin mücadele ettiği görüntüsü vardı. Halk bu olayı pasif bir şekilde basından/medyadan izlemekle yetiniyordu. Bu denklemde asıl gözönünde bulundurulan şeylerin, reyting ve tiraj olduğu düşünülecek olsa da, bu konunun da önemli ölçüde manipüle edildiği söylenebilir. İşte bu noktada, demokrasilerin 'Dördüncü Kuvvet'i olması gereken medyanın, kendi ticari çıkarlarını gözeterek doğrudan demokrasi oyununa karıştığı gözlendi. Türkiye'de (ve tabii İtalya'da) bu manzara oldukça kesindir. 1990'lı yıllarda bütün büyük "iş" gruplarının/holdinglerinin (ve tabii para odaklı "cemaatler"in) basın işine girdiğini hatırlayın... Basında olmak, iktidara etkide bulunmak demekti ve bu temel fikir, 2008'e kadar esasen belirleyiciydi -gücünü de pasifize olmuş seyirci toplumdan almaktaydı. 

Bu "gücün" kaynağı olan pasif toplum olgusunun, aynı zamanda 'Doğu Demokrasisi'ne "güç" veren anlayış olduğunu biliyoruz: "Cepler dolu olunca, özgürlükler pek de önemli değildir" anlayışı, başta Çin olmak üzere, İran'da hakim olan ve sonra Türkiye'de de giderek kurumlaşan 'Doğu Demokrasisi'nin ana fikriydi. Bilindiği gibi Neoliberal Kapitalizm, sosyalizmin çöküşü ertesinde dünyabıb tek ekonomik sistemi olarak ortaya çıkmıştı ve itiraz kültürünün temsilcisi sosyalizm yenilmişti. Bunun bir sonucu olarak, itirazı medyaya havale eden kısa bir refah dönemi yaşandı. Neoliberal dönem aslında çok kısa sürmüştür ve Yugoslavya savaşından Irak savaşına kadar, eski sosyalizm bölgesini "tımar etmek"le çok uğraşmıştır.

Bu pasif dönemin elitlerini, reyting/tiraj belirledi ve belli bir kalite üzerinden değerlendirilen 'Elit' anlayışı hızla tasfiye oldu. Neoliberal dönemin elitizmi tamamen medya ürünü olduğu için ve kaliteden çok tanınmışlık üzerine kurulu olduğu için, vasatizm, neoliberal dönemlerin temel "vasfı" haline gelmiştir. Burada, kapitalizmin nasıl bir kalite katli anlamına geldiğini ve bozuk insan malzemesini nasıl toplumun tepesine doğru yükselttiği mekaniğini saklı tutuyoruz elbette (Konu hakkında daha etraflıca bilgi için bkz.: "Daha Nereye Kadar" başlıklı kitabımın ilk yarısındaki makaleler). Neoliberal dönemin 'Elit' anlayışını anlamak, çözülen neoliberal devri daha iyi anlamak bakımından önemli. Medya mamulatı elitlerin olağanüstü birşeyler başarmaları gerekmiyordu, sadece medyada sık görünmeleri yeterli oluyordu -çünkü bu anlayışta esas olan kalite değil reyting/tiraj idi. Bunun için de kalite değil sansasyon esastı. Bu özellik, günümüzde kısmen aşınmakla birlikte devam ediyor. Sansasyon haala önemli. Yeni medya eliti hızla ekranları ve "gönülleri" fethederken, belli bir kalite ve yaratıcılık sonucu 'Elit' adını haketmiş eski elitlerin hızla gözden düştüğünü görmüştük. O aşamada, herkesten, pop-star olması beklendi. Deprem profesörlerinin bile popüler olmak zorunda kaldığı bir dönemdi. 'Elit' sayılmak için çok görünmek yeterliydi. İşte vasatizmin, yani orta zekanın ve ortalama aşağısı banalizmin, trivialliğin, aptallığın iktidarı, bu şartlar altında kurulabilmiştir. Medya toplumunun bu özelliğini gören bütün vasat neoliberal tüccar iktidarlar, 'Yandaş Basın' kurmak için ellerinden geleni yapmışlardır ve bu basın başta oldukça etkili de olabilmiştir. Fakat 2008 sonrasında bu durumun hızla değiştiğini görüyoruz -ki tekrarlayalım: İtalya örneği en tipik örnektir bu konuda da. 

SANAL KAPİTALİN SANAL KÜLTÜRÜ VE 'SEMBOLİK KAPİTAL' 

Lenin, son önemli kitabı 'Emperyalizm'de, finans kapitalden bahseder. Klasik Emperyalist Devrin -ki 1945'de sona ermiştir- özelliklerinden biridir finans kapital ve 1980'lerin ortasında başlayan (ve 2008'de sona eren) Neoliberal Devrin 'Bütüncül Emperyalizm'ine uygun bir hal almış, 'Sanal Kapital' haline gelmiştir. Sanal kapital, Nixon döneminde (Vietnam Savaşının en cıvcıvlı döneminde) kaldırılan altın endeksi ile birlikte tohumu atılmış bir fenomendir ve daha sonra sıklaşan tüm finans krizlerinin de başlangıcıdır. Neoliberal dönemde mikroelektronik devrimin verdiği ivmeyle kapital, sadece bilgisayar ekranlarında varolan sayılar kalabalığı haline gelmiştir ve bu garip durumun başka yansımaları olmuştur elbette. Bu yansımaların başında, başka sanallıkların ortaya çıkmasıdır. Mesela ne idüğü belirsiz medyatik 'Elit'ler, bunun bir yansımasıdır ve sanal kapital gibi sadece ilgi/teveccüh ürünü oluşuklardır! Bu konuyu daha dikkatli incelemek zorundayız, çünkü günümüzde geçerliğiliğini (değişerek) sürdüren 'Medya Toplumu'nda Facebook, Twitter & Co. gibi fenomenlerin etkisi burada gizlidir. Bugün medyada bile birçok "yazar", Facebook ve Twitter'le devrim/mevrim olmayacağını, asıl devrimin sosyo-ekonomik dayatmaların bir sonucu olduğunu iddia edebiliyor -sanki Facebook ve Twitter sosyo-ekonomiden bağımsızlığını ilan edip bayrak dikmiş gibi! Nasıl 'Sanal Kapital' diye birşey varsa, bir de 'Sanal Kültür' var, hatta bir de 'İlgi/teveccüh Borsası' gibi birşeyler var ve bu sayede birkaç yıl önce kurulmuş Facebook'un "değeri" milyar Dolarlarla ifade ediliyor! 

Neoliberalizmin tüketici fetişisti "demokrasi" anlayışı, özünde, "Müşteri velinimetimizdir" mantığıyla aynı olduğu için, müşterinin seçimi esastı ve onlar 'Elit'in kim olduğunu reyting/tiraj üzerinden "demokratik bir şekilde" belirliyordu, belirlediler de: İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar vd... İlk kez 'Elit' kavramının, kalite kavramından büyük ölçüde ayrılarak yeni bir kategori oluşturduğu görüldü. Bunun yeni olan bir tarafı da vardı. 'Elit' olmak, klasik kalite/eğitim/akıl/yaratıcılık gibi temel faktörlerden ayrılarak esasen sansasyon üzerinden halka açılıyordu ve medya bu anlayışı devam ettirerek kendine tekkullanımlık yeni 'Elitler' yaratmak/bulmak için pop-star arayışlarına kadar düşüyordu.

Sanal kapitalin sanal kültürünün belirleyicisi, ilgi/teveccüh idi. Bir türlü anlaşılamayan ve "nerden kazanıyorlar ki?!" diye sorulan yeni elektronik medyanın ve sosyal paylaşım ağlarının sırrı, ilgi/teveccüh'te yatıyor. Sanal Kapital, aslında olmayan birşey olduğundan ve tamamen 'Güven Endeksi' dediğimiz sanal bir inanca dayanarak nasıl yaşıyorsa... Sanal Kültür de, 'İlgi/teveccüh' dediğimiz sanal bir inanca dayanıyor ve bu faktörü artırdığı/yaygınlaştırdığı oranda değer kazanıyor. Bu faktörün kapitale tahvil edilmesi konusunda birşeyler söylediği için değinmeden geçemeyeceğimiz kişi ise Pierre Bourdieu (1930-2002). Daha 1979 yılında, Kültür hayatındaki ince farkları ve olayların paraya çevrilmesi konularını incelemeye başlayan Bourdieu, "İktidarın gizli mekanizmaları"nı kültür üzerinden anlatırken, 'Sembolik kapital' gibi altı oldukça boş ama ilginç bir kavram kullanıyor. Mesela Bourdieu'ye göre 'Sosyal kapital' diye birşey vardır ve bir topluma dahil olmakla edinilen imtiyazlar, bu 'Sosyal Kapital'e dahildirler. 'Kültürel Kapital' de buna benzer birşeydir (Bourdieu, bu "Kapital türü"nü üç ayrı kategoride ele alıyor). Ama Bourdieu'nün burada bizi ilgilendiren 'Sembolik Kapital'i, neoliberal elitleri incelemekte kısmen yardımcı olabilir. Yeni ve eski medyanın da yardımıyla kitlelerin dikkatini çekenlerin, medya toplumunda 'Maddi olmayan zenginlik' sahibi olduklarından yola çıkan Pierre Bourdieu, bu zenginliğin, ilişkiler (sosyal bileşen) ve ilgi/teveccüh (medyatik/kültürel bileşen) üzerinden büyüdüğünü ve geniş "müşteri topluluğu"na ulaşmak için trivialleştiğini/vasatlaştığını (tabii başka şekilde) anlatıyor. Buradaki 'Kültür' sadece avam değil, aynı zamanda -belli bir kültürel birikim olmadan da ulaşabilinen- bir tür popüler kültür olma özelliği taşıyor, yani belli bir kaliteye de erişebiliyor, ama bu, bütüne baktığımızda düşük bir genel kalite demek oluyor (Bkz.: Pierre Bourdieu, "Die verborgenen Mechanismen der Macht und Die Regeln der Kunst" 1992. Derlenmiş toplu makaleleri).  

Yeni medya da eskisi gibi informatif/bilgilendirici özelliklere sahip. Ama toplumlardan edinmek istediği ilgi/teveccüh karşılığında bedava hizmet sunuyor. Yani bu konudaki para alışverişi olayını aşmış oluyor. Tabii olay bu kadar basit değil, çünkü bunun da bir maddi karşılığı var ama doğrudan değil dolaylı bir karşılık bu. Bourdieu'nün 'Sembolik Kapital'i, neoliberal toplumlarda bazılarının sahip olduğu bu sosyal/medyatik ünlü olma potansiyeliyle ilgili bir durum olarak ortaya çıkıyor. Bourdieu'nün bu konularda hızını alamayıp 'Sembolik Güç/İktidar'dan bahsettiğini de biliyoruz. Tabii bu sanal konuların, artık eskisi gibi işlemediğini de unutmayalım. Burada bozulan, neoliberal toplumun özüdür, yani 'Sanal Kapital'dir. 2007'de başlayan finans krizi ve ardından 2008'de başlayan ekonomik kriz, bir bankalar krizi olarak şekillendi ve birçok 'Sanal' kaonuyu da değiştirdi. Bu değişikliklerin başında, aniden havaya uçabilen 'Sanal Değerler'den, kalıcı 'Sahici değerler'e dönüş gelmektedir ve yeniden kalite arayışı bu noktada devreye girerek vasatizm tarlasını tarumar etmiştir.  

NEOLİBERAL POPÜLİZMİN İFLASI

Bu kadar engin bir vasatizmin, sadece "müşteri memnuniyeti" üzerinden ve siyasi koruma/kollama desteğiyle bu kadar uzun süre yaşayabilmesi, Doğu demokrasisi'nin temel varsayımına dayanıyor demiştik: "Ekonomi iyi işliyorsa, özgürlükler geniş olmasa da olur." Sosyalizm sonrası sistemin merkez ülkelerinde (ve Türkiye gibi yerlerde yoğun özelleştirmeler sonucu) yaşanan kısa tüketici refahı dönemi, totalitarizme açık Doğu Demokrasilerinin popülerleşmesini sağlamıştı. Berlusconi'nin medya destekli tek adamcı popülizmi, "tüketicinin mal seçimi" anlayışını demokrasiyle özdeşleştirmeye kalkan ve Doğu Demokrasisiyle akraba bir anlayıştı. Türkiye'de AKP iktidarının uzunca bir süre "ileri demokrasi" sayılabilmesi de, dünyada yaygın bu neoliberal tüketici popülizmi sayesinde olabilmiştir. Şimdi bu popülizmin, önemli ölçüde terkedilmekte olduğunu, onun yerini insani değerlerin ve kalitenin almakta olduğunu görüyoruz. Bunun çok somut bir nedeni var: İnsanlar, sanal değerler ve onlara yaslanan değişkenlerin ne kadar boş ve tehlikeli olduklarını anladılar. Dünyanın en büyük bankaları birkaç gün içinde iflas ediverdi. Ve hepsinin de sayısal yalanlar söyledikleri, 'Güven Endeksi'yle işleyen neoliberal finans sisteminin ve onun ürettiği Vasatizmin, nasıl koca bir balondan ibaret olduğunu anladılar. Bu noktada, kalıcı ve sabit değerlerin, gerçek kalitenin önemi yeniden ortaya çıktı. Vasatizmin tehlikesi bir yana, yaratıcı/üretici olmadığı, sadece tüketici/kantitatif (çokluk üzerine kurulu) "çözümler" üretebildiği, kriz döneminin sahici kalite gerektiren yapısına uygun olmadığı da anlaşıldı. Vasatizmin sanal kapitali gibi, popülist elitizmine de güvenilmiyor. Herşeyden önce böyle vasat oluşukların, ancak az sorunlu refah dönemlerinin yansıması olabileceği ve insanları aptallaştırdığı, hayat kalitesini düşürdüğü anlaşıldı. Hayat kalitesini kaliteli betonla eş tutan bir anlayışın, postkapitalist çağda yaşamını sürdürmesi imkansızdır. Şimdi yaşanan, sermayesini tüketen neoliberal Vasatizmin, mümkün olduğunca kansız ve demokratik yöntemlerle aşılması olayıdır -hem siyasi alanda, hem de kültürel alanda. Bu mücadeleyi kimin kazanacağı da şimdiden belli olmuştur: Postkapitalist döneme özgü, sanal olMAyan değerler ve evrensel kalite.

Batılı liberal demokrasinin geleceğe yatkınlığı ve doğu demokrasisinin iflası hakkında

Arap ülkelerindeki tek adam diktatörlüklerine karşı ayaklanmaların talebi 'Demokrasi' oldu. Ve taleb edilen demokrasi, 'Batılı liberal demokrasi' idi. Bu noktada, yükselen Asya'nın şekilci 'Doğu Demokrasisi'nin tamamen bertaraf olduğunu gösteren işaretler ortaya çıktı. Sadece Çin'de değil, Küba'da bile telaşlı uygulamalar göze battı. 2008 yılında sona eren Neoliberal dönemin en dikkat çekici yanlarından biri, tipik Çin örneğinde görülen seçimci/seçkinci Doğu Demokrasisi'nin, ekonomi iyi ise pekala işlediği yanılsamasıydı. Neoliberal dönemin ardından başlayan ve benim 'Postkapitalist' dönem diye adlandırmayı sevdiğim dönemin neoliberal dönemden ilk siyasi farkı, İran'dan Çin ve Rusya'ya uzanan otokratik Doğu Demokrasisi anlayışının kesin yenilgiye uğraması ve insanların yükselen ekonomi adına özgürlüklerden taviz vermeyi reddetmeleri oldu. Bu trend, Türkiye'nin giderek otoriterleşen ve Doğu Demokrasisi özellikleri artan yalancı demokrasisinin de hızla sorgulanmasını beraberinde getirdi.

Aklı başında hangi matematikçi ve doğa bilimciyle konuşursanız, bugünün para/iş odaklı üretim/tüketim toplumlarının gelecekte sürdürülmesinin imkansızlığını anlatacaktır. Bu durum çok yönlü bilimsel bir veridir. Ve bu veriden devamla, geleceğe en yatkın siyasi sistemi ararken bugünden yola çıkmak kadar doğal birşey olamaz. İnsanların genel ruh hali hep geçmişi referans almak ve oradan geleceğe doğru siyasettir ve politikacıların sorumluluk üslenmesidir. Zaten katılımcı kararların alınıp çoğunluğun ittifakıyla hareket edebilmek de buna bağlıdır. Görüldüğü gübü buradan hemen demokrasinin temel prensiplerine geliyoruz. Öyle değil de "her haltın en iyisini bilen" bir tek adam herkes adına karar verse, daha iyi mi daha kötü mü olur. Şu anda Doğulu otoriter demokrasinin mi, yoksa Batılı liberal demokrasinin mi geleceğe daha yatkın olduğunu sormak -tüm klişelerin ve önyargıların ötesinde özel önem taşımaktadır. Bu satırların yazarının bu konuda -yazının tonundan da anlaşılacağı üzere- belli bir fikre sahip olmasına rağmen, konunun sorgulanması gerekiyor. Bu konuda yanıtlar aramak için yakın geçmişten ve bugünden yola çıkacaksak, liberal/neoliberal kapitalist yaşam biçiminden yola çıkacağız demektir ve hatta Türkiye açısından bunun anlamını sorgulayacağız demektir (çünkü Türkiye'yi bundan böyle genel resmin merkezinde bir yere koymaya alışmak ve bunun dünyaya karşı sorumluluğunu da taşımak gerekiyor). 

Daha önce, liberal dönemde demokrasiye alternatif bir "sosyalist düzen" varken, bir rekabet sözkonuyken, o şartlar altında bile, sistemlerin geleceğe yatkın olup olmadıkları, asla cidden tartışılmadı. Geleceğe yatkınlık, bugünün -Araplar tarafından da referans alınan- bazı yüksek evrensel kalitelerin, gelecekte hangi ölçüde sürdürülüp geliştirilebileceğiyle ilgili bir durum. Burada daha önce, demokrasinin kapitalizme özgü siyasi bir sistem olduğunu çok yazdık. Fakat post-kapitalist dönemde demokrasinin, kapitalizmin ötesine işaret eden ve yerel siyasi akımların ötesinde gelişen bazı özelliklerine dikat çekmek gerekiyor. Böyle global özelliklerin ortaya çıkmasında internet/iletişim üzerinden toplumların birbirine yaklaşmasının büyük payı olduğu yadsınamaz. Bu vesileyle demokrasinin geliştirdiği başka bir kalitenin globalleşmesi de söz konusu. Bu kalite, politikacılar üzerinde kontrol kurulması ile ilgilidir ve şaşılacak bir şeklilde toplumun/kamunun yararına işlemektedir. Mesela 2008 yılında neoliberal dönemin paradigmasını değiştiren ekonomik krizin, böyle bir kontrolün/şeffaflığın olmaması sonucu bu boyutlarda ortaya çıkabildiği bilinci de, yeni global demokrasi bilincini desteklemiştir.

Bugün giderek radikal bir şekilde desteklenen ve mücadelesi verilen Batılı liberal demokrasi anlayışı, neoliberal dönemin "Medeniyetler Savaşı" saçmalığını da yerlebir eden kültürlerötesi bir güç oluştmak eğiliminde. Neoliberal dönemin kimlikçi, farklılıklar üzerinden konuşan kamplaştırıcı etkisinin tersine, yeni demokrasi hareketi, ortak noktalar keşfeden bir dille konuşıyor. Nasıl olup da böyle bir noktaya geldiğini ve bunun geleceğe yetkın olup olmadığını düşünmek zorundayız. Sosyo-ekonomi dilinin, ekonomi odaklı kapitalist sistem için bir zorunluluk olduğunu yedi yıl boyunca söyledik. Sosyo-ekonomi dilinin, kapitalizmin konteksinde altı boş etnik/dini kimlikçiliği dağıtacak bir etki yapar demiştik. Tabii bu sadece sübjektif/öznel bir tesbit olmanın ötesinde -bozulan neoliberal kapitalizm için- bir zorunluluktu. Bugünkü aşamada, totaliterliğe meraklı Doğu Demokrasisi'nin, kamplaştırıcı düşmanlık diline daha çok ihtiyaç duyduğu, yani sistemin muhafazakar kesiminin (neoliberal sistemi aynen muhafaza etmekten yana olan kesimin) Doğu Demokrasisi tarafından temsil edilir hale geldiği çıkmıştı. Kapitalizmde asıl olanın para/kar meselesi olduğunu bildiğimiz kadar, bu sistemin insanı bireyleştirici özelliğini de biliyor olmamız gerekirdi ve Batı Demokrasisi, tam da buna, yani bireyleşmeye, bireyin haklarına ve özgürlüklerine önem veriyor olması, globalleşmenin yeni sonucu olarak demokratikleşmenin Batılı bir yön tutturması anlaşılır olmalıydı. Bu anlamda, İran, Türkiye, Çin, Rusya, Mısır, Tunus, Suriye gibi Doğu Demokrasileri veya Doğu Demokrasisi özentilerinin kaybedenler safında yer almaları kaçınılmaz oluyordu.


Buraya kadar, Batılı liberal demokrasinin Doğulu Demokrasileri -tıpkı sosyalizme yaptığı gibi- hezimete uğrattığını söyleyebiliriz -ama bunun ekonomiyle ilgili bir üstünlüğe işaret ettiğini söyleyemediğimiz gibi, geleceğe daha yatkın olduğunu da henüz söyleyemeyiz... Bunun ilk nedeni, geleceğin bilinmez birşey olmasıdır (ve demokrasinin tanımlarından biri de gelecekte iktidara kimin geleceğinin belirsiz olmasıdır -yakın gelecekte iktidara kimin geleceği şimdiden kesinse, orada demokrasi sorunlu demektir). Gelecek, hele 2012 dönüşüm dönemi için sahiden de belirsizdir diyebiliriz ve yoğun belirsizlik dönemlerinde askeri bir örgütlenmenin daha efektif/dinamik olabileceği gibi bir varsayım yaygındır. Hangi seçeneğin daha etkin olabileceğini henüz bilmiyoruz. Ama Batılı liberal demokrasinin Batıdaki ekonomik çöküş trendine rağmen yükselmesi, bize önemli bir umut ışığı olmaktadır -ki o da şudur: Demokrasinin bu türü, ekonomi/kapitalizm ötesi bazı kaliteler geliştirmektedir. Post-kapitalist çağ için tayin edici önemde bir durumdur...

Dünyada uğrunda mücadele edilen ve açıkca Doğu demokrasisinden üstün olduğu tescillenen Batılı liberal demokrasinin ekonomi ötesi kazanımları nelerdir?
Bunların başında, birey haklarını garanti altına alan -kapitalizmin en gelişmiş uç biçimiyle ilgili- özellikler geliyor, mesela 'İnsan hakları'nın tartışmasız kabulü (Biz ona -geleceğe bakarak- 'İnsan Haysiyeti' diyelim. Çok daha kapsamlı ve çok daha önemlidir), ortak karar alma kültürü, azınlıkları koruma kültürü, herkesin aynı göz hizasında konuşması (eşitlikçi) kültürü, hukukun üstünlüğü, kişilerin ve grupların sosyal güvencesi fikri, ve bütün bunlara dayanan bir global fikir alışverişi ve kooperasyon kültürü -ki galiba en önemlisi de bu. Batı tipi demokrasinin daha sağlam bir meşruiyet temeli kurduğu görünüyor. Bu sistemde insanlar kendilerini daha eşit bireyler olarak hissediyorlar ve bu histen yola çıkarak daha mobil/kararlı bir şekilde kararların alınmasına ve uygulanmasına aktif katılıyorlar. Bu açıdan bakıldığında Batı demokrasisi, daha geniş bir kesimin fikri/yaratıcı enerjisini daha efektif ve daha derin bir şekilde ortaya çıkarabiliyor. Bu konuda otokratik Doğu demokrasisinden -insani konularda- daha "verimli" işleyebiliyor. Geniş kitleler/halklar tarafından gönüllü olarak kabul gördüğünden, çok büyük çaplı sorunların global bazda ele alınıp çözülmesi konusunda, çok geniş kesimlerin gönüllü olarak mobilize edilmeleri konusunda, kuşkusuz daha üstün.

Tabii burada, 'demokrasi' denen sistemin kendinden memnun, mutlu/mesut mükemmellik attırmasına karşı çıkmak da şart. bu yazının konusu olmamakla birlikte, demokrasinin bir çok önemli sorunu var ve bu sorunlar, onu üreten ekonomik sistemin sorunları aynı zamanda. demokrasi mükemmel sistem değil. Ama geleceğe doğru bugünün verilerini esas alarak yola çıkılacaksa -insanların aklı ve ruh hali öyle işliyor- o zaman Batı demokrasisini ciddiye almak ve onu Türkiye'ye hakim kılmak, bir zorunluluk. Bugünkü kör/topal haliyle bile demokrasi, geleceğin sorunlarını ele almak bakımından, tek sesli totaliter demokrasi örneklerinden daha üstün görünüyor. Bu demokrasi formuyla geleceği kurabilir miyiz?! İşte o noktada emin olmak hiç mümkün değil. Şimdilik, siste görünür yere kadar baktığımızda, birbiriyle eşitlikçi ilişkiler kurması daha kolay görünen Batılı demokrasilerin, halkları daha iyi taşıyabileceğini söyleyebiliriz -ama askeri önlemlerle devam etmeyi gerektiren şartlarda da daha merkezi karar/hareket mekanizmalarını devreye sokabilecek legitimasyonları/meşruiyetleri kurmak koşuluyla. Bu ikisinin kombinasyonu, kuşkusuz en sağlam yöntem olacaktır. Ama nasıl olacak -işte bu, pratiğin içinde ortaya çıkacak gibi görünüyor. 

Avrupa basınında Arap devrimi yorumları

Konuyu basından izlerken, bazı noktalara dikkat çekmemiz gerekiyor. Kuzey Afrika ülkelerinden Suriye'ye kadar uzanan kuşakta yaşananlar ve oralardaki muhaliflerin sesleri, büyük bir ilgi ve dikkatle izleniyor. Türkiye'de de ilginin yoğun olduğunu ve konu hakkında haber/yorum sayısının oldukça yüksek olduğunu belirtmeliyiz.

14 Nisan günü Portekiz gazetesi Diario de Noticias'ın yorumu, Hüsnü Mübarek'in tutuklanmasına vurgu yaparak, benim daha önce kullandığım bir deyimi kullanıyor: "Kleptokrasi". Gazete, "Kamu malı hırsızlığının sistemleşmiş hali" anlamında kullandığı bu terimle, kleptokrasinin cezalandırılmayacağı düşüncesinin yıkılmış olmasının ne kadar önemli olduğunu yazıyor. "Mısır ve Tunus'daki barışçıl hareketlerin siyasi ve hukuki sonuçlarının olmaması, çok absürd olurdu" diyor.
Muhafazakar Çek gazetesi Lidové Noviny, çok daha sert bir yorumla, "Otokratların görevi ölmektir" diyor. "Nasıl Franco İspanya'da iktidarı devrettiyse, Şili'nin Pinochet'si zamanında ülkeyi terkettiyse, tıpkı İran Şahı'nın ve Tunuslu Bin Ali'nin yaptığı gibi. O doğru anı kaçıran derdine yanmalı. Şimdi Mübarek, o şanssız önderlerin örneği."
İtalya'nın Katolik gazetesi Avvenire, devrimlerden pek umutlu değil, bu işten otomatikman demolkrasi çıkmayacağını düşünüyor. (11 Nisan)
Birçok Avrupa gazetesi, Libya'dan İtalya'ya ulaşan, İtalyan makamlarının oturma izni verdiği binlerce göçmeni ve olası göç dalgasını tartışıyor. Avusturya gazetesi Salzburger Nachrichten, Avusturya-Bavyera sınırında göçmenlere karşı alınan önlemleri anlattıktan sonra, konu göç olunca Avrupa ülkeleri arasındaki dayanışmanın nasıl ortadan kalktığına dikkat çekiyor ve Avrupa'nın böyle sorunlara dayanışmacı çözümler üretmesini istiyor.
8 Nisan günü İsviçre'nin muhafazakar gazetesi Neue Zürcher Zeitung'da, Libya'ya askeri müdahalenin başarısız olma ihtimali üzerinde duran uzun bir yazı yayımlandı. Muhalefetin askeri zayıflıkları ve kötü lojistiği, kötü silahları ve tecrübesizliği, örneklerle anlatılıyor. Batılı gizli servislerin yardımlarının, sonucu muhaliflerin lehine çevirecek kadar tayin edici olamayacağı söyleniyor.
Göçmenler konusunu çok önemseyenlerden biri de Hollanda gazetesi Trouw. Bu konuda Avrupa'nın birlik halinde -AB olarak- işlemesi gerektiğini söyleyen gazete, Kuzey Afrika ülkeleri yönetimleriyle göç konusunda mutlaka birlikte çalışmak gerktiğini düşünüyor, ama Somali ve Eritre gibi otoritenin olmadığı (sistemin ve devletin çöktüğü) ülkelerden gelenlerin mutlaka AB tarafından sınırda karşılanıp Avrupa'ya sokulmamalarını istiyor.
Nisan'ın ilk günlerindeki yorumlar çok daha iyimserdi. Mesela Almanya'nın muhafazakar Die Welt gazetesi, "Anti-Kaddafi koalisyonu"nun Kaddafi'nin ateş gücünü önemli ölçüde bertaraf ettiği üzerinde duruyordu. Ama Kaddafi'nin ülkeyi çabucak terkedeceğini beklemiyor, "terketse iyi olur" diyordu. Naif yorumlar yayımlayan gazete, şimdi daha dikkatli.
Britanyalı muhafazakar The Daily Telegraph, Nisan'ın ilk günü Musa Kussa'nın Britanya'ya kaçması olayını değerlendirirken, onun gibilere karşı Britanya'da dava açılmamasını istiyor ve örnek olup diğer Kaddafi işbirlikçilerinin de Libya'dan kaçmasının desteklenmesinin doğru olacağını düşünüyor.
Britanya'nın liberal The Independent gazetesi de, Kaddafi muhaliflerinin silahlandırılmasını sorguluyor. Muhalefete silah verilmesi halinde kısa vadede, katliamların durdurulması için müdahale eden Batılı güçlerin tarafsızlık iddiasının havada kalacağını, uzun vadede Afganistan'a benzer bir durumun ortaya çıkabileceğini yazıyor.

Avrupa basınında konu hakkında oldukça açık ve cüretli yorumlar yer alıyor. Her konuyu oldukça açık bir şekilde tartışıyorlar ve mümkün olduğunca birinci elden bilgilere dayanıyorlar. Gelişmelerin istikmeti muğlak, ama genel trend, islamcılığın ve Ortadoğu tipi kleptokrat/yolsuz ve otokratik "önderler"in/rejimlerin aleyhine işliyor.

Kitabi hayatlar ve İstanbul'un en büyük sahtecisi Konstantinos Simonides

Kitap nedir?
Aslında ilk soru bu...
Bu yazının, kitap denen şeye bir övgü olacağını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! 
Bu diyarlarda, yazılı kitap kültürünün insandan neler götüreceğini ilk derinlemesine düşünen Sokrates olmalı. Onun talebesi Platon, hocasının fikirlerini bir diyalogda (Phaidros) şöyle ifade eder: 
"Çünkü yazının icadı, öğrenen ruhlara, hafızanın ihmali üzerinden, unutkanlığı aşılayacaktır. Yazıya güvenerek, sadece dışarıdan etkiyen harfler/işaretlere güvenecekler, içlerinden doğrudan birşey hatırlamayacaklar." (Detlef Bluhm "Von Autoren, Büchern und Piraten" Düsseldorf 2009)
Yazının, insanlara dışarıdan birşey dikte edebilme gücü ve unutkanlaşan insanların kendilerine değil, okuduklarına inanmaları tehlikesi, ikibinbeşyüz yıl önce ancak bakadar iyi ifade edilebilirdi her halde.
Bundan dörtbin beşyüz küsür yıl önce Mısır firavun mezarlarına konulan, belli bir konuda uzun metinler içeren ilk papirüs rulolara kitap diyoruz. Bu ilk kitapların ilk konusu, yolunu şaşırmadan ölüler diyarına gidebilmek için ölülere öğütlerdi. Sokrates, yazılı kültürün yaygınlaşmasını eleştirilirken, Mısır'da hemen her zengin mezerına böyle kitaplar konmaya başlanmıştı ve bu kitaplardan her biri, bir Mısır'lı rahibin yıllık kazancının yarısı kadar bir değere sahip olduğu bilindiğine göre, demek ki bu işin ticareti yapılmaktaydı...
"İtinayla ölüler kitabı yazılıp resimlenir, mezarınıza konur!"
Antik devrin Rumları gerçekten de ilginç bir millet... 
(Hristiyanlık öncesinin Rumlarına Grek veya Yunanlı demek daha doğru olsa da, biz 'Rum' demeyi tercih ediyoruz
Bu yörede bilinen ilk edebi yazılı eser Homeros'un İlyada ve Odisseia'sı. Yani ilk o zaman, "anonim" şiirler (nazım) anonim olmaktan çıkıp, bir yazarın eseri olarak kabul görüyor. İlk sahtecilik ve intihal olayı da o zaman yaşanıyor. Thestorides diye biri, Sakız adasına gelip, Homeros'un o muhteşem uzun şiirlerini "benim" diye sunuyor millete. Ünü iyice yayılıp Homeros'a kadar ulaşınca, Homeros Sakız adasına geliyor ama, bu tip, Homeros adaya gelmeden kirişi kırıyor. Demek ki başkasının fikri/sanatsal yaratısına saygı diye birşey de oluşmuş. Bu konulardaki anonim düşünce, "Sanat herkese aittir" düşüncesi Rum dostlarımız arasında ortadan kalkmış. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bir yana bırakmayıp, iki örnek verelim. Asya göçebe kültüründen kaynaklanan ve kaplumbağa kültünü esas alan 'Dönüşümler Kitabı' Yi Ching ve Lao Dzı tarafından yazıldığı iddia edilen 'Dao De Ching' kitapları, yüzyıllar içinde (belki de binyıllar içinde) sürekli yenilenip güncellenerek ve mükemmelleştirilerek günümüzdeki halini almışlardır.
Bir kitabı yazarsınız, bitirirsiniz. Basıldığı anda o kitap fix yani değişmezdir. Kitabın böyle bir konserve özelliği vardır. Ama Dao De Ching, sürekli yeniden ezberden okunmuştur ve ezberlerde ustalar, bazı yerleri değiştirmişlerdir. Sözlü edebiyatın/kültürün özelliğidir. Yaşayan, canlı bir edebiyat türüdür. Çinliler, Dao De Ching'i sürekli yenilerken, bunu yazıyla da desteklemişler.  Şimdi bu özelliği yeniden -internet çağında- yaşıyoruz. Bu blogdaki yazıları sonradan değiştirmek, yeniden değiştirmek, yeniden yazmak mümkün. Kitap çağının, sözlü kültürün avantajlarını yeniden kullanmaya başladığı yeni bir aşamaya doğru ilerlediğimizi söyleyebiliriz.
Şimdi kısaca Bergama'daki kütüphaneye uzanalım. Yıl M.Ö. 2200 gibi. Ve loş binaya giderken içinden geçtiğiniz kitap pazarı, Eminönü'ndeki Mısır Çarşısı gibi baharat kokuyor olmalı. Papirüs bozulmasın, haşerelerin gazabına uğramasın diye sedir ağacı yağıyla korunuyor -ve bir de safranı unutmayalım tabii. Uzun papürüs, silindir şeklinde düz bir dala sarılıyor. Papirüs'ün uç kısmı, (yani kitabın başı) parlatılıp boyanıyor ki çabuk tiftiklenmesin, yırtılmasın. Ve bu rulolar heryerde. Bergama o zaman öyle büyütmüş ki kütüphanecilik ve kitap ticareti işini, Mısır'ın sonunculardan ürkek firavunu, Anadolu'ya kitap ticaretini yasaklamış mesela!
İşte bugün bildiğimiz kitap formatını ilk o zamanlar Rumlar icad ediyorlar. Tabii önce perşömen kağıdını icad ediyorlar ve ciltli kitaplar ondan sonra görünmeye başlıyor. Bu arada papürüs devri M.S. Üçüncü yüzyıla kadar sürüyor. Ancak ondan sonra, esasen İncil'in bir kitap olarak (elle) yazılmasıyla, kitap formatı tutuyor. Yeni kitap formatına 'Codex' diyorlar. Bilinen en iyi korunmuş ilk 'Codex' örneği, 347 sayfalık 'Codex Sinaicitus' elbette bir İncil (Yeni Ahit) aynı zamanda.
Aydınlanma devri ile birlikte Avrupa'da önce bir Mısır, sonra da Eski Yunan furyası estiği malum. Eski Yunan'dan kalan herşeyin kolleksiyonerler tarafından anında satın alındığı, adeta yağmalandığı 19'uncu yüzyılın ikinci yarıları...
Konstantinos Simonides, 1821'de Datça'nın hemen karşısındaki Sömbeki (Simi) adasında doğuyor. 1837'de bir tanıdığının basınevinde çalışırken, bir manastırın yöneticisi konumundaki amcası Benedictos'un yanına gidiyor ve eski yazıtları ilk kez manstırda görüyor. Papirüs rulolar, eski Codex'ler, Mısır hiyeroglifleri ve daha birçok şey!
Simonides'in ilk sahtecilik denemesi, 1850 yılında...
Antik çağlardan kaldığını iddia etiği bir yazıtı, İon denizindeki bir adanın tasfirinin sahte olduğu ortaya çıkıyor. Simonides hemen İstanbul'a geliyor ve asıl "iş"ini burada icra etmeye başlıyor!
Simonides'in, Abdülmecit döneminde, bazı Büyükelçiler ve Paşaları ikna edip Hipodromda kazı yapmak iznini nasıl aldığı bilinmiyor. Zengin biri olmadığına göre, ikna kabiliyeti yüksek olmalı. 
1853'de Londra'da ortaya çıkıp hakiki ve sahte el yazmalarını İngilizlere satmaya çalışıyor. İki yıl sonra da Leipzig'de sahte Mısır yazıtları satmaya çalışıyor. Sahte oldukları anlaşılınca da kaçıyor. Şimdi sıkı durun...
Konstantinos Simonides'in sahte veya orijinalleri değiştirerek Avrupalılara sattığı "iş"lerinin sayısı binlerle ifade ediliyor. Almanya'nın büyük doğabilimcisi Alexander von Humboldt, bu "gizemli" adama saygı duyulması gerektiğini söylüyor. Evet, elimizde 1894 yılından kalma sadece bir tek resmi bulunan bu gizemli adamın azmi şaşırtıcıdır. Ve bu ne geniş kültürel, teknik bilgidir ki, eski Yunan çağının diliyle, Bizans döneminden olmadık eski kitaplar yazabilsin, çeşitli yazı tekniklerine -hem de sadece Rumca değil, eski Mısır ve diğer yerel dillerin yazılarına hakim olabilsin...
Simonides'in bir arkadaşı onun hakkında şunları söylemiştir: "Simonides, modern alışkanlıklar, gelenekler, diller hakkında çok kısıtlı bilgiye sahip. Ama iki-üç bin yıl önce dünyada yaşamış insanların kendi aralarındaki ilişki ve ifade biçimlerini çok iyi biliyor. Bugünün dünyası ve fikirleri konusunda bir çocuk kadar saf." (Bkz.: Rüdiger Schapper "Die Odyssee des Fälschers" Münih 2011)
Simonides bir noktadan sonra öylesine mükemmel oluyor ki, artık neyik gerçek neyin sahte olduğunu anlamak imkansızlaşıyor. Hem de bugünün teknolojisi için bile...
Adını bazı eski Yunan eserlerinden bildiğiniz, ama tüm eserleri kaybolmuş yazarları o yeniden keşfediyor. Oturuyor, onların adına -sanki onlar yazmış gibi- eski papirüslere kitaplar yazıyor. Avrupalılar ayağa kalkıyorlar ve hemen alıyorlar! Bir zaman sonra sahte olduğu ortaya çıkıyor belki -ama hepsi mi? Elbette Hayır. Simonides hayaleti, kolleksiyonerlerin korkulu rüyası olmayı sürdürüyor. Simonides sahteciliği, Eski Yunan heykelcikleri yapmaya kadar götürüyor. Ve bunlar güzel heykeller! Ancak iyi uzmanların sahte olduğunu anlayabileceği türden şeyler.
22 Şubat 2008'de Times Literary Supplement gazetesinde manşet: "Simonides yeniden vuruyor!" M.Ö. 100 yıllarında yazılan onbir ciltlik Efes Artemidor yazıtı'nın ele geçirilmiş sadece birkaç sayfası bulunuyor müzelerde. Artemidor hakkında bilgiler de ikinci elden şeyler. Strabo adlı bir gezgin, coğrafyacı Artemidor'dan uzun alıntılar yapıyor. Strabo'nun uzun anlatılarından büyülenenler, kitabın aslında Simonides tarafından yazıldığını anlayınca ne yapmışlardır acaba?!.. 
Bu eski papirüs, elden ele geçerek nihayet Torino'ya bir büyük bankanın mülküyetine geçer. Eski çağlar konusunda uzman Luciano Canfora, eski papürüs'ün üzerine sonradan yazılmış sahte bir yazıt olduğunu söyler. Ama ispatlaması hiç kolay olmaz. Kullanılan mürekkep, doğal yollardan ikibin yıl önce elde edilen mürekkeplerin terkibiyle aynıdır. Yazı stili, dönemin yazı stilidir. Ama içerik... İşte Simonides burada bazı hatalar yapmıştır. Bankayla papaz olan uzman, bu sahte eser hakkında beşyüz sayfalık bir de kitap yazar! Banka, elindeki 2.6 milyon Euro "değerindeki" eserin, orijinal olduğunu iddia ediyor.
Kitaba olan düşkünlük, kitaba şartsız inanç, belki şimdi iyi birşey sayılıyor, ama Sokrates'in 2500 yıl önce görüp gösterdiği gibi, hafızanın tükenişi ve "dışarıdan etkiyen harfler/işaretler"in insan üzerinde bir tür hegemonya kurma olasılığı ve "bazılarının okuyup okuyup bilgiç kesilmesi" tehlikesi, o zamandan bu zamana vahim boyutlara ulaşmış durumda.
Simonides'in bizzat kendisi, kitap kültürüyle geçilmiş en büyük dalgadır aynı zamanda... 
Simonides, bu yüzden önemlidir... 
Arkadaşına şöyle demiştir: "İnsanlar, içinde sadece ama sadece gerçeğin yazdığı kitaplar yayımlamak isteselerdi, Homeros ve Herodot'u da yayımlamazlardı, zira bilindiği üzere onların kitaplarında gerçek olmayan o kadar çok şey vardır ki."
Simonides giderek bir tür efsaneye dönüşmüştür. Bugün özellikle onun sahte eserlerinitoplayan kolleksiyonerler var. Çıkardığı "iş"in mükemmelliği tartışılmaz. Ama o aslında kimdi? İşte bunu bilen yok. Onun hakkındaki bilgiler oldukça kıt malesef.