Açık dimağlar ve bir 'Yeni Dönem' notu


Yerel seçimlerin üzerinden bir ay kadar bir zaman geçti ve aydınlık dönem kendini daha çok hissettirmeye başladı. İlk kuşkular yavaş yavaş dağılıyor, insanlar kendilerini daha rahat hissedebileceklerini, ama bunun baharda kış uykusuna yatmak anlamına gelmediğini anlıyorlar. Rahat olunmalı. Bu, herkes için geçerli bir duruma işaret ediyor. İlginç olan; yeni dönemin yeni fikirler ve yeni tartışmalar 'işaret fişeği'ni, -tüm kendine özgü kabalığına ve asli görevi olmamasına rağmen- Türk Ordusu'nun ateşlemesidir. Önce 14 Nisan konuşması, sonra 29 Nisan basın toplantısı, bu arada Harbiye'de yapılan 'Enerji' konferansı, Başbuğ'un -günümüz dünyasının en güçlü ikinci adamı sayılabilecek- James Jones ile saatlerce görüştüğünü açıklaması, Azerbaycan Genelkurmay Başkanı'yla, Amerikan Genelkurmay Başkanı'yla görüşmesi, Türk entelijansiyası üzerinde (olumlu anlamda) bir provokasyon etkisi uyandırmasını beklemek gerekir -ki zamanın kalitesi olumlu olduğundan, olumlu etki beklemek normaldir. (Bu arada Başbuğ'un bol miktarda eleştiri alması da normal tabii)

Şimdi kavga zamanı olmadığı, nezaket çerçevesi dahilinde herşeyin ama herşeyin konuşulabileceği bir atmosferin hüküm sürdüğü, PKK saldırısı veya diğer gündem değiştirme girişimlerinin burada pek başarılı olamayacakları görülüyor. Önemli olan, bazı şeyleri konuşmak için, mutlaka kışkırtılmak gerekmediğini artık anlamaktır. Bu rahat ortam sürecek gibi görünüyor ve bu rahatlığın, yaratıcılığı ateşlemesine izin vermek gerekiyor -tabii nesnellikten, evrensel hukuktan ve insani değerlerden asla uzaklaşmamak koşuluyla. Şimdi açık, detaylı analizlerin, gelecek planlarının yapılabileceği bir dönem. Başbuğ'un temsil etmeye çalıştığı genel/klasik 'devlet çizgisi'nin güncellenip, detaylandırılıp daha kendinden emin bir ruh haliyle öne çıkabileceği bir dönem olabilir. Şimdi asıl önemli olan, bu klasik çizgiden yola çıkıp, herkesi kapsayıcı bir yerden, YEPYENİ fikirlere açılmaya hazır bir anlayış geliştirmektir. Bunun kapısını,(Türkiye'de askere özgü bir üslupla!) Başbuğ açmış görünüyor. Abstraksiyon/soyutlama yönteminin daha rahat işleyebileceği, buna rağmen ayakların yere basmayı sürdürebileceği bir atmosferdir sözkonusu olan. En önemlisi, şimdi konulara iyimser/yapıcı yaklaşmak çok daha kolaydır. Ve bu atmosferi içselleştirmek, buraya sağlam bir kazık çakmak ve sinirlerin bozulmasına (duygusal tepkilere) izin vermeyen bir ruh halini sürdürmek, Türklerin kendi büyük geleceklerini yeniden düşünmeleri için önemli bir iklim oluşturabilir. Tabii önemli ilkeleri döne döne hatırlamakta fayda var: Ne kadar uçulursa uçulsun, ayakların hep yerde kalmasına, nesnel olmaya herzaman dikkat etmek. Evrensel hukuka ve insani değerlere her zaman bağlı kalmak ve insani/kutsal değerleri herzaman yüksekte tutmak. İhaleci/fenerci/gatagullici "Müslüman" muhafazakarların, dini kendi paracıl/siyasi amaçlarına alet edip alçaltmalarına izin vermemek. Nelerin ütopya kalıp nelerin gerçekleştirilebileceği, (ne zaman gerçekleştirilebileceği) gibi konuları bu ilkeler çerçevesinde gerçekçi/tarafsız bir şekilde değerlendirmeye çalışmak. İlker Başbuğ'un basın toplantısında söylediği -ve katıldığımız- bir noktaya burada işaret edelim: Türkiye büyük ve önemli bir ülkedir. Bunu, artık Türkler ve Türk basını da görmek, malum komplekslerini aşmak zorunda. Bu, Türkiye'nin dostları/müttefikleri ve dünya için de önemli. Nesnel olmak, evrensel değerleri içselleştirmek ve Türklerin bu temelde barışçı yükseliş çabasını, bütün dünya selamlayacaktır. (Bu aynı zamanda, kompleksleri aşmanın da yoludur) Söz konusu zaman kalitesi, bu yılın sonuna dek sürecek gibi görünüyor.

"Parasız yaşanmaz" efsanesi ve para hırsı hakkında


Parasız yaşanamayacağı efsanesi, geleceğe doğru atılacak birçok adımı ve klasik normların ötesinde düşünmeyi baştan önlüyor. Korkunç bir şizofreniden muzdarip dünya. Evet bir masa başında herşey konuşulur tartışılır, dünyalar kurulur yıkılır, ama dönüp dolaşılıp iş hesbı ödemeye gelince "gerçek hayat"a dönülmüş olur! Onca güzel lafın, gece geç vakitlerde ağızda buruk bir tad bırakmasının nedeni de budur: Para. Sanki tüm hayalleri öldürme ve can sıkıcı hayatı döndürme makinesidir. Günümüzün modern günlük yaşamında herşeyin/herişin parayla döndüğünü biliyoruz. Bildiğimiz başka bir şey de; işin merkezine para oturdu mu, bütün kutsal işlerin mundar olmasıdır. Para tarikati/cemaati, bunun en tipik sonuncu örneğidir. Peki bu garip karabasandan ilelebet kurtulmak mümkün mü?..

Oraya gelmeden önce, "Para olmadan olmaz" zikrini her sohbette tekrarlayıp duran ve paranın hakim olmadığı bir hayatı/dünyayı düşünemeyen -özellikle para manyağı "Müslüman" muhafazakar- ahir zaman beşerinin en büyük yanılgısından bahsedelim. Bugün kullandığımız para cinsinin tarih boyunca sanki hep böyle, bugünkü gibi kullanıldığını sanıyor. (Yani Osmanlı'da da millet iş arıyormuş, CV yazıyormuş, pet şişe su alırken para ödüyormuş, yol kenarındaki erikleri yemek için birilerine para veriyormuş vs.) Para'nın ne olup ne olmadığı konusunda zaten hiç düşünmemiş. İkinci büyük yanılgısı, parayı nötr bir şey, sadece mal/hizmet dolaşımına yarayan bir araç sayması. Günümüzde kullanılan para türü, sanıldığı gibi nötr bir araç değil, bir amaçtır. Ve bu durum, sistem açısından değerlendirildiğinde, sanıldığından çok daha yeni -en fazla üçyüz yıllık- bir fenomendir.

Sıradan bir tüketiciye göre para, satın almak istediği mal/meta için 'sadece gerekli bir araç' gibi görünüyor -yani burada asıl amaç sanki para değil de mal/meta imiş gibi görünüyor. Aynı işlemi, o mal/meta'yı satan açısından değerlendirirsek, amaç paradır -saadece paradır. Satışı yapan kişi, mümkün olduğunca çok satmak -çünkü çok para kazanmak- istiyor. Burada, satan kişinin ne sattığı da kesinlikle önemli değildir. Yeter ki sattığı şeyin para getirsin. 'Para kazanmak' düşüncesinin doğayı, insanın gerçek ihtiyaçlarını, çevreyi vd. gözetmek/korumak diye bir derdi yoktur. Kısacası -bu denklemde- paranın nasıl kazanıldığının son tahlilde pek bir önemi yoktur. Öyle olmasa, mesela genleri değiştirlmiş tahıl diye birşeyi düşünmenin bile insan türüne ve doğaya ihanet olduğu bilinirdi. Bilinmemekte, böyle şeyler -para adına- görmezden gelinmektedir. Buradan, paranın akılcı/makul birşey olMAdığı, hayatı/atmosferi/çevreyi rahatlıkla yakabilecek tıynette olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Yapılan şeylerin ("hizmet!", yatırım, kaldırım vs.) ihtiyaçtan çok para kazanmakla ilgili olduğunu, dünyanın naylon mala/hizmete, asfalt/betona kesmesinin baş nedeninin de bu "para kazanmak hırsı" denen ruh-bozulması olduğunu anlıyoruz. Küresel ısınmadan insanın bozulmasına kadar, dejenerasyonun/kirlenmenin asıl sorumlusu, paradır. Para ve hırs denen şeyi ayrı ayrı değerlendirip, bu ikisinin bir araya gelmemesi halinde paranın temiz/pak/iyi birşey olduğunu söyleyemeyeceğiz. Günümüzde bütün dünyada kullanılan para türü, hırs denen şeyi bizzat doğurmaktadır. O nedenle bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir.

Başka bir yanılsamaya geçelim. Söylenen şey aynen şu: "Krize neden olan, bazı bankerlerin para hırsıdır. Bu kadar para hırsı olmasaydı kriz de olmazdı." Kafadan yanlış. Burada, bankerlerin sanki esrar gibi, eroin gibi bir kötü bir alışkanlıkları varmış, bundan kurtulurlarsa herşey güllük gülistanlık olacakmış gibi bir hava estiriliyor. Alakası yok. Bu hırs, kullanılan para türünün doğasında var. Yaşanan kriz de, -bankerler namuslu da namussuz da olsalar- yaşanacaktı. Namuslu (?!) olsalardı belki bir-iki ay gecikirdi o kadar.

Sözkonusu para türüne göre, doğa da, atmosfer de, açlık da, savaş da, sanaldır! Yani: Açlığın, krizin, küresel ısınmanın vs. parayı ilgilendiren tek yanı, "
kâr mı ettirir zarar mı" hesabıdır. Sonuçta -paranın artışı veya eksilişini gösteren- bir sayıdır. Ruhsuz, abstrakt, soğuk bir sayı... Bütün bu özelliklerinden yola çıkarak Marx bu paraya 'para' demek yerine 'Kapital' demeyi tercih etmiştir. Yani bugün kullandığımız para türü ölçüsüz/vicdansız bir şeydir. "Kârını biraz kıssa, ortalık düzelir" diyoruz, bunu istiyoruz... Şöyle düşünür: "Kârım yüzde yetmiş, yüzde yüz olabilecekse, neden yüzde yirmi olsun ki?" Kapitalin mantığı budur ve bu mantık, başkalarına/doğaya/hayata yararı/zararı düşünmez, sadece parayı artırmayı düşünür. Kısacası: Kapitalizmde doğaya/insana/hayata duyarlı, saygılı, vicdanlı vs. olmak, özel bir çaba gerektirir ve kapitalizmin doğasına aykırıdır. Bankaya para yatırırken de kimse sistemin bütününü, paranın dünyaya yararlı olup olmayacağını falan düşünmez, kendi faizini/kârını/getirisini düşünür -insanlar kötü olduğundan değil, bu para türü böyle işlediğinden. Bankada paranın çalıştığı, işe yaradığı ve böylece çoğaldığı düşünülür -ki o da 'genel doğru' değildir. Esas olan, kullandığımız para türünün durduk yerde, sırf para olduğu için para kazanmasıdır. Bu nedenle dünyadaki para miktarı ile, o paranın satın alabileceği değerler arasında uçurum bulunmaktadır. Bugünkü para miktarıyla birkaç tane dünya satın alınabilir. Yani -teorik olarak, bu paranın mantığına göre- para boşansa, sadece semerini değil, Venüs'ü, Ay'ı, Merküt'ü falan da yiyebilir! O halde bu paranın "dünya dışı", "dünyaya aykırı" bir tür olduğunu söyleyebiliriz. Kulaklara şimdi Science Fiction (bilim kurgu) gibi de gelse, bugünün 'Hırs motoru' sözkonusu para türünün, çok uzak olmayan bir zamanda, mutlaka terkedilmesi şarttır. Yoksa bu, insanlığın ve dünyadaki hayatın sonu bile olabilir. Durum hiç abartmadan aynen böyledir.

Diğer bir yanılsama, uygar bir hayat tarzı için mutlaka para gerektiği, iş bölümünün de parasız yapılamayacağıdır. İş bölümü pekala parasız da örgütlenebilir, kapitalizme has olduğu öne sürülen çeşitlilik de yitip gitmez. Bunun en kesin kanıtı, büyük kapitalist işletmelerin bizzat kendileridir. Firmaların kendi içinde yapılan işlemler sırasında hiçbir para trafiği olmamakta, herşey de tıkır tıkır işlemektedir.

Yanılsamalardan bir başkası, para olmaksızın kimsenin pis işleri yapmayacağı... Bu konunun iyi bir örgütlemeyle aşılması mümkün. Ayrıca burada devreye "motivasyon" konusu da giriyor -ki, dünya sadece parayla dönmüyor! Bu yanılsamanın böyle pis bir yanı var. Yani para olmadı mı dünyanın pislikten geçilmeyeceğini, herşeyin iptidai bir hale geleceğini empoze ediyor -ki gerçek tam tersidir... Dünya bugünün parasından temizlendikten sonra, ancak o zaman sahiden parıldayabilir, dünya da Gökyüzü de ışıldayabilir.

Para, zorunluluk olmaktan çok bir alışkanlıktır. Bu alışkanlığın -sosyalizmde olduğu gibi- sadece devlet örgütlenmeleriyle/kurumlarıyla yukarıdan aşağıya aşılması mümkün değildir (zaten aşılamamıştır da). Farklı bir kapitalizm cinsinden başka birşey olmayan Sosyalizmi ve zihniyetini de aşmak gerekiyor. Ve parasız işleyen yeni üretim/hizmet/dağıtım ağları kurmak (veya eski ilişkileri/ağları bu istikamette dönüştürmek) gerekebilecektir. Bu işlemin devlet tarafından (kısmen de olsa) kontrol edilmekle birlikte, özel inisiyatife bırakılması en doğrusu olacaktır. Şimdinin özel firmalarının kendilerini dönüştürmekte zorlanmamaları ve dinamizmlerini geleceğe doğru başka bir boyutta sürdürebilmeleri, ancak bu sayede mümkün olabilir. (Tabii bu noktada, yeni enerji biçimleri ile devreye girecek üretim/tüketim/yönetim biçimleri ve onların felsefesini hesaba katmadan olmaz)

Asker konuşmasının referansları hakkında

1.
O
rgeneral Başbuğ'un konuşması Türk basınının çok ilgisini çekti. Ama konuşmanın ayrıntılı analizini yapan olmadı. Bunun nedenleri galiba iki önemli noktada gizli. Birincisi, tam ortalık durulmuş, yerel seçimeler sonrası iyimser atmosfer herkesi sarmışken, açılacak bir 'asker' tartışmasının -yılan hikayesine dönmüş- malum eski konuları yeniden ateşleme ihtimali. İkincisi, ortada galiba bir de "konsantrasyon" probleminin bulunması!.. Gazete yazarları sadece dinlemekle yetiniyor, dinlerken de -etraflarındaki gazetecilerin giyim kuşamına bakmaktan- konuşmaya, not almaya yoğunlaşamıyor olmalılar. Dinleyemedikleri, kaçırdıkları konuşmaları sonradan okumuyor da olabilirler. Yazıp yazmamayı düşünürken konu, gündemin değişivermesine kurban gitmiş de olabilirler. Konu hakkında yazılar çıktı elbette. Bunlar arasından, ciddi olma iddiasında olduğundan, anmadan geçemeyeceğimiz bir yazı var. Konuşmanın analizini yaptığını iddia aden Atilla Yayla'nın Zaman gazetesinde çıkan yazısını, -Yayla'nın Başbuğ'un konuşmasını değerlendirdiği kriterlere göre değerlendirecek olursak- "Çoğu çoktan tedavülden kalkmış, artık hiçbir ciddi fikir adamının önemsemediği görüşler"den oluşan bir yazı olduğını söylemeliyiz. Bu çok normal. Kendine liberal diyen aydınlardan, sistem krizinin yaşandığı günümüzde "tutarlı, sistematik bir teori beklemeye hakkımız yok." (Yazı, "Asker konuşmaz" cinsinden, sadece -olağan durumlarda ve iyi işleyen kapitalist ülkelerde- geçerli genel/optimal doğruları içeriyor) Başbuğ'un yazısının eleştirilecek yanları, Yayla'nın yazısındakilerden daha az değil. Ama burada, eleştirilecek yanlarını mümkün olduğunca es geçeceğiz -nedeni çok açık. Eleştirilebilecek konular, esasen, Türkiye'nin iyi işlemeyen -Modern kapitalist/demokrat bir ülke olmasından kaynaklanan- ve ülkenin kendini revize etme zorunluluğu ile ilgili konulardır. Bu yazının konusu değildirler. Ayrıca eleştirilebilecek birçok konu da bir konjonktür meselesidir, yani dünyadaki gelişmelerle eş zamanlı olarak aşılabilir. Bu yazının konusu, Org. Başbuğ'un konuşmasının referans kişileri.

Türkiye, demokrasisi iyi işlemeyen (çünkü kapitalizmi iyi işlemiyor) modern kapitalist bir cumhuriyettir, Türk ordusu da buna uygun olarak örgütlenmiş modern endüstriyel bir ordudur. Ordu elbette -benzeri her modern ordu gibi- rejimi (ve rejimin önümüzdeki dönemde değişmesi gerekebilecek absürd yanlarını da) korumaktadır. Ama burada önemli olan, Türk ordusunun, (modern değerler fundamentalizmi açısından bakıldığında) -mesela- liberal aydınlardan çok daha az dogmatik, çok daha pratik, güncel koşullara daha nesnel yaklaşabilen bir kurum olmasıdır ve radikal değişimlere ayak uydurmak bakımından, müttefikleriyle akılcı/yapıcı koordinasyonlar kurmak bakımından, oldukça pratik/pragmatik bir duruşu temsil etmesidir. Birçok konuda -mesela fundamental sistem krizine karşı- benzeri ordulardan daha az konvansiyonel (unkonventionell/unconventional) bir yaklaşım sergileyebilir. Bunu sayıca kalabalıklığına, ülkenin tamamında yaygın örgütlenmesine, ülkedeki saygınlığına, Türklerin askerliğe yatkınlığına ve ülkedeki siyasi ağırlığına dayanarak yapabilir. (Bu nedenle orduyu klasik klişeler bazında "hemen susup otursun" diye paylamak, ucuzluk oluyor) Konuşma metninde eleştirilebilecek konuların bir kısmı da, zaman içinde söylem olarak kalıp, içerik olarak değişebilecek konulardır. Konuşmadaki yapıcı/samimi üslup, hukuki çerçeve içinde kalmaya vurgu yapması olumludur (ve yapıcı bir eleştiriyi gerekli kılmaktadır).


Atilla Yayla'nın söylediği gibi, aslında böyle konular askerin işini bitirmeyen konulardır ve hiçbir demokratik ülkede olmaz; olsa da çok daha düşük seviyede/teknik bazda olur ve basın da ona bu kadar itibar etmez. Doğru. Bu genel doğruların yanlışlığı şurada: Yayla'nın yanılgılarının başında, (Başbuğ'un da konuşmasında değindiği ve bu Blog'da çok önce yazıldığı gibi) ideal bir demokrasi prototipinin bulunmaması geliyor. Dünyada, "ideal demokrasi budur" diye sunulabilecek evrensel bir tanım yoktur. Dünyada ülkelerin mutabık olduğu bir 'demokrasi' modeli de yoktur. O nedenle, sistemin Avrupa veya Amerika'daki birkaç örneğine bakarak (ama mesela Japon demokrasisine hiç bakmayarak) "demokratik ülkelerde şöyle, bizde böyle" söylemi ve bu yöntemle zeytinyağı gibi hep üste çıkılabileceği hurafesi, 20'inci yüzyılda kalmıştır ve bir liberal güzellemesidir. Elbette Avrupa'daki demokrasilere, yani onların birzamanki ideal hallerine özenmek iyidir, ama onlarla çelişmeden, onlarla dost olmayı sürdürerek, daha özgün olmak pekala mümkündür. Şimdi o örnek ülkelerde demokrasiden değil, giderek bir 'postdemokrasi'den bahsediliyor ve bunun ne olduğu hakkında da küçümsenmeyecek miktarda malzeme (bilimsel araştırma vs.) mevcut. (Colin Crouch'un ünlü "Postdemocracy" 2004 kitabı bunların en çok tartışılanı) Askerlerin zırt-pırt konuşması istenmeyen birşey, ama mesela 'Düşünsel anlamda devletin çerçevesini çizen', bunu sürekli güncelleyen ve birdaha tartışılmayacak kurallar haline getiren nesnel kurumlar/politikacılar ve aydınlar yoksa, bu konunun boşluk kaldırmayacağını da anlamak lazım. Birisi o işi üslenir... (Asker de bu kadar yapabiliyor -ki bu konuşmayla, eskiye nazaran çok daha iyi yapabildiğini göstermiştir)

Türkiye'de asıl sorun, sahici/tarafsız anlamda nesnel düşünen kadroların azlığı ve bunların iktidarlardan/bürokrasiden vs. uzak kalmalarıdır (uzak tutulmalarıdır). Son 60 yıla damgasını vuran ihaleci "Müslüman" muhafazakarlar, kendilerinden daha akıllı ve özgür düşünebilen herkese bir kulp takıp yöneticilikten uzak tutmuşlardır. Sonuç, Türkiye'nin ikinci sınıf bir ülke olması olmuştur. Amca/dayı/parti/ihale yandaşlığını kural haline getirmiş 60 yıllık "Müslüman" muhafazakar iktidarlar döneminin Türkiye'si bu kadar oluyor! -O kesimlere "katıksız demokrat" muamelesi yapan demode liberallerin ciddiye alınmaları artık mümkün değil.

Türkiye'de, Türkiye'nin kendine özgü bir demokrasisinin olabileceği ve bu özgün demokrasinin mutlaka falanca ülkelerin demokrasisiyle aynı olmak zorunda olmadığının... fikri bile yaşayamamıştır (Japonya'da ise yaşamış, hatta siyasi hayata hakim olmuştur). Böyle her önemli işi orduya yüklemeya alışmış politikacılar, ihalelerden başlarını kaldırıp sahici politika yapamamışlar! (Bakın, 'Politika'nın kesin, herkesçe kabul edilen bir tanımı vardır ama). Buna bir de, İmam Hatip mezunlarından oluşan bir bürokrasi/elit kurmaya kalkan neoliberal "Müslüman" muhafazakarların cahil cesaretini de ekleyince -ki günümüzün kriz koşullarında neredeyse, bakkallara atom reaktörü işlettirmek gibi bir şeydir- ortaya ikinci sınıf bir ülke çıkmıştır.

Her devletin, bazıları kulağa saçma da gelse -ki modern devlet zaten birçok konuda oldukça saçma bir düzenektir- belli temel düsturları vardır ve o konularda ülkenin aydınları sessiz bir mutabakat içindedir. "Örnek demokrasiler"de, o temel/hassas konularda tartışma olmaz. Olursa da bunu sadece radikaller yapar. Tartışma olmamasının temel garantisi de, o ülkelerde iyi işleyen kapitalizmdir (ve dolayısıyla onun siyasi ifadesi olan 'demokrasi'dir). Türkiye'de ordunun talihsizliği; 60 yıldır, seviyesi yerlerde sürünen, nesnel olmayan/olamayan ve daha çok kendini/yandaşlarını zengin etmeye çalışan bir politika esnafıyla muhatap olmak zorunda kalmasıdır, ülkenin kötü yönetilmesidir ve (bu nedenlerin kısmi etkisiyle) kapitalizmin iyi işlememesidir. Cumhuriyetin Menderes öncesi döneminde, politikacı kalitesinin daha yüksek olduğunu ve bunun Menderesten sonra hızla bozulduğunu biliyoruz. Burada orduyu yükseltip politikacıları alçaltmış olmuyoruz. Ordu, daha pratik/nesnel olmak, dünyadaki gelişmelerle paralelliğe sahip olmak zorunda olduğundan, "müteahhitler"den daha akıllı olabilmiştir (yoksa ne NATO'nun ikinci önemli gücü olabilir, ne de Anadolu'yu hakkınca koruyabilirdi). Bu zorunluluk sonucu -günümüzün kriz şartlarında- ordunun birçok konuda politika esnafından daha uyanık olduğunu (en azından daha uyanık göründüğünü) söyleyebiliriz.
Şimdi Başbuğ'un konuşmasındaki atıflarına göz atalım.

2.

Max Weber'e değinmeye gerek yok, ama Samuel Huntington ve Eliot Cohen, aşırı tipik neo-liberal teorisyenler. Atıf yapılan kitaplar elbette askeri konularla ilgili ama değineceğimiz diğer atıf kitaplarla birlikte değerlendirildiğinde, oldukça "Popüler" kitaplar oldukları söylenebilir. Burada dikkat çeken konu, metni hazırlayan(lar)ın, eleştirel olmayan güncel statükocu anlayışın taşıyıcılarının kitaplarından yararlanmış olduğu görüntüsüdür. Diğer görüntü, Amerikan ordusu etrafında dolaşan, onu baz alan kitapların/popülerfikirlerin (sadece onların) kullanılmasıdır. (Günümüzde, büyük kitapçıları değil, küçük, kıyıda köşede kalmış görünen, ama belli konularda uzmanlaşmış kitapçıları tercih etmek daha yararlı oluyor!)

Konuşmada Cohen'in, "sivil ve asker ilişkilerini, eşit olmayanlar arasındaki bir diyalog" olarak değerlendirdiği atıfında bulunuluyor. Bunu söyleyecek Cohen'den başka bilim adamları da mevcutken... Cohen (asıl adı Robert O. Osgood), Johns Hopkins üniversitesi bünyesindeki bir stratejik araştırmalar biriminin direktörü. Mart 2007'den beri Bush hükümetinin danışmanlarından. "Project for the New American Century" üyesi! Kendisi, en etkili neo-liberallerden birincisi sayılıyor. Irak ve İran'a karşı savaş açılması düşüncesini ilk dile getiren zat. 2001'de ABD'nin "Terörizme karşı savaşı"nı da "Dördüncü Dünya Savaşı" ilan etmişti (Üçüncüsü de 'Soğuk Savaş'mış). Galiba ondan daha 'tarafsız' ve daha iyi, daha yeni şeyler söyleyen bilim adamları bulmak mümkün.

Samuel Huntington'ın kimliği herkesin malumu. Konuşmada, "sivil otoriteye en sağlıklı ve en etkin kontrolü sağlayan norm 'objektif kontrol'" olduğunu söyleyen sözüne atıfında bulunuluyor. Diğer atıflar ve sözkonusu kitabı ("The Soldier and State" 2001), işleyen kapitalist sisteme göre yazılmış metinler. Kapitalizmin artık eskisi gibi işlemediğini mutlaka hesaba katmak gerekiyor. Bu faktör, şimdiye kadar yazılmış bir çok kitabı geçersiz kılacak kadar büyük/önemli bir faktördür -bunu kabul etmeye henüz hazır olunmasa da. (Pratik/nesnel düşünen bir ordunun, bu gerçeği, "sol hezeyan" önyargılarının ötesinde değerlendirmesi gerekir)

Huntington'a atıfta bulunularak üzerinde durulan Anayasa'nın 117'inci maddesinden (Genel Kurmay Başkanı'nın görev tanımı vs.) yola çıkarak Genel Kurmay Başkanı'nın "sivil-asker ilişkilerini yürütmesi politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir" sözü, siyasete karışmanın kılıfı/mahzuru gibi duruyor. Evet askerin rolü bütün dünyada önem kazanacaktır, ama hele neoliberallere bakarak bu konular konuşulursa, asker çok yere karışabilir! -ama mümkün olduğunca karışmamalıdır. Neoliberalizmin ne kadar savaş manyağı olduğunu, dünyayı nasıl güvensiz bir yer haline getirdiğini biliyoruz. Bu, temel bir ilke olarak hep gözönünde bulundurulmak zorunda. Burada, Amerikalılara (hem de neo-liberallere!) bakıp, bundan Türkiye'ye pay çıkartmak yöntemi yerine, çok daha dürüst/samimi bir yol seçilebilir ve mesela, Türkler için ordunun anlamı özgün bir şekilde tanımlanabilir. Ve bu tanım, zırt-pırt darbe yapabilen zihniyeti kıysıya eleştiren, ama buna rağmen ordunun Türkler için önemini yükselten bir tanım olabilir.

Başbuğ'un konuşmasında 'ideal durum'lardan bahsetmesi, demokrası, sosyal devlet vs. konusunda o ideal durumlara özenen yaklaşımı, elbette çok olumludur ve Obama'nın milli güvenlik danışmanı James Jones'e atıfta bulunması da olumludur. Jones çok ilginç biri. NATO'nun eski Avrupa komutanı (2003-2006). Başbuğ'un konuşmasında atıfta bulunduğu 8 Şubat 2009 tarihli Münih konuşmasında Jones, MGK'ların önemine değinmiştir. Galiba en önemli katkısı, aynı konuşmasında, NATO'nun bir savunma ittifakından, bir güvenlik ittifakına dönüştürülmesi ve proaktif olmasını önermesi olmuştur. Jones, NATO ordularının belli üslere çakılıp kalmak (stationär/stationary) yerine, hareketli operasyonel (expeditionell/expeditionary) olması gerektiği üzerinde durmuştur. (Kuşkusuz, neoliberallerin yaklaşımından daha yeni, daha doğrudur ve gelişmelerin istikametine uygundur) Jones son derece önemli biri ve dünya basınında, hakkında yapılan yorumlara bakılacak olursa, "bütün iplerin kendi bürosunda toplanmasına çalışıyor". Bu ipler şunlar: "Askeri güvenlik, dünya politikası, enerji politikası, gizli servis çalışmaları, Diplomasi, Kültür vs." Yani kısaca biraz fazla iyi biri!.. Herşeyi kontrol etmeye kalkmak her zaman itici olmuştur (zaten -bu saatten sonra- mümkün de değildir). Amaçlanması bile can sıkıcı. (Bunu not düşmek gerek)

Son olarak, bir atıfa dikkat çekerek bitirelim... Sammy Smootha ve Theodor Hanf. Türkiye'de PKK ile yapılan düşük yoğunluklu savaşın etnik bir temelinin olmadığından bahsedilirken alıntılanmışlar. Konuşmanın en önemli kısımlarından biri. Konuşmadaki ve atıfdaki tesbite temelde katılmamak mümkün değil, ama konunun açıklaması, galiba
konuşmadakinden daha karmaşık. Daha karmaşık bir durumla karşı karşıyayız ve o konuşmanın o bölümündeki klişeler de biraz aşılmış gibi. İsrailli sosyolog Smootha, etnik çoğulculuk ve o atmosferde demokrasi konusunda uzman. Araplarla İsraillilerin birarada yaşaması konusunu araştırmış biri. Avusturyalı Hanf da 2006'da Lübnan'daki farklı dinlerin birarada yaşamasını araştırmış. Yerinde iki isim.

Ordular, önümüzdeki dönemde çok daha önem kazanıp, uluslararası politikada çok daha önemli yer tutacaklarından, konuşmaları da çok yerinde. "Ordular konuşmaz." Evet bu kural, ideal durumu ifade ediyor, doğru, ama ideal bir zaman diliminde yaşamıyoruz. Ayrıca, başka konuşan yoksa -ki Türkiye'de pek yok- beli bir nesnel çerçeve dahilinde, emreder tonda olmamak koşuluyla, asker de konuşmalıdır. En ideali/doğrusu, bu söylediklerini basına değil hükümete/hükümetlere anlatmasıdır (-tabii bunun için de; asfalt/beton/ihale işleri dışındaki konularda da fikir geliştirebilen, kendine müslüman kriterler yerine evrensel kriterlerle hareket eden, nesnel ve özgür düşünebilen, bir hafta sonrasını değil on yıl sonrasını hesaba katabilen, kompetan iktidarlara/politikacılara ihtiyaç var!)