Endüstrileşme ve milliyetçilik hakkında

(Milliyetçilik yazıları 5)
Endüstrileşme öncesinde toplumların kapitalistleşmesi, henüz belli bir kültürel homojenleşmeyi zorunlu kılmadığından, milliyetçilikler de halkların içine kadar nüfuz etmemişti, milliyetçilik henüz bir zorunluk değildi. Klasik anlamda milliyetçilik, endüstrileşme (endüstriyel kapitalizm) ile ilgili bir konudur ve en yıkıcı/katliamcı etkisini de endüstrileşme çağı başladıktan sonra göstermiştir.

Milliyetçiliği zorunlu kılan gelişmelerin başında, rasyonal düşüncenin yaygınlaşması gelmektedir. Çünkü ancak rasyonalleşmenin yaygınlaşması sayasinde 'Burjuva/kapitalist mantalitesi' güçlenip halk nezdinde kabul görmüştür. Kabul görmesi de, para bazlı düşünme modelinin halk tarafından içselleştirilmesi ile ilgilidir.
Burada Eske Bockelmann'ın para/ritm (takt) teorisine dönüş yapmak mümkün:
Orta Avrupa'da bazı şehirlerde ve bölgelerde 17'inci yüzyılın ilk yarısında başlayan önemli mental değişiklik, sanattaki ilginç değişikliklerden de okunabilmektedir. Bir zihniyet, tam anlamıyla benimsenip içselleştirilmiştir. Bu zihniyet ekonomi alanında esasen şöyle özetlenebilir:
Eskiden mal alım-satımı sırasında mal esas, para taliyken, daha sonra para esas, mal tali olmuştur. Bu köklü mental değişim, kapitalizmin açıklanması ile ilgili önemli bir konu olmayı sürdürüyor. Bockelmann, bu önemli dönüşümün insan ruhundaki izleri incelemiş ve şiirden müziğe uzanan bir alandaki etkisini, detaylı bir şekilde kanıtlamıştır.
Paranın, başlı başına bir meta olarak ortaya çıkması aşamasında, belli bir zaman sonra ikinci bir sıçrama olmuştur. Bu sıçrama, sistemin para/kar bazlı büyüme özelliğinin bir sonucudur.
Endüstrileşme, bu sıçramanın ertesinde yaşanan, daha da hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış kapitalist para/iş sisteminin dayattığı kültürel homojenleşmenin çok daha yoğunlaştığı ve hızlandığı dönemdir. Ve Endüstri toplumu, sürekli büyümek zorundadır. Büyümeye odaklı endüstri toplumu, bu konuda tarihte tek ve benzersizdir.
Yeni endüstri toplumu, paracıl, tektipleştirici düz mantığı ile her şeyden önce, yeni bir çalışma biçiminin ifadesidir ve fabrika merkezli bu ücretli kapitalist çalışma biçimi/anlayışı, milliyetçiliği zorunlu kılmaktadır. Endüstrileşme döneminde milliyetçilik, Faşizm/Nazizim/Stalinizm şeklinde aşırı bir uca kadar savrulmuştur. Bu tür faşizan milliyetçiliklerin, fabrika/iş/üretim fetişizmi herkesin malumudur.
Sosyal alanda tarım toplumu ile endüstrileşmiş toplum arasındaki en önemli farklardan biri de, tarım toplumunun durağan, endüstri toplumunun ise mobil olmasıdır. Endüstrileşme devri insanı, her türlü işi yapabilecek, iş nedeniyle yer ve meslek değiştirebilecek, bunun için eğitilebilecek ve sekiz saatlik iş gününü benimseyecek bir modern birey olmak zorundadır. Endüstrileşmenin yaygınlaşması aşamasında Türkiye'de de müthiş iş göçleri olmuştur. Mesela İstanbul'un nüfusu, 1960'li yılların başından günümüze kadar, üçe katlanmıştır. Endüstrilerin mobil halklara ihtiyaçları vardır, bu da otomatikman kültürel homojenleşmeyi zorunlu kılar. Eskiden kendi köyünde doğup kendi köyünde ölen insan sayısı, nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Şimdi tersidir. Kürtlerin Batı Anadolu'ya gelişi de endüstriyel sosyal mobilizasyonun bir sonucudur. Bu dönemde, Kürt ayaklanması da olmamıştır, çünkü kapitalistleşme (ve onu destekleyen, homojenleştirici Milli Eğitim) sayesinde hem yaşam koşulları modernleşmiştir, hem de Kürtler tarihte ilk kez Batı Anadolu'da da yaşamaya başlamışlardır. Endüstri toplumunun homojen bir parçası olabilmek için- Milliyetçi sosyo-kültürel homojenleşmeyi kabullenmeleri gerekiyordu, kabullenmişlerdir. Mikromilliyetçi anlamda "Kürt kimliği" anlayışı henüz ortaya çıkmadığından, farklı aşiretler bazında çeşitli 'Kürtlükler'in yaşadığı, herkesin kendini Türkiye Cumhuriyetinin 'Türk Milleti'ne dahil saydığı bu aşama (1940'lardan 1980'e kadar), ikinci sonradan modernleşme dönemine (Neoliberal döneme) kadar devam etmiştir. Neoliberalizm öncesi dönem, aynı zamanda endüstrileşmiş 'Milli Ekonomi'ler dönemidir.
Milliyetçiliğin asıl taşıyıcısı endüstileşmiş toplumlardır. Emdüstrileşmiş kapitalist toplumları, daha öncesinin ilk kapitalist (Osmanlı) döneminden ayıran özelliklerin başında, Milli Eğitim gelmektedir. Endüstrileşmiş tüm toplumlar, 'Tevhidi tedrisat'ın esas olduğu bir eğitimle, endüstri toplumu insanını üretmek zorundadırlar. Endüstri toplumunun karmaşık/girift ve çok boyutlu iş ilişkileri sistemi, kültürel bazda homojen bir halk gerektirir.
Çok hızlanan, çeşitlenen ve ortak normların hızla arttığı endüstrileşme aşamasında Milli Eğitim, esas olarak, ortak değerler yaratmak bakımından bir zorunluluktur. Milli Ekonominin devlet kontrolünde/koordinesinde veya katılımıyla işlemesi buna bağlıdır. Yani Kürtçülerin, "Kürtçe eğitim", otonomi falan gibi ayrışmaya doğru giden talepleri, en başta bütüne ve gene Batı Anadolu'nun Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına zarar verir. Çünkü ekonomik kimliğin esas olduğu endüstri toplumunda ekonomik bir karşılığı olmayan etnik/dini kimliklere göre siyasi bölünmeler üretmek, hiç kimsenin kabul edebileceği bir şey değildir. Daha önemlisi, kendi farazi sınırları içinde mesela milli bir "Kürt ekonomisi" kurmak, bugünün dünya koşullarında hem mümkün değildir (bu Kuzey Irak'ta bile kurulamamıştır) hem de bunu denemek, bölünen ekonomileri zayıflatacağı için ne "Kurdi" ne "Tırki" sermayesinin destekleyeceği bir şeydir. Kürtçü aydınlar çok laf üretiyorlar, ama matematikten hiç anlamıyorlar. -Ki, çok boyutlu derin hesap-kitap işleri, endüstri toplumunun bir numaralı özelliğidir.
Endüstrileşmiş kapitalist bir ülkede şu iki kavram yanyana gelmez:
"Kürdüz" ve "Batı Anadolu bizim de vatanımız.."

Bu denklemin doğrusu şudur:
"Kürdüz" ve "Batı Anadolu bizim vatanımız değil.. sadece Kürdistan bizim vatanımız."
Veya şudur:
"Biz 'Türküz' (Milletin/Ulusun adı anlamında)" ve "Anadolu'nun tamamı bizim vatanımız."
Endüstrileşmiş kapitalist bir ülke kaldığı sürece, Anadolunun tamamı, sadece kültürel homojen 'Türkler' için vatandır. Bu denklemi bozmanın bedeli, bunda ısrar edilmesi halinde, sadece iç savaş olabilir -çünkü homojenleşmeyi dayatan, bizzat sistemdir. (Neoliberal entel/dantel takımının sandığı gibi sadece kuru istek/irade/demokrasi falan değildir) Yani son altmış yıldır Batı Anadolu'da yaşayan ve şimdi "Kürdük" diye entellik attıranlar, önce İstanbul Boğazında ne aradıklarını, buraya nasıl geldiklerini ve neden Batı Anadolu ve İstanbul'da oturabildiklerini düşünmek zorundadırlar.
Sadece Batı Anadolu değil, Anadolu'nun tamamı, 'Türk Vatandaşları'na açılmıştır. Kültürel homojenleşmiş diğer endüstri ülkelerinde de böyle olmuştur. Endüstrileşmiş bir toplumda bunun zorunlu olduğu da, bugün çok daha iyi anlaşılmıştır. Ülkenin tamamı, Milli Eğitimle 'Türk' olmuş (Ulus devletin milletinin/ulusunun adı) tüm T.C. vatandaşlarına açıktır Türkiye -ki endüstrileşmiş bir ülkede de böyle olmak zorundadır. Yani burada kimseye bölgesel bir sınırlama yoktur -ama bir şartla: Herkes, sistemin işlemesi için gereken asgari müşterekte birleşmelidir: Ulus devletin vatandaşı olarak 'Türk olmak'. Tıpkı Bulgaristan Türklerinin 'Bulgar' olması ve bununla bir sorununun olmaması gibi. Tıpkı Batı Trakya Türklerinin 'Yunanlı' olması gibi.
Kimlikçi,
(bu nedenle de ayrılık/gayrılık güden) mikro-milliyetçi anlayışlar, endüstri toplumunda "yabancı madde"dir ve kimlikçilikte ısrar etmeleri halinde er veya geç, bütünün dışına çıkarılmak zorunda kalınacaklardır. Bunun anlamı daha şimdiden kesindir: "Kürdüm" diyenler, Batı Anadolu'dan ve İstanbul'dan çıkarılırlar. Yani sonuç felaket olur.

Endüstri toplumunun belirleyici en önemli sosyal özelliği Milli Eğitimdir...
Osmanlı dönemi (yani Türkiye'nin ilk kapitalistleşme dönemi) ve Cumhuriyet dönemi (yani Türkiye'nin endüstrileşme dönemi) arasındaki belirleyici fark, Milli Eğitim farkıdır ve onun kurguladığı Ulus Devlet Milliyetçiliğidir. Bazıları bu Milliyetçiliğin (Kemalizm) faşizan olduğunu söylüyor -ki kısmen doğru sayılabilir. (Ama aynı dönemde dünyadaki diğer milliyetçiliklerin bir çoğundan daha az faşizandır. Ya da şöyle söyleyelim: Endüstrileşme dönemi milliyetçiliklerinin hepsi, az ya da çok faşizandırlar.)
Endüstri toplumunun daha sonra daha ayrıntılı inceleyeceğimiz özelliği ise: Eğitimliler sınıfıdır.
Etnik/dini kökenine bakılmaksızın (ve sınıfsal kökenine bakılmaksızın) ilk kez endüstri toplumunda, 'Eğitim/diploma üzerinden' geniş bir kesimin sosyal statü kazanması, sosyal/kamusal güvence kazanması, şeref/haysiyet kazanması mümkün olmuştur. Bunu, endüstrileşme dönemine has, homojenleştirici Milli Eğitim, sağlamıştır.
Günümüzde, Milli Eğitim'in de ötesinde, dünyaya açık bir eğitim/görgü/kültür, en önemli yatırım sayılmaktadır. (Devlet bunun henüz bu ölçüde farkında değil malesef -ama çocuğu olanlar bunun farkında ve çocuklarını en azından iyi bir şekilde okutmak için ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar!) Kısaca not: "Getirisi" en yüksek, önemli yatırımlar, betona değil insana yapılan yatırımlardır!..
Dikkat edilecek olursa, endüstrileşmenin başındaki savaşlar, (Balkan savaşından Kurtuluş savaşına) halkı kimin kendi Milli Eğitimi'nden geçireceği savaşlarıdır. Yunanistan ve Bulgaristan Batı Trakya'da eğitimi ele geçirmiş, mesela Yunanistan'da Türk sözünü (bugün bile) yasaklamıştır. Yunanlı talebeler okulda, ülkelerinde sadece "Müslümanların yaşadığını" öğrenirler, Türklerin yaşadığını değil. O müslümanların hepsinin İstanbul Türkçesi konuşması ise sadece bir "tesadüf"tür! Yunan Milli Eğitimi tornasından çıkmış bir Yunanlı için Türk, sınırın öte tarafındaki bıyıklı düşman tiptir. Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Milli Eğitim'in hiçbir tarih kitabında, 1080-1375 yılları arasında Adana-Mersin (Kilikya) bölgesinde yaşamış bir Ermeni krallığından bahsedilmez. Hatta birçok tarihçi bunu bilmez! Bu gariplikler, Milli Eğitim'lere özgü "normalliklerdir" ve kapitalizmi sorunlu olan tüm ülkelerde böyle saçma-sapanlıklar içerirler. Yani Türkiye'ye özgü birşey değildir.
(Endüstileşme döneminin ertesinde başlayan Neoliberal dönem ve şimdi içinde bulunduğumuz, 2008 sonunda başlayan Postkapitalist dönem'deki milliyetçilik ve türleri, başka yazıların konusu.)

“ABD'nin ve Reel Kapitalizmin olmayan geleceği” / Robert Kurz ile söyleşi

Selçuk Salih Caydı: Irak'ı işgal ederken Uluslararası meşruiyeti boşveren ABD'nin fütursuz tavrı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de tehdit olarak algılandı. Irak'daki direniş, Amerikalıların başını, dayanma sınırlarını zorlayacak ölçüde ağrıttı. Gerçi Amerikan Ordusu koca bir dev, ve dünyadaki milli orduların her biriyle -Clausewitz'in çizdiği çerçeve dahilinde- savaşabilecek güçte. Ama Iraklıların kanıtladığı gibi bu dünyada savaşlar sadece milli ordularla yapılmıyor. Savaşacak güç ve yetkinlikte olanlar sadece milli ordular değil. Sizce Amerikan Ordusu yenilmez bir güç mü?

Robert Kurz: Siyasetin kontrolü altındaki milli orduları, Clausewitz'in tarif ettiği anlamda ve klasik savaşlar bazında ele aldığımızda, Amerikan eskeri mekanizması, -diğer ordulara göre daha iyi motive olabildiğinden değil- sadece teknik üstünlüğü nedeniyle gerçekten de yenilmez bir ordudur. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri, endüstriyel bakımdan en gelişmiş kapitalist ülke ABD'dir ve onun “daimi savaş ekonomisi” silah endüstrisi alanında, Batı Avrupa veya Rusya tarafından geçilemeyecek bir mesafe kaydederek nitel ve nicel avantaj kazanmıştır. Tabii bu sözümona yenilmezlik, pişmiş topraktan kırılgan ayaklar üzerinde duruyor. Sürekli gelişen 'meta/mal üreten' modern ekonomik sistem bazında, devlet güçlerinin milli rekabet içinde bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Üçüncü Endüstri Devriminin krizi dahilinde ele aldığımızda, dünya halklarının büyük kısmı kapitalist karlılık anlamında “fuzuli” insanlar haline gelecekler.Devletler de nizami yetki ve ehliyetlerini tamamen kaybedecebilecekleri bir noktaya gelecekler; tıpkı bugün Üçüncü Dünya ülkelerinde artan sıklıkta görüldüğü gibi. Dünya pazarına serbestçe katılmak anlamındaki “Gelişmek/ilerlemek” paradigması çökmüştür; sermaye küreselleşiyor. Böylece, bütün diğer milli ordular tarafından malup edilemez konumdaki ABD askeri gücü de boşluğa, ofsayta düşmüş oluyor. Artık kendisiyle eşit düzeyde herhangi bir rakibi yok. Diğerlerine karşı emperyal etkide bulunmak mücadelesinde Batı Avrupa ve Rusya, ona karşı gelebilecek potansiyel karşıt güçler değiller artık. Onlar da, 'kapitalist bütün'ün dünya polisi ABD'ye bağımlı, ona tabi yardımcı güçler oluyorlar.

Diğer yandan Miloseviç ve Saddam Hüseyin gibi devletçi rejimler, iflas etmiş bir “gecikmiş/sonradan modernleşme”nin, yenmeye müsait konumdaki türleridir. 'Meta/mal üreten' kapitalist sisteme ve dünya pazarına katılımları bakımından son kullanma tarihi geçmiş demode türlerdir. Kapitalist dünya krizinin asıl sonuçları, devletler ötesi bir karakter arzediyor. İktidar gücünün şimdiye kadarki şekliyle kapitalist dünya krizi, kontrol edilemeyen ve önceden hesap edilemeyen türde; yani yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmanın erişemeyeceği/etkileyemeyeceği karakterde.

Soru: ABD özeline geri dönecek olursak, “Dünya Polisi”nin 11 Eylül'den sonra belirginleşen yeni savaş tarzı konusunda yetersiz kaldığı açıkça görüldü. Bu arada herkesin merak ettiği asıl konu, kimsenin yaralayamadığı o güçlü mitolojik kahramanın, Aşil'in tek ölümcül yeri, yani topuğunun yeri neresi?

Robert Kurz: 11 Eylül, küresel melez azınlık kapitalizminin, klasik askeri alanın dışından gelen beklenmeyen saldırılara karşı çok zayıf olduğunu gösterdi. Aynı durum, dünya polisinin işgali altındaki bölgelerde, devlet sonrası (poststaatlich/poststate) dönemin gerillası için de geçerli. Yeni “Asimetrik savaş” hakkında çok şey yazıldı. Makro boyutta ABD her zaman kazanıyor, mikro boyutta da her zaman kaybediyor. Şu “Terörizme karşı savaş” denen şey sonuçlandırılabilecek birşey değil, çünkü bizzat Batı'nın ortaya çıkardığı kapitalist dünya krizinin hayaletine karşı yürütülen bir savaş. Savaşan iki tarafın da belli bir perspektifi yok, çünkü savunabilecekleri toplumsal alternatifler geliştiremiyorlar.

Amerikan askeri mekanizmasının bambaşka bir sınırı daha var, o da mali sınırı. ABD'nin silah üstünlüğünü sağlayan ekonomik koşullar bşr daha geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. 'Meta/mal üreten' kapitalist sistemin küresel krizi,her yerde, mali krizler şeklinde görünüyor. Ve kapitalizmde kaynaklar, askeri amaçlar için bile olsa, sadece 'finanse edilebilir' durumda olmaları halinde seferber edilebilirler. Günümüzün kriz şartları altında Batı Avrupa ve Rusya'nın ekonomik-mali bakımdan ABD'nin askeri büyümesini taklit edip tekrarlamalarına imkan yok. ABD de gittikçe artan bir hızla kendi 'finanse edebilme' sınırlarına dayanıyor. ABD şu andaki askeri mekanizmasını, kendi gücüne dayanarak kopyalayabilecek ve yeniden kurabilecek durumda değil; küresel sermayenin ve paranın ABD'ye akışına bağımlı. Küresel krizin yayılması ve maliyetlerin yükselmeye devam etmesiyle birlikte para akışı kesilmek zorunda -ki daha şimdiden rekor düzeyde borçlanmaya neden olmuştur. Askeri operasyonlarla Irak'ı, Afganistan'ı ve diğer ülkeleri devamlı işgal altında tutmak, pek yakında ABD'nin soluğunu kesecektir.

Soru: Amerikan Ordusu Irak'ı işgal altında tutuyor. İşgalin eski malum “gerekçeleri bir yana, göstermelik birkaç girişim dışında ABD'nin “söz verdiği” demokrasi ve düzenden eser yok. Sizce ABD Irak'ta bir düzen mi yoksa bir düzensizlik mi kurmak istiyor?

Robert Kurz: ABD'nin sadece Irak için değil, dünyanın Irak dışında kalan kısmı için de hiçbir stratejik gelecek tasarımı bulunmuyor. Elinde yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmasından başka kullanabileceği bir şey olmadığından, kendi sisteminin dünya çapındaki krizine karşı, ileriye doğru askeri bir kaçış yaparak tepki veriyor. Belki daha sonra İran'a Suriye'ye, Kuzey Kore'ye ve diğer ülkelere saldıracak, ama bunun sonucunda ancak Pirus zaferi kazanabilir. Çünkü ABD'nin toplumsal anlamda; ideolojik sayıklamalar ve siyasi hayaller dışında, insanların önüne koyabileceği, onlara sunabileceği tatmin edici hiçbir şey yok. Modern siyasi ve hukuki sistem, ancak dünya pazarındaki rekabet kabiliyetinin varlığına ve devamına uygun olduğu ölçüde varlığını sürdürebilir. Bu özelliğin -Üçüncü Endüstri Devrimi'nin şartları altında- sönmeye başladığı yerlerde, Batı matrisine/sistemine uygun siyasi ve hukuki yapılanmalar ya bozuluyorlar ya da hiç kurulamıyorlar.

Irak'ta, rekabet kabiliyetine sahip kapitalist bir üretim sisteminin kurulması için yatırım yaparak bunu finanse edebilecek tek bir Allah'ın kulu yok. Yalnız petrol endüstrisinin işler duruma getirilebilmesi için bile devasa yatırımların yapılması gerekiyor -kionun da pek olanağı yok. Irak'a yapılan askeri saldırı, bu ülkenin bakımsız altyapısını tıpkı Yugoslavya'da olduğu gibi, daha da bozdu. Üstelik Irak'da şimdi adını burada anmaya deyecek bir “yeniden inşa” çalışması da görülmüyor. Herhangi bir perspektiften yoksun Batılı kriz sömürgeciliği, işgal ettiği ülkeleri ve bu ülkelerin halklarını ne yapacağını da bilmiyor. Halklara, daha da büyütüp sonsuzlaştırdığı bir kaos ortamı, şiddet ve yoksulluktan başka Bir şey sunamıyor. Başını ABD'nin çektiği Batı, 'meta/mal üreten' sistemin artık tarihi sınırlarına dayandığını ve insanlığın ezici çoğunluğunun, dünya pazarınınkriterlerine göre yaşayamayacağı gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bu bağlamda, onlar için bir “getirisi” olmayan bazı Yer altı kaynaklarını da (yüksek maliyeti nedeniyle) kullanmayıp kapatıyorlar. Batı'nın içine düştüğü bu zor durumun, askeri yöntemlerle bertaraf edilmesi mümkün değil. Irak'ın ABD tarafından işgali, sırf bu nedenle, gelecekteki olası benzeri girişimlerde görüleceği gibi başarısızlığa uğrayacaktır.

Kriz bölgelerinde Amerika'nın militarist ve işgalci politikası, sadece önemsiz bir siyasi ve sosyal azınlığı kendine dayanak olarak alabilir. Bu azınlık esas itibariyle kriz bölgelerindeki üst ve orta tabakanın artıklarından, “Jeunesse doree”* tipi, Batı'da Batı tipi bir öğrencilik dönemi geçirmiş olanlardan ve belki ülkelerinin Amerikan işgaline uğramasını umut edenlerden oluşuyor. Bunlar, toplumsal 'gelişim süreci'nin olumlu istikamette seyredeceğine artık inanmıyorlar. Bu yüzden de, içine doğru patlayarak küçülmekte olan dünya pazarında Batılı tüketim ürünlerinden/hizmetlerinden paylarına düşeni kaybetmemek, onları korumak istiyorlar. Bu istekleri elbette bir hayalden ibarettir. Globalleşmenin “Jeunesse doree” takımı her yerde, hatta Batı'da da var.Bunlar, morali bozulmuş bir enlektüel tabakanın sosyal ve ekonomik sefaletine işaret etmek bakımından, sadece bir dipnot olmak değeri taşıyorlar.

Soru: Amerikan entelektüelleri 11 Eylül'den sonra, kendisine “Başkanımız” diye hitap ettikleri George W. Bush'u “terörizme karşı savaşında” desteklemek amacıyla ortak bir bildiri yayımladılar (“What we're fighting for: A Letter from America”). Orada şöyle bir cümle de var: “Doğayla ilintili insan haysiyetinin en açık siyasi ifadesi, demokrasidir.” Amerika'nın “Batılı Değerleri” gerçekten de evrensel değerler mi?

Robert Kurz: Kendi sisteminin ürettiği dünya krizinden -ileriye doğru- askeri yöntemler kullanarak kaçışı, ileriye doğru ideolojik kaçışıyla tam bir uyum içinde ABD'nin global koruması altındaki Batılı evrenselcilik (Universalismus/universalism), bugün de sermayenin değerlendirilmesiyle ilgili bir şey. Kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasıyla orantılı olarak evrenselleşti. Böylece evrenselciliği ideolojik anlamda savununların iddia attiği gibi, tarih ötesi bir gerçekliğe sahip değil; tam tersine, belli bir tarihsel dönemin, kapitalizm çağının tarihi ile sınırlı. Tabii evrensellik, insanlara uğur ve mutluluktan başka herşey getirdi. Evrensellik, dünyaya muazzam bir sefalet getiren sosyal zorunluluklar ve iktidar sistemi anlamına gelmektedir. Ve her zaman, insanların diskalifiye olmaları anlamına gelmiştir.Kapitalist kriterlere göre bir şekilde yetersiz sayılan insan kitleleri, diskalifiye oup sistemin dışında kalıyorlar. Kendi kriterleriyle değerlendirdiğinizde evrenselcilik kocaman bir yalandır.

Eğer burada İnsan Hakları'ndan da bahsedeceksek, önce insanın toplumsal tarifini sorgulamalıyız. Kapitalizmin, bir insanı hukuki anlamda “birey” sayması için, o insanın satabilecek bir şeyinin olması ve mal/hizmet satın alabilecek durumda biri olması gerekir. İnsanın bu kabiliyeti de -prensip itibariyle- o kişinin iş gücünün, sermaye değerlendirme sistemine uyarlanıp uyarlanamadığına bağlıdır. Oysa bugün gittikçe artan sayıda insan -hatta Batı'da bile- bu sistemin dığında kalıyor. Sistemin sessiz mantığına göre bu insanlar, insan olmanın bütün özelliklerini taşımıyorlar ve son tahlilde insandan sayılmıyorlar.

Soru: Amerikalı entelektüellerin bildirisindeki “Demokrasi” hakkında neler söyleyeceksiniz?

Robert Kurz: Benzeri şeyler demokrasi için de geçerli. Burada sözünü ettiğimiz şey (demokrasi); toplumun bireylerinin biraraya gelerek, toplumun kaynaklarının doğru şekilde nasıl kullanılabileceği hakkında karar verdikleri bir kurum falan değildir. Bu kararları verme hakkı, kör sürecin mekanizmaları tarafından ve pazarın -bugünkü şekliyle dünya pazarının- sosyal duyarlılıktan yoksun kriterleri tarafından toplumun elinden alınıyor. Demokrasi en başta, pazardaki rekabetin sonuçlarını düzenliyor. Aslında o, rekabetin öznelerinin düzenlenmesi demek oluyor. Bu yüzden demokrasi aygıtı aznı zamanda bir sınırlandırma, baskı ve tehdit mercii olma özelliği de taşıyor. Rekabet kabiliyetine sahip olmayanlar için demokrasi zaten anlamsız hale geldi. Sistemin dışında kalan kişilerin başına gelenler, sistem dışında kalan ülkelerin de başına geliyor artık. Dile getirilmeyen tüm bu insanlık karşıtı/düşmanı sonuçlar karşısında Batılı “demokratik” entelektüeller susuyorlar, bütün bunları görmezden geliyorlar.

Soru: Dünyanın tamamına aynı ekonomik düzeni (serbest piyasa kapitalizmini) aynı devlet biçimini (ulus-devlet, cumhuriyet vb.) dikte etme cüreti nereden geliyor? En ücra köşesine kadar dünyanın her yeri ve bütün insanlar birbirine benzeyince; Tibetli lamalar, Eskimolar ve Amazon yerlileri bile takım elbise giyip çizgili kravat takınca, Amerikalılar daha mı mutlu olacaklar sizce?

Robert Kurz: Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını dikkate almayan, irrasyonel bir; 'paranın durmaksızın daha fazla paraya çevrilmesi' olayıdır. Paranın birikimi işlemi, totaliter özellikler taşır ve yanıbaşında başka bir toplumsal şekillenmeye tahammül edemez. İşlem bu yüzden yayılıp genişlemeye yatkındır ve çoktan bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünyadaki bütün ülkeler, bütün kültürler, bütün insanlar, sermayenin aynı toplumsal şekli içinde yeralıyorlar. Bütün toplumsal varoluş biçimleri -buna rağmen- birbirinin aynı değildirler. Fakat asıl fark sermayenin global şekli dahilinde, kültürel değil ekonomiktir, kazananlarla kaybedenlerin arasındaki farktır, fakirlerle zenginler arasındaki farktır, gelişme ile “geri kalmışlık” arasındaki farktır.

Üçüncü Endüstri Devrimi'nin ardından, yeni dünya krizi şartları altında 'kaybedenler' ve 'fakirleşenler' kitlesi öylesine büyüyüp çoğaldı ki, artık koca koca ülkeler ve dünyanın çeşitli bölgeleri, kapitalizmin kendini kopyalayarak yeniden üterme özelliğinin dışında kalmaya başladılar. Ve kriz, bizzat Batı'nın içine kadar girip yayıldı.

Şimdi bu durumda ortaya, krizi -yanlış- bir kültürcü açıklamayla aşmaya çalışanlar çıktı. Kültürcü eleştiri, siyasi-ekonomik sermaye ilişkilerine ve onun şekillerine değil de güya “yabancı” saydığı bir başka kültüre yöneliyor. Oysa Batı'nın 'Kültür emperyalizmi'nin özü, kapitalist üretim şeklinin global bazda kabul ettirilmesinde yatar; dinsel tasavvurlarda değil, giyim tarzında da değil. Tibetliler, Amazon yerlileri ve diğerleri, dünya pazarında giderek daha da sefil durumlara düştükten sonra, geleneksel kıyafetlerini ve törenlerini geri alsalar bunun ne kıymeti olabilir?

Kapitalizm öncesi kültürler sanki hiç bozulmamışlar da, sadece dış görünümleri Batılı yaşam biçiminden etkilenmiş gibi yapamayız. Kapitalistleşme süreci yüzyıllardır devam ediyor. Dünyada bakir kalmış saf, yerel/yerli kültür diye birşey kalmadı. Tam tersine, kültüreli dinsel ve diğer özellikler, olumsuz anlamda evrensel kapitalizmin üzerini örterek ona folklorik parlak bir cila oluyorlar. Bugün ilan edilen neo-etnik, neo-aidiyetçi, neo-dinsel kimlikler; bütün bunlar yapay, sentetik bir gelişmeden başka bir şey değiller. İnsanların krizde hayatta/ayakta kalma dürtüsünden doğmuşlardır. Ayrıca bu kimlikler insanlara, kapitalist yoldan kapitalist metodlarla sunuluyorlar. Kapitalizmden kurtulmuş bir insanlık, kuşkusuz birçok pozitif şeyi, modern çağ öncesindeki Avrupa dışı gelenekleri benimseyebilir; ama mecburen içinde yeralmak zorunda kalacağı (dinsel ve etnik bazda) kapalı toplumlara ve cemaatlere artık geri dönemez.

Paranın belirlediği soyut evrenselliğin karşısında kültürel farklılık, başka bir şekilde yeniden keşfediliyor: eski donuk kültürel kimliklerin ötesinde, mesela dünyanın her köşesinde kitleler halinde yaşayan göçmenlerin şahsında. Kültür, zaten her zaman karışım demektir. Kapitalizm ve Batı sonrasının toplumunda kültür, gezegeni gerçek anlamda kapsayan bir ölçek kazanacaktır.

Soru: Dünyanın tamamını kaplayan veya kaplamayı hedefleyen kapitalizm/sosyalizm gibi sistemler, aynı kaynaktan, 'Aydınlanma' düşüncesinden doğdular. Global kapitalizm tahminlerden çok daha hızlı bir şekilde son sınırlarına ulaştığına göre, 'Aydınlanma' düşüncesi, kapitalizm ve sosyalizmden sonra yeni üçüncü bir global sistem doğurabilecek kadar genç mi?

Robert Kurz: Batılı Aydınlanma, insan aklının zaferi değildir. Bilakis; Batılı Aydınlanma, sermayenin yıkıcı aklını “akıl” ilan etmiştir ve topyekün rekabetin sivil öznesine, felsefi anlamda meşruiyet kazandırmıştır. Aydınlanma, dini tek tek kişilerin “özel meselesi” haline getirdi. Bunun nedeni; sermayeyi, sekülerleştirilmiş bir din haline getirmesidir -'soyut çalışma/iş' dini haline getirmesidir. Adına 'ölü iş'** dediğimiz 'Para', Batı'nın içkin/dünyevi tanrısıdır. Şimdiye dek görebildiğimiz kadarıyla sosyalizm, kendi kendisini tasdik etmek amacıyla Aydınlanma'ya dayanıyordu. Çünkü sermayenin -yani 'meta/mal üreten' sistemin- modern şekillerini aşamamıştı. Sosyalizm, dünya sermayesinin olgunlaşmış krizlerinden birinin ürünü bile değildi. Onun yerine, dünya pazarının taşrasındaki 'gecikmiş modernleşme'nin bir ürünüydü. Sosyalizm bu yüzden, milliyetçi bir örgütlenmeydi aynı zamanda. Aynı nedenle, sosyalizmin dini de 'soyut çalışma/iş' idi. Para faktörünü kullanarak pazarı daha farklı bir şekilde şekillendirmek ya da ayarlamak istiyordu. Ama günümüzde, Üçüncü Endüstri Devrimi'nin yaptığı hamle karşısında -ve sadece kapitalizmin değil, Batı'nın sahte aklı ve sahte birey/özne formu karşısında- tükendi. Bu saydığım nedenlerden dolayı, Aydınlanma düşüncesinden, insanların özgürlüğünü ilgilendirecek yeni bir perspektif çıkmaz. O da, bizzat 'meta/mal üreten toplum'a uygun parçalardan biridir ve bunların radikal bir şekilde topyekün eleştirilip aşılmaları gerekmektedir.

Burada asıl sorulması gereken soru, Aydınlanma'ya yöneltilecek eleştirinin nasıl formüle edileceğidir. Aydınlanma'ya karşı birçok ses yükselebilir, ama asıl önemli olan, gezegeni kapsayan ortak bir hareketle, şu “Modern” denen şeyin aşılmasıdır. Bu hareketin başarılı olabilmesi için, tıpkı krizdeki sermaye gibi uluslarüstü bir karaktere sahip olması gerekiyor. Aydınlanma'yı, tarihi bakımdan geleceğe açık olan alanda ileriye doğru yarıp çıkmak gerekiyor. -Gerici bir manevrayla, zamanda geriye doğru gidip geçmişe dönerek değil. Şimdilik bütün dünyada, geriye dönük hareketler yükseliyor. Dine sığınma olgusu Batı'da da mevcut. Dinin bize dünya hakkında söylemeye devam edebileceği şeyler konusuna gelince: Dinler, toplumsal alanda, artık geri gelmeyecek olan tarım kültürlerinin ürünleriydiler. Öyleyse dinler, bugünkü sosyo-ekonomik krizin aşılmasına fazla katkıda bulunamazlar.

Sermayenin çeşitli biçimlerine karşı; ayrıca insan kaynakları, doğal kaynaklar ve toplumsal ilişkilere yaklaşım konusunda yeni alternatifler geliştirilmediği sürece, kolaya kaçan kültürcü eleştiriler, tıpkı eski sosyalistlerin eleştirileri gibi önemsiz/hükümsüz olacaklardır. Böylece Max Weber'in dediği gibi, önce Batı'nın kurduğu 'demir kafes' içinde hapsolup kalacaklardır. Örgütlü sadakalarla/bağışlarla, kapitalizme alternatif olunamaz. Üçüncü Dünya'daki neo-dindar konjonktür; dünyanın sermaye tarafından ekonomik misyonerlik faaliyetine nasıl maruz kaldığı olgusunu gözardı ettiği sürece inandırıcı olamaz. Kapitalizmin ve dünya pazarının insanlara sunulma şekli, ancak bütün insanlığın devrimci çabasıyla aşılabilir.


* Bol paralı hedonist gençler anlamında. Fransızca, 'Yaldızlı Gençlik'

** Karl Marx, yazdığı 'Kapital' adlı kitabının birinci cildinde 'Ölü iş'i (Almanca: 'Tote Arbeit'), ücretli çalışmanın paraya dönüştürülmüş hali, yani 'Kapital' haline gelmiş hali anlamında kullanır. (S.S.C.'nın notu)

Mart 2004'de Yarın dergisinde yayımlanmıştır.

Ağustos sıcağının bilinen ve bilinmeyenleri

Hem sıcakla sorunluyuz, hem de eskiden bu kadar sıcak olmadığını unutmaya başlamakla. Ülkede klima satışları ve trafolar patlamış vaziyette. Kırk derecelere doğru çıkan sıcaklıklar, nem dolayısıyla elli derecelerde hissediliyor. Son yıllarda giderek uzayan aşırı sıcak dönemlerinin insanlar ve toplum üzerindeki etkisi, politikacıları pek ilgilendirmez görünürken, doğal felaketlerin sayısı/boyutları giderek artıyor. Ve bu durum şimdilik sadece bilim adamlarıyla bilim kadınlarını endişelendirmekte. 2010, 'en uzun süren sıcak mevsim' rekorunu kırmak üzere.

Aşina olunan dertler, aşina olunmayanlardan genellikle daha fazla zarar verirler ve kolaylıkla gözden kaçabilirler -tıpkı trafik terörünün PKK teröründen çok daha uzun zamandır çok daha fazla can alması gerçeği gibi. Bilim insanlarının son bulguları, absürd politika kördöğüşünden çok daha önemli bir soruna dikkat çekiyor: Küresel ısınma, iklimleri tahmin edilenden çok daha kötü etkiliyor. Ve ısınmaya neden olan faktörler konusunda yeni bulgular söz konusu. Daha ilginci, son zamanlarda sıklaşan büyük felaketlerin birbiriyle bağlantılı olma ihtimali. Bu yılın başında kuzey yarım kürede felaket boyutlarında sert bir kış yaşanmıştı. Şimdi de felaket boyutlarında seyreden bir yaz yaşanıyor.

2008'de başlayan ekonomik krizin hemen öncesine kadar, endüstrileşmenin neden olduğu anlaşılan küresel ısınmaya karşı yaygın bir duyarlılık vardı. Tarihte ilk kez insan eliyle iklimlerin bozulması ve bunun yol açtığı -veya yol açabileceği- felaketler, yaygın bir şekilde konuşuluyordu. Okul çocukları bile bu konuda bilinçliydi. 1997'de imzalanan Kyoto Protokolü'nden bu yana yapılan bir dizi iklim konferansı ve etkin mücadele, neoliberalizmin vahşi para/kar hırsının kurbanı oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Sonra ekonomik kriz başladı ve sanki küresel ısınma sorunu çözülmüş gibi, adeta unutuldu, herkes banka hesabının derdine düştü! İklimlerin bozulmasına karşı duyarsızlık, eskiden bildiğiniz gibi.

2007 yazından beri neredeyse her yıl yaşanmasına rağmen, giderek aşinalık oluşturan 'Aşırı Sıcaklar' sorunu, son araştırmalarla birlikte yeni bir mesafe katetmiş bulunuyor. Bu yıl Rusya'da, Moskova kapılarına dayanan ve sönmek bilmeyen yangın, Pakistan'da dinmek bilmeyen Muson yağmurları ve İndüs nehrinin yirmibeş kilometreye ulaşması, Bangladeş'te susuz kalan kaplanların ormandan inerek su arayan insanları avlaması gibi ibretlik olaylar, durumun vahametini 'yeniden' hatırlatıyor. Burada garip olan, yoğun Muson yağmurları veya Avrasya üzerindeki yoğun sıcaklar değil. Garip olan, yağmurun dinmek bilmemesi, sıcakların bitmek bilmemesi. Son bulgular, eskisinden daha da tehlikeli bir noktaya işaret ediyor. Birkaç yıldan beri Danimarkalı bilim insanları, galaktik kozmik ışınlarla atmosferi kaplayan global bulut oluşumu ve hareketi arasında bir ilişki olabileceği üzerinde duruyorlar, bu konuda bir de hipotezleri var.

Normal olarak onbir-oniki yıl süren bir güneş döngüsü süresi boyunca Dünyaya ulaşan güneş ışınları, Güneşteki aktivitenin artıp azalmasına bağlı olarak değişkenlik gösteriyorlar. Aktivite onbir-oniki yılda bir en üst ve an alt seviye arasında gidip geliyor. Dünyadaki manyetik alanlarda dalgalanma yaratan bu değişkenlik, atmosferdeki hava akımlarının ve mesela düzenli rüzgarların da kaynağı. Bu sayede, atmosferin yedi kilometre kadar yüksek üst tabakası stratfosferde 'Jet Streams' diye adlandırılan hızlı rüzgarlar oluşuyor ve onlar da daha alt katmanlardaki rüzgarları harekete geçiriyorlar. Güneş sathındaki aktivite arttıkça, Dünya'ya daha az kozmik ışın ulaşıyor ve stratosferdeki hareketler yavaşlıyor. Son yüz yıldır hareketlerin düzenli olarak yavaşladığını söyleyenler, bu durumun iklimlerin ısınmasına neden olduğunu ileri sürüyorlar.

Bu gelişme süredursun, şimdi yaşanan garip mucize şu: Oniki yıllık bir güneş düngüsü tamamlanmış olmasına rağmen Güneş, en az ışın yaydığı o minimum/dip noktasından -son üç yıldır- bir türlü çıkmıyor. Güneşin hareketini neyin frenlediği de bilinmiyor. Bunun bir sonucu olarak, Pakistan ve Doğu Avrupa üzerindeki 'Jet Stream' tamamen hareketsiz hale gelmiş durumda. (Bkz. Mike Lockwood'un New Scientist dergisinde 11 Temmuz'da yayımlanan 'What's wrong with the sun?' başlıklı yazısı)

Bu denkleme, bir de insan kaynaklı küresel ısınma eklenince, durumun çok daha trajik hale gelmiş olabileceği tahminleri yapılıyor. Buna rağmen son bulgular, ısınmanın asıl güncel nedeninin -endüstriyel hava kirlenmesi değil- Güneş döngüsündeki bu olağanüstü durum olduğu ihtimalini güçlendiriyor. Teknik bakımdan sıcakları insan eliyle önlemek imkansız görünse de, küresel ısınmaya karşı elinden gelenin en iyisini yapmak, umutlanmak için daha büyük bir gerekçe sağlayabilir. Ne de olsa sadece kötü değil, iyi mucizeler de olabilir. Ve iyi mucizelere, hiç olmadığı kadar ihtiyaç var.

RADIKAL, 18.8.2010

Abaka Han, Despina Hatun ve Anadolu'da kısmet meselesi


"Ordumun başında, yönümü öfkeyle Bağdat'a çevirdiğimde, yere veya göğe de saklansan, seni bulacağım ve seni bir aslan gibi yolunu keserek havaya fırlatacağım ve ülkende kikseyi sağ komayacağım, şehrini ve ülkeni küle çevireceğim. Seni ve saygıdeğer aileni bu felaketten korumamı istiyorsan, bilgece öğütlerimi dinle."
Hülegü Han

Hülegü'nün Bağdat'taki Abbasi Halifesine gönderdiği mektup bu tonda yazılmıştı. Anadolu'nun, İran, Horasan ve Irak'ın Hükümdarı Hülegü Han, saldırdığı yerlerde o zamana dek görülmemiş vahşet uyguluyordu. Birçok Moğol soylusundan daha kültürlüydü. Beş yıldır hüküm süren tüm Moğolların Büyük Kağanı ağabeyi Kubilay kadar kültürlü olmakla övünürdü. Ağabeyinin Büyük Kağan olması için az uğraşmamıştı. Hülegü, çok sevdiği ve bağlı olduğu kardeşi Kubilay'ın şerefine, sevgili oğluna 'Abaka' adını vermişti (Moğolca: Amca). Başkenti'ni Hanbalık'a (Beijing) taşıyan Kubilay Çin'de, o da eski başkenti Maragha'da Rasathaneler kurdurmuşlardı. Yıldız hareketleriyle ve astrolojiyle yakından ilgiliydiler.
Hülegü 10 Şubat 1258'de Bağdat'a saldırıp çeğrek milyon Bağdatlıyı adamlarına kestirtti. Yaptırdığı katliam ve yıkım o kadar korkunçtu ki, şehrin bozulan su kanallarını onaracak insan bile kalmamıştı. Abbasi Halifeliği tamamen yokolmuş, ortadan kalkmıştı.

Aynı yıl Anadolu'nun Batısında, Kayı aşireti Beyi Ertuğrul'un bir oğlu oldu. Adını Osman (veya Otman) koydular. Daha sonra bir imparatorluğa adını verecek bu karaşın oğlan, beş yaşına geldiğinde, İlhanlı sarayı mecburen Kent-i Tebriz'e taşınmıştı ve Anadolu Moğol hakimiyetinde yaşamaktaydı. Kırkyedisinde olmasına rağmen hızla yaşlanmış olan Hülagü, hayatının son beş yılında, korkmayı öğrenmişti. 3 Eylül 1260'da, Kudüs'ün hemen Kuzeyin'deki Ayn Callut'ta bir bitli Memluk, Kıpçak
veya Çerkes Türkü, işte her neyse bir asker köle, ona bi' tane çakmıştı!.. Bu nasıl olabilirdi? Yenilmez Moğolları yenmek, nasıl olur da bir Türk köleye nasip olurdu?!.. Sivas'ın köle pazarından Hama Emiri'nin satın aldığı Baybars adlı bir köle, nihayet Mısır Eyyubilerine satılmış, Mısır ordusunda hızla yükselmişti. Memluk komutanlar Mısır'da yönetime el koyduklarında, Eyyubi Sultanı Turan Şah'ı öldürenlerden biri de, adına Baybars denen bu Türk köleydi.

Hülegü gibi, Haşaşilerin kökünü kurutarak İran'ı almış biri, herkese korku salan, asla yenilmez sayılan koskoca İlhanlı Hakanının ordusunu yenmişti. Hülegü, bu savaşta yaptığı hatayı asla kabullenemiyor, içi içini yiyordu. Bitli Memlükleri çok küçümsemiş, asıl ordusunu savaştan çekmiş ve komutanı Kurtböke'yi yalnız bırakmıştı. Moğolların yenilmezliğine son veren de, Memlüklerin yedek kuvvetlerinin başındaki bu Baybars olmuştu. Sivas'tan satın alınan kölenin kazandığı tek zafer, sadece Anadolu'da değil, dünyanın her yerinde dikkat çekmişti. Demek Moğollar da yenilebiliyordu! Hülegü, işte bu söylentilere ifrit oluyordu.

Hülagü, 1243'de komutanlarından Baycu'nun yenip İlhanlı Hükümdarlığına kattığı Selçuklu Türkiye'sine, yani Anadolu'ya daha yakına gelmişti. Eski başkentinden 130 kilometre uzaktaki Tebriz'de kurdurduğu otağda ataları gibi yaşamayı seviyordu. Anadolu'ya yakın olmayı bir avantaj haline getirmeliydi.

Hülegü Tebriz'de iki şeye çok önem veriyordu. Bunlardan biri, en sevdiği oğlu, Şehzadesi Abaka'yı, kendi istediği gibi yetiştirmekti; diğeri de Moğolları yenebileceklerini kanıtlayan Türklere karşı sağlam bir ittifak kurmaktı.

Abaka'nın annesi Yesuncin Hatun, yeni Tebriz sarayının en mutsuz kadınlarındandı. Artık genç bir adam olan oğlunu, bebekliğinden beri göremiyor, istediği gibi sevemiyordu. Geleceğin İlhanlı Hükümdarı Abaka'yı, Hülagu'nun en sevdiği karısı, Kereit Prensesi Dokuz Hatun yetiştiriyordu. Dokuz Hatun, inançlı bir Nestoryan Hristiyanıydı... Dokuz Hatun, son Kereit Kağan'ı Tuğrul'un da kuzeniydi... Yani belki de Doğu'daki gizli yeraltı hükümdarlığının -yeraltındaki gizli ordunun- efsanevi komutanı Aziz John (yani 'Yahya') ile aynı kişiydi...
(Bu efsane, Bolşeviklerin Asya'yı mahvettikleri döneme kadar Asya'da yaşıyordu. Konuyu ayrıca yazmak gerekiyor.)

Çingis Han'ın oğlu Tuluy'un oğlu Hülagü'nün annesi Sorkhatani Beki de bir Nestoryan Hristiyandı. Tıpkı Hülegü'nün "en sevdiği" eşi Dokuz Hatun gibi. Abaka'nın Dokuz Hatun tarafından iyi yetiştirilmesini istiyordu, çünkü başında birçok bela vardı ve bu belalardan en önemlisi, yeni Altın Ordu'nun yeni hükümdarı yeğeni Berke'ydi. Diğer bela, Moğolları yenebileceklerini kanıtlamış olan Türklerdi. Hülegü, kendi akrabaları Altın Ordu ile savaşmaktan, ve didişmekten, Memlüklere konsantre olamıyordu. Berke ile aralarındaki itilaf konusu da, başta, Büyük Moğol Kağanı Kubilay'ın ölümünden sonra kimin Büyük Kağan ünvanını taşıyacağı meselesiydi. Kubilay, bazı Moğol prenslerinin ayaklanmasıyla uğraşmaktaydı. Kubilay'a baş kaldıranlardan en belalısı, Çingis Han'ın büyük oğlu Ögedey'in (Oktay'ın) torunu Kaidu idi. Berke ile anlaşamadıkları diğer konular arasında, Kafkaslar'ın ve Orta Asya'nın paylaşımı gibi konular vardı.

Hülagü'nün Tebriz'de yaptığı en önemli girişim, 1264 Temmuzunda, vasalları ve müttefiklerini yanına çağırmak oldu. Tebriz'deki otağında bir Kurultay düzenlemişti. Anadolu'daki Konya Sarayı'nın asıl yöneticisi vezir Pervane Muineddin Süleyman, Gürcistan Kralı David, Kilikya (Adana-Mersin) Ermenilerinin kralı Hethum ve Antakya kalesi Haçlı Kontu VI. Bohemund, otağına geldiler. Hülagü'nün en önemli iki adamı, görüşmeleri yürütüyorlardı: Hazinecisi Şemseddin Cüvayni ve Yıldızcıbaşısı Nasreddin Tusi. Bu iki adam, Hülegü'nün Memlük ve Anadolu Türklerine karşı kurmayı tasarladığı ittifak için çalışmaktaydılar. Elbette İstanbul'daki İmparator Michael VIII. Palaiologos'u da cepheye kazanmayı amaçlıyordu. Önce, ilişkileri sağlamlaştırmak adına, İstanbul Sarayı ile akraba olmak istedi.

Kurultay'ın yapıldığı yılın sonlarında İstanbul'dan gelen haber olumluydu. İmparator Michael, gayrımeşru kızı Maria Despina'yı Tebriz'e göndereceğini söylüyordu. Despina, gencecik güzel bir kızdı. Evlilik dışı doğmuş olmasına rağmen babasının kuzusuydu ve zamanın şartlarına uyup gıkını çıkarmadan, hiç tanımadığı yaşlı bir Moğolla evlenmeyi kabul etti. Kış günü Haliç'ten ayrılan bir kalyona, Ortodoks Patriği Euthimius ile birlikte bindi. Yaşlı din adamı, ona eşlik edecekti. Trabzon'a uğrayıp yollarına devam ettiler ve Gürcistan sahillerinde gemiden inip uzun bir yolculuğa çıktılar.

Abaka, o günlerde Horasan'ın Mazdaran kentinde bulunmaktaydı. Bir Çağatay prensi ile oraya gitmiş, Altın Ordu saldırılarıyla uğraşmaktaydı ve otuz yaşındaydı. Orada, atını çatlatırcasına deli gibi koşturan bir ulaktan acı haberi aldı. Babası Hülegü 8 Şubat 1265'de ölmüştü. Derhal yola çıktı. Tebriz'e vardığında, şaşırdı. Küçük kardeşi Yaşmut buş durmayıp hemen tahta oturmuştu. Ama onu tahttan inmeye ikna etmek zor olmadı... Dokuz Hatun, bunu sağlayacak kadar güçlüydü. Abaka Tebriz'de hükümdarlığını ilan etme hazırlıkları yaparken, saraya ay parçası gibi bir kız geldi: Maria Despina. Abaka, kızı görür görmez çarpıldı ve bu "kime niyet kime kısmet" lafı, belki ilk o zaman icad olundu.

Abaka Han'lığını ilan edip Despina ila evlendikten bir-iki ay sonra, analığı Dokuz Hatun 42 yaşında öldü. Bu tarihten sonra Anadolu'daki ve İlhanlı Hükümdarlığının diğer köşelerindeki Hristiyanların koruyucusu, "Despina Hatun" oldu. Dokuz Hatun Hülegü'den, Bağdat'taki Hristiyanların öldürülmemesini rica etmiş, hükümdar da buna uymuştu. Şimdi Despina Hatun'un devri başlıyordu ve Abaka, özellikle Müslümanlardan nefret ediyordu. Babası ve Kubilay Kağan gibi Budistler, onun da en sevdiği kullarıydı. Kamlara da dokunmuyordu. Ama Müslümanlara karşı acımasızdı...

Moğollar, doğalarına aykırı bir pasifizmi emreden Budizmi kabul ederek intihar ettiklerinin henüz farkında değildiler. Türkler ise, tam tersine, onların Anadolu'daki hakimiyetlerini kesinleştirecek yeni bir istikamette ilerliyorlardı. Bu kapıyı açan muzip ejderin adı, Ahi Evran'dı. Bugün Ahi denen, ama adına eskiden Türkçe 'Akı' (eliaçık, cömert anlamında) dendiği yeni Türk ekonomisinin hücrelerini, felsefesini ve düzenini örgütlemeye, daha 13'üncü yüzyılın ilk yıllarında başlamışlardı. Birbirine komşu olan iki ocak, Kırşehir'deki ve yakınında Sulucakarahöyük'deki iki dergah, Moğolların tüm baskısına rağmen Anadolu'daki Türk hakimiyetinin ana unsurunu kuruyorlardu. Ahi Evran, Baybars'ın Halifeliği Mısır'a götürdüğü 1261 yılında dünyadan uçup gitti.

Kimlikçi düşmanlıklar ekonomisi!


Anadolu'nun sonsuzluğa doğru uzayıp giden binlerce yıllık tarihinde barış ve toleransın esas, Zehirli kin ve nefretten beslenen savaş/istikrarsızlık dönemlerinin geçici olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Son çeğrek yüzyıllık neoliberal kapitalizm dönemine özgü etnik/dini kimlikçilik de, Anadolu'da yaşanan böyle geçici dönemlerinden birine işaret ediyor. 2008'den bu yana, sadece neoliberal ekonomi değil, kimlikçiliğin de krize girdiğine dair işaretler mevcut.

Kapitalizmin birbiriyle rekabet halindeki Batılı liberal versiyonu ve Doğulu kooperatist (sosyalist) versiyonu arasındaki mücadele, 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla birlikte Batı lehine son bulunca, yeni bir dönem başlamıştı. Yeni dönemin özelliği, dünyaya hakim olan neoliberal kapitalizmin kısaca ekonomi ötesi bir 'Demokrasi' ilan edilip kutsanması olmuştur. Yeni düzende “asıl sorun”, ulusal sınırlar ötesi para/iş sisteminden ve diasporalardan güç alan yeni etnik/dini 'kimlikler'in talep ettikleri 'eşitlik' haklarıyla ilgiliydi. Türkiye'de de buna uygun olarak uzun süre, mesela işsizlik ve sosyal devletin tasfiyesi konuşulmamıştır. Onun yerine, 'Türban/laiklik' ve 'Kürt sorunu', asıl gündemi belirlemiştir. Neoliberalizme özgü 'Kürt' ve 'Müslüman' kimlikçiliği, ekonomi ötesi karakterine uygun olarak, tarihi geriye doğru sonradan üretilmiş etnik/dini kimlikçi açıdan yeniden yazıp değerlendirirken, intikamcı/rövanşist bir genel tavır benimsemektedir. Ekonomi ötesi neoliberal yaklaşımların en bariz özelliği, kişilerden/gruplardan yola çıkmasıdır. Bu nedenle neoliberalizm, komplo teorilerine inanmaya ve tarihi, komplo teorileriyle açıklamaya yatkındır. Bu anlayışa göre tarih, tek tek kişilerin -dünya konjonktüründen ve ekonomiden bağımsız bir şekilde- iradi kararlarından ve keyfi uygulamalarından ibarettir. Böyle olunca, 'keyfi kararlar' aldığına inanılan 'kötü' adamlardan 'gruplardan' ve 'partilerden' nefret etmek kolaylaşmaktadır! Mesela Türkiye Cumhuriyeti, bir gece aniden alınan bir kararın ürünüdür. Belli bir sürecin er ya da geç gerçekleşmesi gereken sonucu değildir! Aynı şekilde Halifeliğin kaldırılması, Anadolu ahalisinin Türk ilan edilmesi, milli Türk kültürüne uygun olarak halkın Türkleştirilmesi, Türkçenin dayatılması, sübjektif/öznel kararların ürünüdür. “Başka biri olsaydı, mesela 'dini bütün' biri -bunu yapmazdı!”

Öyle midir?

Türkiye'nin 13'üncü yüzyıldaki meşru hükümdarlarından Abaka Han, 1277 baharında başkenti Tebriz'de Anadolu'dan gelen ulağın haberini okuyunca öfkeden deliye dönmüş olmalıdır. Anadolu'nun hakimi Moğol ordusu, 18 Nisan günü, Elbistan'da Sultan Baybars kuvvetleri tarafından yenilip dağıtılmış ve Anadolu'daki Moğol hakimiyetine son verilmiştir. O bahar aylarında Konya sarayında bir çocuk, Sultan III. Keyhüsrev oturmakta, Moğol hakimiyeti adına Selçuklu ülkesinin devlet işlerini de vezir Süleyman yürütmekteydi. Moğollardan kurtulmak için Memluklardan gizlice destek isteyen Süleyman'ın yardımına, güçlü Memluk hükümdarı Sultan Baybars gelir. Baybars, önce Moğolların müttefiki Kilikya Ermenilerine, sonra da Anadolu'daki Moğol ordusuna saldırır. Moğol hakimiyetinin gevşeyeceğini uman iyi niyetli Süleyman, Baybars'ın otağına kadar gidip ona teşekkür eder ve Abaka Han'ı Konya girişinde karşılamak gafletinde bulunur. Abaka Han vezir Süleyman'ı ihanetle suçlar. Onu önce astırır, sonra da etinden yemek yapılmasını emreder ve adamlarına yedirir. Bu korkunç olay, Anadolu'nun farklılıklara toleranslı barışçıl doğasına tamamen yabancı, ruhsal konteksine tamamen aykırıdır ve belki de o yüzden, tamamen unutulmuştur. Kin tutarak ruhunu zehirlemek yerine, olanları unutmak ve bağışlayıcı olmak, Anadolu'ya özgü meziyetlerdendir.

Bu olayın yaşandığı dönemde Latin kaynaklarında Anadolu, en az yüzelli yıldır 'Turcia' (Türkiye) diye anılmaktaydı. Ve kendine 'Rum' demekte ısrar eden Sultanlığın yönetimindeki ülkeye 'Türkiye' denmesinin nesnel bir de nedeni vardı. Selçuklu Sultanı Alparslan'dan sonra Anadolu'da kalıcı oldukları kesinleşen bir milyona yakın Türke karşın (bugünün diline uyup birbirine benzeyen göçebe boyların hepsine toptan 'Türk' diyoruz), 11'inci ve 12'inci yüzyılda Anadolu'da (en fazla) altı milyon insan yaşamaktaydı. Her Anadolu halkı, kendine seçtiği coğrafi bölgede hayatını sürdürürken, Türkler Anadolu'nun tamamına dağılmışlardı. Türkçe, bu nedenle en çok bilinen ortak Anadolu dili haline gelmiş ve Anadolu'nun adını da belirlemişti.

Kapitalist yaşam biçiminin resmi ideolojisi ulus-devlet milliyetçiliğinin, kendi milli coğrafyası dahilindeki halklara -mecburen- dayattığı 'Tek dilli homojen milli kültür' anlayışının, eski tarım toplumlarında doğmamış olmasının önemli bir nedeni vardı. Kapitalizm öncesinin toplumlarında, yazılı kültürünün temel özeliği, farklılıkları özendirmesiydi. Halklar arasındaki kültürel fark ne kadar kesinse, halkların kendi iç dünyalarına kapanabilmeleri o ölçüde kolay oluyordu. Böylece kendilerini daha kesin tanımlayabiliyorlar ve diğer kültürlerin etkileriden daha kolay korunabiliyorlardı. Mümkün olduğunca çok sayıda halkın birbirinden farklı olması ve farklı diller konuşması, hem bu halkların elitlerinin, hem de merkezi devletin özendirdiği bir durumdu. Bu, sadece Anadolu'da değil, dünyanın başka yerlerinde de aşağı-yukarı böyleydi. Mesela bugün adına kısaca Ermeni veya Türk dediğimiz toplulukların her biri, kendi aralarında mezhepsel, yöresel ve lehçeyle ilgili sayısız farklı gruplara bölünmüştü, kendilerini farklı farklı adlandırıyorlardı.

Kapitalizm öncesinin tarım merkezli ekonomilerinde halk ve kültür grupları, ekonomik bakımdan birbirlerinden bağımsız davranabiliyorlardı. Ve bu bağımsızlıklarını kültürel bazda da pekiştirmeye özen gösteriyorlardı. Kapitalizm öncesi, kişiye özel çalışma sistemi buna izin veriyordu. Üretim biçimi, kapitalizmde olduğu kadar karmaşık ve 'anonim' değildi.

Kapitalizm öncesinin toplumlarında ürünler esasen sipariş/gereksinim üzerine tek tek kişilere özel, ustalar ve çırakları tarafından üretiliyordu. Ürünlerin bir karakteri vardı, birbirinin kopyası/klonu, anonim değildiler. Çalışanlar, karakterli ürün yapıldıktan sonra, çalışmaya son veriyorlardı. Bugünkü gibi durmadan sekiz saat -sadece ücret/kar için- 'anonim herhangi birşey' üretilmiyordu. Sadece para için üretilen ''anonim herhangi birşey'i Marx, 'Meta/mal' (Ware) diye adlandırmıştır ve bu anlamda 'Meta/mal', eski çağların 'Kişiye özel üretilen nesne'sinden tamamen farklıdır. Eski üretim biçimi, farklı kültürlerin/dillerin, kompartımanlar halinde yanyana yaşamalarına uygundur.

Ama kapitalizmde muazzam çeşitlilikteki mal/hizmet/hammaddenin aynı anda hızlı değiş-yokuşu, işlenmesi, alınıp satılması ve bu işlemin nihayet paraya tahvili sözkonusudur. Sistemin motoru, para kullanımı üzerinden işleyen kar dürtüsüdür. Tarihte sadece kapitalizme özgü olan, bu muazzam yoğunlukta ve hızdaki özgün para/iş sisteminin çalışabilmesi için, çalışan tüm halkın sadece ortak bir dile değil, ortak bir kültüre de sahip olması gerekir. Çünkü karmaşık sistemin içinde birçok ortak kavram, komplike sembol ve benzeri şeyler oluşur. İş toplumunda bunların herkes tarafından anlaşılabilmesi ve tüm topluma malolması gerekir. Kapitalist ekonominin komplike bir bütün olarak işleyebilmesi buna bağlıdır. Ortak kültürün temel ilkelerinin kurulmasını, milli eğitim sistemi üslenir. Kapitalistleşmenin (para/iş ilişkilerinin) yaygınlaşıp yoğunlaştığı her yerde toplumlar, mecburen, kültürel homojenleşme dürtüsüne uymak zorunda kalmışlardır. Kültürel homojenleşmelerin taşıyıcı ideolojileri de milliyetçilikler olmuştur.

1980'li yılların ortalarından başlayarak 2008 ekonomik krizine kadar süren Neoliberal döneme has etnik ve dini kimlikçiliğin ürettiği derin düşmanlıkların ve kamplaşmaların en önemli kaynağı, globalleşmiş neoliberal ekonomidir. İlk kez, milli ekonomilerin sınırları ve kontrolü haricine taşan, global ekonomiden ve diasporalardan beslenen, bu nedenle ulus-devletlerin kontrolü dışına çıkıp onlara meydan okuyabilen yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Global kapitalizmin yeni ürünü bu siyasi gruplar, ilk kapitalistleşme döneminden kalma eski hesapları kendilerine şiar edinmişlerdir. Özünde sadece dönemsel/konjonktürel görüngülerdir.

Anadolu'nun Kıyameti sayabileceğimiz 1908-1922 döneminde, İmparatorluğun terketmek zorunda kaldığı Balkanlardan, Filistin'den, Kafkaslardan Anadolu'ya göç eden ve kendini İstanbul'daki merkezi yönetimin kültürüne yakın hissedenler 'Türk' ilan edilmişlerdir ve daha sonra Türkiye'nin yeni iş toplumunu oluşturmuşlardır. Homojen bir 'Türk toplumu' kurmak, tek tek politikacıların bir seçimi olmanın ötesinde, sistemin dayattığı bir zorunluluktu. Aynı ideaya Ermeni milliyetçileri de Yunan milliyetçileri de sahipti. Doğu ve batı Anadolu'daki savaşları onlardan biri veya ikisi kazansaydı, Anadolu'da -milliyetçiliğin doğasına uygun olarak- birbirine düşman birkaç ulus-devlet kurulmuş olabilirdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında eski defterler mutlaka açılır, Anadolu'nun birliği için ikinci bir Kıyamet yeniden yaşanabilirdi.

Anadolu'dan Ermenilerin silinip Rumların kovulmasının rövanşını, Kürtlerin Türkleştirilip Halifeliğin kaldırılmasının rövanşını, Osmanlı İmparatorluğu'nun sona erdirilmesinin rövanşını eski cumhuriyetçi elitlerden almaya çalışmak, bu nedenle düşmanlık üretmek, iki nedenle temelsizdir ve başarısızlığa mahkumdur: Burada asıl konu, global ekonomiden beslenen etnik/dini kimlikçi neoliberalizmin, milliyetçi ulus-devlet liberalizmine meydan okumasıdır. İkisi arasında bir tür güç mücadelesi söz konusudur. Çeşitli biçimlerde dünyanın heryerinde yaşanmaktadır ve bu haliyle neoliberalizmin, ulus-devletleri tehlikeli ölçülerde zayıflattığı bilinmektedir. Bu çatışma, 2008 kriziyle birlikte artık neoliberalizmin aleyhine işlemektedir. Yani global vahşi piyasalara has finans aksiyonları, sıcak para, ve döneme özgü yaygın kriminal finans uygulamaları (kaçakçılık, para aklama, zimmet vs.) eskisinden daha sıkı denetlenmektedir. Neoliberal kimlikçiliklerin kaleleri olan diasporaların güç kaybetmesi de buna dahildir. Ekonomik kriz, neoliberal hareketleri çok boyutlu bir şekilde olumsuz etkilemektedir. İkinci neden, kapitalistleşme/homojenleşme için kişilerin ve partilerin sorumlu tutulamayacağıyla ilgilidir. Anadolu'da kapitalistleşmenin yoğunluğu ölçüsünde kültürel homojenleşme kaçınılmazdı. Bunu kimin yaptığı son tahlilde önemsizdir. Nitekim kapitalist sistemin en gelişmiş merkez ülkeleri, (ABD'den Japonya'ya kadar bir avuç ülkedir) halkları kültürel bakımdan homojenleşmiş ülkelerdir. Sonradan kapitalistleşmiş tüm ülkeler, milliyetçiliklerin yardımıyla kültürel bakımdan homojenleşmeyi hedeflemişlerdir.

Giderek İngilizce'nin temel iletişim dili haline gelmekte olduğu dünyada, ulusal homojenleşmeden öte, bir de global homojenleşmeden söz etmek zorundayız. Böyle bir dünyada kültürel farklılıklar, eskisinden çok daha küçüktür. Bu durum, yerel kültürlerin gelişmesine -bireysel bazda- büyük bir alan açmakta, ama (global ekonominin ulus-devlet/milli ekonomileri lehine giderek daha sıkı kontrolü nedeniyle) neoliberal siyasallaşmaları giderek zorlaştırmaktadır. Her köşesi birbirine benzeyen, aynı düşünce kalıplarıyla düşünüp aynı tip giyinen, aynı hamburgercilere gidip aynı filmleri seyreden ve bu homojen dünyada yaşamaktan memnun görünen modern vatandaşların, kapitalizmi en ufak bir şekilde sorgulamadan, farklılıkları düşmanlık boyutunda abartmaları, trajikomik bir durum.

Anadolu'da Türkiye değil de, Osmanlı ardılı başka kapitalist devlet veya devletler kurulmuş olsaydı, büyük travmalar mecburen gene yaşanırdı. Soykırım travması, Anadolu'dan kovulmuşluk travması, yenilmişlik ve bir İmparatorluk kaybetmişlik travması vd. Büyük bir ihtimalle gene olacaktı. Sadece, hangi travmayı kimin yaşadığı farklı olabilirdi. Anadolu gibi renkli bir coğrafyanın, dünyadaki kapitalistleşmeye mecburen uymak adına, kültürel bazda homojenleşmek zorunda kalması, kapitalizmin dünyada işlediği en büyük cinayetlerinden biridir.

Anadolu unutkan ve bağışlayıcıdır. Bu sayede ruhunun kin ve nefretle zehirlenmesine izin vermez. Bugün Anadolu'da ne Abaka Han, ne de onun mağrur Moğollarından birinin adı bilinir. Tarihe bakarak, neoliberalizmin düşmanlık ve kamplaşma üreten kimlikçi tahribatının da elbette aşılıp unutulacağını söyleyebiliriz. Bunun için önce sağduyuya, sonra zamana ihtiyaç var gibi.

RADIKAL, 6.8.2010