Sovyet tipi ısırgan siyasi fıkralar ve Stalin'in şakası...

Marksizm-Leninizmin şakası olmaz. Daha doğrusu, galiba ben işi gereğinden fazla ciddiye alıyordum. Seksenli yıllarda Berlin'de yaşarken, kapımın dibinden başlayan Sovyet Rejimi hakkında sayısız kitap okudum. Berlin kitapçılarını tavaf ederken elimin gittiği kitaplar genellikle, "Hayalim" dediğim (Reel) Sosyalizm hakkındaki kitaplardı. Türkiye'deki Türkçe kısıtlı malzeme ile kıyaslanamayacak kadar çok kitap vardı ve elime geçenleri en azından evirip çevirmeden bırakmadım. Stalinizmin nasıl büyük bir fecaat olduğunu, Stalin'in bir emriyle kendini Gulaglarda, sülalesini Sibirya'da bulanların sayılarının binlerle ifade edildiklerinden tutun da, Sovyetler Birliği'nde gizli gizli daktiloyla yazılıp teksirle çoğaltılan yasak edebiyat Samizdat'a ve sayısız kaçış öyküsüne kadar çok zengin bir külliyata gömülmüştüm. Onca şey okuduktan ve kitapçılardaki sayısız kitabı karıştırdıktan sonra bugüne kadar değişmeden kalmış az sayıda fikrimden biri de şudur: Doğu Berlin ile Batı Berlin arasında mekik dokuyanlar başta olmak üzere, "Sovyet tipi sosyalizmi" savunmaya devam eden eski TKP (Türkiye Komünist Partisi) eşrafı, ya saf ya da içten pazarlıklı kötü insanlardır. Hele Moskova'ya kadar gidip orada "Parti (TKP) adına" eğitim görmüş geçirmiş "yoldaşlar"ın Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bile ağızlarını açıp bu rejim hakkında tek söz söylememeleri, eskinin Nazi tipi körbiatkar zihniyetinin, Türk Sol entelijansiyası içindeki tezahürüdür. (Bu tipolojiyi şimdi islamcılar arasında görüyoruz) Çünkü Sovyetler Birliği'ni içeriden anlatan onca kitaba "yalan" deyip kestirip atmak mümkün değildi. Eski TKP ve ondan arta kalanlar, Sovyetleri eleştiren kitapları eleştirmediler eleştiremediler ve bu konularda dişe dokunur birşeyler de yazmadılar.
    İşte bu mihverdeki "ciddiyet" atmosferime Sovyet fıkraları, güneş gibi doğuvermişti. İnsanların böyle tekdüze ve faşizan bir atmosferde siyasi fıkralarla nefes almaya çalışmaları takdire şayandı!..
    Alexander Drozdzynski'nin "Der politische Witz im Ostblock" (Doğu Blokunda siyasi fıkra) kitabı, aslında 1974'de yayınlanıp, benim elime rötarlı geçti, ama esasen Sovyetler Birliği'ndeki üniversite öğrencilerinin üretip yaydığı, halk tarafından da benimsenen bu fıkralardan örnekler sunan en iyi kitaptı. Okuduklarım, çabucak ayrılmaz bir parçam oldular.
Proleteryaya mensup üç işçi, hapishanedeki koğuşlarında konuşuyorlarmış, daha ilk günleri, tanışma faslı. Aralarında en yaşlı olanı:
"Ben işe hep on dakika geç geliyordum, 'Sabotör'lükten tutuklandım" demiş.
"Ben" demiş sarışın olanı, "işe hep on dakika erken geliyorum diye 'Ajan'lıktan ceza yedim."
Üçüncüsü kocaman gözlerle iki işçiye bakmış ve "Ben" demiş, "işe hep tam zamanında gittiğim için tutuklandım."
Diğer ikisi, "Neyle suçlanıyorsun?" diye sormuşlar.
"Yurt dışından kaçak getirilmiş bir saate sahip olduğumdan şüpheleniyorlar."
    Evet o saati belki hiç bulamamışlardır, ama Sovyet malı saatler de gerçekten çok kötü kalite, bir taraftan da çok havalıydılar. Kızıl bayraklı, TCDD cep saatlerindeki gibi lokomotif motifli iri saatler.
    Drozdzynski'nin kitabındaki fıkralar o kadar çarpıcıydı ki, hepsini ezberlemiş kadar oldum ve bir dönem herkese anlattım. Sol devrin, kahkahalı Gezi devriyle en yakın akraba olduğu günlerdi benim için.
    "Denizsiz Çekoslavakya Sosyalist Cumhuriyeti'nin deniz kuvvetleri olabilir mi?"
    "Kültürsüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin nasıl kültür bakanlığı olabiliyorsa, onların da deniz kuvvetleri bal gibi olabilir" -gibi oldukça acımasız fıkralar da vardı aralarında, hatta ırkçılığa kapı açanları da. Mesela:
    "Lumumba kimdir?"
    "Çukulataya batırılmış Kuruşçev."
Afr ikalı Sosyalist lidere böyle diyorlardı...
    Unutamadığım kitaplardan bir diğeri de Milo Dor'un "Der politische Witz" adlı, kendini Doğu blukuyla sınırlamayan eseriydi. (Ve bu kitapları yazan adamların tamamına yakını Balkan ve Doğu Avrupa kökenliydi).
    Sosyalist ülkelerde alttan alta yayılan iğneleyici muhalif fıkraların izine rastlayıp onlar hakkında ilk yazıyı 1962 yazan Newsweek'in Moskova muhabiri Whitman Bassow, yazısı yayımlandıktan sadece üç gün sonra "Sovyetler Birliği'ne iftira attığı" gerekçesiyle sınır dışı edilmiş. Yani fıkraları Amerikalıların uydurduğu gibi akla ziyan bir gerekçe. Rus halkının kıvrak zekası ve mizah anlayışına hakaret.
    Rus asıllı Bassow sayesinde Dünyada insanlar "Erivan radyosu" diye fiktif bir radyo istasyonundan haberdar oldular. Muhalif Sovyet fıkralarının ilk biçimi, soru-cevap şeklindeydi. Güya halk radyo istasyonuna soru soruyor, o da yanıtlıyordu. Mesela şöyle:
"Sovyetler Birliği'ni neden seviyoruz?"
"Bizi kurtardığı için."
"Amerika'yı neden sevmiyoruz?"
"Bizi kurtarmadığı için."
    Ben bu soru-cevap türünden ziyade, daha sonra piyasaya düştüğü anlaşılan uzunca olan ve anlatması daha zevkli olanları seviyordum.
    Bir Sovyet vatandaşı öldükten sonra Cehenneme gitmiş, içeri girecek, kapıda şeytan sormuş:
"Kapitalist cehennemine mi gitmek istersin, sosyalist cehennemine mi?"
"Sosyalist cehennemine gideyim ben" demiş adam, "garanti orada da ocaklar ve fırınlar bozuktur, işlemiyordur."
    Bir de doğrudan Sovyetlerin ünlü aparatçikleri, parti büyükleri, liderleri hakkında anlatılan fıkralar vardı ki, konu edilen kişileri ayrıca anlatmak gerektiğinden buraya almıyorum, -ama birini özellikle alacağım:
    Yosif Vissarionoviç Cugaşvili. Namı diğer Stalin...
    Benim bu konuların ve Doğu Bloku fıkralarının kapağını kapatalı, şimdi saymaya üşeneceğim kadar uzun zaman oldu, ama yeniden, hem de damdan düşer gibi gündemime düşmesi, edebiyat okumalarım sırasında edindiğim ve beni son derece şaşırtan yeni bir bilgi sayesinde...
    Diktatörler mizah sevmez. (Bir tanesi de Türkiye'nin başında olduğundan herkesin malumu) Zira mizah, rahatlatıcı özgürlük alanı yaratan anlık kahkahalarla her tür diktatörlüğün baskısı dışına çıkabilen, yer-zaman tanımayıp ele avuca sığmayan bir şeydir ve diktatörler, halkı güldürebilen kişilerden korkarlar. Mizah, betonarme diktatöryal yapıların en yasakçı katı katmanlarında bile kendine yer bulabildiğinden, o taşlaşmış yapıları çatlatan en etkili unsurlardan biridir aynı zamanda. Diktatörler, kendileri hakkında halk arasında fısıltıyla anlatılan fıkraları sevmezler. Ama bu, diktatörlerin mizah duygusu olmadığını göstermez -miş...
    Ben açıkcası, Stalin'in ince bir mizah duygusuna sahip olduğunu bilmiyordum, -hem de Stalin'in incecik mizah duygusuna kanıt sayılabilecek "Kruşçev'in Anıları" adlı kitabın, kütüphanemde uzun yıllar sürtmüş olmasına rağmen...
    Leonid Brejnew, Kruşçev'i 1964'de iktidardan uzaklaştırdı ama Sovyet "geleneği"ne uyup, onu astırmadı veya kurşuna dizdirmedi. Nikita Kruşçev, Stalin devrine son veren SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) lideriydi. Stalin'in 1953'de ölümünden sonra partinin başına geçip, Stalin'in en önemli adamı, gizli servis şefi Lavrenti Beriya'yı alaşağı ederek -bir yere kadar- Stalin devriyle hesaplaştı da, ve tabii Stalin yaşarken onun en yakın çalışma arkadaşlarından biriydi!
    Kruşçev'in anılarının Almancası "Chruschtschow erinnert sich" (Kruşçev hatırlıyor) adıyla 1971'de yayımlandı ve ben onu asla okumadım. O zamanlar, kitapdaki bazı bilgilerin doğruyu yansıtmadığı konusunda yazılar çıkmış basında. Ben o yazıları bir şekilde bulmuştum ve kitabı hemen bir köşeye kaldırmıştım.
    İşte o kitaptan bir anekdotu, büyük yazar Milan Kundera'nın son romanı "Kayıtsızlık Şenliği"nde görünce, aykırılamasına şaşırdım! (Can Yayınları 2015, Ayça Sezen çevirisi)
    Politbüro'nun Sovyetler Birliği'ni yöneten en elit kesimi, bir avuç insan, iş saati sonunda Stalin'i dinliyorlar. Şimdi Milan Kundera'dan alıntılıyorum:
    "Bir gün, Stalin ava çıkmaya karar verir. Sırtına eski bir parka geçirir, ayaklarına kayaklarını giyer, uzun bir tüfek alır ve onüç kilometre yürür. Sonra, önünde, bir ağaca tünemiş duran keklikler görür. Durur ve keklikleri sayar. Yirmi dört tanedirler. Ne talihsizlik! Yanında sadece on iki fişek vardır. Ateş eder, kekliklerin on iki tanesini öldürür, sonra döner, evine kadarki on üç kilometreyi tekrar yürür ve on iki fişek daha alır. Aynı ağacın üzerinde hâlâ tünemekte olan kekliklere ulaşmak için tekrar onüç kilometre yol kat eder. Ve nihayet hepsini öldürür."
    Stalin'in anlattığı bu fıkrada ilginç olan, fıkranın saçmalığı değil, onun ciddi ciddi dinlenmiş olması -ve doğruluğuna inanılmasa da, itirazsız dinlenmesi. Bir tek Kruşçev, kem küm etmiş...
    Mesai saati dolduğu ve herkes eve gideceği için, önce lavoboya uğranırmış. Stalin'in bu en yakın adamlarının işemeleri için hepsi yan yana, her biri için özel tasarlanmış psiuarları varmış. Stalin, koridorun taa öbür ucunda, sadece ona ait bir tuvaleti kullanırmış, yani adamlarının ona duyurmadan istediklerini söyleyebildikleri bir yermiş lavoboları -öyle sanıyorlarmış.
    Stalin'in mesai arkadaşları tuvalette ellerini yıkarken, bir taraftan da "Yalan söyledi yalan söyledi" diye bağırıp, Stalin'in nasıl aşağılık âdi bir yalancı olduğundan bahsetmişler, Stalin'in bu kaba saba yalanına gülmüşler. Ve o sırada Stalin'in onları gizli gizli dinleyip, onların ahmaklığına kahkahalarla güldüğü hiç akıllarına getirmemişler. (Bu "dinleme" hikayesi, romandan fiktif bir detay, ama Stalin'in dinletmediği kimse olmadığına göre, adamlarını dinlemiş olması gayet makul).
    Milan Kundera'nın romandaki kahramanı Charles (yani Kundera), -Kruşçev'in Anıları'nda anlattığı- bu hikayeden o kadar etkileniyor ki, bu anektotu kendince bir sanat eseriyle taçlandırmayı bile düşünüyor.
    Politbüronun kelli felli en üst yöneticileri, Stalin'in espri yaptığını anlamamışlar. Daha da vahimi, Kruşçev bu olayı yıllar sonra kitabında anlatırken bile Stalin'in şaka yapmış olduğunun hâlâ farkında değil! Kitabı keşke okusaymışım...
    Stalin, bu "fıkra"yı anlattıktan sonra, belki de adamlarının "Hadi canım sen de" diyerek hep bir ağızdan gülmelerini beklemişti, veya hiç birinin onun sözlerine itiraz edemeyecek derecede koyunlaştıklarının bilinciyle içten içe onlarla dalga geçmişti. Kundera, buradan muhteşem bir çıkarımda bulunuyor ve kahramanı Charles'a, Stalin'in çalışma arkadaşlarının tavrı hakkında şunları söyletiyor:
    "Zira etrafındaki kimse artık şaka nedir bilmiyordu. İşte, bana göre, Tarih'te yeni, büyük bir dönemin açıldığını haber veren tam da buydu." Tam da öyle oldu, Türkiye'de de öyle olacak...
    Siyasi fıkralar diktatörlerle dalga geçer, her zaman böyledir. Ama diktatörler de, etraflarındaki biatkar koyunlar olmadan diktatörlük yapamazlar ve koyunlaştırılmaya itiraz atmeyen adamlarıyla böyle dalga geçmelerinin bence bir mahsuru da yoktur -hele koyunlar onca yıl aradan sonra, kendileriyle nasıl dalga geçildiğini hâlâ anlamamışlarsa ve  hatta anlayışsızlıklarını bir de kitaba yazıp sonsuzlaştırmışlarsa...