İyimserliğin bilimsellikle ve entelektüellikle ilişkisi hakkında

Sistemin kurulmasında oynadığı önemli rol nedeniyle ve duygulardan oldukça uzaklaşıp kapitalizmin para basma aracına dönüştürülen teknokratlarla akrabalığı nedeniyle, Bilime oldukça dikkatli yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Ama buna rağmen, İyimserlik ile Bilim arasında sağlıklı bir ilşiki var ve bu ilişkinin en genel adı da 'Rasyonel akıl'.
"Bardağın önce dolu tarafını görenler" anlamında kullandığım "İyimserlik", (elbette daha geniş bir kavram olmakla birlikte) bizi esasen "zor/dar zamanda sunduğu imkanlar ve alan" bakımından ilgilendiriyor. Bir Değişim/Dönüşüm dönemindeki Türkiye'nin 2008'den beri yaşadığı ve muhtemelen 2024'e kadar yaşayacağı "hareketli" (yani insanların sinirlerini harab eden!) süreçte, nisbeten kolay olan ve yaratıcılık gerektirmeyen kötümserliğin "ne kadar berbat bir durumda olunduğunu saptayıcı" yaklaşımının insanların içlerine kapanmasını sağlayan, yaratıcılığı köreltip korkuya alan açan ve pasifleştiren etkisine defalarca dikkat çektim. Kötümserlik, karşısında durduğunuz her ne ise onu olduğundan daha büyük gösteren, hatta ona haddinden fazla güç/akıl bahşeden bir yaklaşım türü. İyimserliğin hammaddesi 'Cesaret' ve 'Yaşam sevinci' olduğu için, hayatın doğal kırılganlığına rağmen dirençli bir bilinç demektir aynı zamanda. En önemlisi, iyimserlik yaratıcıdır ve tohumu, Göğe doğru kendine daima bir yol bulur. İyimserlik, hayatın doğasına uygun yaklaşım türü olduğundan, zor zamanlarda daima önemli bir faktördür.
Değişim/Dönüşüm döneminde önemli bir süreç yaşandı ve "Muhafazakarlık, Osmanlıcılık ve İslamcılık" diye ortaya çıkan "akım"ın -ki bir mantalitedir aynı zamanda- şimdiye dek Türkiye'de ortaya çıkan, 'bilime en uzak akım' olduğu görüldü.
2007 Yılında beni oldukça etkileyen bir kitap okumuştum. Georg Steiner'in "Warum Denken traurig macht" (Düşünmek neden melankolik yapar) denemesi, düşünmek eyleminin "melankoli" ile (dolayısıyla "karamsarlık" ile) ilişkisini başarılı bir şekilde inceliyordu. Aynı zamanda yaratıcı bir yanı olduğu da söylenen bu melankoliyi, edebiyat yazan veya yazmaya başlayan anlı-şanlı yazar arkadaşlarımdan (ve kendimden) biliyorum. Steiner, konuya damardan giriyor ve düşünmenin Adem'e yasaklanan elma olduğundan bile bahsediyor. "Düşünmenin sonsuzluğu, insanı diğer canlılardan ayıran belki de en önemli özelliği" diyen Steiner, buna benzer başka cümleler kurup "Düşünmek" yerine "Konuşmak" sözcüğünü veya başka sözcükleri koyanlar da bulunduğuna aldırmadan, "Düşünmek" edimini kendi içinde sınıflandırmaksızın bir bütün olarak kullanıyor. Ama bildiğim kadarıyla mesela ünlü yazar Haruki Murakami burada net bir ayrım yapıyor. "Kafamın üstü belirgin şekilde ısınıncaya kadar yazmaya devam ederim" diyor ve bununla, Hawaii'deki beş-altı metrekarelik çalışma ofisinde tepsi büyüklüğündeki çalışma masasının üzerindeki Laptop'unun başında geçirdiği ve yaratıcı yazarlık yaptığı saatleri kastediyor. Sonra bu işini bırakıyor ve "dinlenmek için" kitap çeviriyor. Bu ayrıma belki herkes katılmayacaktır ve çevirmenliğin de neredeyse yazarlık kadar zor olduğunu söyleyecektir ama çevirmenlik, sonuçta teknik bir iştir (bu yüzden de çeviri programları/aplikasyonları yazılabiliyor).
Georg Steiner'in muhteşem kitabında eksik olan, böyle ince ayrımların üzerinde fazla durmaması. Ama şimdi, iyimserlik hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacımız var.
Avrupa'da yapılmış bazı araştırmalar (aklımda kaldığı kadarıyla), iyi eğitimli insanların melankoliye ve karamsarlığa kapılmaya daha yatkın olduğunu göstermişti. Bu konuda çeşitli veriler mevcut. Bugün, bundan yüz yıl öncesine göre çok daha güvenli, daha sağlıklı, bu yüzden daha kalabalık bir insan nüfusu yaşıyor dünyada, ama bu insanlar, atalarına göre çok daha karamsarlar veya karamsarlığın pençesine daha kolay düşüyorlar. Araştırmalar, iyi eğitimlilerin karamsarlığa kolay kapılmalarının nedenini, eğitimsizlerden çok daha detaylı ve derin düşünebilmelerine ve daha çok engeli/bozukluğu/tehlikeyi algılamaya yatkınlıklarına bağlıyor. Fakat buradaki püf noktası onların da dikkatinden kaçmış görünüyor. Bu denklemde Steiner'in toptan "Melankolik" diye değerlendirdikleri, galiba iki ana gruba ayrılıyor:
1. Düşüne düşüne "Cık, buradan bi cacık olmaz" deyip kenti kuytusuna saklananlar veya cacık olabileceğine inandığı bi yere gidip oranın sade silik bireyi olmayı yani teslimiyeti tercih edenler. (Bunlar karamsarlar)
2. Düşüne düşüne, sadece "Du bakali n'olcek" demeden, yani beklemekle yetinmeden saksıyı çalıştıranlar, cesur olanlar ve teknik çözümler üzerine düşünenler.
İyimserlik ve kötümserliği, hayata yaklaşım tarzı ve düşünme biçimi üzerinden düşünürken, aklıma, C. P. Snow'un Türkiye'de daha 1993'de yayınlanan ve günümüze kadar bir çok baskı yapan "İki Kültür" adlı denemesi geldi.
Bu kitapta anlatılan, Sosyalbilimler ve edebiyat odaklı Entelektüeller ile Tabii/doğal bilimler ve teknik Bilimcilerin birbirinden kopuşu, 1754-1784 arasında başlıyor. Kitapta bahsedilmese de, bu noktada, Immanuel Kant'ın ilginç bir rol oynadığını söylemeliyim. Bu genç adam, "Naturgeschichte und Theorie des Himmels" (Doğa tarihi ve Göğün teorisi) diye bir kitapçık yazıp Krala gönderiyor. Kitap, hiç bir deneysel/sayısal veriye dayanmadan Kosmoloji konusunda Batıda yazılmış ilk temel kitap sayılıyor. Kral bunu okumuyor ama bir kenara koyuyor (sonradan bulundu). Hem bilim gibi hem hikaye gibi olan bu kitabın önemli bir son nokta olduğu söylenebilir. Daha sonra zaman içinde, bilimciler ile hikayecilerin net bir şekilde birbirlerinden ayrılmaya başladığını söyleyebiliriz. Snow, kitabını 1959'da yayınladığında, bu iki kesimin birbirinden tamamen koptuğunu anlatıyor (bugün durum ve vaziyet ne alemde varın siz düşünün!)
Hem edebiyatçı hem bilimci olan Snow'un da örnek verdiği gibi, "Sen Yaşar Kemal'in İnce Memed'ini okumadıysan boşa yaşamışsın, dünyadan haberin yok" diyen kişinin, "Sen Termodinamiğin ikinci yasasını bilmiyorsan dünyadan haberin yok, boşa yaşamışsın" diyen kişiden -nitel anlamda- farkı yok. Yani sosyal/"ökönomi" bilimci ve edebiyat merkezli (günümüzde en ağırlıklı çoğunluğu oluşturan) Entel/Entelektüel deryasının Bilim dünyası ve deryasından koptuğunu ve bunun iyimserlik/kötümserlik diye özetlediğimiz konumuzla bir ilgisi bulunduğunu söyleyebiliriz, zira bu kesim, "öğrenilmiş çaresizliği" ve kötümserliği daha çok üretiyor, -sadece "sayısal üstünlüğü" (yani kalabalıklığı) nedeniyle değil; düşüncenin melankolikliği içinde, bilimsel/tarafsız/teknik alternatif üretmeye daha uzak olduğu için. Bilimci daha yakın, çünkü duygularını bi kenara koyup detaylı hesaplar yapabiliyor, bunlar çok daha somut, rasyonel...
Bir dönem Radikal gazetesinde kırktan fazla yazım yayınlandı, bunların tamamı "Sistem eleştirisi" hakkındaydı ve takma adla yazdığım ilki de "Ekonominin bir bilim olmadığı, olamayacağı" konusundaydı. Bilim, hesap kitap yapıp belli çıkarımlarda bulunur ve mesela "yarın şu saat ve dakikada Güneş doğacak" der veya Ay'a fırlatılacak roketin ağırlığının hangi miktarda yakıtla ne kadar sürede Ay'ın yörüngesine gireceğini hesaplar ve uydu sahiden de o söylenen sürede yörüngeye girer. "Ökönomi bilimi"nde böyle kesinlikler yoktur. Hatta ekonominin profesyonel eğitimini almamış insanlar arasından, çok daha isabetli tahminler yapbilen Ekonomistler çıkmaktadır. Kapitalist sistemin (2007'de başlayıp 2008'de "start" alan) en önemli son kategorik krizine gireceğini önceden tahmin eden "Ökönomi" profesörlerinin sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir, ama dünyadaki Postmarksist akımın önemli temsilcilerinden sevgili dostum Norbert Trenkle ve Robert Kurz ve daha sonra tanımak şerefine nail olduğum dostlar, bunu daha 2003'de söylüyorlardı ve nasıl geldiğini, nasıl olacağını anlatıyorlardı, -biri bile "Ökönomist" değildi. Bu nedenle, bu "ilim" dalını da, "Sosyal bilimler ve edebiyat odaklı Entelektüalizm"e sayıyorum (böylece bu alanı kötülemiş veya aşağılamış olmak da istemiyorum, çünkü adlarını andığım dostlarım da, ben de, sosyal bilimler ve edebiyat odaklıyız). Ben sadece bu kesimin önemli bir eksikliğine dikkat çekmek istiyorum...
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye'nin çok az sayıdaki sahici Bilim adamlarından birinin sohbetine katılmak şerefine nail oldum ve bu sohbet sırasında, bu okuduğunuz yazıyı yazmaya karar vedim. Çünkü sohbet sırasında, Snow'un kitabını adeta yeniden okuyormuş gibi hissettim kendimi. Kitapta, Bilimcilerin, sosyal bilimler ve edebiyatla fazla aşna fişne olup bilimle bağını tamamen yitirmiş olanları kabaca "aptallar" diye nasıl aşağıladıkları ve onlara güldükleri yazıyordu. Bilim, uğraştığı alan itibarıyla ölçülü/biçili/tanımlanmış "kesin veriler" üretir ve "kesinlik" demektir, "detaylı bir şekilde hesaplanabilir şeyler". Oysa sosyal bilimler ne kadar sayıyla çalışırsa çalışsın asla kesin olamaz -bu mümkün de değildir. Hele stüdyolar dolduran gevezeler ordusunun sunduğu uzmanlığın genelde hiç bir anlam ifade etmediğini, (bu blogda yer alan bir yazıda da anlattığım gibi) uzman olmayanların tahminlerinin uzmanlardan daha isabetli olduğunun bilimsel olarak kanıtlandığı meydandayken, karamsarlık üreten bu yapıya daha dikkatle bakmanın önemi ortadadır.
Eski Sol literatürden araklama terimlerle kendine bir tür "Entellik sahası" açmış olan İslamcılar dünyası için bu alan, kullandıkları neredeyse tek alan olarak kaldı. Gerçeğin eğilip bükülmesi "sosyal bilimler" alanında zaten mümkünken, bunu daha da "mümkün" bir uç alana taşıyan teolojik politika, "Kıyamet'e inanan, Cihad için her günahı mübah görebilen", koyu bir korku ve ilahi son kötümserliğne dayanıyordu.
İyimserliğin bastığı zemini daha da güçlendirmek için, kötümserliği hesap-kitapla aşan Bilimci zihniyetinin kesinliğine ve mantalitesine ihtiyaç var. Bu ihtiyaç, aynı zamanda, karanlığın doğduğu ruh coğrafyasını daraltıp denetim altına almak için de elzem. Daha kesin olmak, daha donanımlı olmak, Bilime daha açık olmak, daha çok bilim öğrenmek ve bilime aşina olmak, Bilimcilerin "kesinci" zihniyetini benimsemek, iyimserlik üretmenin de maddi temeli. Rasyonel/çokyanlı düşünüp hesap-kitap yapanlar, iyimserlik üretmeye daha yatkınlar. Mars'a nasıl gidileceğini hesap edenler de, kötü şartları değiştirip nasıl iyiye dönüştüreceğini her ihtimaliyle enine boyuna düşünenler de bilimi ve onun rasyonel yaklaşım tarzını benimsemiş olanlar, -tıpkı sistemin nereye gittiğini bana üç saatte anlatan ama ekonomist falan olmayan Norbert gibi.
İyimserlik, hâlâ çok ihtiyaç duyulan önemli bir malzeme ve planlı/rasyonel/cesur yaklaşımın seçim sonuçlarındaki belirleyici etkisiyle iyimserliği yükselttiği de malum. Neoliberal kimlikçiliklerin konuşulduğu, her "kimliğin" olayları nalıncı keseri gibi kendine yonttuğu pseudo sosyal bilimler devri sona erdi. 2008'den bu güne sıcak sıcak henüz pek farkına varılmayan değişimlerden biri de bu. Korkusuz aktif iyimserlik, umduğunuzdan daha önemli. O halde kötümserliğin lüzumu yok!

Slavoj ‪Žižek‬ - Jordan Peterson düellosu

★ İki popüler düşünürün 19 Nisan günü Toronto'daki Sony Centre'da, bilet almış üçbin kişinin önündeki tartışması (internetten de altıbin kişi bilet ödeyerek izledi), aslında eşitsiz bir düelloydu. Buna davet eden ve muhtemelen böylece Zizek sayesinde daha popüler biri olacağının hesabını yapan yeni Sağın "starı" Peterson, beklendiği gibi sahayı malup terketti, ama bu tartışmadan çıkarılacak önemli dersler var.
(Aşağıdaki linkleri tıklayarak tartışmanın nasıl başladığı ve şartları hakkında bilgi edinebilirsiniz)
Jordan Peterson kendine verilen otuz dakikalık süresine, Karl Marx'ın "Komünist Manifesto"su ile kışkırtıcı bir tonda başladı. Fikriyatı, Ayn Rand ve neoliberallerin klişeleri ötesine geçemedi.
Zizek'in hoşuma giden ifadelerinden biri, Peterson'ın "Aptal iyimserliği" ile dalga geçip, "İyimserlik Marksistlerin işidir" demesi; sonra da "Salağın tekisiniz,  ağzınızdan çıkanı kulağınız duymuyor" demesi!
Zizek, Marx'ın hatalarını kabul etti (bunu önemli buluyorum) ve kendisini "Hegelciyim" diye tanımladı (Hegel'in hatalarını bulmak da çok zor olmasa gerek!) Burada -Yeni Sol adına- çıkarılması gereken sonuç, "Doğrudur" diye tek tek kişileri tartışma devrinin geçtiğidir. Eski Solun kişi kültü insanların putlaştırılması devrini çoktan aştığımızı düşünüyorum. Artık konuşulan asıl konular kişiler ve onların "A'dan Z'ye" her yazdıkları/söyledikleri değil.
"Yeni Sağın düşünürü" Peterson, "Political correctness"ı eleştiriyor ve konuşmasında doğrudan Marksizme ve "Sosyalizm" adına ölen ve öldürülen insanlardan bahsetti. Bunun üzerine Zizek'in Marksizmi savunacağını, yani savunmada kalacağını sanmış olabilir. Zizek, doğrudan bodoslama Kapitalizme bindirdi ve en sevdiği konuya geldi: "İdeoloji eleştirisi."
Zizek, mülteciler sorunundan "Political correctness"a kadar herşeyden Kapitalizmi sorumlu tuttu ve tartışmayı izleyen binlerce insan tarafından alkışlandı.
Peterson bunun üzerine, her Sağcı entel dandirit türünün sorusunu Zizek'e de yöneltmek gafletinde bulundu: "Pekiy, kapitalizme alternatif nedir? Doktor Zizek'ten bu konuda her hangi bir çözüm duymadık." Peterson bu konuda çözüm niyetine sadece, "Herkes sorumluluğunu bilirse..." gibi bir şeyler öneriyor -ki bu pek de öneri değil tabii.
Zizek burada, Peterson'un beğenemediği Marx'ı anlatarak, "Eşitlik kavramının (Fransız ihtilalinden kalma) bir Burjuva değer olduğundan bahsetti mesela, Marx'ın da hiyerarşilerden bahsettiğini ama bunların Kapitalizmin hiyerarşileri olmadığını söyledi.
Zizek, Peterson'un saldırdığı/düşmanlaştırdığı ve "Postmodern Neomarksizm" saydığı "Political correctness" konusunda noktayı bir soruyla koydu: "Political correctness savunucularının, kimlikçilerin hangisi Marksist? Bana birinin adını verin!" Bam teli de burasıydı. Bu konuları savunanların bazıları kendilerine Sol/Mol diyebilirler ama hiçbiri "Marksistim" demiyor, yani Peterson, neye karşı olduğunun da pek farkında değil ve Zizek'e bir kişinin adını bile veremedi tabii. Zizek'e alkış! Salon ayakta!
Peterson buna, özgüvensiz bir tonda, "Ama Amerika'da sosyal bilimlerle uğraşanların yaklaşık yüzde yirmibeşi, kendini Marksist diye tanımlıyor" demekle yetindi.
Zizek bu lafla iyice bir dalgasını geçtikten sonra sosyal medyada büyük bir çoğunluk tarafından Toronto'daki "tartışmanın galibi" ilan edildi.
Benzeri bir tartışma en son 1971'de Noam Chomsky ve Michel Foucault arasında yapılmıştı, ama o zamanlar daha internet yoktu ve konuşulanların her sözünü bilmemkaç bin kilometre uzaktan canlı olarak izlemek mümkün değildi ve Türk Solu "Sosyalist devrim mi Milli demokratik devrim mi?" gibi konularla "meşguldü".
Bu tartışmayı asıl ilginç kılan, Marksist düşüncenin yeni türü ve tarzının da -Zizek'de ifade bulmuş mizahi tarafı yüksek halinin de- Sağ'ın en yüceltilen "düşünürleri"ni bile rahatlıkla havada katladığı gerçeğini yeniden güncellemiş olması. Tartışma, Yeni Sol'un neden gelecek vaad ettiğini ve eski beton tipi alıntı manyağı "Reel Sosyalizm" ile göbek bağı olmadığını bir kere daha göstermiş oldu...


Peterson ve Zizek düellosu hakkında...
Sophos Akademi'de Reşat Okur'un yazısı:
https://www.sophosakademi.org/2-filozof-1500-dolara-bilet-3000-seyirci-toronto-tartismasi/
Der Spiegel'de Arno Frank'ın yazısı:
https://www.spiegel.de/kultur/gesellschaft/slavoj-zizek-vs-jordan-peterson-marxist-gewinnt-philosophenduell-a-1263756.html
The Guardian'da Stephen Marche'nin yazısı:
https://www.theguardian.com/world/2019/apr/20/jordan-peterson-slavoj-zizek-happiness-capitalism-marxism

Defterimden naklen notlar...

Kendimi bildim bileli okuduğum ve düşündüğüm konular hakkında notlar alırım, ama sadece bu kadar değil elbette. Bir de sevdiğim, hoşuma giden ve ilginç bulduğum konuları ve şeyleri de not düşerim. Bir kısmını bazen buraya almanın bir sakıncası olmasa gerek...

★ İnsan bazı şeyleri yerde ararken gökte buluyor. Mesela Deng Xiaoping hakkında, bu küçük dev adamı merkezine alarak Çinin dönüşümü hakkında yaptığı devasa çalışmasıyla yeniden ünlenen Ezra Vogel'in 2011'de yayınladığı "Deng Xiaoping / ve Çin'in Dönüşümü" adlı 878 sayfalık büyük boy kitabını, Mehveş Leliç Türkçeye çevirmiş ve daha 2017'de Modus Kitap diye bir yayınevi de kitabı yayınlanmış. Bu yayınevinin adını ilk kez duyuyorum, ama büyük bir iş gerçekleştirdikleri kesin, kendilerine teşekkür etmek gerek...

★ Yukarıdaki resim, Kamboçya asıllı grafiker Visoth Kakvei'nin. Eski bir grafiker olarak, çok beğendiğim bu adamı sizlerle de tanıştırmalıyım. Yaptığı tüm resimleri için üç ilâ altı saatten fazla zaman ayırmayan sanatçı bu ve benzeri analog perspektif işleri seviyor ve genellikle siyah-beyaz çalışıyor.

★ Önüme düşen en ilginç kitap, "Eine kurze Geschichte der Trunkenheit" (Sarhoşluğun kısa tarihi)...
Bu enfes kitapta genç yazar Mark Forsyth, kendisinin ayyaş falan olmadığını anlatarak başladığı hikayesinde, taş devrinden günümüze sarhoşluk ve kültürü ve hakkında yanlış bilinen şeyleri de anlatıyor. Kitapta, Viski içip kabalaşan İngilizlerin Fransızlar gibi şarap içince neden ve nasıl inceldiğinden tutun da, Sumer bira tanrısına kadar yok yok...