"Kurtlar Vadisi Filistin" ve filmin rövanşı: "Kosher Nostra Yeni Osmanlıya karşı"

Malatya Park alışveriş merkezi'nde (Shopping-Mall), İstinye Park'taki sinemayı aratmayacak bir sinema... Dokuz salonun dördünde, "Kurtlar Vadisi Filistin" oynuyor...
Filmin, sinemalardaki ilk gününün gecesi. Ve girdiğimiz salon, son koltuğuna kadar dolu...
Nihayet film başlıyor ve Mavi Marmara gemisi baskınının kurgu görüntüleri, gerçeğe uygun bir şekilde perdede görünüyor. Konu, Polat Alemdar ve ekibinin, Mavi Marmara katliamının intikamını alması üzerine kurulu. Filmin devamındaki sayısız ölüme neden olan bu ilk sahneler, biraz geçiştirilmiş gibi.
Asıl film, Polat Alemdar iki adamıyla İsrail'e hücum edince başlıyor. Eski kabadayıların ağzıyla konuşan, onlar gibi yaylana yaylana yürüyen eski model maço özentisi Türk "acanlar"ın kanlı baskınının bir sonucu olarak İsrail, Filistinlilere katliam yapıyor. Ama halkın içinde insanları yanlışlıkla vurma ihtimaline hiç kulak asmadan silah kullanan ve bu konuda en ufak bir etik belirtisi göstermeyen, takım elbiseli kibirli gösterişçi Türk maçolara, bir tek Filistinli bile itiraz edip, "ulan sizin bu fütursuzluğunuz yüzünüzden İsrail bizi öldürdü burada" demiyor! Halbuki Filistinliler, eğitim seviyesi yüksek, cesur bir halktır. 
(-Tabii İslamcı olup aklını yitiren Filistinlilerden bahsetmiyoruz burada.)
Türkler gene lacileriyle!
(Yeni tip Osmanlıcı Türk, savaşa bile takım elbiseyle mi gider?)
"Laci" ve "Takım elbise" düşküklüğü/takıntısı üzerinden Türklerle dünyanın her yerinde dalga geçiyorlar.  Tabii Türkler bunu bilmiyor.
(-Bunu da bahaneyle burada yazalım. Belki yararı olur!)
Filmde, patlamalı-çatlamalı yer yer çok iyi savaş sahneleri de çekilmiş olmasına rağmen, yeni Osmani Türk türünün savaşmayı bilmediğini kesinlikle söyleyebiliriz. Bu Neo Türkler, -sadece silahlı çatışmadan ibaret vasat filmde- öyle askeri hatalar sergiliyorlar ki, bir film seyrettiğinizi unutup, bilgisayar oyunu seyrettiğinizi sanabiliyorsunuz
. Polat Alemdar, o demode maço haliyle ne kadar gülünç olduğunun farkında değil. Dünyadan bi haber, kasıntı, komiğe yakın klişe laflar ediyor. Diğer iki adamı da ilginç yüzlerine rağmen sokak kabadayısı olmanın ötesine geçemiyorlar. Silahları yanlış tutup, bitmek tükenmek bilmeyen şarjörlerle ateş edip duruyorlar. 
(Filmi yapanlar, silahı yanlış tutarak durmadan ateş eden birinin elinin kolunun haşat olacak ölçüde ağrıyacağını falan da bilmiyorlar, birine de sormamış!) 
Aslında Ortadoğu'nun en iyi askeri İsrail askerleridir ve filmde Polat Alemdar'ın önüne mal gibi atlamak üzere eğitilmişler sanki! Hele bir helikopterin, hepsi silahlı bir grubun üzerine iyice alçalıp havada durarak ateş etmesi sahnesi var ki ömre bedel. Beni benden aldı!
(Böyle bir salaklığı Vatikan Hava Kuvvetleri bile yapmaz.) 
Otuz tane Arap tüfekle ateş ediyor, helikopteri indiremiyor; bir tek Polat Alemdar seyyar roketi çakıp düşürüyor helikopteri! Filmde iyi ve en mazlum Araplar bile ölüyor, ama topal Türkler ölmüyor, ölemiyor... Yani filmde sadece Yahudiler değil, Araplar da aşağılanıyor -hem de film kendi ruh coğrafyasını farkında olmadan göstererek yapıyor bunu...
(Filistinliler bunu da beğenmezler.)

Film, şak diye bitiyor. Bir de bakıyorsunuz, cesetler toplanmış, ortalık süpürülmüş, kahramanlar ortada ööyle duruyorlar! Fonda yüksek sesli bir müzik.
Filmin en güçlü yanı, sembol resimleri ve görüntüleri oldukça iyi kullanması...
Filmin en zayıf yanı da şu: Hayali küçük Osmanlıcı Türklerin, film işlerini öğrendikçe, naylon aklı/mantığının ortaya çıkması ve gerçekten ne kadar uzakta olduklerının daha da sırıtması!.. 
Mahsun Kırmızıgül usulü üçüncü sınıf "mesajlı" diyaloglarına, kötü oyunculuklarına ve filmde ne aradığı bilinmeyen, koşup duran Amerikalı Yahudi kıza bakarak değerlendireceksek...
Filme on üzerinden iki puan verilebilir...
Film, farkına varmadan daha da büyük bir akıl fukaralığı sergiliyor...
Şöyle:
Türkler, onyıllar boyunca "Midnight Express" filminin acısını çektiler. Haksız yere Türkleri kötüleyen bir filmdi. Avrupalılar, bu filmi referans alarak Türkleri, ırkçı ve faşist bir takım tipler olarak tanıdılar. 
Kurtlar Vadisi ile, ikinci sınıf bir Türk filmi, "Midnight Express" filmininin Türklere yaptığını İsraillilere yapıyor.
Tabii şimdi birçok kişi, "Ama İsrail'in yaptıkları gerçek" diyebilir.
Ama aynı kafayla bir Yahudi rejisör de, yarın bir film yaparak, filminde Türklerin yarısını öldürebilir! Türkleri, Ermeni veya Kürt katliamcısı vahşiler olarak gösterebilir...
Mesela...
Film: "Kosher Nostra, Yeni Osmanlı'ya karşı"
Konu: Kürtleri Ermeniler gibi soykırımla öldürmeyi planlayan gül bıyıklı kötü adam, Cuma namazından çıkıp Cobra helikopterine biner ve Kürt köylerini bombalar. Köylerde çocuklar ve kadınlar bombalarla ölürken, kamara kötü adamın tesbih çeken elini göstermektedir. Köylerden birinde ölenlerin arasında, oralarda gezen bir Yahudi turist kadın ve iki küçük çocuğu da vardır... Kadının kocası, Yahudi mafyası Kosher Nostra ve Mosad kırması bir "acan"dır. Bu adam, özel komando birliğinden seçtiği beş adamıyla, Irak'tan bir PKK ordusuyla birlikte Türkiye'ye dalar ve her kurşunla iki Türk askeri öldüre öldüre Üçüncü Ordu'yu bitirir, İkinci Orduyu bitirir, Ankara'ya ilerler. Bu arada Güneydoğu'daki tüm kışlalar Kürtlerin eline geçmiş, Türkler kovulmuştur. Birbirine sarılıp ağlayan Kürtler, yanmış yıkılmış evlerin üzerine Kürt bayrağı asıp, İsraillilerle horon teper. İsrailli tipler, henüz şaşrjörlerindeki mermiler bitmediğinden, sevinçten havaya ateş ederler yarım saat...
Onlar orada acıklı müzikler eşliğinde sevinçten horon tepip ağlayadursunlar, başroldeki İsrailli "acan" acılı koca, Ankara'da Türk polislerini ve askerlerini öldüre öldüre AKP genel merkezine girer, tuvalete saklanan soykırımcı kötü Türkü bulur. Onu orada dinamitleyip öldürür falan. Ve ea yanmakta olan Ankara'dan yürüyerek çıkar! Fonda bangır bangır Led Zeppelin çalarken, kamera da adamın etrafında uçarak dönmeyi sürdürür, yazılar akmaya başlar...
The End.
Buraya kadar işin şakası...
Asıl ciddi olan, Ermeni soykırımı ile ilgili bir Spielberg filmi olur. Veya benzeri...
Üstü bile kirlenmeyen sinekkaydı traşlı, tombul yanaklı Polat Alemdar'ı Araplardan başka kimse seyretmez, kimse de ciddiye almaz...
Ama başrollerinde ünlü Amerikalı oyuncuların oynadığı bir Amerikan filminde, sahici bir Yahudi rejisör, Ermeni soykırımını epik bir dille anlatsa, o filimi bütün dünya seyreder ve ciddiye alır...
Tabii İslamcılar böyle incelikleri öğreninceye ve yaptıkları işlerin ucunun kendilerine daha çok zarar vereceğini anlayıncaya kadar, dünya konjonktürü iyice değişmiş, onlar da çoktan tedavülden kalkmış olabilirler!..
(Bkz.: Tunus, Cezayir, Mısır, ve diğerleri...) 
Filmden sonra ben, kadınların yüzüne baktım...
Başörtülü kadınlar -ki İslamcı çevrelerin en makul olanlarıdır- filmden hiç de memnun görünmüyorlardı. Yüzlerce adamın öldürüldüğü, ölen bir kadının "vatanım Filistin" diyerek öldüğü gerçek ötesi (ölümü yücelten) bir filmi, kadınların beğenmesi mümkün değildir. 
Film, inandırıcı değil ki, inansınlar!
Filmdeki olaylarla, duygusal bağ kurmak da mümkün olmuyor. Filmin en rahatsız edici yanı bu.
(Filistinlilerin dramı, rejinin zayıflığına kurban gidiyor.)

İstanbul'un yağmurundan kaçıp, İzmir'de doluya tutulmak!..

"İstanbul olmasa, bu ülkede yaşayacağım şehir, büyük bir ihtimalle İzmir olurdu..."
Bunu söyleyen çok. (Ben de söylüyordum!)
İzmir'e geldiğinizde, Orta Avrupa'da bir yere gelmiş gibi oluyorsunuz. Şehir, birçok Avrupa şehrinden çok daha güzel ve düzenli. Halk -özellikle kadınlar- muhafazakar yaşam biçiminden uzak, çok daha rahatlar burada. Daha, üçüncü sohbette anlıyorsunuz. Kordonboyu'nda ilerleyen saatlerde lokantaları dolduran insanlar, içtikçe sanki daha ağır başlı oluyorlar. Neoliberal "Müslümanlar"ın aklına sadece içki ve seks gelse de, burada konular çok farklı. Sohbetler ustruplu. Sözler tartılarak söyleniyor...
(İstanbul'un heryerinde böyle değil. İzmir'de kadınlarla erkeklerin birarada eğlenmesi çok daha doğal, uygar ve komplekssiz)
Genel görüntü, gerçekten çok güzel... 
Ama burada, daha önce hissetmediğim, beni sıkan yeni birşey var...
Ve, güzel İzmir'i ve İzmirlileri tenzih ederek, beni rahatsız eden şeye burada değinmeliyim:
 
İzmir'de sanki çok fazla "
Spießbürger" var!
Bu sözün Türkçe karşılığı malesef yok. Sözlüklere, Türkçe "dar kafalı insan" falan diye yazmışlar. -Tek başına yetersiz bir açıklama...
Tanımına gelmeden önce, kestirmeden şu kadarını söyliyeyim:
Mesela Kordon Boyu'nda, sanatçı falan da olsa salaş giyinmiş (veya farklı görünen, orijinal!) bir tek kişi bile görmedim!.. Neredeyse herkes marka cicilerini giyinip, kravat takıp gelmiş gibi!..
Burada bir tür
(Prada, Chanel, Luis Vuitton veya taklidi) kılık kıyafet yönetmeliği hüküm sürüyor sanki!.. 
Şimdi birçok tipin, "İyi ya işte daha ne?" dediğini duyar gibi oluyorum!.. 
(Öyle diyenlerin, yazının devamını okumasına gerek yoktur!)
Özellikle sadece ve sadece Avrupa'da, Amerika'da ve Türkiye'nin batısında tatil yapan, Ankara'nın doğusunu Afganistan sanan ve üstü kirlenir diye oralara gitmeyi asla düşünmeyen, domateslerin no frost buzdolaplarında mı yetiştirildiğini soran çocuğuna, bilgiç bilgiç "Hayır yavrum olur mu hiç" diyen, ama ömründe dometes fidesi görmemiş olan- iyi yontulmuş eğitimli  birörnek maun kafalılara "Spießbürger" deniyor!.. 
(Bu biraz sert oldu!..)
Yukarıdaki cümle neden bu kadar sert?!..
Cevap: Çünkü
"Spießbürger"liğin hakim olduğu -biteviyeliğin ve "normal"in diktatörlüğü sayabileceğimiz- bir toplumda, olunsa olunsa en fazla kaliteli tüketici olunabilir. Hiçbir çıkıntıya sahip olmayan -toplumun "normal!" konvensiyonları dışına çıkmayan- cicili bicili biteviye tüketici olmakla yetinen "saygın vatandaş",  asla yaratıcı ve orijinal olamaz. Bu doğasına aykırıdır. Muhafazakarlığın seküler halidir. Daha önemlisi, özgürlüğünü konforuna kurban etmiş bu anlayışla, sağlam bir özgün kültür/sanat ruhu kurulamaz. İslamcıların (İslam'ın değil) süzme kültürsüzlüğünün alternatifi, kültür tüketicisi "Spießbürger"ler değildir.
İstanbul'dan ayrılırken yağmur yağıyordu, İzmir'de sahiden dolu yağdı.
Bu da öyle birşey. 
(Spießbürger İstanbul'da, köşeli/kenarlı orijinal adamların yanına pek yanaşamaz. Kitap imzalatmak için veya "tanışmak" için falan kenarda bekler -çünkü tüketmekle "görevli" naylon bir sınıftır sadece. İzmir'de bunlar hem çok, hem de Spießbürger olmayı bir halt sanıyorlar!)

İsmailağa Cemaati'ne misafir olmak...

İstanbul'un derinlerine indikçe, ummadığınız sürprizlerle karşılaşıyorsunuz... 
(Tabii hayal kırıklıklarıyla da karşılaşıyorsunuz, ama bu kısa notun konusu, hayal kırıklıkları değil) 
Sürpriz, İsmailağa Cemaati oldu...
En ufak bir şekilde taviz vermeden, günlük hayatının bütün alanlarında Fıkh'a dayalı bir İslami yaşamı benimseyen, "Kur'an'dan milim sapmadan" yaşamaya kararlı samimi inananlardan oluşan bu barışçıl cemaatin dergahında, uzun uzun sohbet ettik, yemeklerini yedik... 
Sohbet sırasında, çok uzun zamandır yapmadıkları birşeyi yapmaya karar verdiler:
Bizi Mahmut Efendi'nin yanına çıkardılar...
Geçen yıl yüzlerce Sünni İslam alimi tarafından 'Müceddid'
(yüzyılın alimi) seçilen Hocaefendi ile kısacık bir sohbet yaptık...
Talebeleri, bizi Onunla görüştürmeye karar verdiklerinde sordum:
"Neden ben, neden biz?"
Sohbetlerimizden sonra bize güvendiklerini, iyi olduğumuzdan emin olduklarını söylediler.
"Size nasipmiş" dediler...
Hoca, oldukça yaşlı olmasına rağmen barışçı ve derin bir güce sahip.
 
(Gücünün türü hakkında bir yazı yazmak isterdim)
Hristiyan arkadaşım çok etkilendi, Onun ruhsal gücünü hissetti. Hocaefendi'nin Cuma namazı kıldığı camide de bulunduk...
Cami hıncahınç doluydu -bahçe de, avlu da...
Kadınların tamamına yakını çarşaflıydı. Erkeklerin çok büyük çoğunluğu da sakallı ve sarıklıydı.
Yakın talebelerinden biri, sitem eden çaresiz bir tonda, "Bize ucube diyorlar" dedi...
(O an bu sözüne gerçekten çok üzüldüm...)
Bu kadar gerçek/hakiki olmaya çalışan ve bunun için birçok şeyden feragat edenlerin böyle sözler duymaması ve dışlanmaması gerekir. (Onların yaptığı anlamda feragat, bir tür 'Kurban'dır aynı zamanda) böyle inançlı/barışçıl insanlara, saygı göstermek gerekiyor. Onlar, belki çok uç bir örnek teşkil ediyorlar, ama yöntemleri çok katı da olsa, çok samimiler, kimseye zararları yok ve kesinlikle
saygıyı hakediyorlar...
Bize güvendikleri, dergahlarını ve sofralarını açtıkları için, sohbetleri ve misafirperverlikleri için, kendilerine içten teşekkür ediyorum...

Ergenekon davasından insan manzaraları...

Şimdi burada siyasi bir yorum okumayı beklediyseniz yanıldınız. İnsani konuları ilgilendiren bir yorum okuyacaksınız...
Çok kısa tutarak, Silivri'de o ünlü mahkeme salonunda ne 'gördüğüm'e ucundan değineceğim.
Mustafa Balbay, gerçekten formunda görünüyordu. Hafiften zayıflamış ve morali düzgün. Kahverengi kadife ceketiyle oturduğu sanık bölümünde, kısıtlanan hayatına inat, o dar sınırlar dahilinde yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalıştığı, herşeye rağmen hayatı sevdiği görünüyordu. Tanıdıklarının hatırını sordu. Salonda her zaman bir Cumhuriyet muhabiri bulunuyor ve AA muhabiri de sürekli haber yapıyor. Cumhuriyet'ten o gün gelen gazeteci arkadaş, ancak bir dervişte olabilecek iyi huya sahip genç biri.
Tuncay Özkan, gencecik avukatlara sarılıyor ve onları bırakmıyor. Çok hoş bir görüntü. Dokunaklı değil ama. Çünkü yargı usulündeki garipliklerle yıllardır hapiste olsa da en ufak bir kırıklık veya ezilmişlik belirlisi göstermiyor. Sonra başka bir genç avukat daha geliyor, ona da sımsıkı sarılıyor. Bu genç kadınlardan birinin kızı olabileceğini düşünüyorum, çünkü öyle içten ve sevgiyle sarılıyor ki...
Tuncay Özkan'ın partisinden davayı izlemek için katılanlar, belli ki onun sadık dostları. Hararetle, haksızlıkları anlatıyorlar ve sitem ediyorlar.
Yabancı basın, Kürtlerin davalarına katılmayı tercih eder de, Silivri'ye neden gelmez.
Madem Türkiye'nin en önemli davası, neden kimseler gelmez.
Evet doğru... Çok yerinde bir soru.
Ama gelen de oluyor işte...
Ve ilk önce dikkatimi çeken şu:
Her davada, mutlaka, sanıkların işlediği suç nedeniyle mağdur olmuş insanlar ve onların yakınları da bulunur. Madurların yakınları, mahkemede seyirciler arasında olur ve mağdurların çiğnenen onuru için, sanıklara verilecek cezayı beklerler... Bu mahkemede seyirciler arasında bir tek mağdur yakını yok... (Ergenekon kimseyi mağdur etmemiş mi?) Bütün seyirciler ve ziyaretçiler, sadece sanıkların yakınları veya ziyaretçileri.
Böyle durumlar, sadece siyasi davalarda olur...
Anlayamadığım diğer nokta şu:
İfadesinin "ben öldürttüm" dediyebilen "içeriği" bir yana -Arif Doğan cidden hasta. Sesi zor çıkıyor. O haliyle neden saatlerce ifade verir, verdirilir? -Nitekim ifadeden sonra sağlığı daha da bozulmuş, hastaneye kaldırılmış.
Mahkemeyi koruyan askeri birliğin askerleri ve subayları o kadar kibarlar ki, insan şaşırıyor.
Kantinde verilen yemekler gayet iyi ve inanılmaz ucuz.
Silivri, silik bir yer. Mahkeme ve cezaevi, küçük bir kasaba kadar büyük. Mahkemeye Esenler'den otobüs servisi var. Ulaşım tam anlamıyla sağlanmış, ama ilgi Cuma günleri dışında az.
Eğer 'Asrın davası' ise -ki öyle denebilir- neden kimse oraya gitmez, görmez, gözlemez?
Bunlar, sadece kısaca aklıma gelenler.

Nichiren'in merakı, üç faktörü bir araya getirmek ve zamanın kalitesi

"Hayat dediğin nedir ki?"
Bunu soran kadının oğlu, üniversite öğrencisiyken siyasi olaylara karıştığı için müebbet hapse mahkum, onbeş yıldır hapiste. Kimseyi öldürmemiş, kimseye zarar vermemiş, hırsızlık etmemiş. Aynı şekilde Mustafa Balbay da, yazı yazmaktan başka birşey yapmamış, o da hapiste...
Telefonda bu iki davanın taraflarını birbirine karıştırıyorum ve bin kere özür diledikten sonra, bunu hiç beklemediğim kadar anlayışla karşıladıklarını görüp şaşırıyorum. (Sonra kendime kızıyorum!)
Bir kutbun güya iki ucunu temsil eden insanlar arasında düşmanlık kesinlikle yok. 
"Ne önemi var. Ha biri ha diğeri. İkisi de haksızlığa uğramış."
Büyük Japon mütefekkir Nichiren, daha çocuk yaşta hayatın anlamını ararken, hiç kimsenin ölümden kurtulamadığına bakarak, ölüm denen şeyin sırrını merak etmiş ve 12 yaşından itibaren, halkının bu konuda bilgesi olmak için dua edip durmuş.
Onun bir sözü çok şey söyler.
"Tek gerçek bir söz, insanı doğru yola çevirmeye yeter, ama doğru zamanda söylendiği ve söylenen kişinin kavrayış seviyesine hitab edebildiği takdirde..."
İşte bunun için "Herşeyin bir zamanı vardır."
Nichiren, sözlerinin devamında, şunu söyler:
"Zamanı gelmediyse, halkın anlayış seviyesi olgunlaşmadıysa, binlerce yazı ve onbinlerce teori faydasızdır."
(Şimdi bazı şeylerin zamanı geliyor. Bunu hisseden insanlar -özellikle kadınlar- çok daha iyimserler.) Halbuki görünüm hiç de iç açıcı değil Türkiye'de. Despotizmin adım adım yerleştiği, mesela eğitim sistemi ve sağlık sisteminde, son müdürüne kadar sadece badem bıyıklılardan oluştuğu bir devir... Burada ana fikir, "Eğitim artık bizim istediğimiz gibi insan yetiştirecek" düşüncesi midir? (Tunus'dakiler de öyle diyorlardı!)
Olay, Hace Nasreddin'in Akşehir'deki türbesi gibi...
Talebeler dışarı çıkmasın, bakmasın, önlerine konan vasat şeylerle yetinsinler diye kale kapısından sağlam engeller konuyor güya önlerine. Kapıya nal kadar bir de kilit asılıyor. Peki ya duvarlar?!.. Duvarlar açık, çünkü internet var!..
Sovyet eğitim sistemi de böyleydi. O zaman bile herkes, sıra altında gizli "Samisdat (muhalif/özgür) edebiyat"ı okuyordu. Bu zamanda sistemli bir şekilde biatkar vasat adam yetiştirmeye kalkmak çok daha zor artık. İnternet var!
Tunus'da bu tür vasat/biatkar halk üretmek denklemi nasıl altüst olduysa, bu olayın adını anmaktan bile çekinen Türkiye'de haydi haydi altüst olacaktır. WikiLeaks'in İsviçre'deki gizli hesapları açıklamaya hazırlandığı ortamda, despotizm zor.
(Budist fundamentalist Soka Gakkai cemaatinin/partisinin bir tür "Saidi Nursi" haline getirmeye çalıştığı Japon bilge Nichiren de, Hoca gibi zalim siyasi iktidarla sorunlu biridir ve Hace Nasreddin doksan yaşında öldüğünde, Nichiren 39 yaşındadır.)
Hayat dediğin nedir ki?
Doğru zamanda, doğru söz söyleyenlerin, sözü anlayacak olgunlaşmış bir halka konuşmalarını sağlamak... olabilir mi?
Bu üç faktörü bir araya getirebilmek, işte buna mesela Japonlar Ten-do diyorlar (Göğün Yolu).
Üç faktörün bir araya gelmesi, O öze yaklaşmayla ilgili bir durum olabilir mi? 
Ve savaşçının duruşu, Nichiren'in merakını giderebilir!
(Ama bu başka bir hikaye!)

Ejderha dövmeli kız, Thomas S. Kuhn'un Paradigmalar teorisi ve Türkiye'nin kamplar parodisi

Göbeğini ve sağrısını gösteren cinsinden kotpantolon giymiş sarışın kadını görünce aklıma hemen, "Ejderha dövmeli kız" geliyor. Yüzünde aynı müdanaasızlık. İsveçli yazar Stieg Larsson'un yarattığı, Noomi Rapace'in ustalıkla oynadığı 'Lisbeth Salander' karşınızda. Sağrısından kalçalarına doğru inen pullu kırmızılı şeklin ne dövmesi olduğunu anlayamıyorsunuz, ama merak ediyorsunuz. (Amaç da bu olmalı!) Yılan veya ejderha veya başka birşey... Erkek gibi kısacık saçının bir kısmı uzun, bir tür perçem gibi, yüzünün yarısını kapatıyor. Daracık pantolonu ve ince topuklu pantolonuyla bacaklarını uzatıp oturduğu yerden, sözlerinin üzerine basarak, "her yaştan insan dövme yaptırıyor" diyor.
"En çok, Atatürk'ün imzasını dövme yaptırıyorlar. Yaz aylarında her gün en az bir kişiye Atatürk dövmesi yaptığımız oluyor. Daha çok dirsek altına, omza ve kolun yanına yaptırıyorlar. Küçük dövmeler."
Türklerin bu konuda hiçbir ön yargıları olmadığ açık. Sadece çok emin oldukları ve asla vazgeçmeyecekleri motifleri, daha çok süs amacıyla yaptırıyorlar. Bunun siyasi yanından çok, tartışma kabul etmeyen ve kesin itiraz içeren bir yanı var. 
Ruslarda dövme, mafya ile ilişkili olanların rağbet ettiği bir şey. Mesela borcunu ödemeyenlerin alnına mafya zorla dövme yaptırıyor. Aynı şey Japonlarda da benzeri özellikler taşıyor. Sadece Japon mafyası Yakuza'ya özgü bir şey sayılıyor dövme yaptırmak. Eskiden nefsi terbiye için yaptırılan, tüm vücudun iğne ile işlendiği eziyetli dövmeler, artık Yakuza'nın işareti.
Türk Lisbeth Salander anlatırken, kesin sınırları olan ve farklı paradigmalarla konuşurcasına birbirinden farklı Türklerin olduğunu şaşırtıcı bir kesinlikle anlıyorsunuz. İslami (veya Muhafazakar) bir çevreden gelen Türklerin dövme yaptıracaklarını hayal etmek bile pek mümkün değil. Dövme yapılan bir dükkana girmeleri bile zor. "Türbanlı bir kadın vücuduna dövme yaptırır mı?" diye sorduğunuz zaman yüzünüze, "buz sıcak mıdır?" diye sormuşsunuz gibi şaşkınlıkla bakıyor. "Aptal bunlar" dercesine sırıtarak, "Hayır" anlamında başını sallıyor. Ne kadar imkansız bir soru...
Burada aklımıza, bilim teorisinin harika ismi Thomas Kuhn'un paradigmalar hakkındaki sözleri geliyor. Thomas Kuhn, "Die Struktur wissenschaftlicher Revolutionen" (The Structure of Scientific Revolutions) adlı kitabında, dünyayı farklı bir paradigmayla okuyan birini (mesela rasyonel) gerçek olgular ile ikna etmenin mümkün olmadığını anlatır. Şu anda Türkiye'yi ve Türkleri (ve Kürtleri de) ilgilendiren bir durumdur. Türkiye'nin yaşamakta olduğu ve giderek keskinliğini yitirecek olan üç parçalılık durumu (Evetçiler, Hayırcılar, Boykotçular) böyle bir durumdur. Başbakan'ın Galarasaraylılar tarafından yuhalanmasını "anlayamaması" ve küsüp gittikten sonra (ve ondan önce), bu bölünmüşlük paradigmasını körükleyen tonda konuşmaya devam etmesi, bir farklı paradigmalar sorununa benzemektedir. Dünyayı bambaşka paradigmalarla algılayan anlayışlar...
Thomas Kuhn'un felsefesinde paradigmalar belirleyici rol oynar. Kuhn felsefesini daha sonra kısmen değiştirerek, bir 'Matris disiplini' anlayışı geliştirdi.
Hani Neo (Keanu Reevens) soruyordu ya:
"What is real? How do you define real?"
Morpheus, gerçeğin sanal tarafını Neo'ya gösterdikten sonra şöyle diyordu:
"The Matrix is a system, Neo."
Thomas Kuhn, bilim tarihi ve felsefesi açısından konuşurken, paradigmanın tanımını da yapar ve orada, "belli bir grubun/topluluğun paylaştığı ortak fikirleri, değerleri, metodları ve benzerlerinin konstelasyonu"nu 'Paradigma' anlamında kullanır. bu anlayıştan yola çıkarak, sorun çözümlerinin de aynı çerçeve içinde aranmasından dem vurur. Kuhn, böyle anlayışların, 'Normal Bilim'in yerine geçebileceklerini söylerken, sanki bugünün Türkiye'sinden bahsetmektedir.
Böyle sanal 'Matrix'lerin kısıtlı ve yalancı gerçeğinden kurtulmanın en kolay yöntemi, elbette 'Normal Bilim'e geri dönmektir. -Türkiye açısından konuşacaksak: Evrensel değerlere, sahici kaliteye ve rasyonel gerçeğe geri dönmektir. Ayıltıcı bir durumdur. Putlaştırılan Atatürk'ün gökten yere indirilmesi sırasında ilki yaşanmıştı, şimdi de putlaştırılan Sultan Süleyman ve diğer Padişahların gökten yere indirilmesiyle yaşanıyor. Matrix çöküyor. Atatürk'le haddinden fazla uğraşanlar, Sultan Süleyman'a dokunulmasına bile gelemediler. Halbuki Atatürk, seksen senedir, Müslümanlara yaraşmayacak şekilde "içki içenler"e verilen baş kötü örnekti. Atatürk içki içiyor, kadınlarla dans ediyor, şarkı-türkü dinliyor ve söylüyordu. Halbuki Osmanlı Sultanları öyle miydi? Onlar şerbetlerini içip kadın görmeden, Mevlit ve ilahi dinleyerek geçiriyorlardı hayatlarını. Zinhar dans etmiyor, dudaktan da öpüşmüyorlardı!..
"Muhteşem Yüzyıl" dizisi, kendine Kemalizmden farksız (hatta daha banal) bir Matrix kurmuş olan "Muhafazakar" dünyaya -bilmeden istemeden- sağlam bir balyoz indirdi. Şimdi "Muhafazakarlar", Sultanların hem annelerinin hem de karılarının Türk olmadığını görüyorlar ekranlarda. Hamamda kayıp düşüp kafasını kırarak ölecek derecede ayyaş Sultanları, homoseksüel Sultanları görünce, ya da tamamına yakını Rum, Ermeni, Sırp, Leh vd. olan vezirleri görünce ne yaparlar, göreceğiz. İlk tepki, "Osmanlı Türk değilmiş" gibi birşey olabilir. Ama Türktü -hem de nasıl...
(Zaten 'Türk' denen unsurun 'Gücü' biraz da buradan geliyor.)
Sonra o dizi filmde Kürt yok... Emevi Arap da yok...
(Bu da henüz konuşulmadı.)
Hollandalıyla İsveçli ne kadar Cermense, Arapla Kürt de o kadar Osmanlıdır.
Osmanlı kurulmuş, gelişmiş, zirvesine ulaşmış, Kürtlerle Araplar ondan sonra bu denkleme katılmışlardır.
(Ve "Arap kardeşlerimiz" lafı üzerine bina edilmiş İslamcı/Muhafazakar paradigmanın uyanacağı binlerce konudan sadece biridir!).
Bakın Cumhuriyet de başka bir denklemdir.
(Cumhuriyet denkleminde de Kürt, diğer herkesten daha Türktür ve kendi Kürt tarihinde ilk kez İstanbul'da ve Batı Anadolu'da yaşamaya başlamıştır.)
Türkiye'yi ve dünyayı farklı -gerçek dışı- paradigmalar üzerinden okuyan ve bu yüzden de -kapitalist milliyetçilikler çağında- uzlaşmaz bir takım kamplar teşkil eden Kemalistler, İslancılar, Kürtçüler, Milliyetçiler vd., Matrix bozuldukça, birbirlerine daha çok yaklaşacaklardır -hem de farklı kültürlerden ve dillerden geldiklerinin daha fazla bilincine varmalarına rağmen. Ve adı konmadığı halde Selçuklu ve Osmanlı nasıl Türktüyse, geleceğin yeni yapısı da o kadar Türk olacaktır. (Selçuklunun Kürt komutanları, başka bir yazı konusudur). Eskiden Selçuklular kendilerine Rum diyorlardı, Osmanlılar da kendilerine Türk demekten imtina etmişlerdir. Fakat tüm Avrupa ve Asya kayıtları, en az bin yıldır (Çin'de çok daha eski zamanlardan beri) onlara Türk diyor (Turcos, Turcia, Tu-jüeh vs.) Hem de o kültür çevresinde kendi kökeniyle birlikte var olan herkese birden Türk diyor. Mesela Kayseri'den Ermeni kökenli bir Anadolu dehası Mimar Sinan, bu sayede en has Türktür. Çukurova'dan Türk dilinin dehası Kürt kökenli Yaşar Kemal da öyledir. Yorgo Bacanos da Türk müzik dehalarındandır.
Martix çöktükçe, herkes daha sağlıklı Türk olacaktır.
Peki Matrix nedir?
Kapitalist sistemin dayattığı zoraki kültürel homojenleşmelerdir. 
Makro milliyetçi Kemalizm, etnik kimlikçi mikro milliyetçi Kürtçülük, dini kimlikçi İslamcılık vd...
Sistemin ürettiği sanal Matrix'in bu bileşenleri çökünce, Atatürk'den İslam'a kadar herkes ve herşey, hak ettiği yüksek yeri alacaktır. Ve Kürt olmak ve aynı zamanda Türk olmak ve de Ermeni olmak... Bir taraftan da Alevi ve Süryani olmak... birçok faktörün birlikte/birleşik halde içiçe varolması... her biri tek tek ve birlikte -hem de belki yeni ad ve tanımlarla- hak ettiği yüksek yeri alacaktır... 
Saf Türk de, Ermeni de, Alevi de, Kürt de yoktur -ve iyi ki de yoktur...
(Anadolu'da en has haliyle tecelli eden, Dünyanın bu en doğal ve güzel 'karışık' durumu hakkında, babası Osmanlı vatandaşı bir Yahudi olan, annesi Rus asilzadesi olan büyük İngiliz sanatçı Peter Ustinov şöyle der: "Etnik bakımdan çok 'pis', yani karışık biriyim ve bundan onur duyuyorum!")
Matrix çökerken mücadeleyi, evrensel gerçeğe en yakın olanlar kazanır...
Ve bu mücadelenin sonunda, "biz birbirimize neden düşmandık" diye, herkes birbirine sarılıp ağlar herhalde -eski Türk filmlerindeki gibi!

Hayalet devlet Mançukuo, Japonlar ve 'Mukden Kaplanı' Zhang Zuolin'in sonu

Yıllarca önce Beyoğlu'nda sahaflardan birinde, 1937 yılında Nazi döneminde basılmış bir kitap buldum. Mançukuo devleti hakkında yazılmış, seksen sayfalık bir kitaptı. Artık var olmayan bu devletin bayrağı, haritası ve bakanlarının adları. Bu ve benzeri listeleri, eski coğrafya ders kitağlarına benzer bilgileri, heyecanla karıştırdım. Ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynakları, gayrı safi milli hasılası ve daha birçok kuru bilginin tek heyecanlandırıcı yanı, kitabın II. Dünya Savaşı öncesinin o aşırı milliyetçi/faşist anlayışıyla yazılmış olmasıydı. (Yani komik ve eğlendirici bir yanı vardı!) Bugün Türkiye'de sadece İslamcıların rağbet ettiği türden bir 'Jeostrateji ve uluslararası politika' anlayışı! Ona bir de varolmayan bir devletin tamamen ortadan kalkmış politikacılarını ve ülkenin etrafında yaşananları ekleyin... İlginçti.
Bernardo Bertolucci'nin 'Son İmparator' filmini görmüş olanlar, Mançukuo'nun siyasi atmosferini gözlerinin önüne getirebileceklerdir: Kukla bir devlet. Kukla bir hükümdar. Mançu hanedanının son imparatoru Pu Yi, Çin'de Sun Yatsen tarafından Cumhuriyet ilan edilip tahttan indirilince bohem bir hayat yaşamış ve nihayet Japonların Mançurya'daki kukla devletine hükümdar olmuştu. Savaştan sonra Sovyet Kızıl Ordusu'na esir düştü ve onlar da birkaç yıl sonra Pu Yi'yi, Mao Zedung ve Lin Piao'nun Çin Halk Kurtuluş Ordusu'na teslim ettiler.
Japonlar'ın, Mançurya'yı bir provokasyon sonucu işgal edip orada 'Mançukuo' diye bir devlet kurmaları ve Japon gücünün Asya'da yükselmesi, bu hayalet devletin tarihi incelenmeden anlaşılamaz. 1904 Rus-Japon savaşı anlaşılmadan, 1917 Ekim devriminin şartlarının ortaya çıkışını anlamak da zor olabilir. Ve Türk İmparatorluğu'nun çöküşü, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve Cumhuriyet'in kuruluşunda da bu olayın izleri vardır. Doğu Anadolu'daki Türk-Ermeni savaşı ve Ermeni tehciri, bu olayın sonuçlarındandır mesela. Ruslar doğuda yenilince, tüm dikkatlerini Batı'ya, 93 Harbi'nde yendikleri Türklere ve Sırplarla başı beladan kurtulmayan Avusturyalılara çevirmişlerdir, I. Dünya Savaşı'nda İngilizlerle Fransızların zayıf müttefiki olmuşlardır.
Modernleşme/kapitalistleşme döneminde ilk kez Batılı bir güç, Asyalı bir güç tarafından yenilmiştir. Japonlar, 1904'te Rusları çok kesin bir "skorla" yenerek, işgal altında tuttukları Mançurya'dan çekilmeye zorladılar. Tartışmasız üstünlüğe sahip Batı dünyasının da yenilebileceğini göstermesi bakımından bütün dünyada yankı bulan bir zaferdi Japon zaferi. Batılı tarih otoriteleri bu olayı büyük ölçüde görmezden gelmişlerdir ve bu "anlaşılabilir" bir durumdur.
O tarihte Çin tahtında ölen imparator Xianfeng'in dul eşi Cixi oturuyordu (asıl bilinen adıyla 'Huangtaihou', yani 'Dul İmparatoriçe') ve Mançurya resmen Çin'e bağlı sayılsa da fiilen kaybedilmişti (tıpkı Osmanlının son dönemlerinde İngiltere'nin fiili kontrolü altındaki Mısır gibi).
Ruslar Mançurya'yı güya Çin'e geri verdiler, ama Japonlar, tıpkı bir zamanlar Alman İmparatoru II. Wilhelm'in 'Bağdat Demir Yolları' gibi bir projeyle 'Güney Mançurya Demir Yolları' projesini başlattılar ve bölgedeki nüfuzlarını garantiye aldılar. Mançurya Demiryollarını, özel bir Japon ordusu, 'Kwantung Ordusu' koruyordu. 1929'da büyük ekonomik kriz dünya ekonomisini vurunca, Japonlar ilk kez cidden Mançurya'yı işgali planladılar.
Bu sarada Mançurya bağımsızdı. Devir, savaş beylerinin devriydi...
1916 yılından itibaren bir Mançu savaşçı, Zhang Zuolin, Mançurya'da Çin'den bağımsız hareket ediyordu. Anadolu'da kurtuluş savaşının ilk hazırlıkları ve ilk kongreler yapılırken ve Ege dağlarında efeler ilk direnişi başlatmışken, Mançurya'ya 'Mukden Kaplanı' Zhang Zuolin hakimdi. Ongonu yaban domuzu olan ataları 'Tunguzlar'ın hakkını vererek iyi bir asker ve komutan olduğunu Ruslara karşı savaşta kanıtlamıştı. Japonların Rus savaşında paralı asker olarak kullandıkları bir çetenin lideri olarak Japonlarla Ruslara karşı savaşan bu adam, Çin'de Cumhuriyet'in ilan edildiği 1911 yılında bağımsızlığını ilan edip, Mançurya'nın o dönemdeki siyasi başkenti Fengtian'ı işgal etti ve etki alanını hızla genişletti. 1916 yılında Mançurya'nın asıl hükümdarı haline geldi ve iktidarı 1928'e kadar sürdü.
Durum şuydu: Genç Zhang, resmen yeni Çin Hükümetinin generaliydi, ama o kendi başına buyruk hareket ediyordu (tıpkı Çerkes Ethem gibi). Onu görevden almak için Beijing'den gönderilen Çin subayı, resmen Mançu ordusunu devraldıysa da, ordu 'Mukden Kaplanı'nın emirlerini dinliyordu. Bu genç general, Çin'in kurkulu rüyası haline geldi (tıpkı Sultan Mahmud için Mısırlı paşaların korkulu rüya haline gelmesi gibi). Ve 1920'de tüm Mançurya'nın hakimi olduğunda sadece 40 yaşındaydı. Şenyang'da bir saray yaptırdı ve beş karısıyla "lüks" (sefih) bir hayat sürmeye başladı. Öyle değil de asker gibi yaşasaydı, bugün Mançurya diye bağımsız bir ülke varolabilirdi. Zhang'ın ordusu o yıllarda 100 bin kişiden oluşuyordu. Ama 1928'de ordusunun sayısı 300 bin kişiyi bulduğunda, Zhang hayatının sonuna gelmişti! Çünkü Japon Kwantung Ordusu'nun subayı Komoto Daisaku, onu öldürmekle görevlendirilmişti.
Zhang'ın ordusunun hava ve deniz kuvvetleri bile vardı. Bir de silah endüstrisi kurmuştu. Kontrolündeki Mançurya'nın ekonomisi, Çin'in ekonomisinden çok daha iyi durumdaydı.
Rusya'da 1917 Ekim devrimi olmuş, Mançu-Rus sınırı başıboş kalmıştı. Zhang, buna rağman sınırı ihlal etmeyip, Çin'in içlerine doğru genişlemeyi tercih etti. Türkler Yunan işgal kuvvetlerine son darbeyi indirmeye hazırlanırken, Mukden Kaplanı, Nisan 1922'de 'Fengtian' Ordusunun başına geçerek Beijing istikametinde bir saldırı başlattı ama ordusu çok kayıp verdi. Türkler zaferlerini kutlarken, Mukden Kaplanı ordusunu korumak için geri çekilmekteydi.
Bu yenilgiden sonra Zhang, Çin'in hakimi olma hayallerine ara verdi. 1924'te yeniden denedi, küçük rütbeli bir Çin subayı, Beijing'i Zhang'ın işgalinden korudu. Zhang, Beijing'e ancak 1926'da girebildi. Ama hem Guomintang'ın komutanı Chan Kaishek tarafından, hem de Japonlar tarafından şehri terketmesi için yoğun bir siyasi baskıya maruz kaldı ve baskıya boyun eğdi.
Mukden Kaplanı, 3 Haziran 1938'de treniyle Beijing'den çıktı. Ordusu da onunla beraber şehri terkederken, filmlere taş çıkartacak bir macera yaşanmaktaydı. Kum gibi Mançu askerinin arasından, Zhang'ın trenine kadar sızan Japon Ajan Binbaşı Komoto Daisaku, trene yerleştirdiği bir bombayla Zhang'ı öldürdü. Binbaşının birliği Kwantung Ordusu, özel olarak incelemeyi gerektirecek kadar özel bir birliktir. 18 Eylül 1931'deki 'Mukden provokasyonu' diye anılan olaya kadar Mançurya, resmen Çin'e bağlı sayıldı. Ama Japonlar etkilerini adım adım artırmışlardı. Ruslar da kuzeydeki demiryolunu kendi kontrolleri altına almışlardı. Ekonomik kriz "meyvesini" verdi ve 1931'deki o Japon provokasyonundan sonra Kwantung Ordusu (veya Guandong Ordusu), Mançurya'yı işgal etti.
18 Şubat 1932'de Mançukuo devletinin kurulduğu ilan edildi ve 1943'e kadar 23 devlet tarafından resmen tanındı. (Türkiye tanımamıştır. Tanıyan ülkelerin başında, tabii Japonya, Nazi Almanyası, İtalya ve mesela Bulgaristan da gelmekteydi.)

Burada ilginç olan şudur. Mançukuo devletinin resmi dili Japonca, resmi dini de Şinto'dur, yani o sırada hükümdar olan Göğün Oğlu Showa Tenno'nun ve tüm Tenno'ların resmi dini, Mançukuo'nun resmi dini olmuştu. Mançukuo'nun okullarında ders dili de Japoncaydı. Japonlar, Doğu Gök Türk atalarının topraklarındaki hakimiyetlerini yeniden kurmaya ve Çin'i yeniden vurmaya kararlı görünüyorlardı. Devir milliyetçilikler devriydi! 
Son Çin İmparatoru Pu Yi'nin Mançukuo "hükümdarlığı", 1932'de başlar ve II. Dünya Savaşı ile birlikte sona erer. Mançukuo, 1949'da Tien Anmen meydanında Mao Zedung'un Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan etmesinin ardından, tüm izleriyle birlikte haritadan silinip tarihe karışmıştır.

Gizemli kuş ölümlerinin bir aylık kronolojisi

Son bir aydır medyada, gökten düşen ölü kuşlardan bahsediliyor. Sadece kuşlar değil. Kitle halinde balıklar ve başka deniz hayvanları da öldü. Her bir olaya çeşitli açıklamalar bulunmaya çalışıldıysa da, ölümlerin neden bir aylık aynı zaman diliminde görüldüğü meçhul. Aslında tek tek olayların açıklaması da yetersiz. Bazıları olayları bir Kıyamet işareti saydı, ama hiç kimse olayı yeterince ciddiye almadı.
"Hayat devam ediyor..."
Söylenen budur ve burada devam eden "hayat"tan kasıt, para peşinde koşmak, yani "iş hayatı"dır -ve bu umursamazlığa bakılacak olursa- Kıyamet/mıyamet gibi şeylerden daha önemlidir!..
'Dünyamıza ne oluyor?' diye cidden sormayı gerektiren hayvan ölümlerinin kısa kronolojisi şöyle:

13.12.2010: Avustralya sahillerinde dev bir levrek cinsinden binlerce ölü balık görüldü. ölüm nedenleri belirlenemedi.
15.12.2010: Florida sahiilerinde kumsala binlerce ölü balık vurdu. Soğuk hava nedeniyle öldükleri söylendi.
17.12.2010: ABD'nin Indiana eyaletinde bir gölün sahilinde binlerce ölü balık bulundu. Kışın yaşanan fırtınaların, ölümlere neden olduğu öne sürüldü.
18.12.2010: Filipinler'de, Lapu-Lapu şehri sahillerinde gebe aynı şekilde binlerce ölmüş balığa rastlandı.
22.12.2010: ABD'nin South Carolina eyaletinde yüz ölü pelikana raslandı. Nedeni anlaşılamadı.
23.12.2010: Bu kez North Carolina eyaletinde sahile, çok sayıda ölü deniz hayvanı vurdu. Özellikle deniz yıldızları ölmüştü. Soğuk havanın ölümlere neden olduğu iddia edildi.
Aynı gün Yeni Zelanda'nın Kawau şehri sahillerinde benzeri bir olay farkedildi.
27.12.2010: Haiti sahillerinde çok sayıda ölmüş balık görüldü.
28.12.2010: Amerika'da Arizona eyaletinin Tuscon şehrinde, birlikte ölmüş yetmiş yarasa bulundu.
29.12.2010: Texas eyaletinin San Antonio şehrinde ölü balıklar dikkat çekti.
31.12.2010: Yılbaşı gecesinin en önemli haberleri, ABD'nin Arkansas şehrinde gökten yağan beşbin kadar ölü kuş oldu. Damarlarında kanlarının pıhtılaştığı anlaşılan kuşlara bakarak, kuşların havai fişekler nedeniyle şok geçirerek öldükleri iddiası ortaya atıldı. Gene kesin bir kanıt bulunamadı.
Aynı gün, Arkansas'da Chesapeake Bay'da nehir deltasında onlarca ton ölü balık paniğe neden oldu. Soğuk havanın hayvanları öldürdüğü söylendi. Gene kanıt yoktu.
3.1.2011: Aynı gün Brezilya'nın güneyinde Paraná'da yüz ton kadar ölü balık, dünya medyasında önemli yer tuttu.
4.1.2011: Yüzlerce karatavuk ölüsü, Louisiana otobanına düştü.
Florida sahillerinde ölü deniz ayıları bulundu.
Florida'da Spruce Creek nehri kenarında binlerce ölü balık sahile vurdu.
Kanada'nın Ontorio eyaletinde Spruce Creek nehri sahillerinde yüzlerce ölü balık görüldü.
5.1.2011: Texas'da Ore City yakınlarındaki bir otobanda yüzlerce kuş ölüsü bulundu.
Yeni Zelanda'da sinekkapan türünden balıkların ölüleri sahile vurdu.
İsveç'te Skövde'de yüz kuş ölüsü bulundu.
5.1.2011: Büyük Britanya'nın güney sahillerinde Kent kontluğunun sınırları içinde kırk bin ölü yengeç karaya vurdu.
7.1.2011: Kuzey İtalya'nın Faenza şehrinde bin kadar güvercin ölüsü gökten düştü.
9.1.2011: Bursa Karacabey'de Bursa-İzmir karayolunda onlarca sığırcık kuşu ölüsü bulundu.
10.1.2011: Büyük Britanya'da Peterborough'da, sayısı belirlenemeyen, çok sayıda ölü balık farkedildi.
11.1.2011: Chicago yakınlarında Michigan gölünde yüzen binlerce tirsibalığı (veya mayıs balığı) farkedildi ve sonuç olarak hayvanların neden öldüğü konusunda kesin bir bilg yok.
Bütün bu olaylardan daha garip olanı, kimsenin işi yeterince ciddiye almaması, "soğuktan ölmüşlerdir", veya "havai fişektir" gibi havai laflarla yetinmesi...
Mars'a pahalı oyuncak arabalar gönderip oraları bile araştıran, Mars yüzeyindeki şekillerin nedenini bile merak eden rasyonel bilim adamlarına ne oldu?
Köylüler bile daha çok merak eder hayvanlara ne olduğunu ve daha ciddi teşhis isterler...
Çünkü hayvanların ölümü durdurulmazsa sıranın insanlara gelebileceğini iyi bilirler. Hem de şehirliler gibi "teorikmen" değil, doğrudan "paratikmen."

Uma Thurman'ın "daha önceki hayatı"na yolculuğu mu? Ve Türk kültürünün dünyaya açılışı

"Birönceki hayatınızda Çinli miydiniz?" İşte bu bir soru!
Bir Avrupalı olsanız, süt ürünlerine allerjiniz olsa ve Çin uzmanı olup Çin'de yaşasanız ne düşünürsünüz? Buna bir arkadaşım, "Daha önceki hayatımda herhalde Çinliydim" diye cevap verdi. 
Çin'de büyük baş hayvan pek yetiştirilmez. Dünya nüfusunun dörtte birinin, yani Çinlilerin süt ürünleri yemediğini, peyniri bilmediğini, yoğurt ve diğer süt ürünlerini kullanmadığını biliyor muydunuz? Çinlilerin o muazzam mutfağında peynir yoktur mesela...
Başka biri de Japon kılıcını eline geçirince, onu beylik kılıç ustalarını şaşırtacak bir ustalıkla kullanmaya başlarsa, o kişi de "daha önceki hayatında Japon mu olmuştur?" Böyle sorular, yakın dost sohbetleriyle ilgili mevzulardır. Sohbet sınırlarının genişlediği hoş zamanlarda konuşulur. Tarantino Kill Bill dizisi filmlerinin ilkini çekerken, Uma Thurman'ın kılıçla oynaması gereken rollerdeki başarısını, ünlü Japon oyuncu Sonny Chiba görmüş ve bu güzel kadın için "Japon gibi" demiştir. Kılıcı kullanırken yaptığı su gibi akıcı hareketlerini hayranlık ve şaşkınlıkla izlemiştir.
Bazen gariplikler özellikle dikkat çekicidir.
Uma Thurman'ın kılıcı tutuşundan savuruşuna kadar, ustalıkla yaptığı hareketler arasında beni en çok etkileyeni, dizinin birinci filmindeki uzun dövüş sahnesindeki bir pozisyonu, kılıcı tutuş şekliydi. Etrafını çeviren bir düzine kılıçlı adamın tamamını görebilmek için, savurmaya hazır tuttuğu kılıcın yüzeyini, arkasını görebilmek için ayna gibi kullanıyordu. (Tabii, kılıcın yüzeyi asla ayna gibi parlak değildir, o yüzeyde ayrıntı görmek pek mümkün değildir, ama hareketlenmeleri algılamak için iyi fikir!)
Bu güzel oyuncu, anne tarafından İsveçli ve Alman, baba tarafından Amerikalı. Kırkbir yaşında. Ve gerçekten çok başarılı bir oyuncu. Annesi gibi mankanlik yaparak başladığı sahne mesleğinde, Pulp Fiction filmiyle ilk tecrübesini edinmiş. Quentin Tarantino'nun bu kült filminde ounamak, ona yepyeni bir dünyanın kapılarını açmış. Bazı insanlar, bulunduğu yeri kesinlikle hakederler. Uma Thurman, bunlardan biri. Daha sonra Batman & Robin adlı filmde göründü.
Uma Thurman, 2003'de bir Golden Globe ödülü aldı, hem de bir televizyon dizisindeki rolüyle. Ama onu bugünkü yerine getiren filmlerin, Tarantino'nun Kill Bill filmleri olduğu tartışılmaz.
Şu iki konuya kısaca değinmek gerek: Birincisine, Türklerin silahlara karşı genel yaklaşımı üzerinden yaklaşalım! Türkler savaşta/mücadelede, sanatsız vuruştan yanadır. Şekle değil sonuca bakarlar. O yüzden de bugün Türkiye'de, Türklerin bir zamanlar usta oldukları eski savaş sporlarından ve silahlarından çoğu kaybolmuştur. İkincisi, ayrıntıya takılmayan anlayışlarıyla estetiği kaybetmiştir Türkler. Bunların ikisini de geri kazanmalıdırlar...
Türkler; estetiği, güzelliği ve sanatı, hayatın her alanına hakim kılmak anlayışını benimseyip içselleştirmek zorundalar. Bundan sonranın dünyasında savaşların ve rekabetlerin temel unsuru, güçlü ve derin kültürler olacaktır. Şimdi o bayat "Muhteşem Yüzyıl" dizisinin perde kumaşından yapılma elbiseleri ile rol kesme denemeleri arasından sırıtan kötü oyunculukları "değerlendirmek"le meşgul bir zevksizlikle boğuşulurken, asıl sanatı da düşünmek gerekiyor. Türkiye evrensel değerlere ulaşmak ve "Müslüman" kimlikte ifadesini bulan vasatın vasatı kültürsüzlükten/sanatsızlıktan kurtulmak yolunda mesafe katediyor. Bu konu farkedilmiş ve bazı çevrelerde iyice anlaşılmıştır. Burada hemen, Murat Bardakçı'nın yaptığı bir hataya dönmek gerekiyor.
Steven Spielberg, Tom Cruise'un Fatih Sultan Mehmet'i oynayacağı bir filmin hazırlıklarını yapıyormuş. Konu hakkında Türkiye'den birini danışman olarak angaje etmiş. Murat Bardakçı da durmuş duramamış, bunu hemen kamuoyuna tantanalı bir şekilde açıklamış. (Bunu kendine saklasa çok daha iyi olurdu.)
Günümüzde, filmler başta olmak üzere, böyle özel bilgilere, devlet sırrından daha önemli bir yer atfediliyor ve hele Türkiye gibi kültüre değer vermek konusunda özürlü bir yerde buna daha çok dikkat etmek gerekiyor.
Türkler, engin kültürlerinin dünya sanat ve kültür hayatında özgürce kullanılmasına hazır mı, bu konuda mesela Japonların olgunluğuna sahip mi?
Hayır değil...
Türkler, kendi ucube dizilerine (adam gibi tarih filmlerine haydi haydi) "Ecdadımıza dil uzattırmayız" söylemiyle "tepki" göstererek, geleceğin dünyasındaki yüksek yerlerini bizzat engelliyorlar. Bir kültür çağına doğru ilerliyoruz. Bu aşamada en büyük "yeraltı kaynakları"na Türkiye sahip, ama Türklerin başında, beton ve paradan başka bir "değer" tanımayan bir neoliberal "Müslümanlık" sorunu var... 
Japonların "kurgu sanat, gerçeğin aynısı, bir tür belgesel film gibi olmak zorunda değildir" diye özetlenecek anlayışı içselleştirdikleri malum. Lise tarih dersinde öğrendikleri şeylere de tapmıyorlar. İmparatorlarını 'Tenno' yani Göğün Oğlu diye adlandırmalarına ve kutsal saymalarına rağmen -genel saygı çerçevesinde kalarak- onların ve kendi tarihlerinin sanatın çeşitli alanlarında serbestçe kullanılmasına toleranslı davranıyorlar, bunu sevinerek izliyorlar. Çünkü orada, Türkiye'deki engin "Müslüman" vasatizmine tekabül eden "Soka Gakkai" vasatizmi, ülkenin gündeminde söz sahibi değil. Soka Gakkai, Türkiye'de olduğu gibi, köylülerin anasını alıp gitmesinden tutun da, heykellerin tipine kadar her şeye karışamıyor. 
Tarantino gibi büyük bir yönetmen, Kill Bill filmelerini Japon kültürüne yaslanarak kafasına göre çekebiliyor. Ve Japonlar, Tarantino'nun filmlerini Türkiye'deki tonda "eleştirmek!" bir yana, heyecanla seyretmeyi bekliyorlar. Eh o da, özgür olabildiği ölçüde, çektiği her küçük ayrıntıda "Japonlar bana kızar mı" diye düşünmek zorunda kalmadan, böyle güzel filmler yapabiliyor. -Zaten özgürlük, sanatın ruhudur. Japon kültürünün dünyaya yayılması, tanınması ve benimsenmesi için sanat, en iyi yöntem olmuştur -tıpkı Türk kültürünün dünyaya yayılması için olacağı gibi. Özgürlükle sorunlu, bu nedenle sanat/kültür ile de sorunlu bir anlayışıyla, yeni dönemde ilerlemek mümkün değildir. Japonya'nın "Alperenleri" zırt pırt sokağa inip, bütün Japon basının seferber edercesine, "Tarantino tarihimize hakaret ediyor, bizde böyle kılıçlı mafya yok, Tokio'nun ortasında kılıçla gezmek de mümkün değil, çünkü silah taşımak Japonya'da külliyen yasak" diye ünleyip dursalardı, 75 bin kişi Japon kültür bakanlığına maktup yazıp, "Kill Bill, Japon kültürünü çarpıtıyor" deselerdi, Kill Bill filmleri asla çekilmez, dünya da Japon güzelliğinden ve Uma Thurman'ın o estetik hateketlerinden mahrum kalırdı...
Türkler akıllanıp, ayaklarına ve akıllarına bağ olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan soradanmodernleşmiş"Müslüman" zevksizliği ve kültürsüzlüğünden kurtulmazlarsa, önümüzdeki dönemde birçok ünlü oyuncu ve yönetmen, Türkiye'nin engin kültür deryasını filmine malzeme yapmayacaktır. Ama aksi olursa, Anadolu ve İstanbul'un muazzam kültürü dünyada mutlaka keşfedilecektir ve önem kazanacaktır. Bu çok da doğaldır.
Gelecekte eğilimler, gönüllülük esasına göre işleyecektir, kılıç esasına göre değil.
Bugünün "Ecdadımız" edebiyatıyla, eski padişahları kendi ruhsuz politikacılarıyla karıştıran Emevi Türklerden, bu kafayla hiçbir halt olmayacağı zaten kesindir. Kültür/sanat konusunda en ufak bir ürünü ve zevki olmayan bir çevrenin bir de "Osmanlıyı yeniden kurmak" gibi hayallere sahip olması, mizahın hasıdır. Bu, tıpkı taş ustasının saatçiliğe özenmesi gibi birşeydir!
Gelecekte büyük güçler, geleceğin parametrelerine göre hareket edenlerin etrafında, gönüllülük esasına uygun olarak şekillenecektir ve o parametrelerden en önemlilerinin başında da kültür gelmektedir ve yeni bir sosyo-ekonomik temel, yeni enerji biçimleri, yeni iş sistemi vs. gelmektedir. Burada 'Kültür ve sanat'ın -kapitalizm öncesi dönemdeki gibi- tüm boyutlarıyla bir yaşam biçimi haline gelmesinden söz ediyoruz. Yani bugünün kültür-sanatla paracıl 'iş'i birbirinden ayıran "anlayış"tan bambaşka birşeyden bahsediyoruz.
Ve Uma Thurman nasıl sanki "Japonya'daki eski hayatını yeniden yaşarcasına" kılıç kullanıyorsa, birçok dünya sanatçının "Türkiye'deki eski hayatını yaşıyormuşçasına" sert yay gerip at üzerinden istediği hikayede istediği gibi ok salması mümkün olmalıdır. Sanatçı, Türk öğelerini kullanarak, istediği filmi istediği gibi çekebilmelidir ve Türklerin toleransından emin olmalıdır.
On bin yıllık tarihe, kültüre, sanata sahip Anadolu'da, bu konularda uzaydan daha boş, üzüm suyuyla şarabı birbirinden ayıramayacak kadar zevksiz bir müteahhit "Müslüman" kafasıyla, geleceğin dünyasında merkez ülke/şehir falan olunamaz. Anca Emevi çöldeçadır devleti olunur. Eh onun filmini de kimse çekmez. Ama buraların derinliğinin hakkını verebilecek bir kafayla sahiden de merkez olmak mümkündür. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti çerçevesinde, Hükümet yanlısı bir takım yeni osmanlıcı "kültür" adamları, büyük paralar harcayarak, "kendi kafalarına uygun" Osmanlı filmleri çekilmesine önayak oldular! Hepsi de vasat filmlerdi. Değil dünyada, İstanbul'da bile seyredilmediler. Bu öğretici olmalıdır.
TOKİ mimarisi, sade suya tirit ideolojik "jeostateji ve politika" lafazanlığıyla, ihale "kültürü" ve bisküi dizaynıyla, 21'inci yüzyılda büyük devlet/ülke falan olunabilemez.

Kültürfizik sayfasına Dersim'den kısa notlar

Özellikle yeni okurların ilgi gösterdiği 'Kültürfizik' sayfasını uzun zamandır ihmal ettik...
Tunceli'deydik ve küçücük Tunceli'nin zengin kültür hayatı ve insanlarının demokrat, toleranslı ve kültürlü hali, ama ille de o eski usul Solculukları oldukça etkileyiciydi! Tunceli hakkında buraya birşeyler yazmak gerek. Dersim, sahiden de dört dağ içinde. Munzur nehrinin kenarındaki bu ilginç şehrin ahalisi, sorulunca kendini, önce 'Alevi' diye tanımlıyor ve Türkiye'de sadece burada insanlar birbirine haala 'Yoldaş' diye seslenip bağıra çağıra devrimi tartışıyor... Dersim Alevilerinin önemli bir bölümü, kendini Zaza diye tanımlarken, bir bölümü de 'Alevi Kürt'üz diyor. Onların içinde yeniden doğmakta olan bir de Ermeniler var. Onlar her aşiretin içinde varlar. En büyük sırlarını gizlemiyorlar artık. Sorulunca, "Bizim atalarımız Ermeni" diyorlar ama hepsi dört dörtlük Alevi. Ermeni kökenliler, Dersim'in özgürlükçü ve toleranslı halinden, Aleviliğinden memnunlar ve 'özüne dönüp' Hristiyan olmayı düşünen henüz yok gibi birşey.
Bu yıl oralarda fazla kar yağmamış. (Oraya herzaman yağdığı gibi yağmış olsaydı bizim için çok daha güzel olurdu!) Ovacık'ta anlattıklarına göre kışın kar dört metreyi aşarmış ve yılın yarısı boyunca aylarca yerde kalır, memurlar binalarına ikinci kattan pencereden girerlermiş. Karın üzerinde gidegele sert bir alan oluşturduklarını anlattılar. Yolun iki tarafındaki iki dükkan sahibinin bazen birbirini aylarca göremediği bir yer! Bunu cidden, ama tabii gülerek anlattılar. Şimdi güneşli ve karlı bir Ovacık çevresinde, yol kenarlarındaki birbuçuk metrelik tepelenmiş kara, "bu bi'şey değil ki" diyorlar ve mevsimlerin değişmesinden ürkerek bahsediyorlar. Yaklaşık beş yıldır iklimler şaşmış.
Munzur vadisi boyunca ilerlerken, Dersim isyanında kurşuna dizilenlerin kanının aktığı eski dere yatağını gördük. Dere o zaman kan akmış -şimdi kuru bir dere yatağından ibaret. Neredeyse 75 kilometrelik bu harika vadi, yazın kimbilir ne kadar güzeldir. Endemik bitkilerin yaşadığı yemyeşil çiçekli bir yer (Fotoraflar öyle). Şimdi karlı ve ağaçlar, çalılar yapraksız. Munzur, ilkbaharda çok deli akarmış, şimdi sakin. Bu dağları tutan küçük birliklerin, buradan kimseyi geçirtmeyebileceğini anlıyorsunuz. Vadi, tek yok. Oradan başka bir geçiş yok. Ve yamaçlarda keskin nişancıların mevzilendiği cennet vadiden kimse geçemez. Zaten öyleymiş! Tarih boyunca kimse girememiş... "Atatürk dışında buraya kimse giremedi" diyorlar.
Tunceli'de hangi dükkana, hangi eve gitseniz, üç resim asılı: Hz. Ali, Atatürk ve Yılmaz Güney.
Biz oradayken, Munzur üzerine yapılması planlanan barajlara karşı büyük gösteriler oldu. Selamlaştığımız bazı sanatçılar ve milletvekilleri de vardı. Çok güzel bir gece kulübüne gittim (onlar Cafe diyorlar, ama ben böyle diyeyim). Tabii güzelliği lüks olmasından değil samimiyetinden ve atmosferinden geliyor. Canlı müzik yapan genç iki üniversiteliden devrimci şarkılar dinledik. Genç kadın ve erkekler hem çaylarını içiyor hem tartışıyor hem okuyor hem şarkılara eşlik ediyor hem de halk dansları oynuyorlar. Müzisyen çocukla sohbet ettik, yüksek puanına rağmen özellikle Tunceli üniversitesini seçmiş. Tek şikayeti, Anadolu-rock yapabilmek için aradığı bas gitaristi heniz Tunceli'de bulamamış olması.
Beni en çok güldürüp eğlendiren, bizzat solcuların kendileri hakkında anlattığı anekdotlar oldu.
Mesela 1978'de 1 Mayıs kutlamasında, bir köprü üzerinde slogan atılacak ve aktif bir gösteri yapılacak, "bu gösteride polis de olmalı" deniyor. Şimdi burada absürd olan şu: Tunceli'de polis o zamanlarda sokakta bile zor geziyor, gösterilere saldırmaya cesaret edemiyor, gösterilere de polis gelmiyor. Ama kambersiz düğün olmaz deyip, gösterinin "gerçek gibi" olması için, devrimci "yoldaşlardan" birkaç kişiyi, polis rolü oynamakla görevlendiriyorlar... Hani "Antepin kurtuluşu" türünden bir gösteri olacak. Polisler saldırır gibi yapacak, devrimciler direnecek falan..
Aynen yapılıyor...
Ama birşeyi hesaplayamıyorlar...
Polis taklidi yapan gençler, polis gibi olaya müdahale edince, hayatlarının dayağını yiyorlar, karambolda çocukların dövülmesini kimse de engelleyemiyor, linçten zor kurtuluyorlar!..
Diğer anektod da aynı dönemden. Bir köyde devrimcilerin en hızlısı dört kişi, amca çocukları. İkisi Halkın Kurtuluşu'ndan, ikisi de Apocu. Köy kahvesine gelince, gene bir "ayrıntı"dan "tartışma" çıkıyor. Ayrıntı da şu: "Sizi, şehit yoldaşlarımızın anısına bir dakikalığına saygı duruşuna davet ediyorum diyor biri, minicik köy kahvesini dolduran dört kişi ayağa kalkıp saygı duruşunda bulunuyor. yumruklar havada! Tam oturacaklar, bu sefer Apocular, "Bizim yoldaşlarımızın anısına da saygı duruşunda bulunmaya davet ediyorum diyor ayağa kalkıyor, Halkın Kurtuluşçularda hareket yok. "Kalksanıza kardeşim!" diyorlar. "Yok, biz onlar için kalkmayız" diyorlar. Haydaa tartışma!..
Sonra orada birbirlerine giriyorlar. Neyse gerginlik biraz durulunca, canları Okey oynamak istiyor. Ama iki kişi kırgın. Neyse, sırf Okey oynayabilmek için Halkın Kurtuluşu "resmen", "Diğer yoldaşlara saygı duruşu"na karar verip, saygı duruşunu beş dakikaya çıkarıyor. Ve Tuncelinin bir köyünde, bir sobanın harıl harıl yandığı bir köy kahvesinde, Okey oynayabilmek için bıyıklı dört genç, yumrukları havada beş dakika sap gibi dikiliyor!..
Şimdi buna yerlere yatıp güleceğim ama gülemiyorum -dikkatli dikkatli gülüyorum...
(-çünkü o tarihlerde ben de öyle dikilirdim beş dakika!..)
Ve bana o zamanların ardından yeniden ilk defa, masa altından İşçi-Köylü gazetesi verdiler...
(Ve TİKKO yaşıyor arkadaşlar!)
Bütün içtenliğimle söylüyorum: Tuncelileri çok sevdim!
İnsan kendini neredeyse zaman makinasıyla 1970'li yıllara dönmüş falan sanıyor! Yanınızda bağıra çağıra, devrimi tartışıyorlar, siz de çayınız elinizde şaşkınlıkla o eski sol klişeleri dinliyorsunuz. Ama nasıl samimi, nasıl iyi niyetli, nasıl sevimliler!
Pertek'te Keban baraj gölüne yaklaşırken karlı dağların ve masmavi gölün Güneş altındaki görüntüsü, ancak bir masal alemininde olabilecek kadar güzeldi. Gölün tam ortasındaki adalardan birinin üzerindeki eski kale, insanı her an küçük bir karavelle 13'üncü yüzyıla dönmeye özendiriyor. Pertek'te küçük feribotlar, otomobilleri gölün öbür yakasına taşıyor. Tunceli tarafından Elazığ tarafına geçiriyorlar -veya tersi. Ne zamandır mavinin bu kadar güzel tonlarını birarada görmemiştim. O mavi deryasının kıyısında, hemen feribotun yanıbaşında genç bir öğretmen koca bir kova balık tutmuştu ve balıkların arasında kocaman bir sazan da vardı.
Bölgedeki gizli Ermenilerin yaşamlarından ayrı bir yazıda bahsetmek gerekse de, Ovacık'ın başka bir köyünde, Akkoyunlu'lardan kalma olduğunu sandığım mezar taşları gördüm. Koyun şeklinde taş mezar taşlarının hepsinin üzerine kılıç ve çakmaklı tüfek işlemesi kazılmıştı. Aleviler, 1960'lı yıllardan beri böyle mezar taşı yapılmadığını söylüyorlar.
Dersim, 639 yılındaki Arap işgalinden sonra İstanbul ile Halifeler arasında kaldı. 1087 yılında Selçuklu hakimiyetinde sayıldı. 14'üncü Yüzyılda, bir Uygur devleti olan Eretna devleti ile Erzincan beylerinin çatışma alanı oldu. 14'inci Yüzyılda da Osmanlı Sultanı ile Ak Koyunlular burası için çatıştılar. Sultan Fatih, 1473'te resmen buranın hakimi olduysa da, Dersimliler her zaman kısmi bağımsızlıklarını korudular. Hep Elazığ'a bağlı bir yer sayılmalarına rağmen 1880'den itibaren sekiz yıl boyunca ilk kez vilayet oldular. Koçgiri ayaklanmasından sonra 1921'de, Erzincan ve Elazığ eyaletleri arasında pay edilen Tunceli, 1936'da yeniden vilayet olup adı 'Tunceli' diye değiştirildi. Ardından 1937 Dersim katliamı geldi. Yüz küsür yaşındaki bir kadın, bize o zaman gördüklerini anlattı. Yaşadığı evin yüz yıldır değiştirilmediğini söyleyebilirm. Onların evinde, eskiden insanların nasıl yaşadıklarının izini görmek mümkün. Çok iptidai ve zor bir hayat. Tek iyi tarafı, yedikleri herşeyi kendileri yetiştiriyor, üretiyorlar. Paraya gerek yok! Tunceli'de böyle yerler var. Hayvancılık yapıyorlar. Ve öyle yerlerde pırıl pırıl şen, akıllı ve kültürlü gençlerle karşılaşıyorsunuz.
Anadolu muazzam bir yer...
Tunceli'den Elazığ'a gelince çok şaşırıyorsunuz, çünkü Elazığ basbayağı bir metropol. Tunceli, Elazığ'ın bir mahallesi kadar. Yazın çiçekler açınca, gene gideceğiz -Munzur festivaline.
(Munzur gözelerinden, nehrin doğduğu yerden, oradaki köyün köy kahvesinden herkese selamlar.)

Anarşist Enternasyonal'in yeniden doğuşu mu? Yeni Gençlik Hareketinin radikalleri

Türkiye'de yeni bir gençlik hareketi ortaya çıktı. Ankara'da 'Başkaldırıyoruz' sloganıyla polisle çatıştıkları, bugünkü gazetelerin baş sayfalarında yer alıyordu. Öğrencilerden birkısmının, sadece yumurta atmakla yetinmeyecekleri belliydi. 1980'lerin ikinci yarısından itibaren Solcuların devrimci hallerine özenerek yükselmeye başlayıp AKP iktidarında toptan AKP'li olan kravatlı İslamcıların "Türbana özgürlük" türünden "özgürlükçü!" eski mes-lastikleri dama atıldı.
("Pabucu dama atılmak" sözü bir Ahi deyimidir. Hace Nasreddin'in kulakları çınlasın!)
Sonunda herşey özüne döndü. Yumurta atan talebelere karşı utanmasa kurşun sıkabilecek "Türbana özgürlükçü" neoliberal bir zihniyet iktidarda, tam bir klasik Sağ dille konuşuyor. Bu zihniyetin taraftarı köşe yazarları, daha geçen güne kadar, (mesela biri benim gözümün içine bakarak!) "Asıl solcu biziz" diyebiliyorlardı...
Gençlik hareketinin geçici bir şey olduğunu düşünen eski Solcu yeni Sağcı/Liberaller (veya eski İslamcı yeni Sağcı/Liberolar), gençlerin zorla da olsa sakinleştirilebileceklerini düşünüyorlarsa fena halde yanılıyorlar.
Bu daha bir başlangıç.
1971 darbesine kadarki dönemde Türk Solunun ne kadar sığ ve teori yoksunu olduğunu ama inançlı ve idealist olduğunu hatırlayın. 1971'den sonra bunun hızla nasıl geliştiği malum. Şimdi gençlik hareketi, öyle bir süreç yaşıyor. Kuşkusuz daha rafine hale geleceklerdir. Mesela 68'li, 78'li eski öğrenci hareketleriyle kıyaslandığında oldukça yeni ve özgün yanları var. Bir kere bu hareket mutlaka Sol değil. Daha çok, Sol-Sağ ötesi özgürlükçü bir hareket.
Yeni Gençlik Hareketinin başlangıç tarihi, 2008 Ekonomik krizi. Her zaman olduğu gibi Türkiye'ye gecikmeli gelmiştir. Dünyadaki örnekleri, giderek rafine olan bir çizgide ilerliyorlar. Ve yeni hareketler, eskisi gibi merkezi örgütlenmeler değiller. WikiLeaks destekçisi 'İnternet Partizanları' gibi ağlar şeklinde örgütleniyorlar, belli önderleri falan yok. Yani örgüt odaklı operasyonel güvenlik kuvvetleri için zor bir durum. Üstelik kendi aralarında çok yoğun ve kontrolü zor bir iletişimleri var. WikiLeaks gibi grupların, devletlerin en mahrem alanlarına kadar sızabildikleri bir yana, herkese ulaşabilen teknolojileri çok iyi kullanıyorlar. 
(Sivillerin gücüne yepyeni bir örnek: Satürn halkalarında son on gündür olağanüstü değişiklikler oluyor, benzeri Jüpiter lekeleri için de geçerli. Ve bu değişiklikleri, NASA ve diğer dev teleskoplar değil, amatör astronomlar keşfetti -hem de o pahalı aletlere dışarıdan sızarak ve kendi kısıtlı imkanlarını kullanarak!)
Gençlik hareketinin radikalleri, eskisi gibi Sosyalist Solcular değil, Anarşistler. Bu çok önemli. (Anarşistlerle Sosyalistlerin farkı konusunda burada ayrıntıya girmeye gerek yok.)
Son on günün olayları, Anarşistlerin kendi aralarında toparlanarak, yeni bir enternasyonal kurdukları izlenimi uyandırıyor. Noel hediyesi olarak Alman Şansölyesi Merkel'e, Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy'ye ve İtalyan Başbakanı Berlusconi'ye Atina'dan bombalı mektuplar gönderdiler. Roma'daki Şili ve İsviçre Büyükelçiliklerine de "hediye" paketleri gitti! Birçok Büyükelçiliği arayıp bomba ihbarında bulundular. Ama bu ihbarlardan sadece birinde, ABD'nin Vatikan Büyükelçiliğinde gerçekten de bir bomba tesadüfen bulundu ve patlamadan etkisiz hale getirildi.
Anarşist hareket, Şili, İsviçre ve Yunanistan'da da profl kazanıyor. En güçlü olduğu yer İtalya. 'Federazione Anarchica Informale' (FAI), Roma'da -patlamayan!- bombaların arkasındaki örgüt olduğunu ilan etti. Grupla ilişkili olarak İsviçre'de hapiste yatan üç tutuklu, kendilerine 'Ekolojik teröristler' diyor. Sloganları şu: "Harekete geçiyoruz, çünkü dünyamız ölüyor."
Anarşistlerin ses getiren diğer olayı, 2009'da Santiago-Şili'den gelmişti. Mart ayında bir anarşist, kendi yaptığı bombanın dozunu tutturamayınca bomba patlamış, hayatını kaybetmişti. (Bkz. Der Spiegel, 3.1.2011)
(Dikkat ettiyseniz burada, kan dökmek konusunda oldukça beceriksiz bombacı sevimli gençlerden bahsediyoruz! Ve onların bombalardan vazgeçmelerini umuyoruz!)
Avrupalı liderlere bombalı mektup gönderen grup, 'Lambros Fountas Hücresi', Anarşistlerin yeni ikonunun adını taşıyor. 35 yaşında hayatını yitiren Atinalı anarşist, şehrin zengin elitleri içinde yaşamış, sonradan anarşist olmuş biri.
İtalyan Anarşistlerinin en tanınmış örgütü FAI, ilk kez 2003'de sesini duyurup, 2009'da devlete kerşı 24 bombalı eylem yapmış.
Genç anarşistlerin fikirleri iyi hoş da, böyle arkaik bombalı eylemlere dönüş yapmaları kötü...
Bombalarının "tesadüfen" bir türlü patlamamasından ders çıkarıp, kansız eylem biçimleri geliştirirlerse çok daha başarılı olabilirlermiş, çok daha sevilirlermiş gibi sanki!..

ABD ve İsveç'te kuş ölümleri ve medya

Türk basınının da hakkıyla yer verdiği yılbaşı gecesi kuş ölümlerinin nedeni, ABD'de (ve İsveç'te) anlaşılmaya çalışılıyor.
Aynı günlerde İsveç'in güneydoğusundaki Falköping'de yerde 50-100 arası ölü kuş bulundu. Bir karga/kuzgun türü (Dohlen) olan ölü kuşlar. Bulunduklarında, kuşların bazıları ölmemişti, sonra onlar da öldüler. ABD'nin Arkansas eyaletinde de beşbin kuş uçarkan ölerek gökten düştü.Pazartesi günü ABD'nin Arkansas birleşik devletinden, 5000 kuş ölümü haberi geldi. Habertürk, kuşların adını 'Kırmızı kanatlı karatavuk' diye vermiş (Rotschulterstärling/Red-winged Blackbird). Bölgede oturanlar, gökten yağmur gibi ölü kuş yağdığını söylüyorlar.
ABD'de Veterinerler Komisyonu, ölen kuşların iç organlarının tamamen normal olduğunu açıkladı. Ani hava değişikliklerinin, ölüm nedeni olbileceği söyleniyor. Elekromanyetik dalgaların da kuş ölümlerine neden olmuş olabileceği söyleniyor. Kuşların ölüm nedeni bilinmiyor.
Olay, bazı çavrelerde paniğe neden oldu.

ABD ve ardından İsveç'te yaşanan kuş ölümlerinin birden bütün dünyada medya üzerinden duyulması, benzer olayların daha önce nerede olduğu gibi ayrıntıları da gündeme getirdi ve mesela bir televizyon dizisinde, benzeri olayların tasvir edildiği söylendi. Flashforward adlı dizide de, önce gökten ölü kuş yağıyormuş, sonra insanlar bir süreliğine, gelecekte başlarına gelecek her şeyi görüyorlarmış. Aslında bunun bir 'Zaman içinde yolculuk' deneyi olduğu anlaşılıyormuş falan...
Burada en ilginci, medyanın bu olayda oynadığı roldür. Aynı anda, dünyanın heryerinde okunabilen haberlerle medya, olayın heyecanına herkes ortak etmektedir. Bu özellik hem iyi hem kötü. Herşeyden önce, medyaya büyük bir sorumluluk yüklüyor.
Acaba daha büyük veya garip olaylar olsa, medya onları bütün dünyaya hangi ses tonuyla yayar/yaymalıdır? Medyanın, en berbat yanı, benzeri haberler ve onların yüksek emosyonal dozunun belli bir aşinalık yaratması ve aşırı tepkilerin, bir zaman sonra kanıksanarak küçümsenmesi, hatta gündemden düşmesi olmaktadır. Daha büyük olaylar olunca ne olacak?
Türkiye'de -yakın zamana kadar- basında müthiş bir abartma eğilimi vardı (gene var ama normalleşmeye başlama eğilimleri var). Olanı iyice büyütmek, daha sonra daha büyük olaylar yaşanınca ya felç olmak ya da küçültmek... Bence Türk Basını (bir tür bültene dönüşen "Yandaş basın"ı Türk Basını'ndan sayamayıp, ayrı tutuyorum) son zamanda iyi sınav vermiştir ve daha nesnel hale gelmiş, evrensel standartlara daha yaklaşmıştır. İktidarın tüm baskısına rağmen, basının iyi anlamda değişmesi, benzeri garip felaketlere daha makul tepkiler vereceğini gösteriyor.

Hace Nasreddin ve Friedrich Georg Jünger'in 'Komiklik' teorisi

Hace Nasreddin mizahının bir mücadele içinde ortaya çıktığının kanıtı, gene bizzat, 'komik olan'ın teorisidir. Bu konuda yılbaşında hediye olarak aldığım kitap ve makalelerde kısa bir gezinti, Hace Nasreddin'in mizahının ve asıl sahici mizahın, muhalif olmakla ve güçlüye meydan okumakla yakından ilgili olduğu anlayışını da güçlendiriyor. Hoca'nın, ince mizahının başarıyla kurulduğu dönemde, Mevlana Celaleddin Rumi'nin de Hoca'ya karşı bir mizah kurmayı denediği görülüyor. Aşağılayarak Hoca'yı komik durumlara düşürmeye çalışıyor. İşin ilginç yanı, Mevlana'nın eserlerinde Hoca'yla alay eden böyle bölümleri, Mevlana'nın eserlerinden -sonradan- çıkartılmıştır. Nedeni çok açıktır: Çünkü komik değildir, komik olamamaktadır. Komik olmanın belli kuralları vardır ve Mevlana komikliğin kurallarına uyamaz, çünkü zalim Moğolların uşağıdır. Anadolu'ya zorla İran kültürünü dayatan zalim Moğol iktidarının savunuculuğunu yaparak komik olunamaz.
(Mesela karikatürist Salih Memecan da bu nedenle komik olamamaktadır!)
'Komik' denen şeyin ne olduğunu tartışan eski makaleler ve kitapları karıştırırken, bunlardan birini size alıntılamak istiyorum.
Friedrich Georg Jünger'in (1898-1977) bir kitabından, komikliğin teorisi hakkında:
"Komik olan şey, bir aykırılıktan çıkar. O aykırılık olmadan, komik hiçbir şey düşünülemez. Ve sadece onun bilincine varınca, komik olanı algılayabiliriz. Ama çatışmalı/çelişkili olmayan durumlardan asla komiklik çıkmaz. Güzel olanın hiç tartışmasız hakim olduğu alanda komiğe yer yoktur. Ancak çatışmanın çıktığı, tarafların oluştuğu, insanın kendi kendiyle çelişkiye düştüğü, başkalarıyla veya çevresiyle çelişkiye düştüğü yerde, komik olana rastlama umuduna sahip olabiliriz. (...)
Çatışma/çelişme sonucu, bu eyleme dahil olanların komik olmaları, bir bütün olarak komik olmadıkları söylenebilir. Komiklik, bir kurala ilişkin olarak, ona karşı olarak oluşur. (...)
Buradaki komiklik, burada (bu çatışmada), güya zayıf olanın, güya güçlü olan karşısında, güçlüye karşı mücadele edebilecek fikre sahip olup o mücadeleye girmesinde yatmaktadır. (...)
Yani Komik (anlamda) çatışma/mücadele, bir bütün olarak kavranmalıdır. Onun temelinde yatan şemanın tüm şartlarını yerine getirmelidir. Ama çatışmanın, güçsüz olan tarafından çıkarılması/başlatılması yeterli değildir; çelişkinin sona erdirilmesi için, üstün olanın da buna karşılık vermesi (bu oyuna iştiraki) gerekir. Replik diye adlandırmak istediğimiz bu karşılık/iştirak; çiğnenen kurallara, yasalara (...) sahip çıkmaktır. Bu repliğin ifade tarzı muhteliftir. En başta, bu ölçüsüz provokasyonun algılanmasıyla ilgilidir; onun ötesinde gülünç, ironik, paradoks ve mizahi olabilir ve öyle bir güce ve inceliğe ulaşabilir ki, çatışmayı eğlenceli bir hale getirebilir. Ama dokunulmaması gereken bir şartla: o provokasyona layık olması koşuluyla. Eğer bu yoksa, bütün komik etki çabucak erir. Bir durumun önce komik görünüp, repliğin uygunsuzluğu anlaşılınca komik etkinin hemen kaybolması ve kahkahaların kesilmesiyle görülen olaydır."
(Friedrich Georg Jünger, "Über das Komische" Frankfurt a.M. 1936)

Kolbrin Yazıtlarının mesajı ve 'seçilmişler' konusuyla ilgili düşünce oyunu...

Kolbrin Yazıtları ile ilgili notlarımıza devam ediyoruz...
Bu kez bir düşünce/varsayım oyunu oynuyoruz...
2012 sonrasına hazırlanmak için bir savaşçı mantalitesinin çok önemli olduğunu söylemiştik. Savaşçı mantalitesi, burada ayrıca üzerinde duracağımız bir konu ve önemi şuradan geliyor:
Geleceğin yeniden inşası için iki kesimden sözedilecekse -yani seçilmişler ve, yaşamaya karar vermiş savaşçı seçilmişler olanlar... Bunların arasından bu ikinci katagori, 'asıl hayatta kalacak olanlar' sayılabilir.
Savaşçılar, hayata tutunmak ve hayatı devam ettirmek için, yeni bir dünya kurmak için, ölümü hiçe sayanlar olabilir. Burada absürd gibi görünen durum, hayata ölümün ötesinden tutunmak anlayışıdır ve Savaşçı olanlar, aynı zamanda asıl seçilmişler sınıfını oluşturabilirler -hükümetlerin seçtiği seçilmişleri değil. 
(Bunlar, sadece tahmin ve olasılıklar üzerinden bir tür "düşünce oyunu" çerçecesinde değerlendirilmelidir)
Kutsal kitaplardaki uyarıları destekleyen -çok ayrıntılı- Kolbrin Yazıtlarının uyarıları ciddiye alınırsa, bu uyarılara nasıl yanıt verilebilir?
(Konuyu rasyonel haliyle, galiba böyle ifade edebiliriz!..) 
Hz. Musa'nın mucizeleriyle Mısır ordusunu helak etmesi sırasında meydana gelen felaketler, sadece Eski Ahit'te anlatılanlardan ibaret olmasa gerek. O sırada olanları anlatan Kolbrin Yazıtlarına göre, çok daha kapsamlı bir felaket söz konusudur. Çok tanrılı devrin sonu anlamına da gelen bu büyük felaket hakkında insanları uyaran Kolbrin Yazıtları, M.Ö. 1500'lü yıllarda Yahudi'lerin Mısır'dan çıkışından sonra Mısırlı alimler tarafından Firavunun emriyle yazılmıştır. (Bkz. Bu blogdaki Kolbrin yazıları)
Kolbrin Yazıtlarının anlattığı, kutsal kitaplardaki Kıyamet tasvirlerine benziyor. Fakat o olaydan sonra Mısır yok olmayıp hızlı bir düşüş yaşadı, Büyük İskender'in ve sonra Roma'nın kontrolüne girdi. Ama unutmamak gerekir ki, bir devasa felakete karşı Mısırlıların sosyo-ekonomik yapısı, günümüzün elektrik/petrol bazlı modern kapitalist yoplum yapısından çok daha sağlam ve dayanıklıdır. Felaketi atlatmıştır. Mısır sosyo-ekonomisi ile modern toplumların sosyo-ekonomisini, bu açıdan karşılaştırmak, ayrı bir yazı konusu.
Olağanüstü bir felaket olursa modern toplum Cehenneme döner. Ve o Cehennemden çıkışın yolları, şimdiden döşenmek zorundadır, hem de modern/rasyonel "maddi" önlemlerle birlikte -ama onların ötesine geçerek, "manevi" önlemlerle. Ama bu manevi önlemler, somut olmalıdır.
(-Tabii bunu da konuşmak gerekir! "Somut manevi önlem" nasıl olabilir diye!)
Zira, korunmak için çok sağlam kaleler, derin sığınaklar, dayanıklı gemiler yapabilirsiniz. Ama bunları yanlış yere yapıp yanlış zamanda, iyi/güzel/kutsal diye özetlediğimiz kontekse uygun yapmazsanız, kumun üzerine gökdelen yapmış gibi olursunuz. Yani gökdeleniniz sağlam da olsa kumda kayar!
Kolbrin yazıtlarında anlatıldığı tipte bir felakette, rasyonel akla dayanarak kurtuluşun garantisi yoktur. Matematikten anlayan herkes bunu hesaplayabilir. Ama "tesadüfler", herşeyi değiştirebilir...
Kulağa saçma da gelse, tesadüfleri önceden "anlayanlar ve sezinleyenler", insanları Cehennem'den geçirip düze çıkarabilirler. Sözünü ettiğimiz büyük felaket ihtimali konusunda böyle "düşünce oyunları" yaparken "aslolan, Sezinleyebilen bir Savaşçı olmaktır" diyebiliriz herhalde.
Kolbrin Yazıtlarında, bu konuda şunlar yazıyor:
"Sonra, insanlar kalplerinde huzursuzluk hissedecekler. Tarif edemedikleri birşeyi arayacaklar, belirsizlik ve kuşku onlara eziyet edecek. Büyük zenginliklere sahip olmuş olacaklar ama, ruhları vasatlığın eziyetini çekecek. Sonra gök titreyecek ve yer sarsılacak. İnsanların korkudan dizlerinin bağı çözülecek. Korku içinde yaşarlarken, batışın tellalları görünecek. Mezar hırsızları gibi sessizce gelecekler. İnsanlar onları tanıyamayacak. İnsanlar kanacak. Çölleşmenin/yıkımın zamanı yakın."
(Kolbrin manüskrileri 3.9)
"İnsanlara bilgelik getiren "Büyük Kitab"ları (Kolbrin Yazıtları) olacak. Bir avuç insan bir araya gelecek ve hazırlanacak. İmtihan zamanı.
Korkusuzlar hayatta kalacak; yılmayanlar yıkıma uğramayacak."
(Kolbrin manüskrileri 3.10)

Ölümden sonra yaşamla ilgili araştırmalar ve yaşam enerjisi 'Ki'

Bu önemli sorun özünde, karar vermekle ve ayrılıkla ilgili bir sorun gibi görünüyor.
Ölümle sorunlu bir ahvadın çocuklarıyız. Teoride "ölüm, yaşamın bir parçasıdır" denmekle birlikte, modern dünyanın bu lafa inanmadığı ve bu hayata "aşırı derecede" tutunduğu malum. Burada "aşırı" derken, insanların onurlu/haysiyetli ölümüne dikkat çekmek istiyoruz.
Bu konuyu ne zaman düşünsem, aklıma Rahmi Koç'un bir sözü geliyor...
Sakıp Sabancı hastanedeydi ve gazeteler sağlığı hakkında haberler veriyordu. Sabancı'nın her an ölümü bekleniyordu ve Rahmi Koç bir yerde, "Zengin olanı bırakmıyorlar ki ölsün" gibi birşey söylemişti.
Kapitalizmin Türkiye'de ifadesi olmuş bu iki kişiden ne Koç ne de Sabancı benim için sempatikti. Ama o gün, ölmekte olan bir insanın insan yüzünü daha iyi gösterebilecek daha özlü bir söz söylenemezdi. Parasının kurbanı olarak mutlaka kurtarılmak adına acı çeken ve evinde ölemeyen bir insana o gün gerçekten çok üzülmüştüm. Sakıp Sabancı, hastanede vefat etti. "Günümüz tıbbı, bırakmıyor ki insanlar onuruyla ölsün" diye de özetleyebiliriz bu olayı, ama burada suçlu olan kesinlikle modern tıp değil. Doktorlar, modern konteksin içinde, bildiklerinin en iyisini yapmak için çırpınıyorlar. Hayat kurtarmak sahiden de kutsal bir şey, ama kurtarmak adına insanlara eziyet etmeden.
Modern insan, "bu hayata" çok bağlı. Maddeci/rasyonel bir anlayışın esas olduğu günümüz dünyasında insan, irrasyonel hayattan öyle kopuk/uzak ki... Bu durum, ölümü kabul etmekle sorunlu olmak anlamına da geliyor. Rasyonalizme bu derece inanç, biraz fazla. Bu fazlalığın derecesini konuşmak gerekiyor. 
Dinlerin yerini alan bilim, insanın esas inandığı şey haline geldi. Şimdi bu katı inancın biraz da olsa yumuşatılması gerekiyor. Herşeyin bir sonu olduğu gibi bilimin mutlakiyetinin de bir sonu, sınırı var! Kulağa saçma da gelse, bilim, kendi sınırlarını daha gerilere doğru çekmekte ve hakimiyet alanını -eskiye oranla- küçültmektedir. Madem bilime bu kadar çok inanılıyor, o halde bilime aykırı gibi görülen (ama mesela kutsal kitapların binlerce yıldır yazdığı) şeyleri, gene bilimin insanlara göstermesi, galiba en doğru yol olacaktır.
Bilim konusunda dünyanın önünde duran en büyük şok, bilimin de bir inanç olduğunun anlaşılması olabilir -tıpkı birzamanlar asla tartışılmadan inanılan dinler gibi.
Bilimin, tamamen aciz olduğu alnanlar var...
Bunlardan biri de 'Ölüm ve ötesi' konusu -idi. Ölüm, bilim için kesin son demekti. Onun ötesi "hikaye" sayılırdı! (İşte insanlar ölüm korkusundan kurtulmak için kendilerine masallar uydurmuşlardır, ölümden sonra ruhlarının ölmediğine inanarak, kendilerini avutmuşlardır falan.) Bilime göre inançlar, matematikle (ve mesela parayla) pek ölçülemediğinden, "biraz" batıl inançtırlar!
Ölmekle/ölümle sorunlu olmanın ve dünya nüfusunu 2012'de 7 milyara çıkaracak olmasının temelinde, "Sadece bu dünya" anlayışı yatmaktadır. Ölümün hayatın bir parçası olduğu gerçeği sadece laftır!
Öyle midir?!..
Konuyla ilgilenmiş olanlar, ünlü doktor Moody'yi mutlaka duymuşlardır. Raymond Moody, daha 1975 yılında yayımladığı 'Life after Life' kitabıyla, bu konuda ilk ciddi bilimsel çalışmayı yapmıştır. Kitabı 1980'lerin sonunda okuduğumda çok etkilenmiştim. 150 Ölüm olayını/anını inceleyen araştırması, resmen öldükten sonra mucizevi bir şekilde hayata dönen veya döndürülen insanlarla yapılan konuşmaları içeriyordu. Birbirini hiç tanımayan insanların birbirine bu kadara benzeyen şeyler anlarması dikkat çekiciydi. Tabii bilim çevreleri tarafından fazla ciddiye alınmamıştır. Nedeni basittir: Hakim modern anlayışa/inanca göre bunlar gülünç iddilardır. Ne kadar bilimsel olsalar da, sonuçta hayata geri dönen canlı insanların anlattıkları şeylerdir, "öbür dünya"dan hiç kimse konuşmamaktadır! Çünkü yoktur, yani "öteki dünya" diye birşey yoktur, -varsa da dilsizdir... Moody, araştırmaları sonucu ölümün algılanmasının 16 özelliğini belirlemiştir. Hepsini burada saymaya gerek yok, ama insanın bir tünelin içinde ilerlemesi konusu vardır mesela -ki bunu herkes biryerlerden duymuş veya okumuştur. Daha önce ölmüş olan yakınlar tarafından karşılanmak, ışıktan oluşan bir varlığın insana sorular sorması ve ondan kendi hayatını değerlendirmesini istemesi (bu ışık, insanın inanışına göre farklı farklı adlandırılmaktadır. Mesela Hristiyan olanlar Hz. İsa ile karşılaştıklarını söylemektedirler Bunları anlatanlar, yeniden hayata dönenler olduklarından, bir yerde onlara hayata geri dönmeleri gerektiği söylenmekte, ölü olan kişi dönmemekte direnmektedir. Sonunda geri dönmeyi kabul ederek hayata dönemektedir vs.
Ölümden geri dönenlerin ölüm korkusundan kesinlikle kurtulmaları, çok öğreticidir. Bunun nedeni, ölümden sonra yaşamaya devam etiklerine bizzat şahit olmalarıdır.
Tabii Moody ve ondan sonraki birkaç araştırma asla fazla ciddiye alınmamış, reddedilemeyen yan çalışmalardan biri olarak esoterik kitaplar arasında yaşamaya devam etmiştir.
Şimdi, bu konuda daha çok şey biliniyor ve çok daha "inandırıcı" araştırmalar yapıyor. Modern insanın ölüm korkusunu azaltacak araştırmalar bunlar. Ölümle daha barışık olmayı destekliyorlar.
Yeni araştırmalar, insanın öldükten sonra tamamen bilinçli olarak yaşamayı sürdürdüğünü iddia etmekle yetinmiyor, ölümden sonra kendini çeşitli alanlarda geliştirmeyi de sürdürdüğünü bile söylüyor.
(Tabii bu araştırmalar, esas olarak ölüm korkusuyla mücadele etmeyi amaçlıyorlar. Bilime inanlara: Bu araştırmaların bilimsellikleri bir yere kadar.)
Konu hakkında çalışan Hristiyan bir ilahiyatçının, 20 yıl önce ölen ikiz kardeşinin onunla ilişkiye geçtiğini "anlaması" ile başlayan araştırmaları bir yana, (Kardeşi öldükten sonra uzunca bir süre, çeşitli şekillerde onunla haberleştiğini ve yaşadıklarının halüsinasyon olmadığını "kanıtlamış.") asıl üç Slovenyalı doktorun yeni çalışmaları ilginç görünüyor. Zalika Klemenc-Ketis, Janko Kersnik ve Stefek Grmec, araştırmalarıyla tıp çevrelerinin ilgisini çektiler (tıklayınız). Ölüm sırasında kanda Karbondioksit oranının yükselmesine, beynin mistik görüntülerle/tecrübelerle yanıt verdiğini kanıtladılar. Ama araştırmanın sonuçları, herşeyi maddi dünyaya indirgiyor.
Ve vardıkları yer onları ürkütmüş olmalı ki, sonuçtan kuşkulanıp, "o kadar da emin olmamamız gerek" diyerek noktalamışlar çalışmalarını. Yani bir şey var, tüm kanıtlara rağmen itiraz ediliyor, -rasyonelliğin ötesinde birşey. 
Galiba bu ikirciklilik halinin kabulü, buradaki esas konu... 
Biz burada, 2006'da ölüp, mucize bir şekilde yeniden dirilen Hint asıllı Hong Kong'lu bir kadının, Anita M.'in anlattıklarıyla yazımızı sonlandırıyoruz:
"2002'de kanser oldum. 2006'da o kader günü geldi ve hareket edemez oldum. Doktorlar bana yaşamam için 36 saatlik bir ömür biçtiler, çünkü organlarım iflas etmeye başladılar. Ruhumun bedenimden nasıl ayrıldığını hissettim. Odanın on metre dışarısında bekleyen kocamın ve çocuklarımın doktorla konuşmalarını dinledim. Dirildikten sonra hayretler içindeki kocama, onun sözlerini aynen aktardım. Başka bir boyuta geçtim. Tam bir sevgi atmosferindeydim. Ayrıca şaşırtıcı bir kesinlik/açıklık halindeydim. Neden kanser olduğumu ve dünyadaki hayatımı neden yaşadığımı öğrendim. Kozmik/evrensel planda ailemin her bireyinin benim hayatımda oynadığı rol ve bu dünyadaki hayatın nasıl döndüğü de bana gösterildi. Bu konudaki kesinlik, tarif edemeyeceğim yoğunluktaydı. Bunları anlarken söylenen sözler, kesinlikleri itibariyle henüz icad edilmediler. Algıladığım, hissettiğim şeyler de öyle. 
Hayatın nasıl bir hediye olduğunu anladım. Farkında olmasam da etrafımda, sürekli sevgi dolu spiritüel varlıkların olduğunu gördüm. Biz insanların nasıl şaşırtıcı imkanlara sahip olabileceği gösterildi. Benim hayatımın anlamı da, "Yeryüzünde Canneti" yaşamak ve bunu diğer insanlara anlatmaktı. Buna rağmen ölümle hayata dönmek arasında seçim yapabilirdim. Bana, ölüm zamanımın henüz gelmediği ve bir seçim yapabileceğim söylendi. Ama eğer ölürsem, benim hayatım için hazırlanan hediyeleri yaşayamayacağım söylendi.
Benim bilmek istediğim, geri dönersem, gene o hasta bedene mi geri döneceğimdi. Bana bedenim çok hızlı bir şekilde iyileşeceği söylendi -hem de aylar sonra değil günler sonra! Hastalıkların, bedensel ifadesinden önce enerji boyutunda (Japonlar buna 'Ki' veya 'Qi', Çinliler 'Chi' diyorlar. Bir bütün olarak düşünülecekse, Dao/Tao diye adlandırılır. Eski göçebe kültüründeki adı, 'Kayrakan'dır. S.S.C.) başladığı gösterildi. Yaşamaya karar verirsem, kanserin, enerji alanımdan ve bedenimden kaybolacağını, sonra hızla iyileşeceğimi söylediler. Çok sağlıklı bir enerjiyle hayata geri dönebileceğimi anladım. Bu (enerji) ilke, sadece hastalıklar değil, hayatın her alanıyla ilgiliydi. Hayatımızda olan herşey, bizim ürettiğimiz bu enerjiyle ilgiliydi. Etrafımızda olanları ve yaşam koşullarımızı oluşturan bizleriz.
İki dünya arasında gidip geliyordum. Ve her seferinde, gittiğim dünyada bana daha fazla görüntü gösteriliyordu. (...) Kocamın kendi hayatını benimle yaşamak istediğini gördüm. Ben öldükten sonra beni izleyecek, ardımdan o da ölecekti.
Yaşamaya karar verirsem, organ testlerimin düzelip organlarımın yeniden çalışacağı söylendi. Kararlarımla, testlerin sonucunu belirleyebileceğimi anladım! Seçimimi yaptım. Ayıldığımda, hangi tarafta uyandığımdan henüz emin değildim ve aklım karışıktı. Ailem, "İnanamadık! Vücudun teslim oluyor gibiydi!" dediler.
Sonra hızla iyileşmeye başladım. Doktorlar, kanser hücrelerini bulamadılar. Sonra iliğimde iz aradılar, orada da bulamadılar. Doktarlar büyük şaşkınlık yaşadı, akılları karıştı. Başlangıçtaki kemoterapiye iyi tepki verdiğim sonucuna vardılar. (...)
Benim kendi tecrübelerime göre herkese söylediğim şu: Hayatta mucizeler her zaman mümkün. Yaşadıklarımdan sonra, sözün tam anlamıyle herşeyin ama herşeyin mümkün olduğunu anladım. Biz bu dünyaya acı çekmeye gelmedik. Hayat çok güzel yaşanmalı. Ve biz çok seviliyoruz. Hayata bakışım tamamen değişti. Yaşarken/yeryüzünde Cenneti yaşamak/keşfetmek için bana ikinci bir şans verilmesinden çok memnunum."