Kapanmakta olan, "Osmanlı" parantezi mi?

Dünyanın bu tarafında Osmanlı parantezi, bir daha açılmamak üzere kapanmak yolunda ve bunun somut nedenleri var...
   Bir İmparatorluk adı olarak "Osmanlı"yı II. Abdülhamit'e "borçluyuz"! Anadolu'ya dilini veren Türk İmparatorluğu'nun önce "Salcık/Selçuk", daha sonra "Ataman soyundan" gelen hükümdarlarından son üçü dışında hiçbiri, kendi meclisinde "Osman" veya "Osmanlı" adını kullanmadı. II. Abdülhamit, Hükümdarlığı sırasında "Osmanlı" adını taktığı imparatorluğun en büyük kısmını kaybeden, Rusların doğudan Erzurum'a, batıdan İstanbul'un kıyısına kadar girdiği, Türk donanmasının Haliç'de çürütüldüğü bir dönemde, Selçuklular kadar eski bir tarihe sahip Hohenzollern hanedanı İmparatoru II. Wilhelm'in sunduğu "İslamcılık" ideolojisini kendi hayalindeki pan-sünni imparatorluk hayaliyle birleştirerek, sözde, yani "algı" anlamında "Osmanlı" diye bir sofu sünni devleti ideali kurdu. Bu fikriyatın ideoloji versiyonunun II. Abdülhamit'e verilmesinin nedeni, "Batıya karşı savaş açan" Wilhelm'in (Evet, Almanya II. Dünya Savaşı sonuna kadar kendini "Batıya dahil" saymıyordu), Büyük Britanya'nın en önemli sömürgesi Hindistan ile bağını kesmek ve gücünün bir kısmını Hindistan'ı korumaya ayırmasını sağlamaktı. O devirde Babür Şah'ın ardılları Mogullar'ı da kullanarak Britanya tarafından yönetilen Hindistan (elbette Pakistan ve Bangladeş henüz Hindistan'ın parçasıydılar) en büyük Müslüman nüfusa sahip Subkontinent/Yarıkıta idi ve en saygın "Halife" titrine sahip kişi de, kendi deyimiyle "Osmanlı Sultanı" idi. Bilindiği gibi Halifelik, İslam coğrafyasında "kendini ilan etmek" ile ilgili, kılıcı keskin olanın sahiplenebildiği, bazen birden çok yerde birbirinden bağımsız ilan edilebilen bir kurumdu ve bu titrin bugünkü anlamda popüler hale getirilmesi de gene bir Alman planı olarak Abdülhamit döneminde olmuştur. Türk Hükümdarları bu titre bu kadar büyük önem atfetselerdi, Müslümanların kutsal mekanlarının Türklerin kontrolüne girmesinden sonra mutlaka "Hacca gitmek" gibi bir âdet de edinirlerdi veya en yakınlarını Hacca gönderirlerdi. Bunu hiçbiri yapmamıştır, hatta çok dindar olduğu söylenen Emir Timur bile bunu düşünmemiştir ve Yıldırım Bayezid'i yenip başkenti Bursa'yı yaktığı ve Ege kıyısındaki son Haçlı kalesini alıp şovalyelerin kesik kafalarından kule yaptırdığı halde, Çin'e kadar uzanan nüfuz bölgesinde Halifeliğini ilan etmeyi düşünmemiştir.
   II. Abdülhamit'in koyduğu "Osmanlı" adını -Abdülhamit dahil- hiçbir Türk Hükümdarı ciddi anlaşmalarda kullanmadığı, başka ülkelerle ilşkilerde anmadığı halde, Cumhuriyet döneminin sonradan tezahür eden tarihçileri, bu adı benimsemekle kalmamış, Dünyanın "Türk imparatorluğu" veya "Ottoman/Ataman İmparatorluğu" demeye devam ettiği (Çünkü Dünya tarihinin önemli bir parçasıdır ve Dünyada sadece Türk tarihçileri yok) kendi imparatorluklarını, kendi vatandaşlarına, imparatorluğun dağılıp yıkılış döneminde sonradan takılan ve o zaman da herkes tarafından benimsenmemiş adıyla öğretmişlerdir. Bu da bir seçimdir elbette ama Anadolu'daki bin küsür yıllık Türk egemenliği içinde, yüz küsür yıllık sunî/yapay bir ad ve anlayışı ifade etmesi bakımından bir parantez teşkil etmektedir. Bu parantez, Anadolu'da Türk egemenliğinin kurulmasının en önemli nedenlerinden biri olan, birlikte yaşama kültürüne uygun "toleranslı Türk İslamı"na karşı 16'ıncı yüzyıldan itibaren etkisini Sultanın gözdesi Ulema desteğinde yükselten katı Arap İslamı'nın (bu aynı zamanda "Osmanlı"nın yıkılış nedenidir) yeni adla hayalinin son ifadesidir. Zira Abdülhamit devrinde bile Türkiye bir Sünni ülkesi değildi, İstanbul'un nüfusunun yarısı, imparatorluğun son günlerinde bile Hristiyan Rum ve Ermenilerden oluşuyordu, Sultanın fikriyatı da halkın küçük bir kesiminde karşılık buluyordu.
   Bugün, Türk İmparatorluğunun adının herkes tarafından "Osmanlı" olarak bilinmesini, kendi tarihlerini, Abdülhamit'in taktığı ve sadece ülke içinde ama sık da kullanmadığı bir isimle anmakta ısrar eden Cumhuriyet devri tarihçilerine ve eğitimcilerine "borçluyuz". Artık aklıbaşında tarihçilerin de birer birer itiraf ettiği üzere, okullarda dizilerde vaazlarda "Osmanlı" diye anılan İmparatorluk, kendini hiçbir zaman böyle adlandırmamıştı.
   İmparatorluk kurucusu olarak "Osman" adı ilk kez, İstanbul'da 1484'de ölen ve İstanbul alındığında elli yaşlarında olan Aşık Paşazade'nin tarih kroniklerinde geçmiştir. Bugün Paşazade'nin "İmparatorluğun kuruluş dönemi" ile ilgili yazdıklarının büyük bölümünün "yakıştırma" ve kurgu olduğu, gerçeği yansıtmadığı kanıtlanmıştır. Marmara Bölgesinde Yalova yakınlarında 1300/1301'de kurulan ve gerçek resmî adı "Devlet-i Âliyye" olup 1922'de son bulan devlet, tıpkı hiç yoktan kurulmadığı gibi tamamen yokolmamış ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından tecrübeleri ve birçok kurumuyla devralınmıştır. Anadolu'da kesintisiz süren onbin yıllık siyasi/kültürel/uygarlık tarihinin bir parçasıdır ve o kadim devamlılığa uygun bir şeydir. O anlamda Devlet-i Âliyye, Cumhuriyet tarafından devralınan tecrübesiyle/tarihiyle/geleneğiyle sürüyor ama "Osmanlı" sürmeyecek, çünkü sonradan uydurulmuş fikfif/hayali bir şey. Hayali olduğu için köksüz, belli bir sahici devamlılığın ürünü değil. Sonradan üretildiği için, bugün "Osmanlı"yı yücelten anlayışların gözünde "Osmanlı Padişahları", iyi niyetli Kur'an kursu talebeleri gibi görülen koyu sünni, cihaddan başka bir şey düşünmeyen ve yapmayan sert hükümdarlar olarak görülüyor ve kendini "Osmanlı" hayalinin devamı sayanlar da bugünün -İkiyüzelli yıl öncesinde bizzat Türk Hükümdarlarının başlattığı- modern Türkiye ile sorunlular. Modern Türkiye, ikiyüzelli yıllık bir modernleşmenin sonucu ve Anadolu'nun onbin yıldan beri yaşadığı "Çağla birlikte gelişip değişmek ve bu anlamda başka diyarlara da örnek olmak" özelliğiyle uyumlu. Geçmişe bakarken, artık çok daha eskiye güvenilir kaynaklar üzerinden erişilebilen bir devirde, kaynakların herkes tarafından incelenebildiği günümüzde, gerçekleri balçıkla sıvamak ve eski hayalleri "gerçek" diye pazarlamak mümkün değil. Bu toprakların, kendini "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları" diye tanımlayan sakinleri, tarihleriyle barışmak, kendilerine bir dönem dayatılmış masalları sorgulamak, ama acısıyla tatlısıyla ortak vatan ve ortak tarihin kültürün, aynı şarkıların insanları olarak birlikte yaşamanın önemini yeniden kavramak zorundalar. Gerçekte olmamış şeylerin gerçek gibi benimsetilip, sonra Anadolu uygarlığına ve tarihine yabancı o sahte "gerçekler"in ürettiği insan tipinin "daimî", "kalıcı" olacağına inanmak, tiyatroda seyredilen rollerin perde kapandıktan sonra gerçek hayatta da devam edeceğine inanmak gibi bir şey. Gerçek, daima asıl olandır; Taklit ve hayali olan ise daima tâlîdir/ikincildir. Anadolu'da son bin yılını Türklerin belirlediği tarihe açılan parantez, Abdülhamit'in pan-sünni "Osmanlı" hayali ve ona uygun insan modeliydi. Gerçeklerle alakası olmadığından bir kere daha yenilen ve çökmekte olan aynı fikriyatın/hayalin aşılması, Türkiye'yi aşan, merkezi Anadolu/İstanbul olan uygarlıklar diyarının kendini yeniden bulup yeniden Dünya ufkunda parlamasıyla ilgili önemli bir konu olarak anlaşılmak zorunda...
Türkiye, boş hayalleri bırakıp, "Osmanlı" parantezini kapatacak ve kendi kadim kökenine dönerek, kendi büyüklüğünün bugünkü anlamını yeniden -bu kez sahici bir yerden- yeniden tanımlayacak. Bu er geç olacak bir şey; ama ne kadar çabuk yaşanırsa, tüm cihana örnek bir refah, yüksek Anadolu/İstanbul kültürü ve uygarlığı olarak o kadar çabuk yükselecektir ve o kadar çabuk, Dünyada hak ettiği yeri alacaktır...

"Cihan Harbi" bugün değil, 100 yıl önce bugün sona erdi...

Avrupa ülkelerinde, hatta Japonya, Hindistan ve Çin gibi yeni Dünya devlerinde "tarih"den bahsedildiğinde konu daima II. Dünya Savaşıdır. Avrupa,II. Dünya Savaşı'ndan sonra Dünya liderliğini ABD'ye kaptırmıştır ve Dünya hegemonyası iddiaları sona ermiştir. Japonya'nın yeni tarihi, Hiroşima ve Nagazaki ile başlar, Çin 1949'da, Japon emperyalizminin ülkeden çekilmesinden sonra bir iç savaşın galibi Mao tarafından yeniden kurulmuştur, aynı şey, İngilizleri ülkeden çekilmeye zorlayan Gandi için söz konusudur. Bütün bu gelişmeler II. Dünya Savaşı sonrası yaşanmıştır ama Türkiye'de resmî "Başlangıç", 1915'de Çanakkale Savaşı sayılır. Orada dikkat çeken Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ve kazanılan bir bağımsızlık ve iç savaş sonucu kurmuştur. Dünyanın büyük ülkelerinin hepsinde II. Dünya Savaşı hakkında kütüphaneler dolusu yazılı eser vardır, birçok beylik film hâlâ gösterilir, Türkiye'de kütüphaneler dolusu yazılı materyal, I. Dünya Savaşı hakkındadır, - bu yüzden, Türkiye'de "Cihan Harbi" diye adlandırılan I. Dünya Savaşı'nın sonunun 100'üncü yıldönümü önemlidir; şimdi çok daha önemlidier, çünkü Türkiye adeta Atatürk'ün hayata dönüşünü yaşıyor. Kamuoyu soruşturmalarında halkın yüzde 60'ının kendini "Atatürkçü" olarak tanımladığı bir atmosferde Atatürk'ün gerçek muhalefet lideri haline geldiğini söylemek bile mümkün...
Bu kadar "kendine özel" bir yer olan Türkiye'de takılıp kalınan I. Dünya Savaşı ve sonrasına geçişin sembol şahsiyeti Atatürk konuşulurken, savaşın kuzey Fransa'daki Compiègne şehrinde imzalanan bir ateşkes anlaşmasıyla sona erişi anlamlı bir törenle kutlandı. Törene Türkiye Cumhurbaşkanı, Rusya Cumhurbaşkanı, ABD Başkanı da dahil olmak üzere 70 Başbakan ve Cumhurbaşkanı davet edildi. Dünyanın bu ilk endüstriyel global savaşına 40 ülke katılmıştı. Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, iki Dünya Savaşında birbirine karşı savaşmış iki ülkenin eski düşmanlıkları aşıp ne kadar yakınlaşabileceğini -ılımlı ve faşizm türleri pazarına yeniden nur yağdığı bir zamanda yeniden gösterdiler, hem de bu iki ülkede hortlayan faşist eğilimlerin politikacılara suikast planlamaya kalkacak kadar ileri gittikleri bir aşamada...
O zaman malup olan Almanya, ateşkes anlaşmasını Compiègne'de bir tren vagonunda imzalamıştı. 1940 yılında Fransa'nın yarısını işgal eden Hitler, bu vagonu müzeden çıkarttırıp, Fransa'nın teslimi anlaşmasını Fransızlara bu vagonda imzalattı. Böyle şeyleri Türkiye yaşamadı ve II. Dünya Savaşı burada, "İnönü bize süpürge tohumu yedirtti" sözleriyle, İnönü'nün "Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım" yanıtı arasındaki, kökeni gene I. Dünya Savaşı olan kutuplaşma malzemesi olarak yaşandı ve Türkiye, ne I. Ne de II. Dünya Savaşı ile hesaplaşabildi...
Merkel ve Macron, o vagona 11 Aralık 2018 günü yeniden girdiler, ama daha önce iki kere yaşandığı gibi karşı karşıya değil yanyana oturdular ve el ele tutuştular. Bu jest, tekrarlanmış oldu. Daha önce Alman Şansölyesi Helmut Kohl ve Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand, I. Dünya Savaşı'nın en önemli cephesi Verdun'da bu jesti başlatmışlardı...
İstanbul'da, 11 Kasım günü sabahı Topkapı Şehitliğinde şehitler anısına Kur'an okunarak başlanan 100'üncü yıl töreni, daha sonra Şişli'deki Fransız şehitliğinde devam edildi. Bu savaşta ölüp İstanbul'da gömülen askerler, önce bir papazın vaazıyla, sonra bir imamın Kur'an okumasıyla Fransız şehitliğinde anıldı. Alman Büyükelçiliğinin Tarabya'daki yerleşkesindeki ormanın eteğinde yer alan 677 Alman şehidin istirahat ettiği Alman Şehitliği ise bu özel günde I. Dünya Savaşı'nın sona erişinin 100'üncü yılı anma törenine önce Alman Büyükelçisi Martin Erdmann'ın konuşmasıyla ve bir Hristiyan Dinkadınının vaazıyla başladı. Tören gerçekten çok dokunaklıydı. Türk ordusunu temsilen saygı duruşunda bulunan on kadar asker ve subay da şehitlikteydi. Önce Fransa ve Almanya'nın birlikteliklerini gösteren iki bayraklı tek çelenk kondu, onu, bir İngiliz subayının koyduğu çelenk ve Türk subayının koyduğu çelenk izledi. İlginç olan, eski Avusturya-Macaristan tebası Çek Cumhuriyeti'nden bir diplomatın da sivil kıyafetiyle çelenk koymasıydı. Günün en sembolik olayı ise, Almanya Büyükelçisi Martin Erdmann ile Charles Fries'in el ele tutuşmasıydı. Şehitlerin önünde yaklaşık altmış kişinin bir dakikalık saygı duruşu sırasında sanki bütün doğa sustu, Türk askerleri saygı duruşunda heykel gibiydiler, komutanları da kılıcını çekip saygıyla yere indirdi. Bu sırada, orada saygı duruşunda bulunan siviller arasından bir kadın düşüp bayıldı. Bereket sadece heyecandandı...
Aynı gün yapılan bu üç önemli tören Türk basınında az sayıda gazetede bir iki satır dışında yer bulamadı, ama özellikle Türkiye için çok önemliydi. Savaşın yüz yıl sonra bir kez daha bittiği, artık geleceğe bakmak gerektiği hiç bu kadar iyi anlatılamazdı. Dünyanın yeniden kurulmakta olduğu günümüzde eski düşmanlıkları dostluklara çevirmenin ne kadar önemli olduğu bir kez daha gösterilmiş oldu...

2019 ve Kendiliğinden değişim...

Türkiye büyük bir değişimin eşiğinde ama bu "bir şekilde" kendiliğinden oluyor, çünkü Muhalefet partilerinin bir dahli olmaksızın yaşanmakta olan bir gelişme. Bu gelişmeye ivmesini veren çeşitli kurumlar veya anlık kararların bir toplamı ve daha bir çok faktör olabilir, ama asıl ivmeyi veren, 2012 sonrası oldukça hızlanan entropik gelişmeler ve istikamet, mevcut sistem ve sistemlerin hepsinin sallanması. Sallanıp değişenler:
1. Siyasal ve kültürel anlamda, ABD'nin başını çektiği Batı merkezli -tek kutuplu- Dünya algısı.
2. Kapitalist sistem. Önce herkes, "sadece neoliberal sistem sallanıyor" diye avunuyor, kapitalizmin kendine yeni bir yol bulup yoluna devam edeceği söyleniyordu, artık kimse böyle"iyimser" değil. Sistemin yapısal sorunları büyüyor ve bu sorunların aşılması artık çok daha zor.
3. Sistemin bu entropik dönemden sağ çıkması pek mümkün olmadığından iki eğilim gelişiyor: Biri, ipleri elinde tutmak için popülizmin her türünü ve faşizmlerin desteklendiği, zengin getolarına çekilme eğiliminin yanı sıra fakirleşenleri zorla kontrol altında tutma eğilimi. Diğer eğilim, gelişmelere uyum sağlamak için akılcı yaratıcı özgürlüklerin önünü açan demokratik eğilimler. Ama bunlar da kapitalizmin henüz iyi işlediği yerler olmaları dikkat çekiyor.
4. Eskisinden farklı olarak, herkesin konular hakkında fikir söyleyip örgütlenebileceği atmosferin -tüm kısıtlama girişimlerine rağmen- varolmaya devam etmesi, "Tüketiciler" olarak hızla örgütlenebilen vatandaşların, eskisinden daha fazla yaptırım gücüne sahip olmaları ve siyasette merkez kaymalarının yaşanması, muhalefet partilerinin hızla önem kaybetmesi...
Değişim, otomatiğe bağlanmış gibi adeta "kendiliğinden" oluyor, çünkü gelişmeleri tetikleyen net büyük siyasi gelişmelerden ziyade bir çok küçük etmenin birarada işlediği bir siyasi bileşenler vektörler dönemi bu...
Türkiye'de, parlamenter Muhalefetin neredeyse hiç bir etkisinin kalmadığı yeni siyasi düzende asıl Muhalefet bizzat Devlet ve/veya İktidarın içinden yapılıyor ve muhalefetin ifade bulduğu asıl medya da sosyal medya. Sosyal medyada iktidara ve ekonomi aktörlerine karşı, gücünü dilinden/aklından alan ve sosyal medyadaki "nitelikli tüketici"leri harekete geçirebilen etkili bir kesim var ve bu kesim sonuç alabiliyor, yeni fikirler de bu mecrada şekilleniyor...
İşte bu atmosferde hiçbir şey yapmasa da muhalefetin yerel seçimlerde önemli bir zafer kazanması mümkün, çünkü İktidar ortağı milliyetçi küçük parti, İktidar partisinin kaybettiği oyları da alıyor ve ortaklığı bozuyor. Büyük illerde, İktidara yakın küskünleri kazanıp aday göstermek gibi ilginç bir politika izlemeye hazırlanıyor. Eğer bu siyasetini değiştirmezse, İktidar oylarının büyük şehirlerde bölünmesi olasılığı yüksek, zaten belli bir İktidar yorgunluğu ve bıkkınlığı da mevcut. Bu bölünmeler, ikinci büyük parti olan anamuhalefet partisinin önünü açabilir. Devletin içinde, İktidara karşı asıl muhalefeti yürüten kesim (ve iktidar ortağı milliyetçi parti) İktidara hatırı sayılır büyüklükte zarar vererek, iktidarın daha kolay kontrol edilebileceği bir kısa dönemi başlatmak üzere gibiler. Öyle ya da böyle bir dönemin kesin sonu geliyor ve İktidarla birlikte bir dönem kapanma arefesinde. Tabii, Anamuhalefet partisinin itelenerek mecburen geniş bir koalisyonla iktidarı yeniden kurması gibi zoraki (kendiliğinden) bir alternatif dışında kararlı/yeni bir alternatif henüz görünmemekle birlikte, değişimin -en hafif deyimiyle- "kavgasız gürültüsüz" gerçekleşmesi, Türkiye'nin kazancı olur. 2019 yılı gecikmiş bir sonun ve başlangıcın yaşanacağı yıl olabilir...

Mantıklı politika, mantıksız edebiyat ve Zhuangzi'nin konu hakkındaki görüşü...

Eskiden akıllara ziyan bir soru vardı:
"Sanat sanat için midir halk için mi?"
Sol bir genç olmak hasebiyle bu "soru"ya otomatikman "Halk için!" der, yırtardınız. Yoksa Solcu abiler sizi afaroz edebilirlerdi. Ben bu soruya herhangi bir yanıt verdiğimi hatırlamıyorum ama günümüzde -bereket versin- bu soru artık sorulmuyor, çünkü saçma, hatta yanlış, ve soruda, cümlenin asıl öznesi "insan/birey" bulunmuyor...
Bu, sanatçıları otomatikman aşağılamak için ve pankart yazmayan, fraksiyon logosu çizmeyen, Sol tekkelerin ağalarının (yani abilerinin) sözünü dinleyip onların abuk fikirlerini resimlemeyenleri peşinen "Küçük Burjuva"lıkla suçlamak için uydurulmuş, "Solcu ak ile (güya) Sağcı karayı birbirinden ayırmaya" yarayan, soru formatında "sihirli" bir lakırdı -idi...
Kendini Solcu sanan Kemalistlerin -şimdilik iktidar payandası olarak- "siyasete" dönüşüyle birlikte, artık müzeye kaldırılmış bir çok eski ortodoks Sol klişe de ısıtılıp yeniden Atatürkçü okurlara sunulmaya başlandı ve bunlardan biri de, "sanat halk içindir" saçmalığının başka bir versiyonu olan, "Siyasete uzak edebiyat, halktan kopuk edebiyattır" önermesi...
Bu önermenin doğru olabilmesi için halkın döne döne "siyasete yakın" edebiyat okuması ve talep etmesi lazım ama o yok, siyasi edebiyat adına Kemalist deryanın da son on yıldır siyasete yakın olmak niyetine ürettiği her hangi bir edebiyat da yok zaten...
Bu denklemde püf noktası, "siyasete yakın edebiyat" takıntısı...
Bu konuya bu kadar çok takmak, edebiyatı siyasetin aracı sanan oldukça düşük bir Sol vasatizm türünün ürünü. Politika veya politik içerik, edebiyatın konuları söylemleri dillerinden sadece biridir. Türkiye'de edebiyatın belli konularla fazlaca ilgilenip belli konuları es geçmesi eleştirilebilir -bu durum kuşkusuz ülkenin içinden geçtiği süreçle de ilgilidir. Genelde sanatsal ifade biçimlerinin değişmesi, bazılarının diğerlerine göre ön alması, mesela şiirin eskisi kadar yaygın olmaması, Türkiye'de aşk konusunun aşırı sıklıkla işlenmesi, sosyal sorunlara eğilen romanların çok az oluşu, öykücülüğün yeniden popülerleşmesi konuşulabilir ama edebiyat ve politika ilişkisine aşırı vurgu yapmak, edebiyatın ne olduğunun anlaşılmadığını gösterir...
Edebiyat, bir ülkenin sadece kültürünü değil, dilini de üreten ve insanların hayatını yaşamaya değer kılan ona anlam katan ve insana insan olmayı öğreten sınırsız bir sanat türüdür ve bu haliyle de insan türünün ürettiği en eski sanat türüdür. Yani -bugünkü tarifiyle- bilemedin ikiyüz yıl önce üretilmiş "siyaset" sözcüğünün ifade ettiği "modern toplumun çeşitli kesimleri arasındaki hak/sorumluluk ilişkisinin belirlenmesi için yapılan tartışmalar/eylemler" edebiyatta neden ille de yer tutacakmış ki? Edebiyat, insana insan olmayı, iyiyi kötüyü öğreten, hayaller kuran ve kurduran, dili inşa eden kadim bir sanat. Edebiyatın kurduğu dilin üçyüz kelimesini kullanan "siyaset" neden bu kadar önemli olsun? Edebiyatın kapsama alanı dahilinde yer alan "siyaset", onun çok küçük bir bölümünü oluşturuyor...
Ama edebiyatın küçümsenip siyasetin olağanüstü büyümsenmesi, kaba materyalizmin şahikasını yaşamaya devam eden ortodoks Kemalistler ve ortodoks Solcuların düz mantığa bahşettikleri aşırı önemden geliyor; çünkü düz mantık, Einstein öncesinin kaba materyalizminde kalmıştır...
Düz mantığın edebiyattan anlamayan düz foyasını piyasaya çıkarıp 2400 yıl önce insanlığa hediye eden bilgenin adı da Zhuangzi (Taiwan'da kullanılmaya devam edilen eski yazımla: Chuang-tzu)...
Zhuangzi bir gün Hao nehrinin kenarında başka bir Çinli düşünürle, Huizi ile buluşmuş ve nehirde zıplayan Alabalıkları görünce, "Alabalıklar nasıl da güzel sıçrıyorlar. Bu, balıkların sevinci işte" demiş.
Mantık erbabı Huizi buna bir soruyla karşılık vermiş.
"Siz balık değilsiniz ki, balıkların sevindiğini nereden biliyorsunuz?"
Zhuangzi, "Siz ben değilsiniz ki" demiş, "balıkların sevincini anlamadığımı nereden biliyorsunuz?"
Huizi buna şöyle yanıt vermiş.
"Ben siz değilim, sizin anlayıp anlamadığınızı anlayamam ama siz de balık değilsiniz, onun için, balıkların sevincini anlayamayacağınız açık."
Zhuangzi buna çok ilginç bir yanıt veriyor.
"Lütfen bu diyaloğun başına dönelim! Siz, balıkların sevincini nereden bildiğimi sordunuz ve bunu bildiğimi bildiğiniz halde sordunuz. Balıkların sevincini, nehrin kenarında yürürken hissettiğim sevinçten biliyorum."
Düz mantık "erbabı"nın iletişim kurmak için kullandığı tek araç, duyguları hisleri vd. içermeyen kuru dildir -çünkü kaba materyalizm, duygular hisler gibi insanlar için çoğu zaman kuru "gerçekler"den çok daha önemli şeyleri ne metreyle ne de kiloyla ölçebilir, -e, ölçemediği şeye de "inanmaz".
(Tabii bu konuşmanın "kendini balıkların yerine koymak" gibi edebi yanı dışında, felsefî yanına falan bu yazıda girmiyoruz)
Son söz, gene Zhuangzi'nin anlattığı bir hikayeden:
Nehir Tanrısı Kuzey Çin denizine ulaşınca, ulaştığı yerde, "Şimdi denizi anladım" demiş. Bunun üzerine deniz Tanrısı şöyle demiş:
"Kuyuda yaşayan bir kurbağa ile deniz hakkında konuşamazsınız. Onun bakışı kuyu deliği ile sınırlıdır."
Politikayı "herşey" sananlar, bu yüzden edebiyatın önemini ve boyutlarını anlayamıyor...

Yükselen Asya ve Türkiye'nin gerçeği

Batı'nın askeri ve ekonomik üstünlüğüne karşı direnip sömürgeleşmemek için onlar gibi olmak, yani "Batılılaşmak" fikri, 19. Yüzyılda, "Batının tekniğini alalım, ama biz eskisi gibi kalalım" anlayışıyla başladı. Sonra, (kapitalist sisteme özgü) Batılı yeni normları kullanmak ve sistemin yaşaması için gerekli kurumları inşa etmek konusunda dünyada hızlı bir fikir birliği oluştu. 
   Batının üstünlüğünün kökeninde, "sekülerleşme" ve "rasyonel düşünce"nin yattığı, Asya'nın en batısındaki Türkiye'nin yönetici elitleri tarafından, Asya'nın en doğusundaki Japon yönetici elitlerine kıyasla oldukça geç anlaşıldı. Kural koyucu dini otoritelerin siyasi güçlerini sınırlamak veya ortadan kaldırmak bağlamında sekülerleşme ve rasyonelleşmenin öneminin anlaşılıp anlaşılmaması, Asya'nın iki ucunda, aynı Ural-Altay dilleri ailesine dahil Türkiye ve Japonya'nın modernleşme başarısını veya başarısızlığını belirleyen önemli faktörlerdendi. Doğu Asya'da binlerce yıllık geleneğe sahip Konfiçyüsçülük gibi ahlakçı ve dünyevî inançların sınır ötesi etkileri de sekülerizmin benimsenmesini kolaylaştırdı.
   Japon modernleşmesi sadece 40 yılda tamamlanırken, dini otoritelerilerinin siyasi gücünü sınırlayamayan Türkiye'de modernleşme (otuz yıllık II. Abdülhamit istibdadı tarafından kesintiye uğratılmasının ardından), Tanzimat Fermanı'ından 89 yıl sonra Cumhuriyet döneminde önemli bir başarı elde etti. "Devletin dini İslamdır" ibaresi, 1928'de Anayasa'dan çıkarıldı. 20'inci Yüzyılın ikinci yarısında Türk elitleri modernleşmenin seküler/rasyonel özünü, kimlikçi "gelenekçilik" adına önemsizleştirdiler ve yeni bir anti-modern yükselişe neden oldular. Doğu Asya'nın budist otoritelere ve diğer yerel dinlere karşı sert tavrıyla kıyaslandığında Türkiye'de, tüm modernleşme süreci boyunca, siyasallaşmış dine karşı çok toleranslı davranılmıştır.
   Asya'nın yükseliş Japonya ile başladı. Modern Batı'nın tartışmasız ve istisnasız tek güç haline geldiği 19'uncu yüzyılın ardından, Hristiyan olmayan Asyalı modern bir gücün, Japonya'nın, 1905 Tsushima savaşında ilk kez Batılı bir gücü, Rusya'yı yenmesi, tüm dünyayı etkisi altına alan (kapitalist) modernleşme sürecinde yeni bir aşamaya geçildiğinin ilanıydı.
   Japon zaferi, sadece Batı'da değil, Rusya'ya karşı onbir savaş kaybetmiş Türkiye'de de büyük yankı uyandırdı. Mesela ünlü yazar Halide Edip (Adıvar) oğluna, savaşın muzaffer amirali Togo'nun adını verdi. Japon modernleşmesinin bu başarısı Asya'da, bir zamanların eski "Batılılaşma" yüzeyselliği ötesinde, "Batının sadece tekniğini ve kurumlarını değil, onların seküler/rasyonel düşüncesini ve ekonomik sistemlerini da kullanalım" modern anlayışı haline geldi. Japonlara yenilen Rusya'da açılan devrimler dönemi, 1917'de Ekim Devrimi ile noktalandığında, dünyada yeni bir hızlı modernleşme türünün yolu da açılmış oluyordu. Bu modernleşme türü, kolonilere sahip Batılı ülkelere karşı "antiemperyalist mücadele" ile, onlar gibi bağımsız eşit ulus devletler olmayı esas alıyordu ve kapitalizm öncesi geleneksel toplumların yönetici kesimlerini ve dînî otoritelerini sert bir şekilde tasfiye ederek, onların yerine modern siyasi kurumlar koyuyordu. Modernleşmenin seküler/rasyonel yanını öne çıkaran, Batılı emperyalist ulusdevletlere ve onların liberal kapiralist sistemine karşı bir alternatif teşkil ettiği iddiasındaki "Soldan modernleşme", 20'inci yüzyılda, eski liberal "Sağdan modernleşme"ye rakip bir alternatif oluşturarak, bütün dünyada çok hızlı bir modernleşme yaşanmasını sağladı.
   Marx, kapitalizmin öncesinde varolmayan, ona has belirleyici temel özellikleri ünlü eseri 'Kapital'de anlatır. Bunlar kısaca; Kapitalizme özgü para biçimi ve sistemi, mal/meta üretimi ve değerlendirilmesi, tüketim türü (Marx'ın deyimiyle, "Verwertung des Werts"), kapitalizme özgü iş/çalışma biçimi ("Abstrakte Arbeit"), "otomatikleşen birey/özne"dir ("Automatisches Subjekt"). Sosyalist ülkelerde, Marx'ın eleştirdiği kapitalizme özgü belirleyici temel özellikler değiştirilmedi.
   İki modernleşme çizgisinin de özünde aynı olduğunu çabuk anlayan Atatürk, Cumhuriyet'i Batılı işgalci emperyalist devletlere ve onların taşeronu Yunanistan'a karşı bir Kurtuluş Savaşı kazanarak kurduğu ve savaş sırasında Sovyetler Birliği'nden her konuda ve her anlamda büyük destek gördüğü halde, Türkiye'nin 19'uncu Yüzyılın ilk yarısında başlayan eski "Sağdan modernleşme" geleneğine bağlı kaldı. Modernleşmenin Soldan veya Sağdan, özünde aynı şey olduğu gerçeğini, Çin Halk Cumhuriyeti'ni yönetenler de, Mao Zedong döneminin sonlarında anlamış görünüyorlardı ve bu çok da şaşırtıcı değildi. 
   Pragmatizmin anavatanı Çin'in ekonomisi, Song döneminde (960-1279), İngiltere'nin endüstrileşmeden hemen önceki hali kadar gelişmişti ve 1100 yılında Çin'de üretilen çelik seviyesine İngiltere ancak yediyüz yıl sonra, 19'uncu yüzyılın başında ulaşabildi. Çinlilerin kendi inisiyatifleriyle zaman içinde değil de ÇKP'nin plan ve programı dahilinde hemen Batı'nın (İngiltere'nin) çelik üretimine yetişmeleri gibi hedeflerle yola çıkan Mao'nun "İleriye doğru büyük sıçrama" kampanyası sırasında (1958'den 1962'ye kadar) 30 milyona yakın Çinlinin açlıktan öldüğü sanılıyor. ÇKP içinde bu sert üretim planına karşı yükselen tepki de "Kültür Devrimi" ile bastırılmış, tecrübeli ÇKP kadroları, büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. İşte o tasfiye edilen kadrolardan Deng Xiaoping, Mao'nun 1976'daki ölümünden iki yıl sonra yeni bir reform hareketi başlatarak, Çin'i devletçi plan ekonomisi ile sınırlayan kooperatist çizgiye son verilmesini sağladı. Tarım ve endüstride, kademeli olarak özel mülkiyete ve yabancı firmaların Çinli ortaklarla firma kurmalarına izin verildi. Çinliler, sağdan modernleşmeci liberal kapitalizm ile soldan modernleşmeci devletçi kooperatist çizgiyi sentezleyen karma bir düzen kurdular. Çin'deki bu geçiş sürecinde, soldan modernleşmeci zihniyetin tamamen yokettiği eski geleneksel yapılanmalar ve teolojik politika, yeni gelişmelere Türkiye'deki gibi herhangi bir anti-modernist engel teşkil edemedi. Bu sayede Çin'de, geçtiğimiz kırk yıl içinde son derece hızlı bir sonradan modernleşme yaşandı.
   Ekonomi istatistikçisi Angus Maddison'a göre Çin, Batılılar gelmeden önce 1820'de, 380 milyon nüfusuyla, dünyadaki üretimin üçte birini gerçekleştiriyordu. Aynı dönemde Avrupa'da 130 milyon insan yaşıyordu ve bütün Avrupa ülkeleri hep birlikte, dünya üretiminin dörtte birini karşılıyorlardı (10 milyonluk kuzey Amerika ise sadece yüzde 2'sini). Çin, 1990'da bile, dünyadaki ürünlerin (meta) ancak yüzde dördünü üreten fakir bir ülkeydi, 2010'da dünyadaki ürünlerin yüzde ondördünü üretecek seviyeye ulaştı, önce Shanghai İşbirliği Örgütü'nü kurdu, 2006'da da BRICS ülkeleri birliğine üye oldu. 
   Geçen yıl Çin, sadece ABD'ye 505 milyar Dolarlık ihracat yaparak orta sınıfını daha da zenginleştirdi (ABD'nin geçen yıl Çin'e yaptığı ihracat ise 130 milyar Dolarda kaldı, üstelik bir numaralı ihraç ürünü de soya fasülyesiydi, teknoloji ürünleri değil). Napoleon'un, "Çin bir uyanırsa, dünya titrer" sözü, Fransız diktatörün ölümünden ikiyüz yıl sonra gerçek oldu. Dünya Bankası'nın 2014 itibariyle "Dünyanın bir numaralı ekonomisi" ilan ettiği Çin'de 400 milyonluk müreffeh bir orta (ve zengin) sosyal sınıf ortaya çıktı (ama bir milyara yakın insan da hâlâ köylü ve gezici/süreli işçi olarak otuz-kırk yıl öncesinin fakirlik seviyesinde yaşıyor). Çin'in bugünkü yeni büyük hedefi, Avrupa'yı da kapsayan büyük bir Avrasya birliği kurmak. Bu amacına ulaşıp ulaşamayacağı şimdilik belirsiz, ama yeni bir modernleşme türünün örnek ülkesi olmak isteği giderek somutlaşıyor.
   Çin'in hızlı modernleşmesi, Han milliyetinin dili ve kültürünü esas alan yeni bir sosyo-kültürel homojenleşmeye yolaçarken, bir taraftan da kendi kendini yönetme (demokrasi) taleplerini güçlendirip yaygınlaştırıyor. Çin'in tek partisi ÇKP bu gelişmenin bilincinde. Çok partili demokratik sisteme geçmeyi ve seçimlerle iktidardan gitmeyi hiç düşünmediğinden, refahın gelecekteki "yan tesirleri"ni kontrol altında tutabilecek yeni bir yönetim sistemi geliştiriyor.
   Çin'in Shandong eyaletinde, yaklaşık 700 bin nüfuslu Rongcheng şehrinde pilot proje olarak denenen yeni düzen, "kendi kendini yönetenlerin" demokratik sisteminden daha "ulvi" bir düzen gibi sunuluyor ve tek tek kişilerin egoizmi ötesinde, "iyilik" prensibini esas alır görünüyor, üstelik dijital, kendi kendine işliyor. Her Çin vatandaşı, sisteme bin puan ile giriş yapıyor ve "yaptığı/belgelediği iyilikler" 1050 puanın üzerine çıkarsa, birinci sınıf "iyi vatandaş" sayılıyor, 849 puanın altına düşerse kötü vatandaş. Big data ile beşbinden fazla kişisel bilginiz ve yüz kadar devlet dairesinde hakkınızdaki bilgiler baz alınarak başlanan bu puanlama sistemi, internette hangi siteleri izlediğinizden tutun da evden işe hangi güzergahı kullanarak gittiğinize, hangi vitrinlerin önünde durduğunuza ve aklınıza gelemeyecek sayısız özel bilgiyi kullanıyor ve size "iyi vatandaş" olmanız için önerilerde bile bulunuyor. Ama iyiliğin tarifini, elbette ÇKP yapıyor! Sistem, şimdiye dek tarih boyunca düşünülmüş en mükemmel kontrol ve baskı rejimi demek olduğundan, bunun adına "dijital faşizm" demek bile oldukça masum kalabilir. Bu sistemde eğer annenizi babanızı ihmal etmeyip sık sık ziyaret ederseniz de olumlu puan kazanıyorsunuz, muhalifleri gammazlarsanız da. Şaibeli internet sitelerini okuyorsanız, puan kaybedeceğiniz kesin. Puanınız belli bir seviyeye düşerse, artık yurtdışına seyahat edemiyorsunuz, eğer başka bir şehre giderseniz, sistem siz daha yoldayken gideceğiniz yerin güvenlik birimlerini uyarıyor ve siz aklınıza gelebilecek her alanda takip ediliyorsunuz. Düzenin halka anlatılan mantığı şu: "İyiler ödüllendiriliyor, kötüler cezalandırılıyor!" Çin bu sistemi, 2020'ye kadar tüm Çin'de uygulamaya hazırlanılıyor. ÇKP, bu düzeni kurmak için idari konularda da önemli adımlar attı. Başkan Xi Jinping, Çin anayasasında "Mao Zedong düşüncesi" ile adıyla anılan tek önder Mao iken, Xi'nin adı da anayasaya alındı. Yeni düzenlemeye göre, ömür boyu makamında kalabilir.
   Japonya'dan sonra ikinci Asya yükselişinin merkez ülkesi Çin'in sofistike bir baskı ve kontrol sistemi kurma çabası, refahı arttıkça daha çok özgürlük isteyen insan doğasına ters bir gelişme. Bu da Çin yükselişinin kendi kendini tüketebileceği ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Çin'e yetişmekte olan Hindistan'ın, Asya yükselişinin yeni merkezi olabileceği ihtimali de tartışılıyor. Hindistan, Dalay Lama'nın önerdiği "Neoseküler etik"e en yakın, Ortadoğu'ya da örnek olabilecek bir ülke, işleyen demokratik bir sistemi var ve daha eski "Sağdan modernleşme"nin temsilcisi.    
   Çin merkezli "Yükselen Asya"nın, neoliberal kapitalizminin kategorik krizi sürecindeki geçici bir sürece tekabül ediyor olması ihtimali oldukça yüksek. Türkiye, kendi modernleşme geleneğine uygun olarak Batı'ya yakın, ama anti-emperyalist bir savaşla kurulduğu için de Batı'ya karşı kuşkucu bakan bir mantaliteye sahip. Modernleşmenin bütüncül ve eş zamanlı bir özellik kazandığı günümüzde, Batılı ana çizgiyi benimseyip Doğulu çizgiden de sekülerleşme açısından dersler çıkararak, çokkutuplu yeni dünyada yerini alması mümkün. Türkiye'nin yüzünü ille de bir yere çevirmesi gerekmiyor. Ama eğer çevirecekse, bu istikamet sadece Batı olabilir, Doğu değil. Çünkü Doğu, kapitalist sistemin artık yapıtaşlarını etkileyip bozan krizin aşılması için gereken bireysel ve kitlesel özgürlükler anlamında, oldukça düşük bir performans sergiliyor. Çin'de dijital "iyilik sistemi" devreye girerse, kontrol adına tüm yeni fikirlerin ve uygulamaların boğulması muhtemel. Batı, bu konuda çok daha yüksek bir performansa sahip. Postkapitalist fikirler, uygulamalar, deneyler ve gelişmeler önce Batı'da doğuyor. Sistemin çözülme emareleri gösterdiği bir dönemde özgürlükleri alabildiğine kısıtlayarak yol almak mümkün değil.

Yazarlar için en iyi iPad aplikasyonları...

Blogun konusu olmamakla birlikte, Apple'ın iPad'i icad ettiğinden beri sadece bu aleti kullanarak yazı yazan biri olarak, yazı ve yazar aplikasyonlarıyla edindiğim tecrübeleri burada kısaca paylaşmak istedim.
   iPad ile yazı yazmak, her zaman yanınızda taşıyabileceğiniz hafif bir alet olması bakımından, hele benim gibi sürekli çeşitli mekanlarda dolaşan biriyseniz, ideal. Ama ekrandaki klavyede yazmak hiç pratik olmadığından, alete Bluetooth ile bağlanan ayrı bir klavye kullanmanızı önerebilirim, ben bunların da piyasadaki çeşitli türlerini denediğimden, en ince, hafif ve sağlam olması bakımından Logitech'in ürünlerini tavsiye edebilirim. iPad Pro'nun kendisi için özel üretilen klavyeler de çok iyi olmakla birlikte, bu aletler sadece alete takıldığı zaman çalışıyor ve size ille de bir mini Laptop kullanıyormuşsunuz hissini vermek istiyor, çalışırken ben bu iki aletin ayrı durmasına alışkın olduğumdan tercih etmiyorum.
   Yazı ve uzun soluklu kitap hazırlıkları için şimdiye kadar çok sayıda aplikasyonu denedim ve bunlar içinde kendi yazı alışkanlıklarıma uyanları kullanıyorum elbette, ama aynı alışkanlıklara sahip olmayanlara da azıcık yardımcı olmak için bir çoğundan bahsedeceğim ve dikkatimi çeken özelliklerini anacağım.
   Kullandığım ilk aplikasyon "Om Writer"ın iTunes'da artık satılmadığını üzülerek görmüş bulunuyorum, ama onun gibi, "sadece yazı yazmak ve yazarken sizi rahatlatacak meditasyon melodileri dinlemek" istiyorsanız, böyle bir imkan artık yok, ya da iyi aramak gerek. Laptop'dan iPad'e yeni geçtiyseniz ve Laptop'daki alışkanlıklarınız sürüyorsa, "Word"ün iPad sürümünü indirebilirsiniz, elbette daha basit yapılmış ve hafızada çok yer işgal ediyor, ama görüntü, bildiğiniz Word sayfası, üstelik "doc." Dosyası veya "pdf" halinde çok kapsamlı materyali göndermenize imkan veriyor. Bu aplikasyon, bitmiş hazır işler/yazılar, resmi yazışmalar ve onların gönderilmesi için ideal.
   Yazmak, elbette oturup tek sayfalık köşe şeysi yazmak değil sadece. Uzun makaleler, öyküler, araştırma-inceleme kitapları ve romanlar yazmak için başka aplikasyonlar kullanmalısınız. Bu aplikasyonların -Apple'ın felsefesine de uygun olarak- kullanımının kolay olması, hem sinirlerinizi yıpratmıyor, hem de zaman kazanmanızı sağlıyor. Onun için eğer yazı ve uzun yazı yazıyorsanız, "iWriter"a bir bakmanızı öneririm. İlk versiyonu oldukça basit olan bu aplikasyon'un son "pro" versiyonu, oldukça gelişkin, ama esasen parça parça çalışan yazarlar için, yani bir bölümü yazıyorsunuz, kapatıyorsunuz, yeni bölüme başlıyorsunuz. Roman yazarken çeşitli bölümler arasındaki uyumu sağlamak (veya sağlamamak) için bölümler arasında geçişler yapılır, iWriter buna pek elverişli bir uygulama değil, ama daha kısa metinler için uygun.
   Uzun metinler, romanlar ve araştırma-inceleme kitaplarının hazırlanması için yapılmış en iyi ve en basit aplikasyon, "Daedalus" -idi. Yıllarca kullandığım bu aplikasyonun bazı eksiklikleri olmakla birlikte, basitliği ve bir bakışta birçok bölümü, hatta işlerinizin tamamını görebilmeniz açısından çok iyi düşünülmüş olduğunu söylemeliyim. Örneğin, yazdığınız bölümlerin sıralamasını değiştirebiliyorsunuz, yazdığınız bir kişilikten başka hangi sayfada veya bölümde bahsettiğinizi bulabiliyorsunuz, elbette hemen her yazar aplikasyonunda olduğu gibi yazınızın kaç vuruş ve kaç kelimeden oluştuğunu görebiliyorsunuz, karakterlerin büyüklüğü için sadece iki ayrı norm olmasına rağmen, harf şekillerini de zevkinize göre değiştirebiliyorsunuz. Ama bu harika uygulama iki yıl önce satışını durdurup, daha ayrıntılı olduğu iddiasıyla "Ulysses"e dönüştü. "Daedalus" artık yenilenip güncellenmediğinden şimdi ikide bir de "hata" verebiliyor ve bu yüzden mecburen kullanmıyorum, ama kısa yazılarım için bu programı kullanmaya devam ediyorum.
   "Ulysses", ayrıntılı bir yazar aplikasyonu. Yazı/kitap hazırlarken aldığınız notları ayrı bir şekilde kullanabiliyorsunuz falan, ama benim gibi işin asıl fikir kısmını kalemle, defterler üzerinde yapıyorsanız, bir sürü lüzumsuz ayrıntıyla boğuşuyorsunuz ve estetik olarak da "Daedalus"un oldukça gerisinde kalan bir uygulama, -tabii bir bakmanızda fayda olabilir.
   Tanıdığım yabancı yazar dostlarımın önerisiyle satın aldığım, ama birkaç özelliği dışında kullanmadığım "Scrivo Pro", tam bir yazar aplikasyonu. Tüm işini ekranda yapan yazarlar için tavsiye edebilirim, ama benim çok önem verdiğim estetik yanı oldukça düşük. Bu programda başlıkları bile daha farklı harf karakterleriyle daha büyük yazamıyorsunuz mesela, ama yazarlığın en büyük belası olan "düzeltmeler" ve "bazı bölümleri yeniden yazmalar" konusunda, en iyi program. Değiştirdiğiniz bölümlerin eski versiyonlarını da koruyabiliyorsunuz, malesef bunun için çok detaylı -size yazacağınızı unutturanilecek karmaşıklıkta- bir işaretleme sistemine sahip. Bu programda da yazıp eklemeyi düşündüğünüz cümleleri, paragrafları uygun bir formatta saklayabiliyorsunuz, ama yazdığınız bölümleri açmadan, sadace bir kaç satırlığına görebiliyorsunuz (Daedalus'da açmadan tamamına gözatabiliyorsunuz). Scrivo Pro'da beni hayretlere gark ve de gurk ettiren özellik, yazdığınız metni size sesli olarak okuması. Program, klavyeniz o anda hangi dile ayarlıysa, elbette Türkçeye, Türkçe metninizi aplikasyon size okuyor ve siz de iPad'in oparlöründen veya kulaklıkla, kendi yazdıklarınızı dinleyebiliyorsunuz (ben Almanca da yazdığımdan klavyenin hangi dile ayarlı olduğuna dikkat etmem gerekiyor, yoksa alet acaip sesler çıkarıyor!) Bu özelliğin ne kadar önemli olduğunu her yazar anlayacaktır. Metni dinlerken -ki bazı sözcüklerin vurgusunda yanılsa da, inanamayacağınız kadar düzgün bir diksiyonla okuyor- yaptığınız yazım hatalarını çok kolay buluyor ve anında düzeltebiliyorsunuz, sonra kaldığınız yerden okutmaya devam ediyorsunuz. Ayrıca ses uyumu, yani yazdığınız metnin kulağa nasıl geldiği konusunda bir fikriniz oluyor, (unutmayın bu hizmeti size sevgiliniz, karınız/kocanız bile vermez, o yüzden) değerli bir özellik. Bu aplikasyon pahalı, ama bir de kısıtlı bedava versiyonu "Scrivener" var, tabii onda birçok faydalı özellik bulunmuyor.
   Daedalus'dan mecburen vazgeçtikten sonra kullanmaya başladığım en iyi aplikasyon, "Werdsmith". Bu da abone olunan ve aylık veya yıllık ödemeler yaparak kullanılan aplikasyonlardan biri ve bence piyasadaki en iyisi. Scrivo Pro'nun özelliklerinin yarısına bile sahip değil, çok sayıda metnin bir arada çaprazlamasına işlenmesine uygun değil, arşivleme sistemi ilkel ama, bazı özellikleri onu benzersiz kılıyor. Bir kere estetiği gayet güzel, kullanması çok çok basit, size -yazarlar için önemli- bazı konularda yardımcı oluyor. Mesela hergün, belirlediğiniz bir saatte, "Haydi artık yazı saati" diye uyarıyor ve beyninize bir kurt sokmayı başarıyor, yani o gün henüz yazmadığınızı hatırlıyorsunuz. Ayrıca her gün kaç sözcük yazdığınızı size gösteriyor. Bu aplikasyon, her gün düzenli olarak yazmaya göre işliyor. Diğer ayrıntılar ve farklı metinler üzerinde birarada çalışmak için için Scrivo Pro veya Ulysses'i, olmadı Daedalus'u açacaksınız -ki buna imkan veriyor. Yani yazdığınız metni, diğer yazar aplikasyonlarında da açabiliyorsunuz. Bu aplikasyonu değerli kılan diğer özellik de, Daedalus gibi: yazdığınız metni iPhone'da da açıp bakabiliyorsunuz, değiştirebiliyorsunuz, veya yazmaya devam edebiliyorsunuz. Senkron bir uygulama, ve benim gibi sürekli dolaşanlar için ideal.
   Tüm yazarlara verimli, yaratıcı, orijinal yazı hayatı, zevkli yazı günleri diliyorum.

Asya'nın iki ucunda modernleşme örnekleri Japonya, Çin ve Türkiye, ekonomik-siyasi güç merkezinin Asya'ya kaydığı efsaneleri ve gerçek

Bugün bile insanoğlunun inşa ettiği en büyük ahşap gemiler sayılan dokuz direkli hazine gemileri 15'inci yüzyılın başında Pasifik Okyanusuna açıldıklarında, Çin haritalarında kuzey aşağıyı, güney yukarıyı gösteriyordu. Göğün Oğlu Ming imparatorunun "şanını dünyaya sergilemek için" yüzlerce gemiden oluşan filolar, Çin denizinden Sumatra'ya, oradan İran Körfezi ve batı Afrika kıyılarına kadar binlerce millik deniz yolculukları yapıyorlardı. 16'ıncı yüzyıldan itibaren Batı'nın yükselişi, sadece haritaları değil, dünyayı da tersine çevirdi. Her zaman, Asya'nın en büyük ekonomik ve siyasi gücü olan Çin, 19'uncu yüzyılda "Asya'nın hasta adamı" diye adlandırıldı, tıpkı "Avrupa'nın hasta adamı" diye adlandırılan Osmanlı Türkiye'si gibi.

          Japon, Çin ve Türk modernleşmelerinin başlangıcı

   1905'de, Japon ordusu Rusya'yı yenene kadar Batı, dünyanın yenilmez tek hakimiydi. Japon İmparatoru Matsuhito'nun başlattığı, "Meiji restorasyonu" diye adlandırılan Batılılaşma ve modernleşme hareketi, daha sonra bütün doğu Asyalı halklara örnek oldu. Son Mançu Qing hükümdarı Puyi'nin tahttan indirilmesinin ardından 1912'de kurulan Çin Cumhuriyeti'nin kurucu başkanı (ve entrikacı eski Qing başbakanı) Yuan Shikai'den sonra Sun Yat-sen, Çin Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurnaşkanı olarak Çin'e getirdiği Amerikan tipi seküler devlet modeliyle ölümünden sonra hem Tayvan'ın milliyetçi Çin yönetimi tarafından, hem de Mao'nun Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) tarafından ikonlaştırılan tek modern Çin devlet adamıdır. Japon modernleşmesine hayranlık duyan Sun Yat-sen, siyasi mücadelesinin daha en başında Hristiyan olmuştu, Batılı seküler Cumhuriyet fikrini benimseyip, Qing Çin'ine has örülü uzun saçını keserek Batılılar gibi giyindi. Genç eşi Song Qingling, 1949'da kuruluşundan itibaren ÇHC'nin Başkan yardımcılığına getirildi ve ölümünden biriki ay önce1981'de de "Şeref Cumhurbaşkanı" seçildi. Kocası gibi ikonlaştırılan bu kadın politikacının kızkardeşi ise, iç savaşı kaybederek Tayvan adasına sığınan Guomintang partisi önderi Chiang Kai-shek'in, yani Mao'nun can düşmanının eşiydi. Çin'in ilk modern önderinin tüm kamplaşmalar ve düşmanlıklar ötesi modernleşme yanlısı bütün Çinlilerin ortak paydası haline gelmesi, Çin'e getirdiği seküler Cumhuriyet fikrinin bütün Çin elitleri tarafından nasıl önemsendiğini ve benimsendiğini de gösterir. Sun Yat-sen Avrupa'da, Amerika'da ve Japonya'da yaşamıştı, Türk modernleşmesinin en önemli kişiliği Mustafa Kemal Atatürk ise bir Balkan çocuğuydu ve Avrupa ülkelerinden esinlendi.
Sun Yat-sen
   Japonya, eskide ısrar etmenin, yükselen Batının karşısında durmanın ve onunla savaşmanın mümkün olmadığını 19'uncu yüzyılın ortasında anladığında, kendini dünyadan gönüllü olarak izole etmek politikasına son verip, Batılı ülkelerle eşitsiz anlaşmalar imzalamak ve onlara bazı ayrıcalıklar tanımak zorunda kaldı. Japonya'da modernleşme -yani Batılılaşma- hamlesinin altında yatan ilk anafikir, "Batılılara benzemek ve kısa sürede onlara denk ordu ve ekonomi kurmak" idi. Japonlar, sekülerliğin asıl anlamının, dinsel kalıplarla sınırlanmamış rasyonel düşünce demek olduğunu ve rasyonel düşünce ile milli hedeflere çok daha kolay ulaşıldığını çabuk anladılar. Samurai'lerin savaşçı kararlılığı ve hayatta bir amaç edinmek demek olan "ikigai" ilkesi de, Japan kültürünün önemli öğeleri olarak seküler Japonya'nın kurulmasına yardımcı oldular. Türkiye'de III. Selim zamanında başlayıp, II. Mahmud'la devam eden, ancak Cumhuriyet devrinde başarıya ulaşan uzun modernleşme devri, Japonya'da sadece kırk yılda tamamlandı. Türkiye'de 1911'den Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar süren uzun savaş dönemi, Türk elitlerin eski askerlik geleneğini canlandırdı ve ona bağlı rasyonel düşünme biçimini benimsemelerinde önemli bir rol oynadı. Ama 1917'den sonra "sosyalist" ve "liberal" tipi iki farklı modernleşme "türü"nün ortaya çıkması, birçok ülkede olduğu gibi Türk modernleşmesinin rengini de değiştirdi.
   Türkiye Batılı modern işgalcilere karşı savaşırken, Doğunun yeni Sovyet modernizmi tarafından desteklendi. Sovyetler Birliği'nin ortaya çıkışıyla modernleşme, ücretli iş ve çalışma odaklı modern seküler toplum olmak anlamında, kapitalizme özgü para sisteminden hukuk devleti ilkesine kadar, iki farklı kulvarda ilerlemeye başladı. Lenin'in Rosa Luxemburg'dan alıp meşhur ettiği "Emperyalizm" terimi, liberal kapitalizmi benimseyen Avrupalı süper ulus devletlerin kolonilerinde onlara karşı mücadele ederek veya savaşarak modernleşme türünün yolunu açtı. Modernleşmenin bu iki kulvarda ilerlemesi, kolonilerin bağımsızlığını kazanırken modernleşmesini desteklediğinden, özünde bir Batılılaşma türü olan modernleşmenin çok hızlı bir şekilde tüm dünyada yayılmasını sağladı. Lenin'in dünya siyasi literatürüne armağan ettiği "emperyalizm" ve antiemperyalist söylem sayesinde, Batının emperyal süper ulusdevletlerine karşı savaşarak da modernleşilebiliyordu. Bu da Sağlı Sollu modernleşmeyi, kapitalizm çağında tek alternatif haline getirdi. Nitekim Çin modernleşmesi, emperyalist Japonya'ya karşı savaş içinde, eski tip modernleşmenin Çin'deki partisi Guomintang'ın elinden, Sovyetler Birliği'nin kuruluşu sonrası antiemperyalist modernleşme türünün partisi ÇKP'nin eline geçti. Kolonilerin bağımsızlıklarını kazanmaları aşamasında Sovyet tipi "sosyalist modernleşme"nin etkisi, Asya'nın her köşesinde hissedildi, elbette Türkiye'de de. Ama Atatürk, modernleşmenin Doğu veya Batı'da, Sol veya Sağ, özünde bir ve aynı şey olduğunu çabuk anladı ve Batı'ya karşı savaşarak kurduğu Türkiye'yi sosyalist Doğu modernleşmesine değil, liberal Batı modernleşmesine angaje ederek İslam'ın etkisini sınırladı, ama hayatta kalmasını sağladı (1917 sonrasında sosyalist fikirlerden etkilenen Doğu modernleşmesi, dini adeta imha etmiştir).
Batılı kıyafetiyle İmparator Matsuhito (Meiji)
   1970'lerden itibaren Türkiye'de yükselen modernizm karşıtlığının, eski "antiemperyalist" söylem ve Kurtuluş Savaşı'ndan kalma Batı düşmanlığının arkasına saklanarak Sol argümanlar kullanması ve Sol kökenli Küçükömerci "Liberaller" tarafından desteklenmesi de, -Doğuda ve Batıda- özünde bir ve aynı şey olan modernleşmeye karşı "gelenekler" adına (aslında sadece din adına, dinin de sadece bir yorumu adına) mücadelenin önünü açtı. Modernleşmenin Sol ve Sağ türünün özünde bir ve aynı Şey olduğunu anlayan Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra, Doğuda "antiemperyalizm" adına 20'inci yüzyıl sonlarına kadar sürdürülen "Batı düşmanlığı"na son vermiştir. Nitekim bunun doğrudan sonucu olarak Türkiye daha sonra Batılı bir NATO ülkesi bile oldu, ama modernleşmeye karşı çıkan, modernleşmeye karşı herhangi bir alternatif olamayan ve yeni bir alternatif kurgulaması ihtimali bulunmayan İslami çevreler, sonradan zuhur eden bu iki modernleşme yolunun birbiriyle itilaflı yanlarını modernleşmenin kendisine karşı kullandılar. Ama bu girişimleri, modernleşmeye karşı bir alternatif olamadıklarından, sadece Türkiye'nin modernleşip gelişmesine ve dünyanın önemli ülkelerinden biri haline gelmesine engel teşkil ettiğiyle kaldı.
   Özünde bir 'Batılılaşma' olan ve rasyonel aklı esas aldığından sekülerleşmeye yol açan 'Modern hayat'a geçiş, onca savaşa rağmen, doğu Asya ile kıyaslandığında Osmanlı coğrafyasında çok daha az kanlı ve daha az sancılı yaşanmıştır. Müslüman coğrafyanın liderlerinin önemli çoğunluğu da daha sonra Cumhuriyet döneminin Türk modernleşmesini örnek aldılar. Modernleşmeye örnek olmak konusunda Doğu Asya'da Japonya'nın yüz yıl önce oynadığı rolü elli yıl kadar sonra Türkiye Batı Asya'da oynadı. Ama Türk modernleşmesi, Sovyet etkisine girmeyip liberal kulvarda yol almasına rağmen Japon modernleşmesi kadar sağlam olamadı.
Amiral Togo Heihachiro
   Tarihçi Arnold Toynbee 1926'da modernleşmenin eşiğindeki halklar için "Batı Uygarlığını kabul edip hayatlarını onunkine (Batıya) uydurmaya teşebbüs edecekler midir; yoksa Batı'yı ruhlarına hakim olmak isteyen bir şeytan gibi görüp reddetmeye mi yöneleceklerdir" sorusunu soruyor ve "Müslümanlar"ın "Batılı kapitalist ya da Batılı dinsize karşı 'cihad'a çağır(ıl)makta" olduklarını, ama Japonya ve Türkiye'nin Batılılaşmak konusunda daha farklı bir yerde durduklarını, Batılılaşmayı reddetmeyip bu konuya daha pragmatik bir yaklaşım sergildiklerini şu sözlerle ifade ediyor: "Japonya ve Türkiye'den yükselen (...) ses ise, pratik düşünen insanlara pratik bir yol göstermektedir." Toynbee, daha sonra şu soruyu yöneltiyor: "Bu seslerden hangisi -hâlâ bir karar verememiş olan - milyonlarca Doğulu Hristiyan, Müslüman, Hintli ve Çinli'yi etkileyecektir?" Bugün, Japonya'nın sesine kulak veren Asya'nın yükselişini konuşuyoruz. Türkiye'nin aynı ölçüde başarılı olamadığı ise ortada.
   Türkiye, Japonya gibi homojen bir ulusdevlet olamadı, demografik yapısı ve esası Cumhuriyet döneminde yaşanan -görece kısa- sonradan modernleşme süresi buna müsait değildi. Üstelik Türk elitleri, modernleşmenin anlam ve önemini yeterince kavrayamadılar. Sembolik değeri yüksek Çanakkale zaferi ve ardından Kurtuluş Savaşı zaferi bile, modernleşme yolunda kararlılıkla ilerleyen Japonların 1905 Tsushima zaferi kadar önemli gerekçe olamadı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yaşanan uzun barış döneminde, modernleşmenin temeli rasyonelleşmeye (Batılılaşmaya) ve sekülerleşmeye karşı yükselen gelenekçi (yani dinci) anti-modern girişim, 1990'larda, Küçükömerci "Sol" fikriyatın da desteğiyle fikir hayatında güçlü bir hegemonya kurdu ve 21'inci yüzyılın başında iktidarı, daha sonra da devleti ele geçirdi.

          Japon modernleşmesi, Türk modernleşmesinden neden daha başarılı?

   Japon modernleşmesinin Türk modernleşmesinden daha başarılı olmasının nedenlerinin başında, 1868'de ülkeyi yeniden yönetmeye başlayan Tenno (imparator) Matsuhito'nun, modernleşmeyi sahiplenmesi ve bunun için kendine Japonya'da sağlam müttefikler edinerek eski feodal yapının korunmasını isteyen kesimleri kararlılıkla ezmesiydi ve Sovyetler'in doğuşundan önce başarıya ulaşması ve ülkenin modern kurumlarını inşa etmiş olmasıydı. Türkiye'deki modernleşme ise III. Selim ve II. Mahmud zamanında, küçük bir aydın elit kesim dışında destekten mahrum kalmıştır ve Padişahlar, modernleşmenin doğal müttefiki olabilecek Gayrımüslüm tebayı kazanmayı da hiç düşünmemişlerdir ve ulemanın etkisindeki kesimlerin ağır baskısı altında kısıtlı hareket imkanını kabullenmişlerdir. Oysa, ikisi Hristiyan ikisi Müslüman dört aile tarafından kurulan Osmanlı İmparatorluğu, bu iki din arasındaki dengeyi, kurulduktan sonraki ilk ikiyüz yıl boyunca korumuş ama Mısır'ın alınışından itibaren sistematik bir şekilde islam ülkesi olmayı tercih etmiştir. Buna rağmen, Osmanlı Türkiye'sinde Gayrımüslümler ülkenin yönetiminde daima yer almışlar, modernleşme ve kapitalistleşme aşamasında da ülkenin asıl sivil elitlerini teşkil etmişlerdi. Modernleşmeci Sultalar, islam ulemasının sultasını kırmadan Türkiye'nin modernleşemeyeceğini pek anlamadılar ve "Batının sadece tekniğini alalım yeter" yanlış fikrine kapıldılar.
   Japon modernleşmesi Meiji döneminde "Beş paragraflık ant" adlı sürrealist bir açıklamayla başlayıp, toplumdaki kast sistemini sona erdirerek, her Japonu imparatorun tebası haline getirmiş, böylece herkesi eşitlemiştir; her erkeğe askerlik yapmak yükümlülüğünü getirmesi, savaşçı Samurai kastını kızdırsa da, modernleşme girişimlerine karşı çıkan yerel beylerin ve Samurailerin isyanlarını savuşturmayı başarmıştır. Dini otoriteler, daha önce yüzyıllarca süren Shogun'lar (Genelkurmay Başkanları) yönetimindeki savaşçı sınıfa ve mistik karakterine uygun olarak "Göğün Oğlu" İmparatora tâbi olduklarından (Tenno, aynı zamanda dini liderdir, yani Halife gibidir), bağımsız bir itiraz geliştirmediler. Tenno, bu açıklamasıyla Japon tarihinde ilk kez halkın yönetime katılmasının sinyallerini de vermiştir ve modenleşmenin en önemli unsurlarından sayılan modern hukuku kabul etmiştir. Japon Anayasası, Alman Anayasası örnek alınarak yazılıp 1870'li yıllardan itibaren kullanılmaya başlandı. Bu dönemde Osmanlı Türkiye'si Rusya'nın ağır baskısı altındaydı ve "93 Harbi", 1878'de Türkiye'nin büyük yenilgisiyle sonuçlandığında, Osmanlı tahtının yeni Sultanı II. Abdülhamit, seküler modernleşmenin tam tersi bir hamleyle hem Millet Meclisi'ni kapattı, hem de Anayasa'yı iptal etti. Japonya'da İmparatorun doğrudan desteklediği ve yönettiği, Batılı anlamda ilk Hükümet 1885'de kurulduğunda, Türkiye'de koyu bir istibdat hüküm sürüyordu ve Sultanın modernleşmeye karşı direnişi, otuz yıl sürdü.
   Japon modernleşmesinin başından itibaren Japon hükümetlerin en önemli kesimlerini teşkil eden unsurlar, modernleşmeci oldukları kadar emperyal/emperyalist bir ideolojik misyona da sahiplerdi. Osmanlı Türkiye'sinde buna benzer modern bir misyon, ancak Birinci Dünya Savaşı döneminde İttihatçı iktidar sahipleri arasında ortaya çıkmıştır, ama Sultanın ve ulemanın modernleşmeye karşı direnişi nedeniyle ülkede kararlı bir endüstrileşme yaşanamadığından, İttihatçıların modern emperyal bir Türkiye kurmak hedefi, hayallerin ötesine geçemedi.
Sun Yat-sen'in eşi Song Qingling
   Japon modernleşmesi, endüstri toplumlarına has iş ve çalışma düzenine ters Budizmi tasfiye ederken, kapitalist toplumun temel ideolojisi olan milliyetçiliğe uygun yeni bir kutsiyetin şekillenmesini de sağladı. Tenno'nun dini Shinto, giderek önem kazandı ve emperyal modern Japonya'nın elit dini haline geldi. Japonların modernleşme döneminde din ile ilşkilerini yeni çağa göre yeniden tarif etmeleri, milliyetçi bir dini esas almaları ve sekülerleşmenin rasyonelleşmek demek olan önemli yanını kavramaları, düşünceyi dinin kalıplarından kurtarmaları, İkinci Dünya Savaşına emperyal amaçlarla girip, bunun için hızla endüstrileşmeleri, Japon modernleşmesinin kesintisiz bir şekilde sürdürülmesini sağlamıştır. Türkiye'de, kural koyucu dinin siyasi etkisi İttihatçıların 1908 devrimi ve 1923'de Cumhuriyetin kurulması ile kırılmakla birlikte, sekülerizmi düşünsel anlamda sağlama alacak, -Japonların yaptığı gibi- eski bir dini yeniden canlandırarak hakim dinin yerine koymak gibi nitel girişimlerde bulunulmadı, dinde reforma da gidilmedi, sadece nicel bazı önlemlerle yetinilerek Diyanet kuruldu ve din devlet kontrolüne alındı. Neredeyse yarım yüzyıl süren savaş, yenilgiler ve istibdat döneminin iyice zayıflattığı, endüstrileşememiş fakir Türkiye'de bu tür köklü girişimler mümkün olamadı. Japonyanın tasfiye ettiği kural koyucu din, Türkiye'de tasfiye edilmedi, siyasi gücünü önemli ölçüde yitirse de modernleşme karşıtı ulema kalıntılarının aracı olarak yaşamaya devam etti. Oysa, topluma kurallar koyup uygulayabilecek siyasi güce sahip olmuş türden dinlerin etkisinin tamamen kırılması, özellikle Doğu tipi (sosyalist) sonradan modernleşmenin temeli sayılır. Avrupa'da Reform hareketi ile, ülkelerin Vatikan'ın etkisinden çıkmaları, kendi kiliselerini kurmaları, modern ulusdevletleşme akımının da başlangıcı sayılır ve yüzyıllar süren uzun süreç içinde halklar tarafından da tamamen benimsenmiştir. Japon modernleşmesi, "dinin etkisinden çıkmak" temel ilkesini anlamış görünüyor. Asya'nın modernleşmesinde Japonya'yı daima örnek saymış bütün ülkeler, dinin kural koyucu etkisini kırmakla yetinmeyip, onu modern çağa uygun olarak değiştirmişlerdir. Çin Cumhuriyeti'nin ardından, kuruluşu 1949'da Mao Zedong tarfından ilan edilen Çin Halk Cumhuriyeti, dinleri ve dinadamlarını nerdeyse toptan imha etmiştir. Buna benzer gelişmeleri daha önce Sovyetler Birliği'nde de görüyoruz. Güneydoğu Asya'da Kızılların etkin olduğu ülkelerde din adamları ve dinler etkilerini tamamen veya büyük ölçüde yitirmişlerdir. Bugün dünyada dinin hiç olmadığı modern Vietnam gibi ülkeler sadece Asya'da. Dünyanın bu köşesinde din, topluma kurallar koymak ve toplumsal yaşamı yönlendirmek etkisi anlamında, adeta sıfırlanmış gibidir ve modernleşmenin temel ilkelerine, modern hukuka ve Anayasa'ya hiçbir şekilde engel teşkil etmemektedir. Avrupa'da beşyüz yıl önce yaşanan Reform hareketiyle birlikte, toplumsal/yönetsel kurallar koyan dini etkisizleştirme mücadelesi, Asya'da genellikle çok daha kanlı savaşlar şeklinde yaşandı. Bunun bir sonucu olarak Asya'da kurulan seküler Cumhuriyetler ve rasyonel düşünce, bugünün "Yükselen Asya"sının da sağlam temeli ve itici kuvveti olmuştur.

          "Güç merkezinin Doğuya kaydığı" söylencesi ve gerçek

   Günümüzde moda olan "Ekonomik ve siyasi güç merkezinin Batıdan Doğuya kaymakta olduğu" fikri, sistem içi kaba istatistik bilgi anlamında doğru sayılabilir, ama her "yükseliş"in hayra alamet olmaması gibi, bu yükselişin de yarar ve zarar hesabı henüz netlik kazanmış değildir. Ayrıca, "yeni güç merkezi", aynı modern global kapitalist sistemin kuralları dahilinde ortaya çıkmış bir "olgu"olmakla birlikte, dine karşı sağlam ve sert bir modernleşme geleneğinin de sahibidir. Bugünün Asya'sı ve onun yükselen büyük ulusdevletleri Çin, Rusya, Hindistan, modernleşmeye karşı çıkan islamcıların Doğu'dan kopya çektiği ideolojik "anti-emperyalist Batı düşmanlığı"yla ilgilienmiyorlar, ama "global sistemin Batıdaki merkezleriyle rekabet"le ilgileniyorlar ve bu da ideolojik değil, rasyonal bir çıkarlar politikasıyla sürdürülüyor. "Ekonomik ve siyasi güç merkezinin Asya'ya kaydığı" söylemi, 2008'den beri kategorik sistem krizi yaşayan çağdaş kapitalizmin, mecburen değişmek zorunda kalacağı -içinde yaşadığımız- son evresinde birkaç yıldır somutlaşan istatistik bir bilgi ile ilgili, ve Asya'nın sistemle sınırlı olmayan gelişimini/değişimini hesaba katmadığından da eksik. Asya yükselmeyecek mi? Elbette. Ama bu yükseliş muhtemelen, kapitalizm öncesinin çok kutuplu dünyasında daima bir ekonomi kültür ve uygarlık merkezi olmuş olan Çin ve Hindistan'ın kendi kadim özelliklerini daha ön plana çıkaran başka bir kaliteye evrilecek. Ayrıca Asya'nın sistem ötesine doğru uzanmak zorunda kalacağı süreçte, kontrolcü totaliter bir yol seçen Çin merkezli bir Asya değil, arkadan yetişen Hindistan merkezli bir Asya'nın gündeme gelmesi çok daha mümkün görünüyor.
   Modernleşmenin ilk aşamasında tüm Dünyada görünen, "Batı'nın modern silahlarını ve teknolojisini alalım, ama biz gene eskisi gibi kalalım" mantalitesinin yetersizliğini Japonlar çabuk anlayıp hızla terkettiler. Türkiye ve batı Asya Müslüman coğrafyasında tam anlamıyla aşılamayan bu mantalite, sekülerleşmenin "dini ve yerel kültürleri değil rasyonel düşünceyi esas almak" anafikrini reddediyordu ve bunu, "Batılılar gibi olmamak, kendi özüne ve geleneklerine sadık kalmak" adına yapıyordu, veya rasyonel düşünceyi yeterince önemsemiyordu. O dönemde rasyonelleşme ve sekülerleşmenin kapitalistleşmeyle doğrudan alakası ve bu haliyle de Batı'da ortaya çıktığı gerçeği, modernleşmeyi "Batıcı" olmaya indirgeyip küçümsemek tepkisini doğuruyordu. "Küçültücü 'Batı taklitçiliği'ni, kendi muhteşem tarihine ve geleneklerine yeğlemek", karaktersiz bir miyopluk sayılıyordu bu çevrelerde. Oysa rasyonel düşünce de, sekülerlik de, tarihte ilk kez ortaya çıkmamıştı; rasyonellik, daha önce de -mesela Çin'de, eski Yunan kültüründe, hatta Anadolu'da vs.- yaşamıştı. "Gelenek" denen şeyin de ne kadar göreceli bir kavram olduğu üzerinde de hiç durulmadı. Anadolu'da eski gelenek nedir? Mesela daha yetmiş yıl öncesine kadar İstanbul nüfusunun yarısına yakınının Hristiyan Rum ve Ermenilerden ibaret olması, bu geleneğin neresindedir? Anadolu'nun Türkleşmesi öncesi de buna dahil midir? (Bilindiği gibi Türkleşme ancak Cumhuriyet'in kurulmasıyla tamamlanmıştır, daha öncesinde çok uzunca bir süre Türklerden çok, ortak dil Türkçe'dir esas olan.) Anadolu'da Selçuklu'nun sonu ve Osmanlı beyliğinin yükselişi döneminde Ahilik müessesesi var, bu bir ekonomi türü demek aynı zamanda. Mesela, o zamanın derviş İslam'ı mı asıl geleneğimizdir, yoksa ondan üçyüz yıl sonrasının Sünni kurumlaşması mı? Veya Osmanlı'nın son ikiyüz yılındaki, pek bir şey üretmeyip, herşeyi yurtdışındann ithal eden ve Ruslara sürekli yenilen, Avrupa'lara hem mahkum hem de onlardan nefret eden, kapitalistlerin sadece Hristiyanlardan oluştuğu zamanlardan kalma geleneğimiy mi? Bu kavramın, zamanla ve konjonktürle alakalı bir şey olduğu açık.
   Müslüman coğrafyanın elitleri tarafından yeterince benimsenmediği ve ulema İslam'ıyla hesaplaşmayı kimse göze alamadığı için, hatta düşünmediği için, modernleşme de beklenen ölçüde başarılı olamadı. Kapitalizmin elbette çok yeni bir şey olduğu ve modernleşmenin bir Batılılaşma türü olduğu açıktı, ama modernleşmenin aynı zamanda her ülkeye göre yorumlanabileceği, özgün modernleşme türlerinin yaratılabileceği, gözardı edildi. Rusya, kendine özgü sosyalist bir modernleşme türü tutturarak, yıkık dökük Çarlık Rusyasından, bir süper devlet yaratmayı başardı. Hatta İkinci Dünya Savaşı'nın ardından bir "Sosyalist Blok" bile kurdu. Sovyet sistemi elbette özenilecek bir şey değildi, ama özgün bir modernleşme türüydü.
   Modernleşme ve "ilerleme" ideali, 1970'lerde çekiciliğini yitirdi. Bugün geldiğimiz noktada modernleşme, Doğu Asya'da, "Dünyada güç merkezinin artık doğuya kaydığı" söylencelerine hayat verecek ölçüde başarılı olmuş görünüyor. Ve bu başarının altında, komünistlerin dini tamamen ezmesi gibi bir neden yok sadece. Ondan ziyade, doğu Asya'da başından beri örnek alınan Japon modernleşmesinin, sekülerizmi ve rasyonel düşünceyi gerçek anlamda benimseyip ciddiye alması sayesinde başarılı olduğunun anlaşılması yatıyor. Monoteist, hatta teist olmayan Doğu dinlerinin modern seküler anlayışa ve yaşama adaptasyon yeteneğinin, İslam'ın adaptasyon yeteneğinden daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu özellikler, Sol modernleşmenin Doğu Asya'da tutması ve sosyal kural koyucu dinlere karşı çok daha kararlı ve acımasız davranmasıyla sonuçlandı. Endonezya'da komünistlere karşı büyük kitle katliamları yapılmasında İslamcıların önemli rol oynadıklarını unutmayalım. İslam, modernizme karşı daha fazla direnmiştir ve bu da, Müslüman olmayan Doğu "Asya'nın yükselişi" gerekçelerinden biridir.

          1917 sonrası, Sağlı Sollu modernleşme

   Modernleşme Dünyaya, hem Sağ hem de Sol'dan yayıldı. Genç Sovyetler Birliği'nin ve daha sonra kurulan Çin Halk Cumhuriyeti'nin, kapitalizme karşı sosyalizmi inşa edeceği iddiasıyla gerçekleştirdikleri devrimleri ve reformları, hızlandırılmış modernleşme hareketleri olarak okumak mümkündür. Marx'ın "Kapitalizmin özü" saydığı bütün özellikler, bu iki ülkede ve diğer "sosyalist" ülkelerde mevcuttu: kapitalizme özgü para biçimi/sistemi ve mal (meta) üretimi, malın değerlendirilmesi ve tüketim türü (Marx'ın deyimiyle, "Verwertung des Werts"), kapitalizme özgü abstrakt iş/çalışma biçimi (Marx'ın deyimiyle "Abstrakte Arbeit"), kapitalizme özgü "otomatik birey/özne" (Marx'ın deyimiyle "Automatisches Subjekt'). Sosyalist ülkelerde, Marx'ın eleştirdiği kapitalizme özgü temel özellikler değiştirilmediği gibi, bu konular tartışma konusu bile yapılmadı. Amaç, "emperyalist" kötü Batılı ülkelere yetişip onları çabucak geçmekti ve bunun için hızlandırılmış sert bir modernleşme şarttı. Mao, sadece "İngiltere'nin çelik üretimine yetişmek" gibi tipik modern bir hedefe ulaşmak için "İleriye doğru büyük adım" kampayası ile milyonlarca Çinlinin açlıktan ölmesine neden oldu. Buna karşı yükselen tepkiyi etkisizleştirmek amacıyla Mao'nun 1960'ların sonunda başlattığı "Kültür devrimi", Çin'in kadim tarihine ve kültürüne vurulan en büyük darbedir; yüzyıllar süren Moğol (Yüan) devri ve daha sonra gene yüzyıllar süren Mançu (Qing) dönemlerinin toplamıyla kıyaslanamayacak büyüklükte bir yıkımdır.
   Japonya'nın, dinin devlet kontrolü dışındaki etkisini ortadan kaldırmaya yönelik teorik ve pratik uygulamaları sonucu, Asya'nın Batılı ülkelerle aşık atabilen tek Asyalı devleti olmak gücüne erişmesi, Singapur'dan doğuya doğru bütün Asya'yı derinden etkiledi ve modernleşme konusunda Asyalılara bir numaralı örnek oldu. Türkiye'de de zamanın ruhuna uygun olarak devletin kontrolü altına alınan eski devlet dini Sünni İslam, Atatürk'ün modernleşme hamlelerine sesini pek çıkarmazken, bu kontrolün dışındaki dini çevrelerden modernleşmeye itiraz eden ayaklanmalar oldu. Abdülhamitçi 31 Mart isyanına benzeyen bu ayaklanmalar da, zamanın milliyetçi ruhuna uygun olarak sert bir şekilde bastırıldılar. Zaman, milliyetçilikler zamanıydı ve Avrupa'da Faşizmin, Nazizmin yükseldiği dönemde dinler, yeryüzünün hemen her yerinde, tarihlerinin en zayıf devrini yaşarlarken sekülerizm, hemen bütün devlet yönetimlerinin ana ilkesi olmak yolundaydı. Ayrıca Sol düşüncenin dünyaya benimsettiği üzere, "geri kalmış ülkeler"in "ilerlemiş" ülkelere yetişip, onlardan daha müreffeh, daha adil ve daha modern olabilmeleri için laik/seküler devlet yönetimi ilkşarttı ve bu şarta, hemen her ülke uyuyordu. Milliyetçilikler (ve Faşizmler) döneminin diğer özelliği, devletlerin kendilerine milliyetçi dinler kurgulamalarıdır. Mesela Nazilerin "Thule Gesellschaft" tarafından kurulan ve Runik işaretler kullanan, mistik yanı, bunun tipik örneğidir ve tek örnek de değildir. Aynı dönemde Shinto dinini de, benzeri amaçlara hizmet ettiği için bu kategoride değerlendirebiliriz.
   Kapitalist modernleşmenin/Batılılaşmanın Sağ ve Sol türlerinin birbiriyle yarıştığı Soğuk Savaş döneminde Sol tipi modernleşmenin yarışı kaybettiğini önce Çinlilerin anladığını biliyoruz. Daha 1960'larda, Mao'nun sert çizgisinin zararları ve emir komuta zinciriyle bütün bütün halkları -bir avuç parti fonksiyonerinin tasavvuruna göre- modernleştirmenin mümkün olmadığı anlaşılmıştı. Mao, dipten gelen bu tip taleplere karşı, tartışılmaz tek adamlık statüsünü kaybetmemek ve iktidarını perçinlemek amacıyla daima kanlı tasfiyeler yaptırarak tepki gösterdi. Lin Piao'nun katli ve Kültür Devrimi, bu tip tepkilerdendir. Mao'nun 1976'daki ölümünden sonra kadim Çin pragmatizmi harekete geçti -ki rasyonel akılcı seküler bir düşünme ve hareket biçiminden bahsediyoruz. Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) tasfiye hareketleri maduru, en eski parti üyelerinden Sechuan'lı "küçük dev" adam Deng Xiaoping, modernleşmenin liberal alanına doğru açılmak için ilk adımları attı. Soldan veya Sağdan, "modernleşme" denen şeyin bir ve aynı olduğunun ÇKP tarafından da bilindiğini/anlaşıldığını kanıtlayan bir açılımdı. Elli yıl önce Atatürk'ün gördüğü gerçeği Çin de görmüştü ve modernleşmenin liberal tarafına -hem de tek partili devlet kontrolü altında- geçmeye karar vermişti. "Asya'nın yükselişi" denen olay, asıl bu girişimle 1980'lerde başlamış ve aynı dönemde Japon ekonomisinin yükselişi, Çin'e yeniden örnek olmuştur.
   1957'de ABD'ye ihraç edilen ilk Toyota otomobiller o kadar kötüydü ki, Amerikalılar bu aletlerle, "boyalı konserve kutuları" diye alay ediyorlardı. Kötü Japon mallarıyla dalga geçmek Avrupa'da da yaygındı. Ama Nikon ve Canon fotoraf makinaları Dünya piyasasında zirveye yerleştiğinde, alaycı söylem sona erdi, ardından Sony'nin Walkman'ı icadı geldi. Bu küçük kasetçalar bütün Dünyada kült oldu. 1980'lerin başında Japonya, dünyanın en çok otomobil üreten ülkesiydi. Mazda, Toyota ve Nissan, aynı kalitedeki Avrupalı ve Amerikalı markalardan çok daha ucuzdu ve Batıda Japonların fiyat politikası, bu nedenle "eleştiriliyordu". Çin'de Deng'in reformları, tam da Japon modernleşmesinin -İkinci Dünya Savaşı yıkımına rağmen- kendini yeniden kanıtladığı bu yıllarda başladı. 1980'lerin sonunda herkes Japonya'nın ekonomik başarısını konuşuyordu ve bu konuyu kendi iç toplantılarında en çok konuşanlar da ÇKP kadrolarıydı. Asya, hem de sosyalist modernleşme öncesinin modernleşme damarı üzerinden Japonya'dan yeniden yükseliyordu ve Japon düşmanlığı üzerine kurulmuş bir milliyetçilikle yetişen Çinlilerin bunu dikkate almaması düşünülemezdi. Yunan düşmanlığı üzerine kurulmuş Türk milliyetçiliği ise, gene böyle önemli bir dönemde, 1980 darbesiyle uğraştı ve Turgut Özal ile neoliberal Dünyaya entegre oldu. Bu yeni dönemde Türkiye, yükselen Doğu Asya'daki hiçbir ülkenin yapmadığını yapıp, toplumunu ve devleti dindarlaştırmaya çalıştı, modernleşmeye karşı olduğu tescilli islamcı çevrelerin önemli pozisyonlara gelmeleri için önlerini açtı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Asya'nın bu ilk yükselişinden de yeterince ders çıkarmadı.
   20'inci Yüzyılda Japon merkezli Asya yükselişi, 21'inci Yüzyılda Çin merkezli bir yükseliş olarak sürerken, Çin'in arayı kapatıp ilk kez ABD'yi de sollayacağı söyleniyordu. Bu olay geçtiğimiz yıllarda gerçekleşti ve IMF 2014 yılında Çin'i, "Dünyanın bir numaralı ekonomisi" ilan etti. Çin'in istatistiklerle oynadığı ve sayıları şişirdiği biliniyor, ama Çin'in pozisyonu, geçtiğimiz 2017 yılında, kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde kesinleşmiştir. Çin, Dünyanın siyasi merkezi değil ama, Dünya ekonomisinin bir numaralı merkezi olmak ünvanının hakkıyla sahibidir. Daha 1970'li yıllarda, "Ekonomisi güçlü ülkeler" dendi mi, sadece Batılı ülkeler anlaşılıyordu ve aralarında Asyalı Japonya bir istisna teşkil ediyordu. Şimdi ekomomisi güçlü ülkeler arasında ilk beşte, Japonya ile birlikte Çin ve Hindistan da var.

          "Yükselen Asya" mı, çok kutuplu Dünya mı?

   "Güç merkezinin Doğuya kayması", sadece ekonomiyi esas aldığından değil, eski bir algılama biçiminin sürdürülmesi demek olduğundan, dikkatli yaklaşmayı gerektiren bir saptama. Şimdi Çin, global "Dünyanın bir numaralı ekonomisi" olabilir, ama bu durumun, sistemin en köklü krizinin hüküm sürdüğü bir dönemde yaşanması önemli. Ayrıca, Çin'in arkasından yetişen bir Hindistan var. Çokkutuplu Dünyanın kurulmakta olduğu günümüzde gelişmenin yönü, yeni bir "tek" güç merkezi oluşması yönünde değil. Eski tekçi klişe anlayışlara kapılarak, ülkelerin yüzünü bu kez de Doğuya dönmesi gerekmiyor. "Asya'nın yükselişi" efsanelerini, şimdiye kadar bildiğimiz klasik kapitalist sistem algılaması dahilinde değerlendirirsek aldatıcı olacaktır. Ayrıca sözkonusu "güç kayması"nı doğru saysak bile, çokkutuplu bir Dünyada Türkiye'nin yüzünü Doğuya dönmesi için sağlam bir neden yok, çünkü Türkiye -herşeyden önce- sanıldığından daha Batılı bir ülke. Bugün o çok üzerinde durulan "geleneklerimiz"i esas alarak değerlendirirsek, Türkiye, bir çok bakımdan Doğulu değil Batılı.
Deng Xiaoping
   Türkiye'nin yüzünü "Yükselen Asya"ya değil önce kendine, sonra Batı'ya -yani Batı'nın evrenselleşmiş değerlerine- dönmesi için çok neden var. Belli bir refah seviyesine ulaşan Doğulular da, bir yerden sonra bu bireysel özgürlükçü demokratik değerleri benimsemekte ve hatta talep etmektedirler. "Yükselen Asya", esasen bir 'sonradan zenginleşmek' demek olan bu yükselişini, sorunlu bir kapitalizm döneminde yaşamakla kalmıyor, kapitalistleşmenin getirdiği sorunlarla başa çıkmak için özgürlükçü değil totaliter yolu tercih ediyor -ki bu da aslında kendi kendisiyle yaşadığı sorunların artacağını gösterir. Modernleşme, toplumların sekülerleşmesinin önünü açarken, ürettiği iyi eğitimli orta sınıf ve yeni zenginler ile onlara imrenenler arasında, demokrasi isteğinin yükselmesine de neden olur. Bu nedenle günümüzde iyi eğitimliler ve orta halliler demokrasi taleb eden kesimler iken, sonradan modernleşmiş (yeni zenginleşmiş) kesimler demokrasiye kayıtsızdırlar ve neopopülizm de (hangi yoldan olursa olsun) sadece zenginleşmek isteyen bu kesimlere dayanarak ayakta durur. Çin, 50 miyar Dolarlık "İpek Yolu" projesiyle Avrupa'ya uzanan bir ekonomi hattı kuradursun, Afrika'nın en önemli "yatırımcı" gücü haline geledursun, Yunanistan'da limanlar satın alıp, Macaristan ve Çekya gibi demokrasiyle sorunlu AB ülkelerini etkisi altına aladursun; bunlara rağmen Batılı ülkelerle kıyaslanamaz, çünkü refaha ulaşım, Batılı ülkelerde halkın neredeyse tamamını kapsamaktadır, uzun süresi nedeniyle belli sosyal gelenekler geliştirmiştir ve gelir adaletsizliği Asya ülkelerindekinden çok daha düşüktür. ÇHC'de sayısız Dolar milyarderi varken, ülkenin batı eyaletlerinde yaşam, Deng Xiaoping dönemi seviyesini pek aşamamıştır, Batıdaki gibi görece sosyal homojenleşme bulunmamaktadır. Bir Amerikalının satınalım/tüketim gücü de, bir Çinlininkinden dört misli daha fazladır. Ama Çinlilerin nüfusunun yüksekliği ve Doğu metropollerinde yoğunlaşmış kapital, ülke ortalamasını yükseltmektedir. Çin'deki zenginleşme ve yeni refah, kazanılan paranın özgürce harcanabilmesi isteği de demektir aynı zamanda ve elbette sadece satınalma hürriyetiyle kısıtlı kalmamaktadır, kalamaz. Düşünce özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve istediği kişi ve istediği siyasi görüşler tarafından temsil edilme özgürlüğü, yükselen modern kapitalist refahın doğal siyasi sonuçlarıdır. Kısacası, Demokrasi isteği, zenginleşen her ülkede olduğu gibi Çin'de de yükselmektedir ve ÇKP'nin bu konuları kendi içinde ciddi ciddi tartıştığını biliyoruz. Bu taleplere karşı doğal tepki, tek partili tek adamlı yönetiminin iptali ve çok partili hayata geçiş olurdu, çünkü modern refah toplumunda bu talep eninde sonunda güçlenerek kendini dayatacaktır. İktidarını başka siyasi partilere ve görüşlere terketmeyi düşünmeyen ÇKP, halkın yükselen demokrasi talebine özgün, özgürlükçü görünümlü totaliter tepkiler veriyor ve bu istikamette bir düzen kurmayı da planlıyor, bunun ön hazırlıkları yıllardır sürüyor. ÇKP'nin modern refah toplumunun reflekslerine verdiği tepki ve tutunduğu tavır, sadece Asya'yı değil, yüzünü Asya'ya dönmeyi konuşanları ve Dünyayı da ilgilendiriyor.

          Çin'in, yükselen refaha verdiği yanıt: Yeni Dijital Düzen

   Çin, geleceğe yönelik çok uzun erimli planlar yapan ve uygulayan bir ülke. Modernleşme öncesi tarihinde, Batılılarınki gibi sömürgecilik yapmamış ve esasen kendi yaşam alanında kalmış bir ülke. Batıya yayılmasını 751 yılında Talas savaşında Abbasi komutanı Ziyad ibn Salih durdurmuş. Ama mesela güçlü olduğu Ming döneminde Dünyaya açılan Çin donanması, gittiği yerleri işgal edip oralarda koloniler ve sömürgeler kurmak yerine Çin'i tanıtmak, ticaret yapmak, hediyeler verip hediyeler almak ve bu bölgeleri tanıyıp anlamak, haritalarını çıkarmak girişimlerini esas almıştı. Çinlilerin bu ziyaretleri, gittikleri yerlerde genellikle can yakmadıklarından, hafızalardan da silinmiştir ve pek azı ziyaret ettikleri yerlerde kayda geçmiştir (seyahatler İmparator tarafından yasaklandıktan sonra, bu konulardaki tüm belgeler de imha edilmiştir). Ama Çinlilere dostane davranmayan Seylan sarayını basıp, sarayı yakıp, kralı saraydan kaçırdıkları bugün de biliniyor. Bu dönemde Vietnam Çin' tarafından işgal edildi. Ama deniz ötesi işgal girişimleri yerine karadan fetih ve cezalandırma savaşları esas alınıyordu. Minglerin her türlü özel deniz yolculuğunu yasakladığı "Hai jin" dönemi, 1368'den 1405'e kadar sürmüş, bu tarihten sonra, Çin imparatoru Yongle'nin dev filosunun seyahatleri gerçekleşti ve ölümünden sonra oğlu tarafından her türlü deniz yolculuğu yeniden yasaklandı.
   Çin'e 1513'de gemiyle gelen ilk Avrupalı, Kristof Kolomb'un kuzeni Jorge Alvares'in ardından Portekizlilerin gönderdikleri gemilerin ve delegasyonların sayısı sıklaşsa da, Çin imparatorları, denizlere açılmamakta direnmişlerdir. Bunun baş nedeni, özel deniz yolculuklarını denetlemenin zorluğudur. Tarih boyunca daima nüfusu yüksek bir bölge olan Çin'de toplumun kontrolüne önem verilmiştir, çünkü ülkeye pahalıya malolan isyanlar yaşanır ve halk isyanları Türkiye'de yaşananlardan daima daha büyük başarılar kazanır. Mesela Ming Hanedanlığı (1368-1644) bir halk isyanı sonucu kurulmuştur. "Kızıl turbanlılar" isyanının köylü lideri Zhu Yuanzhang (imparator olduktan sonra seçtiği adıyla 'Hongwu'), Çin'de yeni bir hanedanlık kurmuştur. 19'uncu yüzyıldaki Taiping isyanı milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş ve yıllarca sürmüştür ve Batılı askeri birliklerin yardımıyla bastırılabilmiştir, aynı şekilde Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşu da, Japon işgaline karşı başlayan bir halk isyanının sonucudur. İktidarda kalmak isteyen ÇKP'nin "tarih bilinci" de, halkın kontrol altında tutulmasını önemsemektedir. Refah seviyesiyle doğru orantılı artan ve artacak olan demokrasi ve temsiliyet taleplerine karşı, ÇKP'nin iktidarını garantileyen kontrollü bir "özgürlük" düzeni tasarlamıştır. Bu düzen, George Orwel'in "1984" romanında karikatürize ettiği toplumsal kontrol düzenine rahmet okutacak bir dijital totalitarizm olmaya adaydır ve bugün Çin'in doğu sahilindeki Rhongcheng'de denendiği ve uygulandığı haliyle, Dünyaya "model" olarak sunulmaya hazırlanan bir yeni "Çin düzeni"dir. Mao döneminde de "Çin sosyalizmi",bir düzen olarak değil ama Sovyetler Birliği'ne alternatif Sol bir siyasi duruş olarak Dünyaya ihraç edilmişti, şimdi Big-data'yı kullanan, insanları aklınıza gelebilecek ve gelmeyecek her konuda ve alande türlü-çeşitli fişleyen, kendi koyduğu kriterler üzerinden puanlayan ve ona göre sınıflandırarak "ödüllendiren" veya cezalandıran bir sistem ve "Mao Zedong düşüncesi" veya bu sistemin kurucusu şimdiki devlet/parti başkanı "Xi Jinping vizyonu"na dayandırılacak "sosyalist" bir markayla Dünyaya pazarlanması olasılığı yüksek.
Xi Jinping
   "Yükselen Çin merkezli Asya"nın seküler siyasi düzeni, Japonya'daki veya Hindistan'daki gibi bir demokrasi değil, vatandaşlarının dijital verilerini bütün ayrıntılarıyla kullanan, onların hangi web sitelerine girdiklerinden tutun da, işe hangi yolları kullanarak gittiklerine, hangi vitrinler önünde durakladıkladına kadar kontrol eden, tek partili modern kapitalizmdir. Bu sistemde, ÇKP'nin belirlediği şekilde "iyi işler yapanlar" puan kazanarak ödüllendirilmektedir, mesela trafik cezası almaynalar, annesini-babasını sık ziyaret edenler, borçlarını zamanında ödeyenler, ve tabii ÇKP'yi eleştiren web sayfalarına girmeyenler, yasak olmayan ama "tavsiye edilmeyen" işlere zaman ayırmayanlar... Bu kişiler puan kazanmakta ve puanlara göre halk, "iyi vatandaşlar" ve "kötü vatandaşlar" diye sınıflandırılmaktadır. İyi vatandaşlar kolayca yurtdışına çıkabilmekte, çocuklarını daha iyi okullarda okutabilmekte, daha kolay kredi alabilmektedir. Kötü vatandaşların yurtdışına çıkmaları yasaklanabilmekte ve bir çok ayracalıktan mahrum halmaktadırlar. Yasalara karşı gelmemiş olsalar da, "iyi vatandaş" normuna uymayanların hayatının sistemli olarak karartıldığı bu "sistem", şimdiye dek yeryüzünde düşünülmüş (ama biriki yıl içinde ülkenin tamamında kullanılacak) en rafine faşizm örneği olarak daha şimdiden tarihe geçmeye adaydır. ÇKP, görünürde halkın daha "iyi" temsil edileceği bu yeni düzende iktidarını garantilemek için bir dizi yasal değişiklikle, Mao'dan sonra ilk kez bir parti ve devlet başkanının ömür boyu iktidarda kalmasının yolunu açmıştır. Devlet başkanı Xi Jinping, tıpkı Mao gibi ÇHC Anayasasında adıyla yer alan ikinci şahsiyet olmuştur, yani Xi, yeni düzen ile Çin'e damgasını vurmaya hazırlanmaktadır ve bu yeni düzen, önce, "yüzünü yükselen Asya'ya çeviren" totaliter eğilimli ülkelere ihraç edilecektir.
   Kapitalizm ve modernleşme, toplumları sosyokültürel homojenleşmeye iten bir özelliğe sahip. (Bunun nasıl işlediğini anlatan bir yazıyı bu blogda bulabilirsiniz) Fakat Çin gibi sonradan modernleşen ülkelerin tamamına yakınında modernleşme nisbeten yeni sayılabileceğinden, sözkonusu homojenleşme gerçekleşmediğinden, "özgürlük" denince hemen ilk akla gelen konu, "ülkenin bölünmez bütünlüğü" gelmektedir, hem de bugün ülkelerin bölünmesinin kimseye bir yararının olmadığının artık iyi bilinen bir zamane gerçeği olmasına rağmen. Mesela Türkiye'de Kürtlerin, Türk olmak istememeleri, kendi dilleri ve kültürlerinde ısrar etmeleri gibi, Çin'de de çok sayıda halk ve dil, hem de kendi özerk bölgelerinde yaşamaktadır. Neoliberal dönemde ortaya çıkan dev gelir uçurumlarına karşı tepki, mesela 1960'lardaki gibi sosyo-ekonomi diliyle değil, etnik/dini-kültürel dille gösterilmişti, bu da ayrılıkçı düşüncelerin güçlenmelerine neden oldu. Yüzyıllara dayanan uzun bir modernleşme tarihi olan Fransa, Almanya, ABD gibi birkaç ülke, modernleşme sürecinde kendi içindeki etnik ve kültürel farklılıkları ortadan kaldırarak farklı halkları tek bir ulus potasında eritmeyi başarmışlardır. Bu özellik, başından itibaren nisbeten homojen olan Japon ve Kore halkları dışındaki Asya ülkelerinin hiçbiri için geçerli değildir. Geleceğin çokmerkezli Dünyasında Asya'da gözlenen gelişme -mesela Çin'de- hem artan sosyokültürel homojenleşme, hem de farklılıkların eskisinden daha bilinçli şekilde ifadesi yönünde olacaktır. Birbirine ters gibi görünen bu gelişme Türkiye'de de yaşanıyor. Kürtler halk olmanın ötesinde bir ulusal bilinç geliştirip dillerini ve kültürlerini geliştirerek homojenleştirirken, bir taraftan da -yirmiotuz yıl öncesine kıyasla- bir çok Türkten daha iyi Türkçe konuşuyorlar, daha eğitimliler (eğitim dili Türkçe) ve Türk çoğunluğun çok boyutlu kültürünü içselleştirmiş durumdalar. ÇHC'de Han milliyetinin dili ve kültürü de, eskisiyle kıyaslanamayacak kadar baskın, daha çok biliniyor ve kullanılıyor, üstelik bu gönüllü olarak yapılıyor, çünkü global ölçekte ilgi gören öğrenilen dil "Mandarin", Çinli çoğunluğun dili ve globalleşmekte olan baskın Çin özelliklerini de temsil ediyor. Japon globalleşmesinden sonra bir Çin globalleşmesi de bu genel günlük Çin kültür üzerinden yaşanıyor.
   Çok kutuplu olmaya meyilli Dünyada yüzümüzü Asya'ya dönersek, oradaki ülkeler arasında AB gibi bir birlik bütünlük de göremiyoruz. Rusya ve Çin arasında ortaklıklar kadar düşmanlıklar da var. Mesela Sibirya'da tarım arazisi kiralayan Çin'in buralara yüksek nüfus yerleştirip, sonra da referandumla kendi topraklarına katma ihtimali Rusların hiç hoşuna gitmeyen, onları korkutan bir gelişme. Çin, artan nüfusun refah taleplerine de uygun şekilde onlara yeni yaşam alanları bulmak zorunda. Boş Sibirya bu sorunun en kolay çözümü. Çin ve Hindistan arasındaki itilaflar, Mao döneminden beri devam ediyor. Çin ve Japonya arasındaki geleneksel düşmanlık, Çin'de de -ülke birliğini pekiştirmek için- moda olan (Han tipi) milliyetçilik nedeniyle yıllardır yeniden güvensizlik üretiyor, vb. Bugün sözü edilen "Asya'nın Yükselişi", aynı zamanda bölünüp parçalanmak korkusunu da beraberinde getirdiğinden, demokrasiyi değil dijital totaliterizmi destekliyor ve bu özelliğiyle, geleceği ıskalamaya da aday. Yakın gelecekte çokkutuplu siyasi bir yapıya sahip olacak Dünyada, bireylerin ve meritokrasinin önemli rol oynayacağı netleşirken, desentral yenilenebilir enerji kullanımının yaygınlaşacağı yeryüzünde demokrasi, en önemli değer sayılan/sayılacak yaratıcılığın gelişebilmesi için en önemli faktör. Soyokültürel homojenleşmenin tuttuğu modern Batı ülkelerinde demokrasinin gücü, azınlıkların bağımsızlığını istemesi gibi ülkenin gücünü azaltacak destrüktif konularla heba edilmeyip yaratıcılığa daha fazla alan açacağından, Batılı ülkeler yakın gelecekte daha başarılı olacaklardır. Güvenlik ve bütünlük çekinceleriyle halklarını kısıtlayan/denetleyen ülkelerde yaratıcılık daha düşük oktanlı olacağı için, ekonominin kapitalist sistem dahilinde yükselişinin bir zaman sonra sona erebileceğini söyleyebiliriz. Nitekim Doğu'dan Batı'ya kaçış çeşitli şekillerde sürmektedir. Çinli zenginlerin de (Rusların da) yaşamak için veya ikinci adres olarak seçtiği şehirlerin başında Londra, New York gibi Batı metropolleri geliyor. Kapitalist sistemin kriz döneminde "yükselen Asya", tüm yükselen sayısal ekonomik verilere rağmen, daha totaliter ve kontrolcü bir gelecek vaad ediyor. Böyle bir eğilim, hem Asya'nın sistem dahilinde zenginleşmesine terstir, hem de yaratıcılığına. Ama buna rağmen Asyalılara özgüven aşıladığı bir gerçek ve bu da sistem sonrası gelişmeler hakkında şimdiden bazı tahminler yapabılmemize olanak sağlıyor.
   Gelecekte Asya'nın çeşitli ülke ve bşlgelerinin -sistemden bağımsız- güçlü birer siyasi ve ekonomik odak olacakarı kesindir. Çin'in eski kadim önemini geri kazanmak yolunda ilerleyeceği de açıktır, ama bu, ancak kapitalizmin aşıldığı şartlar altında gerçekleşebilir. Bu nedenle "Asya'nın yükselişi" 20'inci yüzyıldan kalma eski anlayışlara yaslanan bir efsanedir. Yükselen Yeni Çağ'ın korkusuyla, "modern ve dijital" ama totaliter bir rejimi kendi halkına reva görenler, daha şimdiden, yüzlerini "Yükselen Asya"ya dönüyorlar. Türkiye, daha stratejik düşünerek geleneksel Batılı çizgisini sürdürürse kuşkusuz daha demokratik bir ülke olacaktır ve yaratıcı enerjisini ülke içindeki kutuplaşmalara ve bölünüp parçalanma korkularına kurban ederse, kesintiye uğrayan modernleşmesi gibi kendi kendini engelleyecektir. Ama kendi içinde bu korkuları aşacak demokratik bir uzlaşma sağlayıp, kurucu yeni bir Cumhuriyet fikrini işletebilirse, Batıya dönük yüzüyle, hızla yerel bir güç haline gelebilir ve bu da Dünyanın en önemli birkaç ülkesinden biri olmak hedefine ulaşmak için ilk önemli adımları sayılabilir. Türkiye "Yükselen Asya" yerine "Alçalan Avrupa"ya tutunarak, hem gelecek adına hem de bölgesel güç olmak babında doğrusunu yapmış olacak, asıl hedefine doğru ilerlemek için de sağlam bir temel inşa etmeye başlayacaktır. O hedef: Dünyanın merkez ülkelerinden biri olmak...

Kapitalizm’i aşmak için Marksizmden ne kadar yararlanabiliriz?

Moishe Postone'nin anısına...

18’inci yüzyıldaki Endüstri devrimi öncesinde atmosferde bulunan karbondioksit miktarının iki katına çıkması halinde dünya ikliminde oluşacak değişiklikleri belirlemek için Oxford Üniversitesi önderliğinde yürütülen, 150 ülkeden toplam 95 bin gönüllünün bilgisayarlarıyla katıldığı ‘climateprediction.net’ adlı proje sonucunda elde edilen verileri değerlendiren uzmanlar, dünya sıcaklığının önümüzdeki yüz yıl içinde, bazı uzmanlara göre de en geç 2050’de 11 derece kadar artacağını öngörüyor. Uzmanlar, böylesi bir sıcaklık artışı nedeniyle, kuzey ve güney kutuplarındaki buzulların, beklenenden çok daha hızlı eriyeceğini tahmin ediyor ve okyanusların su seviyesinin 6 metreden fazla yükseleceğini belirtiyorlar. Projenin yöneticileri, dünyanın bazı bölgelerinde sıcaklığın 20 derece kadar artabileceğini vurguluyorlar. (1) Bu da, tahmin edilen çevresel kıyametin, belirginleşeceğini ve ‘geri dönülemez noktanın’ 10 yıl sonra geçileceğini gösteriyor. (2) Medyada duruma çözüm babından ima yoluyla çekine çekine önerilen şeyler, ‘Yaşam tarzımızı değiştirmemiz gerekiyor’ ve ‘Fosil yakıtları yerine dönüştürülebilir enerji kullanalım’ gibi günlük yumurtalar. Hatta birisi, “Jeep’imi satacağım” bile dedi! Daha iyisi, o cipini alıp biryerine parketmesi.
   Gazetelerdeki bu kökten felaket uyarılarını gözleri büyüyerek okuyanlar, büyük bir umutsuzluğa kapılıyorlar ve sonuç olarak ‘bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete’ düşünceleri içinde karam karam kararıyorlar. Önce bunu aşmalı, sonra bu gidişatı durdurmalıyız, durduracağız ve özgüvenimizi yeniden kazanacağız. Bunun için, ortada ne döndüğünü anlamamız ve dünyanın yeniden yaşanabilir bir yer olabilmesi için neyi/neleri değiştirmemiz gerektiğini kavramamız gerekiyor. Burada asıl sorun, petrol ve kömür yerine hidrojen veya başka cins sofistike yakıtlar kullanmak değil. Bu mantıkla siz, hergün hergün birşeyler yakmayı reddetmiş olmuyorsunuz; sadece “yarın ne yaksak” diye düşünmüş oluyorsunuz. Çinlilerin fabrikalarda durmadan üretip ambalajlayarak dört bir bucağa sattıkları malları (‘nitelikli/estetik çöp’) azalacak mı? Aynı fabrikalar petrol yerine atom ya da hidrojen enerjisiyşe çalışsa ne değişecek? Burada asıl sorun enerji biçimi değil, bütün boyutlarıyla KAPİTALİST YAŞAM BİÇİMİ’dir ve değiştirilmesi gereken şey de odur.
   Şimdi gurme olup şarap ve poro markaları konusunda uzmanlaştıklarına bakmayın, yakın tarihte kapitalizmin ne olduğu konusunda en çok düşünenler (ve bunun ceremesini çekenler) Marksistlerdi. Gerçi kapitalizmin özüne asla inemediklerinden, Marksizmle birlikte demode olup gazete köşelerine kaldırıldılar ama bu Marksizmin tamamen işe yaşamaz bir şey olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. ‘Marksizm ve Kapitalizm hakkında’ konuştuğumuz ünlü filozof ve sosyolog Moishe Postone de, rantiyeci eski marksistlerle dalgasını geçiyor ve onların, “kapitalizm totaliter bir düzen olmaktan çıktı, demokrasi oldu, hem zaten.. insan hakları, temiz sokaklar, güzel mutfaklar vs.” cinsinden güzellemelerini ciddiye almıyor. Fakat sistemi aşmak için, Marksizmin hâlâ önemli bir malzeme teşkil ettiği üzerinde duruyor… Ve Marksizmin bir adım önüne geçerek yürümeye devam etmek becerisini de gösteriyor. Buradan alacağımız ilk ders; Marksizmin, Solcu tatlı su entellerine bırakılamayacak kadar önemli bir konu olduğudur.
   Chicago Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri veren Moishe Postone, şimdiye dek -samimi ve köklü olarak- pek eleştirilmeyip sadece bir kenara kaldırılan Marx ve kuramını yeniden ele alıp enine boyuna incelemiş (3) bir bilge/bilimadamıdır ve bizimle bu sayfalarda okuyacağınız söyleşiyi yaptığı için kendisine Türk okuru adına çok teşekkür ediyoruz. Postone; Marksizmi, Marksistler gibi “kadim!”/evrensel bir öğreti saymayıp, sadece ‘kapitalist döneme has’ (yani son kullanma tarihi kapitalist dönemle birlikte geçecek olan) eleştirel bir teori sayıyor. (4) Yazdıklarının öneminin bilincinde olarak çok dikkatli bir şekilde, toplumsal eleştiri getiren çağdaş düşünceyi topa tutuyor ve muazzam bir kesinlik ve ayrıntıyla teorik düşünceleri çözümlüyor ve radikal bir şekilde sorguluyor. Marksist teorinin bu yeni yorumunun pek bilinmemesi kimseyi şaşırtmamalı, medya dünyanın her yanında “Semranım”lara daha çok ilgi gösteriyor. Klasik Marksizm, araba lastiği kadar elastik! ve o haliyle Sol bilinçlere iyice sinmiş vaziyette. Bu yüzden de, aydın gevezeliği yapmak dışında hiç bir işe yaramıyor, samimi hiç kimse tarafından incelenmiyor.
   Postone’nin teorisinde yoğunlaştığı asıl konu, aynı zamanda bu yazının da konusu: Kapitalist sistemdeki yaşam tarzı; yani sosyalistlerin ve kapitalistlerin elbirliğiyle kutsadıkları şu “Çalışmak/iş” denen şey (ve onun aşılması ile birlikte geleceğin toplumu hakkında bazı değinmeler). Konuyu dünyada belki de en iyi irdeleyen kişi olarak Postone, kapitalizmde ‘çalışmak/iş/emek’ denen şeyin kesin bir şekilde mal üretimi ile birlikte düşünülmesi gerektiği ve böylece kapitalist toplumun temel özelliğini, “harıl harıl çalışmak”ın teşkil ettiği üzerinde yoğunlaşıyor. Toplumda ‘ürünlerin yalnız mal şeklinde (yani yalnız para ve iş saati ile ölçülen şeyler olarak) varoldukları ve zenginliğin genel/asıl şeklinin Değer (yani ‘para’) olduğu’ (5) üzerinde duruyor. En önemli konu da bu zaten.
   İnsanların, para bağımlısı hale getirilmiş olmaları ve para için her şeyi yapabilecek hale getirmeleri. Toplumsal ilişkilerin tamamının iş ve paraya endekslenmiş olması. Kapitalist toplumun en namuslu bireyi bile, ‘Kıyamet geliyor ona göre’ dendiği zaman önce işini düşünmek, aldığı maaşı düşünmek zorunda kalıyor ve para hesabı yapıyor. Bunda haksız da değil, çünkü kapitalist toplumda, her türlü toplumsal ilişkinin temelinde, bir şekilde iş/para yatıyor. İnsanların akıllarının yerine gelip, el birliğiyle gerçek anlamda insancıl bir sistem kurabilmeleri ve çevresel/sosyal/ekonomik kıyameti şıp diye önlemeleri için çalışmanın ve paranın esaretinden kurtulmaları gerekiyor.
   Klasik Marksizm, kapitalizmi işçiler açısından eleştirdiği için eski araba lastiğine dönmüş ve kenera kaldırılmıştır. Postone, kapitalizmi işçiler açısından değil, işçisi-kapitalisti ile birlikte topyekün ‘çalışma sistemi’ bazında eleştiriyor. Çünkü ‘işçi ve kapitalist’ (eski reel-sosyalist ülkelerde de ‘işçi ve devlet/parti’ aynı şeyin birbirini tamamlayan iki yanıdır/kutbudur. Aynı kişinin sağ eliyle sol eli gibidir. Sol eliniz pek kullanılmıyor diye sağ elinize karşı mücadele etmeniz ne kadar “doğru” ise, “işçi sınıfının hakları için burjuvaziye karşı mücadele” etmeniz de o kadar “doğrudur”. Biri varolduğu sürece diğeri de varolacaktır. O yüzden biz bu iki “sınıfı” da (yani kapitalist çalışmayı ve para sistemini) birbirleriyle girdikleri iş/para/sömürü ilişkileriyle birlikte toptan iptal etmeliyiz. Moishe Postone de ‘Kapitalizmin aşılmasının, işçi sınıfının kendi varlığını onaylamasıyla olamayacağını’ söylüyor (6) ve ekliyor: ‘İşçi sınıfı, kapitalizme ve kapitalizmin gelişme sürecine aittir/dahildir ve kapitalizmin antitezi değildir.’ (7)
   Postone tazlerini oluştururken esas olarak Marx’ın 1857 ve 1858 yıllarında kaleme aldığı ‘Ekonomi-politiğin eleştirisine katkı’ (8) adlı eserine ve elbette ‘Kapital’e atıfta bulunuyor. Ve Marksistleri ilgilendiren klasik konuları da tartışıyor. Örneğin metodolojik konularda Hegel’in diyalektik mantığının Marksizm için ne ifade ettiğine açıklık bile getiriyor ve konuya aşina olanların hatırlayacağı üzere ‘adamakıllı bir diyalektik için Hegel’in ters çevrilip ayaklarının üzerine konulması’ (9) gibi konulara da değiniyor. Bu anlamda Postone, hem Marksist, hem de Marksizmin kesin sınırlarını/zayıflıklarını göstererek insanların onun düşünsel prangasından kurtulmalarına yardım eden bir filozof. Marksizme tapınmaktan kurtararak bir anlamda Marksizm’den adam gibi yararlanılmasının da kapısını açıyor. Eski’den Marxist klasikler, kutsal kitaplar gibi, her satırına inanılan, tuğla kalınlığında şeylerdi (burada bütün kutsal kitapları tenzih ederim). Şimdi, kapitalizmin çanına ot tıkayacak insanlara önekli malzeme sağlayabilirler ama kesinlikle kutsal/mutsal değiller elbette.
   Postone’nin bu bağlamda -yani marksizmin teknik anlamda kullanılması anlamında- değindiği ve eleştirdiği konulardan biri de, kapitalizmin çiçekli “Pazar ekonomisi” olduğu indirgemesi ve buna bağlı olarak da iyi bir planlama ile aşılabileceği hamhayali. Burada, üretim biçiminin (yani bugünkü kapitalist çalışma sisteminin) asıl belirleyici unsur olduğuna vurgu yapıyor ve bu değişmeden ‘istediğin kadar planla, hiç bir şey değişmez’ demeye getiriyor.
   Postone’den öğrenebileceğimiz en önemli şeylerden biri de, bu çalışma sisteminin değiştirilerek bir sonuç alınamayacağı ve mutlaka ortadan kaldırılması gerektiği. İnsanoğlu’nun kendi kaderini kendi eline alabilmesi ve kapitalizm cinsinden barbarlıkların eline bir daha düşmemesi, onu tekmeleyip kafesine tıkması için şu çalışma/para esaretinden kurtulması gerekiyor. Bunu birlikte düşünüp birlikte aşacağız. O zaman atmosferi kirleten ve insana/doğaya tek bir perspektif, yok olma perspektifi sunan kapitalist sistemde, fabrikalar/tarlalar/herşey/emeğin olmayacak. Huzur olacak, gereğinde çalışılacak ve para/pul/işe gitgel esareti ortadan kalkacak. (O zaman kapitalistlerin ve para baronlarının hangi gezegene kaçacaklarını çok merak ediyoruz. Sirus’u tavsiye ederiz, orası en uzak olanı!)
   Moishe Postone, çalışmalarıyla, sistemi aşmak konusunda herkese önemli ipuçları sunuyor. Peki bu ‘başarması imkansız’ gibi gelen zor görevin altından kalkmak mümkün mü? İnsanın doğasına uygun renkli, ruhlu, gerçek anlamda özgür bir hayatı gerçekten kurabilecek miyiz? Elbette… Yalnız değiliz. Doğuda, Batıda ve burada, on yıl sonra da mavi gök yüzünün yüzümüze gülmesi için çalışan çabalayan mücadele edenler var. Çevresel kıyamet/mıyamet olmasına izin vermeyeceğiz, vermemeliyiz. Ruh sahibi insan gibi insanlar olduğumuzu, bu ruhsuz sistemin renkli dangalaklıklarına kanmadığımızı, akıllı ve yetenekli varlıklar olduğumuzu, önce kendimize, sonra Tanrı’ya kanıtlayacağız.

Dipnotlar:
1. Milliyet Gazetesi’nin 28 Ocak 2005 tarihli haberinden
2. İstanbul’dan yayın yapan Açık Radyo’nun 27 Ocak tarihli ‘Açık Gazete’ programından
3. Bu konuda Moishe Postone, bazı çevrelerde ‘Marksizme yeni katkı yapan kişi’ olarak da değerlendiriliyor. Burada üzerinde durduğumuz temel eseri: “Time, Labour and Social Domination: 4. "A Reinterpretation of Marx’ Critical Theory" Cambridge University Press 1993
5. a.g.e. s.5
6. a.g.e. s.229
7. a.g.e. s.371
8. a.g.e. s.17
9. Karl Marx “Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie.” (Kitap, Marx’ın baş yapıtı ‘Das Kapital’in ön hazırlık çalışması olarak değerlendirilir. İlk kez 1939’da Moskova’da yayımlandı)
Marx-Engels Temel eserler (MEW) C.23, s.27

(Bu yazı 2005 yılında Yarın dergisinde ve Krisis'de yayınlandı.
Bkz:http://www.krisis.org/2005/kapitalizmi-asmak-icin-marksizmden-ne-kadar-yararlanabiliriz/
Söyleşiyi, blogdaki "interview/söyleşi" bölümünü tıklayarak okuyabilirsiniz, veya:
http://www.krisis.org/2005/moishe-postone-ile-kapitalizmin-guencel-elestirel-teorisi/ )