Gerçekçiliğin yeni boyutu ve Türkiye'nin sonsuza uzanış felsefesine doğru

Çok gerçekli yaşam, Türkiye ve Yeni Gerçekçilik II

Türkler, ulusdevlet milliyetçiliklerinin aşındığı günümüzde, çokkültürlü çoğulcu bir birliğin ve birlikteliğin felsefi temelini de kurmak zorundalar. Bu zorunluluk, aynı zamanda postkapitalist dönemde "birlikte yaşamak" ediminin somutlanmasını destekleyip, Dünyanın diğer coğrafyalarına da örnek olabilecektir. Tekçi, "tek gerçek"ci yaklaşımların insan doğasına aykırı olduğunu, barışa hizmet etmek için bu yaklaşımları etkisizleştirecek yeni bir felsefi ortak alanın gerektiğini anlamanın zamanıdır. "Çok gerçekli" Yeni Gerçekçilik, Anadolu ve İstanbul'un Dünyanın önemli merkezlerinden biri haline geleceği yeni dönemde, yeni Sol'un da benimseyeceği bir yaklaşım olacaktır.
Sovyet tipi kooperatist kapitalizmin ve onun ideolojisi haline gelen diyalektik tarihi materyalizmin çöküşüyle postmodernizm, "herşeye yeniden başlıyoruz" lafazanlığıyla, yeni bir şey gibi sunulabildi. Postmodernizm, "yanılsama" ilan edip reddettiği geçmişin 'anlam taşıyan', (mesela "insanın sömürüden kurtulması için mücadele etmek" gibi) altrüist/diğerkâm fikirler yerine, hayata anlam katan yeni bir zihniyet getirmedi. Neoliberal dönemin ürünü Postmodernizm, reddettiği "yanılsama" yerine başka bir toptancı yanılsama üretti. Bu yanılsamanın adı, "insanlık varoluşundan beri böyle yanılsamalar üretir, artık bu yanılsamalardan kurtulmak gerekir" yanılsamasıydı! 1991'de Sovyetler Birliği'yle birlikte çöken Ortodoks Sol'un, "Sol" denen herşeyin sonu olduğu gibi bir ham hayalin içinde yaşıyordu. Bir çok eski "Solcu ağır Abi", özelleştirmeci neoliberal yağma döneminin sonsuza dek süreceğini sanıp, hedonist yeni Sağcılara dönüştüler. Eski Solcular ABD'de Bush'un, Türkiye'de Özal'ın ve AKP'nin "liberal" danışmanları, akıl hocaları oldular. Postmodernizm, bu yaklaşımına dayanarak, bir tür metafizik saydığı Sol geleneği reddedip, "gerçek" adına sanal bir "Tarihsel gerçekle kopan bağları yeniden kurmak" anlayışı benimsedi ve tarihi, geçmişe doğru yeniden, bu kez neoliberalizme özgü etnik/dînî kimlikçi bir yaklaşımla yeniden yazdı. Türkiye'de yeni Osmanlıcılık ve Kürt Mikromilliyetçiliği bu şartlar altında doğdu.
Türkiye'nin en büyük sorunu, her kesimin Türkiye'yi kendi gözlüğüyle görüp, diğerlerini de ya kendine benzetmeye kalkması, ya da düşman ilan etmesi şeklinde kristallendi. Yeni gerçekçilik, herkesin Dünyayı kendi gözlüğünden görmesine itiraz etmek yerine, farklı perspektiflerin birarada yaşamasının esas olduğunu savunur.
"Gerçek nedir?" sorusu, felsefenin en eski sorularındandır ve buna verilen yanıtları bugün iki ana başlık altında toplamak mümkün. Bunlardan ilki, dinleri de içeren Metafizik yaklaşımdır ve insanların kendi yaklaşımlarını/deneyimlerini dikkate almayan, Dünyanın "aslında" nasıl bir yer olduğunu insanlara anlatan felsefi/dini yaklaşımların üstbaşlığıdır. Postmodernizm de Metafizik bir felsefi yaklaşımdı ve onun daha incelmiş modern versiyonu Yapısalcılığın bir türeviydi.
Metafiziğin din ötesi alanları da kapsayan rafine biçimi olan Yapısalcılığa göre insanın algıladığı gerçeklik, aslında tamamen onun ürünüdür, insana özgü algılama biçimi tarafından insana göre yeniden üretilir. Yani gerçek aslında "insanın algıladığından tamamen farklıdır", ama insan, kendi algılama biçimine göre, kendine özgü bir gerçeği sürekli yeniden üretmektedir. Yapısalcı düşünceye göre Gerçek, bugün insanların kullandığı "Bilimsel metod"dan tutun da, en basit algılama şekline kadar insana özgü bir şeydir. Bu bağlamda, Yapısalcı düşüncenin en önemli temsilcisi Immanuel Kant'a göre, insanın "gerçek" dünyayı algılaması mümkün değildir. Kant'a göre insan, kendi algılama biçimi/modu dahilinde bizzat kurguladığı bir yalancı "gerçek" içinde yaşamaktadır; aslında ne ışık vardır ne de renkler, ne enginlikler vardır ne de yakınlıklar. Herşey bir yanılsamadan ibarettir. Bu düşüncenin ilk biçimini, Vedik Hint metinlerinde buluyoruz. Vedik metinlerde "Maya", insanın içinde yaşadığı yanılsamalar bütününün adıdır.
Kant, insanın "yanılsamasını" anlatmakla kalmamış, bu gerçeğin ardında atomların/moleküllerin ve diğer partiküllerin bulunduğu bilimsel düşüncesini de bir yanılsama saymıştır ve Metafiziğin bu rafine halinin din ile akrabalığı, "gerçeği sen bilemezsin, o halde kutsal kitaplardan oku" mantığına kadar uzanır. Yeni gerçekçilik, evet bir çok şeyi bilmediğimiz ve anlayamadığımız, hatta yanıldığımız varsayımına da dayanır, ama bir çok yöntemle edindiğimiz evrensel tecrübeye ve bilgilerimize güvenebileceğimiz temel düşüncesini destekler. Gerçek ne kadar şaibeli olursa olsun, verilerine güvenebileceğimiz bir gerçek de vardır ve "Dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu" Metafiziğin bize dikte etmesine ihtiyacımız yoktur. Gerçek, elbette, diyalektik tarihi materyalizmin dikte ettiği gibi sadece soğuk cansız maddeden ibaret de değildir.
Yeni gerçekçiliğe göre, içinde yaşadığımız gerçek ne büsbütün yalandır, ne de kuru maddeden ibarettir.
Yeni Gerçekçi yaklaşıma göre masa üzerinde duran bir vazo, hem bir "Vazo"dur, hem de onun etrafında oturan iki kişi tarafından algılanan gerçeğine -kişilerin baktıkları perspektife- göre birbirinden farklı "iki Vazo"dur. Birinci şahısın gördüğü vazo ile ikinci şahsın görüğü vazo aynı değildir. Bu gerçeklik denklemine bir de, -Metafizikle akraba- "Vazonun bizim bilemeyeceğimiz gerçeği"ni de ekleyebiliriz. Realizm, burada sadece "tek bir Vazo" üzerinde durur ve onun farklı perspektiflerden görünüşünü önemsemez. Oysa insanlar mekanik canlılar değillerdir, hiçbir konuya katışıksız bir önyargısızlıkla yaklaşmazlar ve duygularından tamamen bağımsız değillerdir, çünkü doğaları bunu gerektirir. İşte Yeni Gerçekçilik, kuru rasyonel gerçekçiliğe yeni bir boyut ekleyerek, onu genişletir. Bu boyutun adına, açılımını daha sonra inceleyeceğimiz, "Anlam boyutu" diyoruz.
Gerçek, sadece ölçülüp-biçilebilen rasyonel bir alandan ibaret değildir. Masada gördüğümüz vazonun anlamı da, en az onun maddi varlığı ve çeşitli açılardan görünümü kadar gerçektir. O vazo, mesela "Doğum günü çiçeklerinin konduğu Vazodur." Bir obje, kişi veya düşünce hakkındaki duygular, düşünceler, yargılar, hayaller, hatta düş kırıklıkları da, en az o şey/kişi/durum kadar varolma hakkına sahiptir. Zaten asıl varolan ve insanları ilgilendiren alan da Anlam alanıdır. Anlam, hayata ruh veren özdür. 'Gerçek' dediğimiz şey çerçevesinde (insanlığın Metafizik deneyimini de dışlamayan) Anlam ve farklı perspektiflerin önemi, Yeni Gerçekçi düşüncenin eski Gerçekçi yaklaşımlara getirdiği yeni boyutun iki temel parametresidir.

Türkiye'de Yaratıcılık kıvılcımını yeniden ateşlemek...

Sabahın bahar serinine gözlerinizi açıp, "Günümüzde yaratıcılığın merkezi nerede?" diye sorarsanız, buna verilen yanıtların genellikle "Silikon Valley" etrafında döndüğünü görürsünüz. Elbette sadece orası değildir, ama Dünya'da en çok insana ulaşan aktif yeni fikirler oradan gelmektedir, bu yazı da bu sayede bir çay bahçesinde yazılıp bir tıkla bloga girilebilmekte ve size ulaşabilmektedir. Yaratıcılığın komersiyel kısmı, elbette orayla ilişkili, ama sadece orayla da değil. Eskiden beri malum klişeler vardır, "Sanatın merkezi Paris" gibi, "Sinema dedin mi Hollywood" gibi... Ama yaratıcılığın nasıl ve nerede, hangi koşullarda ortaya çıktığı, yeni tarihî bir döneme hazırlanan Türkiye için önem taşıyor, zira günümüzün en önemli 'Değer'i betonun türevleri veya "mega projeler" değil, yaratıcılıktır ve buna sahip olan veya ortam hazırlayan ülkeler/halklar yükselmektedir. Yeni bir yükseliş çağının eşiğindeki Türkiye de yaratıcılık faktörünü anlamak, ama anlamakla yetinmeyip ona yaşayacağı alan açmak, daha da ötesine geçip onu desteklemek, -olmadı, hareketlendirmek için kışkırtıcı girişimde bulunmak zorunda. Bu konuda Dünya'nın başka yerlerine bakmak, ama asıl kendine güvenmek gerekir.
    Eski Yunan mitolojisine göre Tanrılar, karmakarışık bir hiçlikten doğmuştur. Eski Çin mitolojisine göre de herşey o belirsiz karmaşadan doğmuştur, önce ikiye ayrılarak, erkek prensip Yang ve dişi prensip Yin doğmuştur. Türklerin Umay ve Ülgen ile sembolize ettiği Yin ve Yang'ın birbiriyle ilişkisinin dozu, derecesi, şekline göre de şeyler ve olgular ortaya çıkmıştır (Konunun bu alanını, yeniden dönmek üzere, Gezi sonrasının yeni Sol'u için yazdığım "Yeni Gerçekçilik" altbaşlıklı Manifesto yazılarına bırakıyorum). Yaratıcılığı sınıflandırmak, Tanrısal/ilahi yaratıcılıkla diğer yaratıcılıklar arasına şimdilik belirgin bir sınır çekmeye gerek duymadan, "yaratıcı düşünce"nin ortaya çıkmasıyla ilgili bazı şartlara ve onun yaşam alanına dikkat çekmek istiyorum, zira bu konu bir tek yazıyla yetinemeyecek kadar önemli.
    Yaratıcı düşüncenin mutlaka belli bir rahatlık katsayısının üzerinde ortaya çıktığı gibi önyargılarla ilgilenmeden önce, yaratıcılığın bir evrensel durum olduğu ve heryerde evet her yerde ve her sosyal şartta ortaya çıktığını söyleyelim. Mesele yaratıcılığın olup olmaması değil, yaratıcılığa karşı tutumun ne olduğuyla ilgilidir. Finlandiyalı ve Koreli yaratıcılığa nasıl davranılmasını anlayıp titizlikle uyguladığı için Türk'den "daha yaratıcı"dır, yoksa daha akıllı olduğundan ve aklında daha çok şimşek çaktığından değil.
    Yaratıcı meslekler, sadece yazarlık, çizerlik, ressamlık, müzisyenlik gibi doğrudan sanat ve estetikle ilgili değillerdir, ama bir şekilde sanat ve estetikle ilgilidirler, çünkü konulara sevgiyle yaklaşmak ve özgür düşünce gibi ön şartlara sahiptirler. Ama bu kadar değil. Bir insanın aklında bir düşünce veya sanat eserinin parladığı anlarda, Schiller'in deyimiyle bu "ilahi kıvılcımlar"ın hakkının verilebilmesi için özdisiplin gerekir, yani yaratıcı düşünce öyle rahat, şarap içerken havadan edinilen falan birşey değildir. Yaratıcı fikir, bir konuda zaten gece gündüz çalışan, meşgul olan, o işin havasına girmiş kişilere gelir. Burada tabii, evrensel kriterlere göre -her insana dokunabilen- yaratıcılıktan bahsediyorum; "hadi bi iş kuralım" tipi, herkesin aklına gelebilecek günlük "yaratıcılıklar"dan değil. Dünya klasında marka üretmekten tutun da, moda/tekstil ürünleri tasarlamak, bilgisayar programı yazmaktan kült ölçeğinde filmler çekmek ve Dünyaya müzik yapmaya, hatta yeni ekonomi modelleri tasarlamaya ve Dünyaya örnek olmaya kadar geniş bir yelpazeden bahsediyoruz.
    "Yaratıcı fikirleri olan" çoktur, ama yaratıcı fikirleri hayata geçirenler azdır, çünkü buna ya fırsat/imkan bulamazlar, ya da içinde bulundukları meslek alanı o fikirleri "belli kalıplara döküp" öldürür. Ama yaratıcılığı engelleyen en önemli etmen, bir ülkenin genel mental iklimi, halkının (ve devletinin) yaratıcılığa karşı tutumudur. Bu yazının küçük blogda (Konstantiniye mikronotları) değil de burada yer almasının nedeni de bu. Türkiye bu konularda -1960 darbesi sonrası, 1971 darbesine kadar olan on yıllık dönemi saymazsak- çok kötü bir sınav vermiştir ve yasakçılığı/günahçılığına yenilerek Türkiye'nin bir vasat hıyar tarlasına dönüşmesine neden olmuştur, tabii bu durum artık değişiyor ve yaratıcılığın yükseleceği bir dönem geliyor.
    Yaratıcılık, "bir pınarın başında otururken akla gelen fikirler" türünden tamamen bireysel bir konu değildir dedik. Burada yaratıcılığın bir olgu olarak benimsetilip yükseltilmesiyle ilgilendiğimiz için konunun sosyal boyutuna özellikle eğiliyoruz. Bir yazar okursuz neyse, bir ressam da sergisini ziyaret edenin olmadığı ortamda yaşayamaz. Bunlara değer veren bir anlayışın olmadığı bir yerde büyük sanatçı, büyük eser de olmaz, olursa da az olur, çünkü yaratıcılık, Yin ve Yang gibi iki yanı olan bir olgudur; bu denklemin yaratıcı Yang kısmı eserin üretilmesi ise, Yin kısmı da o esere değerini veren halktır. Bunun nasıl işlediğini yakın tarihimize bakıp görmek de mümkün elbette. Bence Türkçe dilinin en önemli yapıtlarından ya birincisi ya ikincisi ya üçüncüsü olan "İnce Memed" romanının piyasaya çıkıp Dünya kültürüne malolduğu yıllar, Türkiye'de kültüre en çok değer verilen, en çok kitap okunan 1960'lı yıllardır. Yaşar Kemal kitabı 1960'dan hemen ömce yayınlamıştı, ama Türkiye'nin o verimli on yılında bir fenomen oldu. Bunda en büyük rol, onun değerini bilen Türk okurunundur elbette. O dönemin yaratıcı değeri, özel bir araştırmayı hakedecek kadar büyüktür. Bu dönem, sadece Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi yazarların değil, Nazım Hikmet'den Orhan Veli'ye, Rıfat Ilgaz'dan Devekuşu Kabere'ye, Aşık İhsani'den Aşık Mahsuni'ye, yani halk sanatına kadar bir dizi sanatsal yaratının dünyaya açıldığı dönemdir. Yaman bir köylü olan Aşık İhsani'nin Paris'de taltif edildiği yıllardır. Ve bütün bunlarda, 1960 darbesi sonrası yapılan demokratik Anayasa'nın ve yeni AP iktidarının ona bir yere kadar saygılı olmasının katkısı vardır. Türkiye'nin yeni döneminde devletin ve hükümetlerin özgür düşünceye/sanata saygılı olması ve desteklemesi, 1960 sonrasından çok daha yaratıcı bir dönemi getirebilir.
    Sanata değer veren halk faktörü nedense genellikle gözardı edilir. Nazım Hikmet'in bu kadar büyük bir şair olabilmesi de, Türkiye'de yasaklı olmasına rağmen Sovyetler Birliği sayesinde Dünya okuruna sunulmasıyla gerçekleşmiştir. Gezi isyanı, Türkiye'deki yeni dönemi taşıyabilecek bir gençliğin yaşadığını, yaratıcılığın halkta önemli bir karşılığının olduğunu göstermiştir. O halde yaratıcılığı bilinçli bir şekilde destekleyip yaygınlaşmasını destekleyen iktidarlar, Türkiye'nin betondan çok daha rapine işler/şeyler üretebileceğini ve insanlık hazinesine yeni katkılarda bulunabileceğini gösterebilirler. Bu durum, eski aşağılık komplekslerinden kurtulmakta olan Türkler'in yeni ve sağlam bir özgüven kazanmaları için son derece önemlidir.
    Yaratıcılık en başta bir bireysel iştir elbette, bir cesaret ve düzenli çaba meselesidir, gereğinde rezil olmayı göze alabilmeyi falan da gerektirir. Korkaklardan büyük sanatçı/yaratıcı bireylerin çıktığı hiç görülmemiştir. Ve yaratıcılığın burada bizim anladığımız anlamdaki, ilahi biçiminden ayırmadığımız hâli, yaratıcı bireyin "Ben/Ego" olmayı bırakıp "O" olduğu halidir. Bunun mistik açıklamasına ille de girmek gerekmez ama, Çinlilerin "Dao", Türklerin "Kayrakan" dediği, "Herşeyin ruhu"na teslim olmak gerekir. Bu çok önemli konuyu, ünlü ressam Emil Nolde, "Hiçbirşey'in içinden, onda olan herşeyi bulup çıkarmak, Tanrısal yaratıcı gücün mutluluğudur" gibi bir cümleyle anlatmaya çalışmıştır. Kısacası, "Bırakın, yaratıcılığın kendisi sizin üzerinizden Dünyaya aksın" da diyebiliriz. Filozof Wilhelm Schmidt, "Ben" üzerinden düşünerek güdük bir yaratıcılığa ulaşılabildiğini, ama kendi egosunu rafa kaldıranların daha kapsamlı bir yaratıcılık sergileyebildiğini anlatır (yanılmıyorsam, okuduğum "Glück" adlı kitabından bu blogda bahsetmiştim).
    Bir insanın Tanrısal/ilahi yaratıcılıkla çelişmeyen, kendi ego'sunun ötesinde bir yaratıcılık sergilediğini nasıl anlarız? Gerçek yaratıcılık, sizi kısıtlamaya/kontrole kalkışmaz, manipulasyona/yalana gerek duymaz. Bizim burada esas aldığımız ve destekleyeceğimiz sahici yaratıcılık, başka insanlara da özgürlük şartları altında ilham olan, insanları kendine bağımlı kılmak yerine özgürleştiren yaratıcılıktır. İşte o yaratıcılık, Türkiye'yi kanatlandıracak yaratıcılıktır.