Bir 'Üçüncü Dünya Savaşı senaryosu'nu konuşmak! Ve Türkiye

2009'un daha ikinci haftasında Reuters ajansı abonelerine pek de dikkat çekmeyen bir haber geçti. Konu, ABD'den İsrail'e yapılan büyük ölçekli silah ve mühimmat sevkiyatıydı. Olayın bir haber değerinin olmasının nedeni, sevkedilen silah miktarının olağanüstü miktarda olmasıydı ve bu konulardan anlayan uzmanlar tarafından da "olağanüstü" diye nitelenmesiydi. 3.000 ton silah ve mühimmatın İsrail'e taşınması için Pentagon, bir Yunan deniz taşıma firmasıyla anlaşmıştı (Aralık ayında da 2.600 ton silah ve mühümmat İsrail'e gönderilmişti) ve malzeme, Yunanistan'daki Astakos limanına getirilip, oradan Yunan gemileriyle, İsrail'in Ashdot limanına taşındı.
2009 yılı bize başka birşey daha hatırlatıyor. WikiLeaks belgelerinde İsrailli yöneticiler o yıl Türkiye'yi, "Batı'nın kaybettiği İslami devlet" olarak tarif ediliyorlardı. Yani Türkiye, şaka-maka "karşı taraf"tan sayılmanın eşiğinde bir yer olarak tarif edilmiş oluyordu, çünkü burada Kanadalı ekonomi profesörü Michael Chossudovsky'nin "Üçüncü Dünya Savaşı Senaryosu"nu konuşacağız. Globalleşme karşıtı kuşkucu Chossudovsky'nin yeni çıkan e-kitabıyla birlikte eski makalelerini de okuduğumuzda, "atom silahlarının da kullanılacağı" bir savaşın, bir dizi İslam ülkesine karşı adım adım "başlatıldığı" iddiasını ve bunun ilginç argümanlarını görüyoruz.
Tabii konu sonuçta, akıllı bir komplo teorisi gibi de okunabilir. Ama profesörün yazdıklarından derlediğimiz senaryoyu -farklı bir perspektif olması nedeniyle- sizlerle paylaşmanın doğru olacağını düşünüyoruz, zira bir Türk atasözü şöyle der: Korkulu rüya görmektense uyanık kalmak hayırlıdır...

Eğitimli modern gençliğin 25 yaş krizi ve anlamsızlık sorunu

Yirmi yaşının ortasında üniversite eğitimini tamamlamış, diplomasını almış gençler arasında yaygın. Birden bire "Hayatın gerçekleriyle karşılaşmak" ve öğrencilik hayatından iş hayatına geçiş, önemli bir sorun teşkil ediyor. Benim konuştuğum üniversite mezunu iki gencin sorusu şuydu: "Bizden ne olacak, biz ne olacağız?"
Başvurdukları bütün firmalardan ya yanıt alamamışlar, ya da reddedilmişler. Biri sosyolog, diğeri mühendis. Sorun bundan ibaret değil elbette. Bir kere, istemedikleri bir alanda çalışmak istemiyorlar aslında. (Hatta belki "çalışmak"la sorunları var. Çünkü "iş hayatı" denen şey manyak bir şey!) Mühendis olan genç adam, mühendislik yapmak istemiyor. Zaten mecburen, puan sıralamasında tutturduğu için o bölümü okumuş. Sosyolog olan genç kadın ise tam bir kafa karışıklığı yaşıyor, çünkü tiyatro oyuncusu olmak veya sanat alanında çalışmak, "birşeyler yapmak" istiyor ama ne yapacağını ne olacağını bilmiyor, bir türlü karar veremiyor...
İşte bu kararsızlık, Quarterlife Crisis denen karabasanın işaretlerinden en önemlisi...
Eskiden, adına "Milife-Crisis" (Ortayaş krizi) denen birşey vardı. Farkında mısınız bilmem ama şimdi onun zamanı değişti, adı da "Quarterlife-Crisis" oldu, yani, Orta yaş değil, "Çeğrek yaş krizi." Bu durumu keşfedip tanımlayanlar, Abby Wilner ve Alexandra Robbins. ("Quarterlife Crisis" New York 2001) İşin ilginç yanı, konuyu keşfeden Web grafikeri Wilner ve gazeteci Robbins'in, sorunu bizzat yaşayanlardan olmaları. Günün birinde bunun çok yaygın bir fenomen olduğunu görüp, konuya cidden eğilmeyi düşünüyorlar.

Robert Kurz / Ekonomik dopping

Krizler gelir gider, ama kapitalizm kalır. Liberaller ve Sol teorisyenler bundan emin. Büyük bir ekonomik kriz nasıl aşılır? Her cinsten kapital fazlasının (Üretim araçlarının, iş gücünün, mal/metanın, paranın) değeri düşürülür. Güya ondan sonra yeni bir yükseliş başlar. İşletme profesörleri buna "Uyum", akademik Solcular da "Arındırma" (tasfiye, fazla değerleri silme) diyorlar. 2009 Sonbaharından beri genellikle söylenen, yeni ekonomik krizin üstesinden gelindiği. Ama büyük temizlenme ve arındırma falan olmadı. Onun yerine, şeytan çıkarır gibi (birşeyler) "kurtarıldı". Resmi ekonomi biliminin ve onun Sol meslektaşlarının kendi kavrayışlarına/anlayışlarına göre asıl değer kaybı (1) henüz yolda, geliyor olmalı!
Belki pragmatistler, teorisyenlerden daha akıllıydılar, çünkü global arındırmanın ardından geriye sadace yanmış (ekonomik) toprak kalacağını biliyorlardı. Kurtuluş önlemleriyle, önlerindeki temel sorunu iteleyip/öteleyip duruyorlar, sorunun giderek daha da büyümesini sağlıyorlar.

İsrail'in içinde bulunduğu zor 'Zaman kalitesi'nin 2012 sonuna uzanan seyri

İsrail, burada değinmek istediğimiz beş farklı 'Zaman kalitesi'nin çoklu etkisi altında bulunuyor. Bu etkilerin hepsi, 2012 Ocak-Mart aralığında son bulup İsrail için yeni bir süreç başlarken, altıncı bir etki de 2012 yılı sonuna kadar İsrail'in bir geçiş dönemine eşlik eder görünüyor. Biraz karışık gibi dursa da, Türkiye'nin önündeki olası zor dönem ile bazı ilginç paralellikler içerdiği söylenebilir.
Geçen yılın Mart ayından itibaren etkiyen ve ülkeler/politika astrolojisiyle ilgili dostlarımızın "Neptün Mars zıtlaşması" diye adlandırdıkları ilk durum, İsrail'in bir şekilde "dolduruşa geldiğini", yani aldatıldığını/aldandığını gösteriyor. Böyle bir zaman diliminde "Şans" gibi görünen (riskli) girişimlerden kaçınmak ve yalan/dolan'a başvurmamak özellikle önemliyken, İsrail'in buna pek dikkat etmediği ve önemli hatalar yaptığını söyleyebiliriz. Bu şartlar altında dalavere/katakulli (yani gizli/açık operasyonlar) mutlaka ters teper. Mavi Marmara olayının İsrail açısından böyle ters tepen cinsten bir operasyon olduğu açıktır. Bu zaman kalitesi, İsrail'in dış ilişkilerinde söylediği tüm resmi yalanların fena halde ters tepeceğine işaret ediyor -ki Türkiye ile ilişkilerinde öyle de olmuştur.
Bu işaretin etkisinde İsrail'in birçok konuda eskime alametleri gösterdiğini, tezlerini savunmakta zorlandığını ve İsrail'in dünyada eskisi gibi kabul görmediğini söyleyebiliriz. İsrail'in bu şartlar altında yeni/büyük/riskli girişimlerden kaçınması gerekirdi. Bu zaman kalitesinin en önemli özelliği, İsrail'in özgüveninin sarsılma ihtimalinin çok yüksek olduğuna işaret etmesi. Fakat bu kötü etki, 2012 Ocak ayında sona eriyor ve İsrail'in eski özgüvenine yeniden kavuşması önünde büyük bir engel görünmüyor. Bugünlerde zirvesini yaşayan bu etki, aynı zamanda Türkiye'nin en esip gürleyebileceği, ve kendini çok güçlü hissettiği bir döneme denk geldiği için, bir İsrail-Türkiye çatışması halinde bu çatışmaya Türkiye'nin yüksek özgüvenle, İsrail'in ise ruhsal depresyonla gireceğini tahmin edebiliriz. Ama Şubat ayından itibaren bu ruh halleri, Türkiye'de ve İsrail'de şimdinin zıddına dönüşebilir.

Türkiye'nin önündeki tehlikeli 'zaman kalitesi' ve 2011 yılına yeniden bakış

Türkiye, bu yılın başından beri, hepsi Ekim-Kasım arasında sona erecek üç farklı zaman kalitesinin etkisinde yaşıyor. Bunlardan ilki, Ekim ayında sona erecek zaman kalitesi. Bu etki, şimdi Türkiye'ye hakim olan "Değerler"in bir sağlaması niteliğindeydi. Mesela Osmanlılık ve 'Ecdadımız' konusu, Müslümanlığın para/mal karşısındaki tavrı konusu, etik/ahlak, adalet kavramı ve daha birçok değer, sınandı. Ülkeler astrolojisiyle ilgili dostlarımızın "Satürn ve Chiron arasında zıtlaşma" diye adlandırdığı bu durumun, oldukça kafa karıştıran -zıtların birliği türünden- bir zaman kalitesi olduğunu kabul etmek gerek.
Bir tarafta yani bir şey var, özgürlük vaad ediyor, bazı konularda hakikaten özgürleşme sağlamış durumda, eski tabular kırılmış, eski makromilliyetçiliğin engelleyici yanları aşılmış görünüyor -ki olumludur elbette...
Diğer yanda eski yükümlülükler, gelenek ve sorumluluklar var... 

Basından Yunanistan'da iç savaş uyarısı ve Türkiye

Kathimerini gazetesi dün (18.9.11), Yunan Maliye Bakanı Evangelos Venizelos'un Polonya'daki AB Maliye Bakanları zirvesinde Yunan Hükümetinin kemer sıkma politikasını sürdürmekte kararlı olduğunu bildirdi, ama o zaman Yunan toplumunda kaos ve şiddetin yaygınlaşabileceğini de ekledi. Kathimerini'nin Bakanın sözlerinden yola çıkarak, "toplumun çözülmesi"nden bahsetmesi çok ilginç.

Avrupa basınında Yunanistan'ın iflası tartışmaları, Türkiye ve savaştan kaçınmak

Yunanistan'ın iflasına karşı mümkün olan herşey yapılmalı elbette. Fakat şu da görülmeli: Esas sorun, Yunanistan'ın iflası değil. Esas sorun, kapitalizmin iflası. Bunu konuşmak, eskiden marjinal olmak demekti. Hiç olmazsa şimdi marjinallik sayılmamalı. Çok kısıtlı zamanı, entel pişmanlığı ve depresyonla geçirmenin lüzumu yok. Nedenini hâlâ anlamadığım üzere, Türkiye'de Sol geleneğin bu kadar çok küçümsenmesini, belgeli/birikimli eski "Marksist" yeni sağcılara borçluyuz. Bu tipler Soldan neden bu kadar nefret ederler, anlaşılır gibi değil!
Global Sistem bir bütün. Herşey birbirine bağlı. Türk ekonomisinin diğer ekonomilerden daha iyi durumda görünmesi, hep böyle devam edeceği anlmına gelmez. Yunanistan çökersa, herkes etkilenir. Türkiye de...

Emperyalizmin hâli pür meâli


Rusya'nın, 'dünya'dan ciddiye alınabilecek hiçbir sert tepki görmeden Gürcistan içlerine kadar girmesi, yeni bir tür deneme-yanılma metodunun yanılgıyla sonuçlandığını gösteriyor. Deneyen Gürcistan, yanılan ABD olmuştur. Konu elbette bu kadar basit değil. Olanlara yaklaşımın, şeklen dünya siyasi coğrafyasını belirlemeye devam eden ulusdevlet formatı ile sınırlanması, son birkaç yılda yaşanan hızlı değişim ve dönüşümü açıklamayı zorlaştırmaktadır. Değişim, emperyalizm kavramının bundan sonra daha sık kullanılma olasılığıyla ilgilidir.
Emperyalizm, Avrupa'da ortaya çıkan ve liberal demokrasiyle yönetilen süper ulusdevletlerin 1870'lerle 1945 arasındaki dönemde birbiriyle rekabet içinde, dünya üzerinde teritoryal/coğrafi genişleme ve nüfuz mücadelelerini ifade etmek için kullanılmış bir kavramdır. 20'inci yüzyılın son çeyreğine kadar, marksist gelenek tarafından, kapitalizmin kategorik yeni bir seviyesini ifade etmek için de kullanılmıştır. 'Emperyalist' sözcüğünün 19'uncu Yüzyılda ilk kez Napoleon Bonaparte'ın Avrupa'daki yayılmacı politikalarını tarif etmek için kullanılmasını bir istisna sayarsak, bu kavramın gerçek tarihini 20'inci Yüzyılın ilk yıllarıyla başlatmak mümkün.
İlk emperyalizm teorisini yazan sol-liberal John Atkinson Hobson, emperyalizmi ekonomi üzerinden açıklamaya çalışır ve bir ülkenin emperyalist olmasını önlemek için işçilere daha çok para verilmesini önerir. Böylece çalışanlar daha çok tüketecektir ve üretilen fazla malların dışarıya satılması zorunluluğundan doğan emperyalist pratiklere gerek kalmayacaktır! (‘Imperialism, A Study’ 1902)
İlk marksist emperyalizm teorisini Rosa Luxemburg yazmıştır. Bu teoriye göre kapitalizm, bir ülkenin iç piyasasına tamamen hakim olarak o ülkenin ulusal sınırlarına dayanınca, sınır dışına doğru genişlemek ve kapitalist olmayan alanlara doğru yayılmak zorundaydı. ('Die Akkumulation des Kapitals' 1913). Sosyal-demokrat Karl Kautsky de, bir ulus-devletin kendi sınırları dışındaki tarım alanlarını hakimiyeti altına almak için uyguladığı politikaya ‘Emperyalizm’ diyordu. (‘Die Neue Zeit’ dergisi 11.9.1914).
W. I. Lenin'in yazdığı emperyalizm teorisi ise, en çok bilinen ve en çok atıf yapılan teoridir. Lenin'e göre 'Emperyalizm', endüstriyel kapitalizmin finans kapitalle birleşmesi sonucu oluşan monopol kapitalizmin adıdır ve bu haliyle kapitalizmin çöküşünden önceki son aşamasıdır. ('Imperialismus' 1917) Klasik emperyalist aşamanın kapitalizmin son aşaması olmadığı, hem II. Dünya Savaşından sonra, ama en çok 'Globalleşme' döneminde ortaya çıkmıştır. Globalleşme, kapitalizmin en son aşamasıdır. Sonudur -çünkü insanlığın yaşam koşullarını ortadan kaldırma, iklimleri bozma ve dünyayı yaşanmaz hale getirme aşamasına gelmiştir. Şimdi asıl konu, kapitalizmin sonunun aynı zamanda insanlığın da sonu olup ulmayacağı meselesidir. (Elbette insanlığın değil kapitalizmin sonu olacaktır)
Sözü edilen emperyalizm teorilerinin hepsi, ulusdevlet formatına göre ve süper ulusdevletlerin her birinin teritoryal genişleme eğilimleri esas alınarak yazılmışlardır. Elbette daha sonra marksist gelenek dışı emperyalizm teorileri de yazılmıştır. Emperyalizmi marksist gelenek dışında tarif eden teorilerin en önemlileri, 68 döneminde ve sonrasında ortaya çıkmışlardır. Örneğin tarihçi Hans-Ulrich Wehler'in teorisi, emperyalizmin asıl amacının, dikkatleri dışarıya çekerek devletin mücadeleci işçileri kazanma çabası olduğunu söyler ('Der Imperialismus' 1980). Wolfgang J. Mommsen'e göre ise emperyalizm, Avrupa'daki milliyetçi düşüncenin en uç biçimidir ve demokrasi ile doğrudan ilintilidir. ('Imperialismustheorien' 1980) Mommsen, marksist gelenek dışından yola çıkarak gerçeğe en çok yaklaşmış düşünürlerdendir.
Bir de 1990'lı yılların (olmayan) “ruhu”na uygun olarak yazılmış “Bestseller” türünde teorimsiler vardır. Bu “teoriler”de, bir başa dönüşü, ilk sol-liberal emperyalizm teorilerinin daha da güzellenmesini ve mesela Robert Kagan'da, yer yer olumlu anlamda kullanılan bir 'Demokratik Emperyalizm'e dönüştüğünü görüyoruz. Britanya hükümetinin danışmanlarından Robert Cooper da emperyalizmi ('Liberal Emperyalizm' şeklinde) olumlu anlamda kullanmaktadır. ('The new liberal imperialism', The Observer, 7.4.2002) Adı ağızlara asla alınmayan kapitalizmin (ve sorunların ona özgü sosyo-ekonomik kategoriler çerçevesinde ele alınmasının) devreden çıkarılması ile, kuru politika ve etnik/dinsel “kimlikler” teraneleri devreye girmişti. (Ekonomi ve ekonomi-politik dışı demokrasi “muhabbeti”nde varılan yerin laf kalabalığı ve entelektüel “Absürdistan” oduğu artık iyice anlaşılmıştır ve kimlikçilik modası sona ermiştir. Bir düşünce biçimi olarak kültürcülüğün iflasıyla birlikte, onun son ürünü/artığı ılımlı! “islami kimlik” ve onun Allah'tan (c.c.) çok İsviçre bankalarındaki parasına güvenen para/iş cemaatleri üyeleri de krizin kapsama alanına girmişlerdir. Çok güvendikleri para dağlarına yakında kar yağacağı çok büyük bir ihtimaldir. Amerikalı milyarder Willbur Ross'un Ağustos ortasında söylediği üzere, bine yakın Amerikan bankasının çökmesi beklenmektedir. “İşini bilen adam” devri sona ermek üzeredir. Çünkü önümüzdeki dönemin uyduruk adamlara tahammülü olmayacak kadar ciddi bir dönem olacağı kesindir. Artık, 'Sahici kalitesi olan adam' devrine doğru ilerliyoruz. Kerameti kendinden menkul “arkası kuvvetli” laf ebesi, otuz yıldır aynı “demokrasi/insanhakları/dinimiz” lafazanlığıyla “iş” yapan kültürsüz/görgüsüz veya hedonist hoş ve de boş adamlar/aydınlar/akademikerler/politikacılar devri sona ermektedir)
Emperyalizmin klasik eğilimleri, II. Dünya savaşından sonra önemli ölçüde değişmiştir. ABD ve Sovyetler Birliği (SB), doğrudan kendi devletlerinin nüfuz alanlarını teritoryal anlamda genişletmek ve genişlettikleri yerleri kendi ülkelerine bağlamak yerine, temsilcisi oldukları sistemlerin nüfuz alanlarını genişletmeye ve kontrol etmeye yönelik yeni bir hakimiyet (emperyalizm) türü uyguluyorlardı. ABD liberal kapitalizmin, SB kooperatist kapitalizmin hamisiydi. Bu iki bloktan herhangi birine dahil ülkelerin kendi aralarında emperyalist bir rekabet içine girmeleri pek mümkün değildi.
1968'de ortaya çıkan Yeni Sol, emperyalizm eski anlamını yitirmiş olmasına rağmen 'Emperyalizm' kavramını kullanmaya devam etmiştir. Bazıları bunu eleştiriyor. Sol'un bu kavramı kullanmak veya kullanmamak tamamen kendi bileceği iştir ve buna karışmak kimsenin haddi değildir. Bugün de kullanılan (ve hatta islamcıların ve eski sağcıların bile kullandığı) Emperyalizm kavramının ve temel emperyalizm teorilerinin mucidi/yazarı marksist Soldur. Tabii bu, eskinin emperyalizmi ile günümüz 'Emperyalizm'i arasında -nicel de değil- nitel farklar olduğu gerçeğini değiştirmez.
Aynı marksist Sol geleneğe bağlı kalarak, günümüzün bazı kapitalizm pratiklerini 'Emperyalizm' diye nitelemek de mümkündür. Sonda söylenecek şeyi başta söylemek gerekirse; 'Yeni Dünya Düzeni' ve 'Globalizm' kavramını, yeni bir 'Emperyalizm' kavramı anlamında kullanmak mümkündür. Marksist Sol kökenli Robert Kurz, Irak'ın “demokrasi adına” işgalinden yola çıkarak, işgalin arkasındaki yapıyı ve Cooper gibileri de unutmadan, 'Demokratik Bütüncül Emperyalizm' diye tanımlamaktadır ('Weltordnungskrieg' 2004). Kısacası günümüzde 'Emperyalizm' terimini kullanıp kullanmamak bir tercih meselesidir. Fakat onun ötesinde öznel bir yaklaşım gerekirse, mutlaka emperyalizmden sözedeceksek, emperyalizmin gelişim aşamalarını şöyle sıralayabiliriz: 1.'Klasik Emperyalizm' (1870'lerden 1914'e), 2.'Emperyalizm' ve emperyalizmin dönüşüm dönemi (1914-1945) 3.'İki Süper Devlet Hegemonyacılığı' ve onun dönüşüm dönemi (1945-1979, 1979-1991), 4.'Yeni Dünya Düzeni', kapitalizmin sonu ve kapitalizmin tasfiyesi/dönüştürülmesi dönemi (1991-2001, 2002-2012, 2013-2024). Fakat Sol geleneğe saygının bir ifadesi olarak; Üçüncü dönemi 'İki Süper Devlet Emperyalizmi dönemi', dördüncü dönemi de 'Bütüncül Emperyalizm dönemi' diye adlandırabiliriz.
Kavramlar, her dönemin kendine özgü kalitesinden doğar. Lenin'in ifade ettiği 'Emperyalizm Çağı', kapitalizmin belli bir aşamasını ifade eder ve 'Emperyalizm' kavramı sırf bu nedenle 20'inci yüzyılda çok kullanılmıştır. Bazı eski Solcu (yeni Sağcı) demokratik ampül pervanesi aydınların, “Emperyalizm diye bir şey olsaydı Marx kullanırdı” benzeri lafları, komedi filminden önce bir adet alınması gereken portakal aromalı vitamin hapı kıvamındadır. Sade suda hemen erimektedir. (Marx, 'Globalizm', 'Prozac' falan gibi şeyler de kullanmamış.. demek ki böyle şeyler yok!) Kapitalizm barbarlığının iklimleri, atmosferi ve insanlığı bozmaya başladığı son aşaması Yeni Dünya Düzeni, insanlık dışı/düşmanı bir düzendir (ve öyle olduğundan, onu desteklemek, destekleyenleri aptallaştırmaktadır).
Günümüzde 'Emperyalizm' kavramının etkisini yitirmesinin nedeni, bu kavramla ifade edilen kapitalizm türü ile günümüz kapitalizmi arasında önemli nitel farkların ortaya çıkmış olmasıdır. Bu farkların altyapısını kısaca şunlar oluşturmaktadır: 1. 1980'lerde başlayan III. Endüstri devrimi. Bu sayede 'Ücretli iş' kavramının kalitesi değişmiştir (ayrı bir yazı konusudur). 2. Kapitalin işçileri sömüremediği türden absürd durumlar ortaya çıkmıştır. Çünkü 'kalıcı işsizlik' gibi bir kavram doğmuştur. 3. Buna bağlı olarak dünyanın bazı bölgeleri üretilemeyen/tüketilemeyen, sakinleri çalıştırılamayan, yani kapitalist anlamda getirisi olmayan, “işe yaramayan” bölgeler haline gelmiştir. Çalıştırılamayan insanı sömürmek de mümkün değildir. Bu durum, tamamen yenidir. 4. Üreterek para kazanmak (tüketici sayısı/alımgücü mütemadiyen düştüğünden ve kapitalizm merkez ülkelerinde yoğunlaştığından) eskisi kadar getirisi olmayan bir şeydir ve bu yüzden yeni kapitalizm, öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde 'Finans'/para ağırlıklı bir kapitalizm türüdür. Asıl motorunu spekülasyon/borsa/faiz/vs. Oluşturmaktadır. Durmadan finans balonları/köpükleri üretmesi de bu yüzdendir.
Emperyalizm çağından sonra devreye giren Yeni Dünya Düzeni'nin (Global kapitalizmin veya bütüncül emperyalizmin) baş özellikleri de şunlardır: 1. Global işbölümü. İşbölümünün ulusal sınırlar ötesinde işlemeye başlaması. Buna kısaca 'Globalleşme' diyoruz. Bu sayede işçiler/devletler arasında “kim daha ucuza çalışacak” yarışı başlamıştır. Bu yarışı proleter devrimci Çinli işçi “kazanmıştır”. En ucuza, en az sosyal haklarla, Tuzla'daki gibi ölümüne çalışabilecek bir 'çalışanlar arası rekabet' yaratılmıştır. Bu, kapitalizmin ilk Oktobrist döneminden daha barbar bir çalışma sistemidir (çünkü eskiden çalışmak istemeyip köye dönülebiliyordu. Şimdi dönülecek bir yer kalmamıştır. Eskiden sendikalar vardı, şimdi etkisizdirler, çünkü iş rekabeti korkunçtur). 2. Kapital, ulusal sınırlar ötesi hareket kabiliyetine sahip hale geldiğinden, ulusdevletlerden bağımsızlaşmıştır. (Tek başına bu bile başlı başına bir devrimdir) Yani para, ulusdevletlere paralel (veya karşı) özgün bir güç haline gelmiştir, hatta ulusdevletlere hükmetmeye başlamıştır. Bu durum, politikanın, paranın yerel acenteleri/temsilcilikleri haline gelmesine neden olmuştur ve politika prestijini yitirmiştir. 3. Liberalizm sona ermiştir. Çünkü liberalizm, ulusdevlet sınırları dahilinde tanımlanan bir milli/ulusal kapitalizm'in siyasi ifadesidir. Liberalizmin sonu, -bugün kendilerine “liberal” diyenlerin savunduğu- özelleştirmeler ile gelmiştir. Özelleştirmeler, liberalizmin ve milli ekonomilerin tasfiyesi anlamına gelmektedir. Aynı aşamada ülkeler, para/finans odaklı neoliberal küresel kapitalizmin kontrolü altına girmişlerdir. Devletler/hükümetler, önce ekonomi üzerindeki kontrol yeteneklerini, sonra da regülasyon yeteneklerini yitirmişlerdir. 4. Dünyanın bazı bölgelerinde önce ekonomiler sonra devlet örgütlenmeleri çökmüştür. Bunun anlamı, tüm sosyal hizmetlerin, sağlık ve eğitim gibi alanların devlet tarafından terkedilmesi, bürokratik fonksiyonların da sıradan vatandaşla ilgilenmeyen asgari düzeye indirgenmesidir. Böyle bölgeler, dünya sisteminden dışlanmıştır. Geriye, sosyo-ekonomik bir çöl ve bu çölde mini vahalar (dikenli tellerle çevrili, özel korumalı lüks getolar) kalmaktadır. 5. Bu bozulmaları kontrol altında tutmak için ve sistemdeki hızlı bozulmalara karşı Yeni Dünya Düzeni'nin devletler üstü işlemesine uygun (neo-liberal) “demokrasi” (yani post-demokrasi) adına, gereğinde zor kullanma eğilim ve pratikleri gözlenmektedir. (Bunlara, 'Bütüncül Emperyalist' pratikler diyebiliriz) Bu pratikler, ABD merkezli olmakla birlikte, çok geniş katılımlı pratiklerdir. Irak'ı işgal edenler arasında Letonya, Filipinler gibi ülkelerden askerlerin de bulunması, bütüncül emperyalizm hakkında bir fikir verebilir. 6. Sistem, merkezlerine doğru geri çekilmektedir.
Burada -geri dönen- 'Emperyalizm' kavramını ilgilendiren ve Bütüncül Emperyalizmin bozulması işaretlerini veren ilk teritoryal/siyasi konu, sistemin hangi merkezlere doğru çekileceği konusudur. (ABD'ye mi, AB'ye mi, Rusya-Çin'e mi vs. Bunun için elbette bol petrole vs. ihtiyaç vardır) Oraya gelmeden önce 2001 yılından itibaren hızlı bir yükseliş ve ardından yenilme/bozulma aşamasına geçen 'Bütüncül Emperyalizm'e dönmek gerekiyor.
Bütüncül Emperyalizm aşamasında klasik hükümranlık ve teritoryal emperyalizm anlamını/önemini tamamen yitirmiş ve gereksizleşmişti. Geniş teritoryal/coğrafi alanları kontrol altında tutmanın, geniş topraklara sahip olmanın bir anlamı kalmamıştı, çünkü dünyanın birçok bölgesi artık para etmiyordu, elde tutmak da pahalıydı! Bütüncül Emperyalizm, (“Tek kutuplu dünya” gibi saçma bir kavramla ifade edildiği dönemde) ekonomi/kapitalizm ötesi kutsal! “demokrasi (?) adına” dünyanın heryerine karışma hakkını kendinde gören bir zihniyetin ifadesidir. Bu 'heryere karışma'nın iki ana fikri ve gerekçesi vardır: Biri, küresel sisteme kapılarını açmamakta direnenlere, milli ekonomilerini korumakta ısrar edenlere karşı yürüyülen “totaliter, anti-demokrat, insanhakları düşmanı!” kampanyaları -ki sonu finans operasyonlarına ve Amerikan müdahalesine kadar gidebilmekteydi. İkincisi, sistemin yukarıda sözü edilen bozulmalar sonucu, sömürülemeyen çevrelerin ve kontrolden çıkan unsurların cezalandırılması ile ilgili gerekçelerdi. Bu, sistemin kendi ürettiği sorunlara karşı silah kullanması gibi absürd bir durumdur ve bu nedenle 'terörizme karşı savaş'ın sonsuza dek süreceği türünden vecizeler yumurtlanmasına neden olmuştur. (Küresel kapitalizm sonsuza kadar sürmeyeceğinden, küresel terörizm de sonsuza kadar sürmeyecektir)
Emperyalizmlerin kendine özgü “kalitelerini” anlamak için, onların kimi/neyi düşman ilan ettiklerine bakmak bu yüzden öğretici olabilir. Klasik Emperyalizm döneminde her süper ulusdevlet, diğerini düşman ilan etmektedir. Mesela Büyük Britanya'nın düşmanı Fransa'dır vs. Emperyalizm döneminde de durum esasen aynıdır, süper ulusdevletler birbirlerini düşman gösterirler. İki Süper Devlet Emperyalizminde bloklar birbirinin düşmanıdır. Gene düşman, sonuçta devletler bazında tarif edilmeye çalışılmaktadır. Fakat Bütüncül Emperyalizm'in düşman tanımı, ilk kez 'Terörizm' gibi hayalet/sanal bir düşman olmuştur. Askeri bakımdan Amerikan ordusuyla asla kıyaslanamayacak 'Haydut Devletler'den bahsedilmektedir vs. Burada, 'Dünyanın iç işleri mantığı' söz konusudur ve bu yeni emperyalizm türünün temel mantığı da budur. Düşmanlar esasen sanaldır, çünkü bizzat/aynı sistemin parçası/ürünüdürler ve aynı sistemden nemalanmaktadırlar. Bütüncül Emperyalizmin en büyük çelişkisi, kendisi gibi global olan düşmanına karşı (yani kendisinin dökülmeye başlayan yanlarına karşı) savaşırken, bunu ulusdevlet bazında ifade edip uygulama zorunluluğudur. Çünkü dünya siyasi coğrafyası, herşeye rağmen ulusdevletlerden oluşmaya devam etmektedir ve yaptığı işi 'ulusdevletler dili'ne tercüme etmesi gerekmektedir.
Bütüncül Emperyalizmin anafikri, finans/para odaklı global kapitalist sistemin bakası için dünyanın tamamında asayişi sağlamak ve herkesi belli kurallara (şekilci demokrasi, kültürcü dil, özelleştirmeler, vs.) uymaya zorlamaktır. Bu aşamada ulusal bağımsızlık önemli ölçüde ortadan kalkmıştır ve bu durum, “demokratlar” tarafından “iyi bir şey!” diye pazarlanmıştır. Bu dönemin belki de en ilginç yanı, apolitik kurumların (mesela firmaların), patronların ve her zaman politikalar üstü bir tutumu olmuş uluslararası yardım kuruluşlarının (Kızılhaç, sınır tanımayan doktorlar ve benzeri kuruluşların) çalışanlarının, her türlü uluslararası apolitik mesleki NGO'ların bile militan birer demokrasi mücahidi kesilmesidir! Nedense bu son derece yeni ve istisna durum hiç incelenmemiştir. Fakat bu ekonomi ötesi "demokrasi"yi adeta kutsallaştırarak savunmak, “dünyanın en doğal şeyi” sayılıyordu. Bu absürd "demokrasi" fetişizmine yönelik en küçük eleştiri bile anında "anti-demokratik, totaliter, insanhaklarına karşı" sayılıyordu. (Franz Schandl'ın deyimiyle) 'Demokrasicilik' anlayışı, kapitalizmi ağzına bile almayan, kültürcü/kimlikçi bir neoliberal görüngüydü.
Bütüncül Emperyalizm, Amerikan ordusunun dünyanın tamamını kontrol edemeyecek hale geldiğinin iyice anlaşılmasıyla birlikte hızla bozulmaktadır. Eskiden ABD'den izin almadan ne Rusya ne de başka bir ülke kapısının önüne tank park edebliyordu. ABD'nin Irak/Afganistan savaşlarını finanse edemeyeceğinin artık iyice anlaşılması, buna bir de İran savaşının eklenme ihtimali, eski emperyalizm fikrine doğru dönüşün ilk işaretleri sayılabilir. Bunun anlamı da, sistemin merkezlerine doğru çekilirken hangi merkezlere doğru çekileceği, bu konulara artık tek merkezden karar verilemeyeceği anlamına gelmektedir. Kısacası bir kutuplaşmanın başındayız ve bu da 'Global büyük savaş' tehlikesini artırıyor. (Rusya'nın Çekya ve Polonya'yı atom bombası atmakla tehdit etmesi ciddite alınmak zorundadır)
Bütüncül Emperyalizme ve onun bozulan haline karşı durmanın tek yolu, sistemin iç sorunlarının savaşla çözülmeye kalkılmasına kesinlikle karşı çıkmaktır. (Bu tıynette olan Bush, Putin gibilere karşı olmak şarttır) Para uğruna bozup mahvedilen çevreyi, atmosferi, sosyal hayatı ve insanı düşünmek, şimdi her türlü günlük politika yumurtasının üzerindedir. Gök insanların başına çökmeden ve insanlığı cezalandırmadan, sistemi barışçıl yoldan dönüştürmek için sahici bir çaba sarfetmek gerekiyor. (Çabaların nasıl çok etkili olacağı ve cebini düşünmeye devam eden firmaların/politikacıların vs. nasıl harekete geçmeye zorlanabileceği ve onları dönüştüreceği ayrı bir yazı konusudur) Sistem tükenmiştir ve hiçbir geleceği kalmamıştır. "Kapitalizm böyle çok badireler atlattı" diyenler, yakında şişeyle dağ havası satın almaya hazır olmalıdır. Artık paranın/pulun, gücün/iktidarın bir anlamı kalmamıştır. Kapitalizmde ısrar etmeyi gerektirecek tüm argümanlar çökmektedir (çökmeyenler de çökecektir). Lenin'in deyimiyle 'kapitalizmin son aşaması' asıl şimdi yaşanmaktadır. Çünkü yeryüzündeki yaşam koşullarını bozan son kapitalizm türü, ancak 'insansız' bir dünyaya göre tasarlanmıştır. Buradan, Yeni Dünya Düzeni'nin insanlara değil, Kafka'nın böceklerine göre bir düzen olduğu söylenebilir. İnsanoğlunun tarihi boyunca karşılaştığı bu en büyük beladan kurtulmak için, insani/kutsal değerleri, aklı/gönlü esas almak ve her türlü kısıtlayıcı şablonun ötesinde düşünmek/hissetmek, hareket etmek gerekiyor. Gerçek anlamda özgürlük ve cesaret, şimdi tarihte hiç olmadığı kadar önemlidir. Sonuç, insanlığın en büyük zaferi olacaktır; yeter ki gerçekçi olalım ve imkansızı isteyelim.

Bir 11 Eylül hikayesi..

Yıl 1944...
Müttefik kuvvetlerinin Normandiya çıkarmasından sadece 69 gün sonra, Amerikan 1. Ordusunun 5. Tank tümenine bağlı 85'inci keşif birliği, 11 Eylül günü Lüksemburg'dan gelip Our nehrini aştı. Savaş sırasında Alman toprağına giren ilk birlikti. Nehir üzerindeki köprü, geri çekilen Alman Ordusu tarafından yıkılmıştı, ama Our nehri çok sığdı. Çavuş Warner W. Holzinger ve adamları nehri geçtiler ve hiçbir Alman askerine rastlamadan yollarına devam ettiler. Alman asıllı bir Amerikalı olan Holzinger, bir Alman köylüsüne rastladı. Köylüden, Alman sığınaklarını göstermesini istedi. Çok dosthane davranan köylü, onları birbuçuk kilometre kadar ülke içine doğru götürerek, beton Alman sığınaklarını gösterdi. 20 kadar beton sığınak gören Holzinger ve adamları, bu ilk keşiften sonra, yerel saatle 18.15'de Our nehri kıyısına geri dönüp ilk raporlarını yazıp, teğmen Loren L. Vipond'a teslim ettiler. 

Kapitalist devrin pasaport ve 'kimlik' anlayışından postkapitalist kişiliğe

Pasaport, bir şehrin ana kapısından geçerek o şehre girmek veya şehirden çıkmak anlamında kullanılan bir sözcükten doğmuş (passieren/to pass). Günümüzde pasaport, bir kişinin hangi ülkeye "ait" olduğunu gösteriyor. Buna kibarca, 'Bir ülkenin uyruğu olmak' diyoruz. Pasaport, 'bir ülkenin vatandaşı olmak' ediminin "resmi" belgesi sayılıyor ve çok normal bir şey sayılıyor.
Kimlik belgelerini ilk önce Ortaçağ'da görüyoruz ve sadece imtiyazlı belli kişiler tarafından taşındığını biliyoruz. Bir hükümdar, başka bir hükümdara gönderdiği ulağının veya elçisinin kendisi tarafından gönderildiğini göstermek için özel bir belge verirdi. İlk kez böyle belgelerin üzerinde, belgeyi taşıyan kişi hakkında bilgiler yer almaktaydı. İlk kimlik belgeleri de bir aidiyet belgesi olmak özellikleri taşıyordu.

Arap Baharı "komploları" hakkında kısa not

Arap Baharı'nın bir Avrupa (veya "Batı") komplosu olduğunu söyleyenler giderek artıyor...
Bu notu buraya düşmemizin nedeni, aklı başında bazı dostların da komplo teorisine yakın durmaları ve işin içinde -başından itibaren- Avrupa parmağı olduğunu düşünmeye meyilli olmaları...
Buna kısa değil biraz uzunca bir yanıt vermek gerekiyor...
İlk cevap şudur: "Akacak kan damarda durmaz."
Geçen yıl, bu olaylar başlamadan önce, -sadece Arap ülkelerinde değil- dünyanın birçok yerinde böyle çatışmaların (yönetim ve halk arasında) yaşanabileceğini, bunların birer devrim gibi şiddetli olabileceklerini yazmıştık...
Böyle şeyler zaten olacaktı...
Avrupalı'ların yaptığı tek şey, bu gelişmeyi ve istikametini çok daha hızlı anlamak ve ona adapte olarak kendine yontmaya çabalamaktan ibarettir...

Hızlanan zamanlarda yaşamak

İnsanların yayan gittikleri, at arabalarının kullanıldığı zamanları hatırlayalım...
2006'da dünyadan ayrılan tarihçi Reinhard Koselleck, yaşamın hızlanmasını güzel tarif etmiş. Kavramlar tarihi gibi ilginç bir dalla ilgilenmiş olan Koselleck (Bkz.: "Begriffsgeschichten". Suhrkamp, Frankfurt a.M. 2006), bu hızlanmanın sonunda vardığımız yeri, e-mail'leri, internetten alışveriş yapmayı, dünyada olan her olayı anında öğrenebilmeyi, uçakların hava koridorlarını, çok kısa zaman dilimlerinde öğrenip kullanarak tüketebilmek üzerinde de duruyor.
Yeni olanın, daha yeniliğini yaşayamadan eskidiği bir çağda yaşıyoruz. Bu hız, en başta yeraltı kaynaklarının delice tüketilmesi sayesinde olabiliyor ve tabii paranın en kısa zamanda daha çok para getirmesini dayatan "dürtü" sayesinde kaynakları har vurup harman savuruyor.
Bu yaşam hızının insanların kafasını karıştırmaya başladığı gibi başat bir sorunla karşı karşıyayız!
Bugünün teknolojik/teknokratik hesaplamalarına göre, mesela 1814'de Faransa'daki faytonların ortalama hızı saatte 4.5 kilometreymiş. 1848'de saatte 9.5 kilometreye çıkmış. (Die Zeit 35/2011) Daha düzgün yollar, daha iyi arabalar vs. Sadece bu kadar da değil. Bir tür yeni farkındalığın yükseldiğini görüyoruz. Eskiden "kuş" deyip geçtiğini sınıflandıran, tasnif eden, alt gruplara ayıran, onların da tek tek özelliklerini merak edip araştıran bir anlayış. Bütün bunlar, hızlanmayla birlikte yaşanan ve bir şekilde onunla ilişkili gelişmeler.
Bir tür tüketici zihniyetiyle birlikte geliştiği anlaşılan bu yeniliğin diğer boyutu tanıdık: Yüz yıl önce insanlar ömürleri boyunca kaç elbiseye, kaç çift ayakkabıya vs sahip oluyorlardı? Şimdi alışveriş, adeta bir spor haline gelmiş vaziyette.
Türkiye'de tüketicilik zihniyeti ağızlarda kekremsi bir tad bırakmaya başladı. 1980'lerde, böyle değildi. O dönemde tüketicilik, marka tutkusu, hiç eleştirilmeyen bir rekabet ve statü sembolüydü. Açık bir görgüsüzlük hakimdi ve bu çılgınca bir şekilde yapılmaktaydı. Günümüzde bu alandaki vahşiliğin bittiğini gözlemlerken, sistemin merkez ülkelerinde -biraz da krizin dayatmasıyla- eski yavaş hayata duyulan özlemin yeniden canlandığını görüyoruz.
Avrupa'da önce, alışverişten sonra ambalajları hemen oracıkta çıkarıp atmak ve asıl ürünleri eve götürmek cinsinden bir kısa furya yaşandı. Doğal ve biyolojik ürünler furyası da sonradan geldi. Ama şimdi daha etraflı bir yavaşlama özlemi gözleniyor. Kar dürtüsünün yavaşlamasıyla, hayatın da yavaşlayacağı ortada, ama kapitalizmin bu temel prensibi yaşıyor ve krizle yavaşlasa da asıl motor "kar" olmayı sürdürüyor. Bütün dünyada, saygın entelektüeller bile "Yanlış bir sistemde yaşıyoruz" diye yakınırlarken ve bunun sosyoekonomik yansımalarını konuşurken, Türkiye'de Marksist olma iddiasındaki popüler aydınların bile 'kapitalizm' sözünü ağızlarına almamaları çok garip. Zaman alabildiğine hızlandı da şimdi yavaşlama trendine girmek üzere...

Avrupa basınından AB borsalarındaki büyük düşüş yorumları

Pazartesi günü Frankfurt, Paris ve Milano borsaları, yüzde beş kadar düşüş gösterdi. Euro bölgesi sinyal veriyor. Konu hakkında Avrupa basını teşhisi doğru koymuş görünüyor.
Fransa'nın
Le Monde gazetesi, bankaların büyük tehdit altında olduğuna dikkat çekiyor. Euro değil ama Avrupa bankalarının çökme ihtimalinin olası siyasi sonuçlarına da dikkat çekiliyor. Bankaların birbiri ardından batma ihtimalinin çok bariz bir nedeni var. Avrupa bankaları, Yunanistan'ın, Portekiz'in, İrlanda'nin, İspanya'nın borçlarını taşıyorlar. Bu ülkelerin borçlarını ödeyememe ihtimali yükseliyor. Bazı bankaların bu tehlikeli durum karşısında, mali piyasalar tarafından dışlanmaları mümkün. Sistemin bütününü korumak için, bir kısmının devre dışı bırakılması durumu sonucunda olabilecekleri bir uzman Le Monde'a (6.9.2011) şöyle yorumluyor: "Bankalarda parası olanlar, tıpkı 2001'de Arjantin'de olduğu gibi bankalara hücum ederler ve bir tür bankalar Fukushima'sı yaşanır."
İtalyan
La Stampa gazetesi, Avrupa'da Euro'nun en zayıf olduğu ülke İtalya'daki siyasi zayıflığın da bu krizde Avrupa'ya zararı dokunabileceği üzerinde duruyor. Finans piyasalarının İtalya'dan uzak duruşunu, ülkenin büyüklüğüne bağlayan gazete, Avrupa Merkez Bankası'nın yapacağı yardımın İtalya'da hemen buharlaşacağı ve pek bir işe yaramayacağını ima ediyor. (6.9.2011)
İspanyol La Vanguardia gazetesi, krizin ilk aşamasını çok daha yerinde yorumlamış. Gazete, krizin başladığı dört yıl öncesinden beri yanlış politikalara dikkat çekerek, en büyük yanlışın, bankaların devlet parasıyla kurtarılmaları olduğunu yazmış. Gazetenin esas dikkat çektiği ve övülmesi gereken yorumu, bu paraların bankalara verilmesi sırasında hiçbir şart öne sürülmediğini görmesi ve bu şartı dört yıl aradan sonra da olsa kocaman yazmış olması: "Devletler büyük paraları bankalara verirken, bu paraların ailelerin/vatandaşların ellerine geçmesini, yani paranın halka inmesini şart koşmalıydılar." (6.9.2011)
Evet, öyle olmalıydı...

Kapıdaki yeni kriz, 'Devlet iflasları furyası'na tarihten kısa örnekler

Son zamanda fısıldayarak da olsa yeni krizden ve bu krizin Türkiye'yi de vuracağından bahsedilip duruyor. Peki nedir yeni kriz, nasıl bir özelliğe sahip olacaktır, kapitalizmin hangi aşamasına tekabül eder, öncelikleri nelerdir ve hepsinden önemlisi: böyle bir krizden nasıl sağlam çıkılır?
Konuyu daha çok konuşacağımızdan, önce kısa bir tarih turu yapmak istiyoruz.
Devlet iflasları yeni bir olay değil. Eskiden de birçok örneği var. Bu krizlerden ülkeler, borçlarını ödeyerek çıktılar. Ama günümüzdeki yüzmilyarlarca Dolarlık borçların ödenme ihtimali bulunmuyor. Tabii o konuya sonra döneceğiz ama önce, devletleri iflas konusunda ikibin yıl önce uyaran Marcus Tullius Cicero'nun sözlerine kulak verelim.
Cicero, bir devletin iflas etmemek için şu dört kurala uymasını öğütlüyor:
1. Ülkenin bütçesi dengeli olmalı. (Bugünkü dile tercümesi: Bütçe açığı, taşınabilir sularda olmalı, gelir-gider dengesine dikkat edilmeli.)
2. Kamusal borçlar düşük tutulmalı.
3. Bürokrasinin kibri ve abartılı harcamaları (Mercedes makam arabaları vs.) kontrol altında tutulmalı (azaltılmalı)
4. Başka ülkelere yapılan ödemeler (dış borçlar) azaltılmalı.
Gelecekte olabilecekleri tarihten okumak kısmen mümkün...
Kağıt para ve onun bugün kullanılan versiyonu (ve sanal biçimleri), 'Güven' adlı insani değer üzerine kurulmuştur. Kağıt para, bir şeyin ödeyeceğine dair verilen garantinin 'Güven belgesi' demektir. Paranın kökeninde, 'Güven' meselesi bulunduğuna göre, bugünkü para formuna sadık kalmanın bir zorunluluk olmadığı da anlaşılır. Ama bu başka bir yazı konusu.
Marco Polo, 1295'te, Çin'de kağıt para kullanıldığını anlattığında, İtalyanlar buna inanmamışlardı. Ama kağıt para -bir 'Alacağına güven belgesi' olarak- ilk kez yaygın olarak Çin'de kullanılmış ve ilk kez orada çökmüştür. 15'inci Yüzyıl Ming hanedanlığı döneminde kağıt para birden çökerek, değerinin yüzde 99'unu kaybetmiştir (enflasyon). Paranın sayısal değerinin, gerçek değerinin çok üzerine çıktığı bu ilk deneyim sırasında yapılan, kağıt paranın bir süreliğine tamamen iptal edilmesi olmuştur. Ming sarayı, daha sonra yoluna sadece altın ve gümüşle devam etmiştir. (Tabii bugün altın ve gümüş kullanarak karmaşık ekonomiyi döndürmek kesinlikle imkansızdır.)
Paranın çökmesi durumuna en çarpıcı örnek, 2001'de Arjantin'de yaşandı. Cumhurbaşkanı Fernando de la Rua, ülkesinin iflasını ilan ettiğinde, bankalardaki tüm mevduat donduruldu. Bankalar kimseye parasını vermedi. Halk sokağa indi. Buenos Aires'te Cumhurbaşkanlığı Sarayı sarılınca, Cumhurbaşkanı helikopterle kaçtı ve sonra istifa etti.
Avrupa'daki tüm bankaların çöküşü ise, ilk kez 1340'da yaşandı. Bu tarihte Britanya Kralı III. Edward, ülkesinin iflasını ilan etti ve alacaklı bankalaradan başlayarak, Avrupa bankaları -o zamanki versiyonlarıyla- çöktüler. Daha sonraki tarihi gelişmeleri de dikkatle değerlendirmek gerekir. Mesela bu tarihten sonra Orhan Bey'in komutasındaki Türkler, sadece Bizans'a ve Batı'ya yönelttikleri saldırılara ara verip, Anadolu'ya yönelmişlerdir.
Konu hakkındaki bir diğer örnek, Yunanistan'ın Avrupa para birliğinden atılması olayıdır!
Yakın bir gelecekte yeniden yaşanırsa büyük bir sürpriz olmaz ama, 1908'de Türkiye'de Meclis yeniden açılmış 'Hürriyet' kutlamaları yapılırken, Avrupa ülkeleri Yunanistan'ı Latin Kuruşu Birliği'nden attılar. Atanlar da Fransa, İtalya, Belçika ve İsviçre'ydi.
Şimdi şöyle şeyler olabilir:
1. Yunanistan Euro bölgesinden çıkartılabilir.
2. ABD iflas edebilir.
3. Dünyada enflasyon oranları iki haneli sayılarla ifade edilmeye başlanır.
(Ba da Türkiye'yi teğet geçer herhalde!.. Geçer mi geçer!..)
Yardımı olacaksa söyleyelim: Kapitalizmin son ikiyüz yıllık tarihinde 300'den fazla devlet iflası yaşandı...
Ama bu sefer yaşanabilecek olanlar, daha öncekilerden oldukça farklı bir durum arzediyor.

(Konu hakkında ayrıca bakınız, bu blogda: Ernst Lohoff'un, "Yanan İtfaiye Araçları" başlıklı yazısı)