Modern "Müslümanlar"ın ilk büyük katliamı ve Endonezya Komünist Partisi

Kasım 1965 ve Mart 1966 arasında Endonezya'da Komünist Partisi PKI üyesi ve sempatizanı olmakla suçlanan en az yarım milyon insan öldürüldü. Katliamları, eli silahlı "Müslümanlar" ve General Suharto'nun özel askeri birlikleri yaptı. 

240 Milyon nüfusuyla, yeryüzünün en büyük tropikal yağmur ormanlarının üzerine kurulmuş, dünyanın en büyük adalar devleti. Endonezya, 17.508 adadan müteşekkil, Borneo adasında Malezya ile, Yeni Gine adasında da Papua Yeni Gine ile komşu. Muson yağmurlarının hayatın akışını belirleyebildiği yerlerden biri.
    Ülkenin adını koyan coğrafyacı ve etnolog Adolf Bastian, "Endonezya" adından ilk kez 1884'de Berlin'de yayınladığı kitabının başlığında bahsetmiş. "Endonezya veya Malay takımadalarının adaları". Hamburg'da okulda bu ülkeden gelen son derece sakin bir arkadaşımız vardı. Çok sonra Çinli kökenli olduğunu öğrendik. Endonezya'da 360 farklı halk yaşıyor. En büyük halk grubunu da yüzde 41 ile Javalılar oluşturuyor. Tarih öncesi çağlardan gelen ve 1.8 milyon yıl önce burada yaşamış "Java insanı"nı da sayarsak, bölge, dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri ve Javalılar, siyasi bakımdan da ülkenin kaderini tayin ediyorlar aynı zamanda.
    Yemyeşil yağmur ormanları ve en ilkelden en modernine kadar türlü çeşiyli hayatları halkları barındıran haliyle Endonezya, bir tür Cennet, ama modern çağın fukaraları için de bir Cehennem. Halkın yüzde 27'si fakirlik sınırı altında yaşıyor. Nüfusun 200 milyonu Müslüman, Müslümanların çok büyük çoğunluğu da Sünni ve bu haliyle Endonezya, bildiğimiz türden- en büyük Müslüman ülke aynı zamanda. Biraz da bu yüzden ilgi alanımıza giriyor.
    Endonezya'da sadece 100.000 Şii Müslüman, buna karşın 23 Milyon Hristiyan yaşıyor. 1000'li yıllarda Budizm ve Hinduizm burayı etkisi altına alıp köylerin eski arkaik inançlarıyla iç içe geçmiş. Sumatra'da 500'lü yıllarda ortaya çıkan Srivijaya krallığı (adından da anlaşılacağı üzere Hint kültür esintileri taşıyor), iki yüzyıl içinde Sumatra, Java ve Borneo'nun bir kısmını etkisi altına almış, 11'inci yüzyıldan itibaren gerileyip çökmeye başlamış. Doğu Hindistan'da ortaya çıkan Chola kralları 1290'da buraları kendi yönetimlerine bağlamışlar, Java'da da o yıllarda Majapahit diye yeni bir ülke kurulmuş. 15'inci yüzyılda önce Arap tüccarlarla İslam, 1600 yılında da Hollandalılarla birlikte Hristiyanlık gelmiş ve Java'ya yerleşmiş.
    Bölgenin adı çok uzun süre, "Hollanda Hindistanı". Hollanda bütün bölgeyi ancak 1908 sonrasında ele geçirmiş ve sadece Sumatra'nın kuzeyindeki Aceh buna otuz yıl direnmiş. Bu bölge geçtiğimiz yıllarda aniden Türkiye'nin gündemine girmişti, galiba bunun asıl nedeni buranın şeriatla yönetilen tek Endonezya eyaleti olmasıydı. İslam'ın bu bölgede önce buraya geldiğini de belirtelim. Aceh Sultanlığı 1496'da kuruldu, 1903'e kadar yaşadı.
    Japonlar 1942'de "Hollanda Hindistanı"nı işagal etmeye başladılar. Hollanda Mart ayında teslim olduğunu açıkladı. 350 yıllık kolonyal dönem sona erdi. Japon işgali sürerken 1943'de Endonezya bağımsızlığını ilan etti. Ama asıl bağımsızlık, 17 Ağustos 1945'de, Japonlar gittikten sonra Sukarno ve Muhammed Hatta tarafından ilan edilmiştir. Ama yeni ülkenin hükmü sadece Java, Sumatra ve Madura'da geçiyordu, diğer adaları Hollandalılar kontrol ediyorlardı. 1947'de Hollanda ile Endonezya arasında bir savaş başladı ve Hollandalılar ülkenin neredeyse tamamını yeniden ele geçirdiler, ama Endonezyalı gerillalar Hollandalılara kök söktürmeye başladı. 9 Aralık 1947'de yaşanan Rawagede katliamı, konuyu bir anda Dünyanın gündemine taşıdı. Hollandalılar bu köyün on kişisi dışında tamamını öldürdüler. Bu olay sonrasında ABD'nin baskısı sonucu Hollanda, Endonezya'nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. İki ülke arasında 1954'e kadar bir "Birlik" söz konusuydu, Britanya krallığı ile Kanada ve Avustralya arasındakine benziyordu, ama o da bitti.
    Bu ülkenin beni kişisel olarak ilgilendiren yanı, Çin tarihinin en büyük amirali Cheng Ho'nun 1405'de buraya (Java'ya) yaptığı seyahattir. Müslüman kökenli olan bu amirale, İranlı ve Arap kökenli danışmanları da eşlik etmiştir, Arap tüccarların buraların yolunu öğrenmeleri de bu olaydan sonradır. Legal Endonezya Komünist Partisi PDI'nin son başkanı Dipa Nusantara Aidit de Arap kökenlidir. Ve Endonezya Komünist Partisi 1960'larda, üç milyon üyesiyle Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Çin Komünist Partisi'nden sonra dünyanın üçüncü büyük Komünist Partisi'ydi. Bugün ise bu partinin kaderi, islamcı antikomünizmini ve İslamcı vahşetini anlamamız için önemli ipuçları sunuyor.
    Hollanda idaresindeyken 1914'de kurulan "Hint Sosyal-Demokrat Birliği", bu diyarda kurulan ilk Sol partidir ve 1920'de, Türk Komünist Partisi'nin kurulduğu yıl, Endonezya Komünist Partisi de kuruldu. Komünist Enternasyonalin etkin olduğu yıllardı. Bu parti gerçekten ilginç bir yapıdır. İlk Asya Komünist partisiydi. Çin Komünist Partisi bile 1 Temmuz 1921'de Şanghay'da kurulmuştur. PKI, Hollandalılara karşı mücadelede önemli görevler üslendi. Komintern'in "Antiemperyalist Cephe"sine katılmıştı, hatta 1926'da devrim yapmaya kalkıştı, ama devrim başarılamayınca 13.000 üyesi tutuklandı, bir yıl sonra parti yasaklandı.
    Hollandalıların gidişi ardından 1951'de partinin Politbüro başkanı seçilen Aidit, ülkenin en önemli üç politikacısından biriydi. Nitekim dörtbin üyesi olan parti, biriki yıl içinde 160.000 yeni üye kaydetti. Üye sayısı 1959'da birbuçuk milyona ulaştı. Halk, partinin kolonyalizme karşı kararlı mücadelesini, toprak reformu taleplerini, toprak ağalarına karşı tarım işçilerinin mücadelesini destekliyordu ve çok geniş tuttuğu bir ağ ile halkın eğitimini üslenmişti, kültür girişimleri de bugün bile örnek alınacak boyutlardadır. Bu yoğun çabanın ürünü olarak, ülkenin neredeyse tüm öğretmenleri ve sanatçıları PKI üyesi veya sempatizanı oldular.
    PKI, Mao'nun ÇKP'sine yakın bir partiydi, Aidit orada eğitilmişti ve Mao pragmatizmiyle hareket ediyordu, mesela bu eğilime uygun olarak devlet başkanı Sukarno'yu destekliyordu. Sukarno'nun 1960'lardaki sloganı "Nasakom" da tam PKI'ye göreydi. Bu sözcük, "Milliyetçilik", "Din" ve "Komünizm" sözcüklerinin kısaltılıp birleştirilmelerinden oluşmuş.
    1965'de PKI, üç milyon üyesi ve sayısız sempatizanıyla, dünyanın -iktidarda olmayan- en etkili bir numaralı Komünist Partisiydi ve bir hata yaptı...
    30 Eylül 1965 günü Endonezya ordusunun altı en önemli Antikomünist generali kaçırılıp öldürüldü. Bu olaya bizzat Devlet Başkanı Sukarno'nun da karışmış olmasına rağmen, nasıl gerçekleştirildiği ve detayları haala muğlaktır. Darbe girişimini yapanlar, Devlet Başkanına çok yakın kişiler ve bizzat PKI yöneticileridir. Darbeciler kendilerini "30 Eylül Hareketi" diye deklere ettiler, ama darbe sadece 18 saat içinde bastırıldı. Buradan ben, darbe yapma nedenlerinin doğru çıktığını düşünüyorum, çünkü bir darbeyi önlemek için bu girişimde bulunduklarını söylemişlerdi.
    Kısa adı "Gestapu" gibi talihsiz bir ad taşıyan 30 Eylül Hareketi, idareyi "Devrim Konseyi"nin ele aldığını ilan etmeden önce hareketin önünü arkasını iyi planlamış olsalardı, sonrasındaki korkunç felaket yaşanmayabilirdi. PKI'nin komandoları Cakarta'daki tüm generalleri öldürmekle görevlendirilmişlerdi, ama bunu başaramadılar. Ayrıca PKI'nin bir numaralı düşmanı General Nasution'u öldüremediler. Adam vücudundaki kırıklarına rağmen kaçmaya başardı. Bu general, ünlü "Sliwangi Taburu" ile 1948'deki PKI darbe girişimini engellemiş kişiydi ve ülkenin de savunma bakanıydı. İşte General Suharto, tam da burada devreye giriyor.
    Suharto, siyasi bir general değildi, ama anlaşılan PKI'nin öldürülecek Generaller listesinden fena halde ürktü ve darbenin bastırılması olayını, PKI'yi ezmek için kullandı. Önce bir söylenti devreye sokuldu ve kaçırılan Antikomünist generallerin -hem de kadın Komünistler- tarafından sinsel işkenceden geçirilip korkulç şekilde öldürüldükleri söylendi. Söylentilere göre Cakarta'daki bu olay sadece bir başlangıçtı, Komünistlerin planının sadece birinci aşamasıydı. Halbuki sonrasında, Komünistlerin planlı programlı hareket etmedikleri oldukça açık bir şekilde görülecekti.
    Sonunda devletin yayın organları üzerinden öyle bir hava yaratıldı ki, "ya biz ya onlar" noktasına gelindi ve General Suharto, tüm Antikomünist örgütleri, muhafazakar Müslümanları, muhafazakar Hristiyanları ve muhafazakar Hinduları yanına çekmeyi başardı, Cakarta'da ve büyük şehirlerde büyük Antikomünist mitingler yapıldı ve PKI büroları basıldı, ilk Komünistler bu bürolarda öldürüldüler.
    Suharto, hem kendi sultasını kurmak hem de ordudaki Solcuları temizlemek için subaylar arasında bir tutuklama dalgası başlattı ve bu tüm ülkeye yayıldı. Askeri istihbarat, bu konuda Suharto'ya yardımcı oldu. Sonra PKI üyeleri tutuklanmaya başlandı. Ama kırlık/ormanlık alanlarda parti üyelerinin kaydını tutan belgeler yoktu, bunun üzerine "göz kararı" uygulanmaya başlandı. PKI'liler, "Darbeye dahil olmak ve darbeyi desteklemek" suçuyla yakalanıyorlardı. Ama en kötüsünü Javalılar yaptı.
    Java'nın doğusunda ortaya çıkan "İslam Milisleri", Komünizme karşı cihad ilan edip inisiyatifi kendi eline aldı ve bulduğu/umduğu bütün Komünistleri öldürmeye başladı. Endonezya Müslümanlarının bu konuda sergiledikleri vahşet, IŞİD'i falan geçer. Burada yazmak istemediğim, eskiden Ortaçağ'da bile nadiren uygulanan yöntemlerle, köy köy "ilerlediler". Endonezya'nın bir özelliği, katliamcı canavarların katliamlarına bahane bulmalarını kendilerince kolaylaştırdı. Bu ülkede köyler genellikle toptan aynı partiyi seçiyorlar. Bir köye "Komünist köyü" dendi mi, köyün yarısının başka partiyi seçme ihtimali oldukça düşük olduğundan, damgalamak da kolay oluyor. Tabii Komünist olmayanlar da öldürüldü. Geleneksel Müslüman Parti'nin gençlik örgütü "Ansor", sırf Komünist evlerini basmak amacıyla bir milis kurdu. Olaylarda esas olarak Endonezya'ya has bir tür pala kullanılıyordu. Kısa süre Sonra anayollar parçalanmış cesetlerle doldu, sergileniyorlardı. Bu konuda da IŞİD'e çok benziyor.
    Ülkenin diğer bölgelerinde de Ordu katliamlarda önemli rol oynadı ve olaylara destek verdi ve vahşeti görmezden geldi. Ordu bir köye girip "PKI üye listesi" istiyordu ve verilmezse katliam yapılacağını söylüyordu, üyeler de köylerini korumak için çıkıp teslim oluyorlardı. Tutuklama dalgası, sadece bir hafta içinde katliama dönüştü. Ve katliamlar, önce kamuoyunun gözünden kaçırıldı. Tabii buna rağmen olay Dünya basınına sızınca, Batılı ülkelerin verdiği tepki çok ilginç: "Asyalılar böyle!" (Spiegel dergisi o yıllarda Batı basınını böyle eleştiriyor)
    Nazilerin Yahudi katliamı, Stalin'in "temizlik" harekatları, Mao'nun "İleriye doğru büyük adım" ve Kültür devrimi sırasındaki insan kıyımlarının ardından, 20'inci yüzyılın en büyük katliamı böyle yapılmış oluyor. Öldürülen Solcu veya değil, Endonezyalıların sayısı en az 500.000 tahmin ediliyor ve bu sayıyı bir milyoma doğru genişleten tahminler de bulunuyor.
    PKI Endonezya'da haala yasak. 30 yıl iktidarda kalan Suharto, okullarda sistemli olarak antikomünist bir eğitim uyguladı. Parti başkanı Aidit, daha darbenin ilk günü ortadan kayboldu, sonra öldürüldüğü anlaşıldı. Antifaşist generallere işkence yapılıp yapılmadığı hiç ispatlanmadı, ama hapse düşen tüm Komünist kadınlar tecavüze uğradı. Partililer en ağır işkencelerden geçirildiler. Ve bugün de parti yasağının kalkmasına karşı çıkanlar sadece "Müslümanlar" değil, çünkü bu olayın üstünü nisbeten örtmenin tek yolu bu görünüyor. Yüzyılın en önemli birkaç katliamından biri olan bu olayı deşmek ve araştırmak da zor, zira Müslüman halk tepki gösteriyor ve ilginç olan, Komünistlerin ölülerine de sagıları yok.
    Türkiye bile Komünistlerine "daha iyi" davrandı! 10 Eylül 1920'de Bakü'de kurulan TKP üyeleri, Komintern'in "Ulusal kurtuluş savaşlarını desteklemek" ilkesine uyarak Antiemperyalist savaşa Kuvay-ı Milliye ile birlikte katılmak için Anadolu'ya deniz yoluyla yola çıktılar, aynı şekilde yeni kurulmuş PKI de Hollanda sömürgeciliğine karşı mücadeleye katılmak için ülkesindeydi. TKP'nin bir numarası Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, denizde, Yahya Kahya ve adamları tarafından öldürüldüler. Bu adamın, kimin emriyle hareket ettiği bugün de muğlaktır ama baskılar üzerine "Bak konuşurum" diye tehditler savurunca Mustafa Kemal'in koruması Topal Osman tarafından öldürülmüştür. Hristiyan azınlıkların Anadolu'dan sürülmesi olayında çok dikkat çeken bu adam, Milletvekili Ali Şükrü Bey'i öldürdükten sonra teslim olmaması üzerine, bir birlik gönderen Mustafa Kemal'in askerleri tarafından vurulup öldürülmüştür. 20'inci yüzyılın karakterini en iyi ifade eden söz de "öldürmek" olmuş görünüyor.
    Endonezya'da Komünist Parti üyelerine yapılan mezalim, "Müslüman Gençler"in devreye girip olayı bir katliama çevirmeleri, IŞİD'den hiç aşağı kalmamaları ve 50'inci yıldönümünde bile bundan pişmanlık duyma belirtileri göstermedikleri için çok önemli. Kuşkusuz her dinin fanatiği var, ama günümüzde en güncel olan İslami fanatizmin yaptığı mezalimin ve akıl almaz gaddarlığın kökenlerini araştırmak ve anlamaya çalışmak için Endonezya'ya da bakmak gerekiyor, çünkü İslami tosuncuklar bu katliamı yaparken onlar gibi kafa kesen tek ülke Suudi Arabistan'dı ve Müslümanların bu ölçüde katliamlar yaptıkları gibi bir algı Dünyada yoktu ve nitekim, "onlar Asyalı, o yüzden yapmışlardır" diyen Batılı basın da "bunlar Müslüman" demedi. Bugün, İslamcı barbarlığını "ezilmişlerin isyanı"na bağlayan, veya "Adamlar zaten ölmek için bahane arıyorlar, gelecek beklentileri yuk" gibi fikirler yumurtlayan "düşünür"lerin, Endonezya'ya bakmalarında fayda var. Katliamın yaşandığı dönemde Müslüman köylülerin açlık-susuzluk sorunu yok, ayrıca ülke müthiş verimli bir yer zaten. Ayrıca "gelecek beklentisi olmayanlar" sadece Müslümanlar değil bu dünyada. Asya'da Afrika'da açlıktan ölmek üzere olanlar canlı bomba olmuyor, başkalarının kafasını kesmiyor, Endonezya'da Müslümanların 50 yıl önce yaptığı gibi cesetleri yol kenarlarına dizip sergilemiyor. Yani bu dinde bir kusur var. Bunu kabul etmeyen düşünürler düşüne düşüne guguk kuşuna, baykuşa, hatta muhabbet kuşuna da dönüşseler asla sevimli olamayacaklar ve Sünni İslam'ın "çağdaş" halinin sorgulanmasını önleyemeyecekler.

Türklerin mental engelini aşmak yolunda Osmanlı'nın sırlarıyla yüzleşmek

1.
İtalyanlar Libya'yı 1911'de işgal etti. İttihatçıların Enver gibi "Hürriyet Kahramanları" ve Mustafa Kemal, Doğu Akdenizde kuş uçurtmayan ve tüm Osmanlı limanlarını bombalayıp çok sayıda Osmanlı gemisini batıran İtalyan donanması engelini aşabilmek için mecburen kara yoluyla develerle Libya'ya, İtalyanlara karşı savaşmaya gittiler. Türkiye'nin kof ve zayıf olduğunu kanıtlayan İtalyan saldırısının ardından hemen Balkan savaşları geldi, Türkiye Edirne'yi bile kaybetti, Bulgar ordusu Yeşilköy'e dayandı. Türklerin güçsüzlüğü söylentisi doğru çıkmıştı. Sonra Birinci Dünya Savaşı. Yenilgi. Anadolu'nun işgali. Derken, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu. Bütün bunlar sadece 12 yıl içinde oldu. Bu süre zarfında Anadolu'nun demografik yapısı kökten değişti. Ermeniler ve Rumlar gidip, yerine Müslüman Kürtler geldi. Libya'dan Yemen'e, Balkanlardan Azerbaycan'a kadar "kaybedilen" toprak parçası çok büyüktü.
    Türkler, kocaman "İslam'ın kılıcı cihan imparatorluğu" haritasına baka baka yetiştirildiler. Osmanlı'nın çöküşü ve Anadolu Kıyameti travmasını da bir türlü atlatamadılar. O haritanın büyüklüğü ve İlkokuldan itibaren ezberledikleri "yükseliş devri padişahlarının zaferleri", özellikle İslamcı çevrelere ve onların düşük eğitimli fakir seçmenlerine "ilham" veriyor. Türkiye'de okullarda okutulan milliyetçi-muhafazakar "Resmi tarih" (ve sonradan popüler olan etnik/dini kimlikçi gayrı-resmi tarih), bugünkü haliyle bu travmanın pekişmesini sağladı ve onu sürekli yeniden üretti, çünkü hem yanlış bilgilere dayanıyor, hem de yanlış bir tarih anlayışı üretiyor (ve buna bağlı olarak yanlış bir gelecek beklentisi üretiyor). Şimdi bu kısır döngünün kırılmakta olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kocaman haritalı "Hilafet devleti Osmanlı'nın, küffara karşı cihad ettiği için büyük bir imparatorluk olduğu" yanlış bilgisi, İslamcıların bu temele dayanarak vardıkları bugünkü son nokta, kendileriyle birlikte eski yanlış klişelerin de iflasını beraberinde getiriyor. Konu bundan ibaret değil.
    Şimdi iktidara muhalif de olsa, okulda kafasına çakılmış o büyük harita "özlemi" ile milliyetçi-mukaddesatçı duyguları kabaran herkes, Hükümetin Suriye ve Irak'ta amatörce at koştursa bile, içten içe "belki eski topraklarımıza kavuşuruz" beklentileriyle Türkiye'nin Musul'a asker göndermesini destekliyor, Rus uçağı düşürüldüğünde "Bak biz de varız, Rus uçağı bile düşürebiliyoruz" diyor, hatta Suriye ile bu kadar "meşgul" olununca, "zaten orası bizim toprağımızdı, "Bizim dinimiz de İslam, İslam için savaşanlara yardım kötü mü, dur bakalım belki oralar sonra bize katılır" bile diyebiliyor, bu konuda kuşkuları var. Muhalefet İktidara ağız dolusu kararlılıkla karşı çıkamıyor, sokağa inemiyor, Meclis'den çekilemiyor, kısık sesle "karşı" çıkıyor, o kadar. Kısacası Türkün gelecek perspektifi hâlâ "Türkiye haritasını büyütmek" ve "Osmanlı gibi olmak." Bu temel fikir aşılmadan, Türklerin kendilerine gelmeleri ve önlerine bakıp Dünyada hakettikleri yeri almaları mümkün olmayacak.
    Yıllar önce İslamcı bir arkadaşım, "Türkiye bize artık dar geliyor" demişti. Evet! Ama toprak alarak mı bol gelecek? Osmanlı haritasındaki kocaman bir alan zaten çöldü. Koreliye Kore dar gelince LG markasını üretiyor ve sineması dünyada marka oluyor. Japonlara dünya dar geldi, kültürlerini evrenselleştirdiler, Tarantino Japon kültür öğeleri kullandığı filmler çekti. Dünya bir ara Japon malından başka birşey kullanmıyordu. Ama Türkler kabına sığmayınca çölde silahla arsa kapatmayı düşünüyorlar -hem de 21'inci yüzyılda. Çünkü büyüklük adına öğrendikleri tek şey, kocaman bir Osmanlı haritası ve onu yeniden kurabilmenin anahtarı sandıkları Sünni İslam coğrafyasına baş olmak. "Osmanlı küffara karçı cihad ettiği için öyle büyüdü" hamhayali, bu yazının konusu. Yazının amacı: Türklerin ayağına pranga olan eski "Büyüklük anlayışı"nı terkedip, 21'inci yüzyıla özgü yeni bir büyüklük anlayışı benimseleri ve nihayet bütün enerjilerini birbirlerini yemek yerine o yolda sistemli ve sıkı bir çalışmaya harcamaları.
    Türklerin, Kökeninde Abbasi tipi Sünni devlet anlayışının bulunduğu eski büyüklük kompleksinin iyice karikatürleşip İslamcılarda zuhur etmesi, bu komplekslerin nisbeten daha kolay aşılabileceğinin de garantisi. Sadece Gezi İsyanı değil, halkın bir kesiminin Erdoğan'ın şahsında "nihayet dünyaya kafa tutan bir lider" bulduğu "beklentisi de bu "kompleksleri/ezikliği aşmak refleksi"nin (yanlış, ama zamana uygun) bir tezahürü. Türkler, bu fırsatı kullanmak zorundalar, yoksa kendilerini savaş ve yıkım sonucu mecburen değiştirmek zorunda kalacaklar -zira 20'inci yüzyıl başından kalma bugünkü zihniyetle 21'inci yüzyılda yaşamak mümkün değil. Türklerin büyüklük özleminin sağlıklı bir şekilde yeni bir yörüngeye oturtulması gerekiyor.
    Gözlerine büyük Osmanlı haritası sokularak büyütülen Cumhuriyet nesli içinden beton erbabı Demirel, kadayıf erbabı Erbakan tipi politikacılar çıktı. 1950 sonrası -istisnalar dışında- daima iktidar olan Türk Sağı'nın en büyük siyasi dayanağı, her zaman (bir tür Müslüman muhafazakar olduğu varsayılan) "Şanlı Osmanlı" geçmişinin tekrarıydı. Anadoluyla sınırlı Türkiye Cumhuriyetine her zaman burun kıvırdılar, ama Osmanlı'nın nasıl büyük bir devlet/ülke olabildiğiyle zerrece ilgilenmeyip her şeyi "İslam'ın yüce ahlakı"na yordular. Bugünkü araştırmalar, Osmanlı'nın İslam sayesinde değil, İslam'a mesafeli kaldığı için yükseldiğini, ama İslami bir Abbasi kopyalığına özenince gerileyip çöktüğünü gösteriyor. Osmanlı, İslamlaştığı ve Müslüman olmayan tebasının desteğini -bu sayede- kaybetmesi nedeniyle çöktü.
    Adeta kutsallaştırılan akıncı gaziler, İslam'ı yaymak için küffara nefes aldırmadan kılıç çalarak Osmanlı topraklarını sürekli genişletmişlerdi ve ne hikmetse eski Bizans uyruğu da kılıcı yiyip susup oturmuş, hiç direnmeden ihtida edip Müslüman olmuştu. Yeni Osmanlıcılar, böyle çocuksu tarih tezlerine inanarak büyüdüler. Ve kabuğuna -Anadolu'ya- çekilen "dinsiz" Cumhuriyet parantezini kapatıp, Osmanlı'ya geçişin hayalini gerçekleştirmeye koyuldular. Ama "İslami Osmanlı" teorisi, aradan 700 yıl geçtikten sonra da işlemedi. Halk, "eski zamnalardaki gibi" Yeni Osmanlı'ya biat etmedi. Onca biber gazı, hapis cezası, sert dayak, hakaret ve yasaklara rağmen, halkın "dinsiz laik" kesimi, eski Bizanslılar gibi kuzu kuzu Osmanlı uyruğu olmadı. Neden? Osmanlı Bizanslılara bu kafayla davransaydı Bizanslılar da Osmanlı olmazdı da ondan.
    Peki Rumlar neden biat etmişlerdi? Öyle ya, insan doğası o zaman neyse bugün de o. Zorla güzelliğin yüzyıllar süremeyeceğini herkes bilir. 1300'lü yıllardan 1922'ye kadar Anadolu nüfusunun bir kısmı daima Rumdu. Osmanlının kurulduğu dönemde, Müslüman Türkler bugünkü Kürtlerden daha küçük bir azınlıktı. Osmanlı adıyla tanıdığımız Türk İmparatorluğunun başarısının sırrı sahiden İslam mı?! Kesinlikle Hayır...
    Bu yazıyı hazırlarken okuduğum kitaplardan (1) birinde, şöyle bir cümle vardı: "Harmankaya tekfuru Köse Mihal'i" yakalayan Osman Bey'in onu serbest bırakması üzerine Mihal Osman Bey'in "Ellerine sarıldı. 'Bundan böyle en yakın yardımcın ve dostun ben olacağım, ne olur bana güvenin' dedi." (2)
    Pertev Naili Boratav'ın Türk Masallarını (3) okurken böyle bir sahne karşıma çıksa zevkle okurum, ama gerçek hayatta böyle kararlar daha farklı şekilde alınıyor. Mesele güç ve iktidar olunca kimse Osman'ın kara kaşına kara gözüne bakmaz. Kitabın devamında Köse Mihal'in en önemli akıncı beylerinden biri olarak sürdürdüğü yaşamından bahsediliyor ve kahramanımızın Osmanlılığı bu olayla başlıyor. Daha sonra da böyle bir takım yerel Hristiyan beyler, gelip el etek öpüp Osmanlı oluyorlar! Hatta o kadar Osmanlı oluyorlar ki, mesela Timur'a karşı savaşan Bayezid'in saflarını Türkmenler terkedip karşı saflara geçtikleri halde, Sırplar sonuna kadar Sultan'ın yanında savaşıyorlar, üstelik bu adamların çoğu Müslüman olmamış, ihtida etmemiş. Sözünü ettiğim kitapta da ilk elden Mihal'ın Müslüman olduğuna dair birşey yazmıyor zaten, ama bu insanları biraraya getiren başka bir şey olmalı.
    Masal tadındaki tarih anlatımı, henüz polisiye romanın ve internetin icad olunmadığı çağlarda, öğüt verici ve hatta eğlendirici özelliğe/işleve sahipti. Genellikle devrin önemli şahsiyetleri için kaleme alınan kitaplar, keselerce akçe ile ödüllendiriliyorlardı. Kısacası, eski zamanlardan günümüze kalan tarih kitaplarının her zaman güvenilir ve rasyonel olmadığı gerçeğinin bilincinde olmak zorundayız. Aynı kişi hakkında farklı tarih yazımları sorununu gösteren en güzel örneklerden biri de, ilgilendiğim Evrenos Bey hakında Ayşegül Kılıç'ın (4) yazdığı kitap. Ona, ikinci bir kitabı daha dahil edebilirim (5). Eski tarihçilerin yazdıklarının ne kadarının doğru ne kadarının "temenni", ne kadarının öğüt maksatlı olduğunu, ancak aynı konuyu başka tarihçilerden okuyunca anlayabiliyoruz. Mesela Bayezit'in oğlu Süleyman için bir tarih kitabı yazan Ahmedi, ayyaş ve pervers Bayezid'i namazında niyazında, ağzına bir yudum içki koymayan bir adam olarak gösteriyor. Bunun bir ironi olarak okunmuş olması da mümkün elbette, çünkü gerçekle hiç alakası yok. Negatif bir şey yazmıyor, yazmamak için ondan az bahsediyor. Halbuki Bayezid hakkında şöyle çok eski bir fıkra var: Sultan, savaşlardan muzaffer çıkarsa Bursa'ya yirmi cami yaptıracağı sözü veriyor, ama zafer kazanınca sadece yirmi kubbeli Ulu Camiyi yaptırıyor. Ona nazı geçen danışmanlarından biri "Neden 20 değil de bir tek?" diye sorunca Sultan, "büyük olursa herkes camiyi kolay bulur" diyor. Danışmanı da Sultana, "Keşke dört köşesine dört meyhane yaptırsaydınız. Siz de caminin yolunu kolay bulurdunuz" diye cevap veriyor. Bu fıkra eski kitaplara kadar sızdığına göre, Bayezid hiç de bildik "klasik" Müslümanlardan olmasa gerek. Ve sadece o değil, başka Sultanlar da. Bu gerçek biliniyor elbette, ama buna rağmen islami bir devlet ve ümmetten müteşekkil bir Osmanlı olduğu sanılıyor. Hayır efendim. Osmanlı'yi yönetenlerin başında Rumlar, Sırplar, Ermeniler ve diğer Hristiyanlar var üstelik bunlar ya haala Hristiyan, ya da şeklen ihtida edip aileleriyle bağlarını koruyan eski Bizans soyluları. İslam devleti, kurulduktan 250 yıl sonra adım adım oluyor ve ikinci sınıf kalan Hristiyanlar da sonunda bu birlikten istifa ediyor, tıpkı şimdi Kürtlerin o noktaya gelmiş olması gibi.
    "Resmi Tarih Yazımı", sadece Cumhuriyet'e özgü bir şey değil. Osmanlı devrinde de böyle, yanlı bir tarih yazımı var. Ama Osmanlı'nın kuruluş aşamasında din değil ekonomik çıkarlar son sözü söylediğinden (ve bu konularda ince bir politika uygulandığından) Osman Bey "Haydi gazaya" dediği zaman, kimsenin aklına din-min gelmiyor, çünkü gazilerin çoğu Hristiyan zaten, amaç da yağma ve enformasyon. Bunların görevi, sınır ötesindeki Bizans kontrolündeki yerleri talan etmek ve verebildikleri kadar zarar verip ganimetle geri dönmek. Malum, akıncılar gazaya bir tek kılıçla gidiyorlar ve yiyeceklerini bile yağmaladıkları köylerden sağlıyorlardı. Bir tek şehre, Konstantiniye'ye ve havalisine sıkışan Doğu Roma, halkından ağır vergiler toplamak zorunda kaldığından, şimdi adına Osmanlı denilen Söğüt idaresi, Hristiyan köylüler için birçok şeyden kurtuluş anlamına geliyordu. Eski vergi mükelleflerinin Gazi olup komşu köyleri talan ettiği, kimseye başka bir din ve yaşam tarzının dayatılmadığı refah içinde bir hayat. Gazilerin zenginliği hakkında Ayşegül Kılıç'ın kitabında değerli malzeme var. Bayezid'in düğününe hediye getiriyor, bütün konuk beyler şaşırıyor, çünkü kendileri Bey oldukları halde Gazi Evrenos kadar zengin değiller.
    Akıncıların komutanları arasında, bir zamanlar Bizans tekfurluğu veya komutanlığı yapmış kişiler olunca, halk Bizans baskısından kurtulmayı seçiyor.  Lowry, bu konuda gerçekten ilginç malzeme sunuyor (6). Fatih'in kendine Başvezir olarak son Bizans imparatorunun halefini seçmesi çok ilginç. Osmanlı, fethettiği bölgeleri, gene oraların yerel yöneticileriyle yönetiyor ve halka yeni bir refah vaad ediyor (bu refahın önemli ölçülerde yağma ve talandan geldiğini söylemeye gerek yok.) Gazileri -bugün kutsanan- "uğraşısı hakkında Aşıkpaşazade aynen şöyle diyor: (Evrenos Bey) "çalup çarpmağa başladı." (7) Konunun daha ilginç yanı, Akıncıların yaptığını yapıp sınır ötesini talan eden Bizans birlikleri de varmış eskiden. Halk Akıncılık olayına yabancı değil.
    Osmanlı devletinin henüz kuruluş aşamasında, Mihal'in Osman'ın ellerine sarılması gibi teatral durumlardan ziyade bir "Akıncı Beyler ittifakı" söz konusu. Osman Bey'in atalarının Söğüt'ten önceki tarihine sayfalar ayıran Şimşirgil'in, Köse Mihal ve Evrenos Bey gibi akıncıların devlet içindeki çok özel konumlarını açıklayan rasyonel bir gerekçesi yok, ama kitabı çok güzel okunuyor, hikaye tadında. Şimşirgil bile Köse Mihal'den bahsederken "ihtida" konusunu işlemiyor, yani Mihal basbayağı Hristiyan. Ayşegül Kılıç da övgüye layık kitabında Evrenos Bey'in büyük bir ihtimalle Sırp/Slav kökenli olabileceği sonucuna varıyor (8). Osmanlı denen yapıyıyı başından itibaren en az 120 yıl yöneten ve askeri genişleme işini üslenen aileler: Evrenosoğulları, Mihaloğulları, Turahanoğulları, Malkoçoğulları. Lowry, Osmanlıların başlangıçta bir akıncılar koalisyonu olduğu ve bu dört aile tarafından yönetildiğini, ama Anadolu'dan Türk savaşçı devşirme ihtimali daha yüksek olduğundan "Eşitler arasında birinci"nin Osman olduğunu, diğer aileler tarafından onun 'Birinci' seçildiğini gösteriyor, yani el-etek öpme meselesi değil bir ittifak söz konusu. Osmanlı bu ittifaka 250 yıl sadık kalıyor. Gerçi yazarın çok sağlam kanıtları yok, ama Osmanlıların ilk başarılarında akıncıların halka dağıttıkları malların, kurdukları vakıfların, inanç özgürlüğüne karışmamalarının, yerel yöneticileri görevde tutmalarının ve Hristiyan halkı mobilize edebilmelerinin büyük rolü olmalı.
    Osmanlı, başından beri, elbette sadece bir Robin Hood çetesi değil. Selçuklu'dan aldığı ve bunu her hareketinde hissettiğimiz bir Türk devlet anlayışına sahip. Bu anlamda başta bir uç beyliği olmasına rağmen, Selçuklu'nun tüm tecrübesini konuşturan bir yapı. Bu yazının kapsamını fazla genişletmemek için örneklere girmiyorum, ama Lowry'den bir çok örnek okuyabilirsiniz. İslam, ancak 1430'lardan itibaren Osmanlı denkleminde "seçkinlere dahil olmak için kullanılan sembolizm" olarak görünmeye başlanıyor. Abbasi tipi İslami bir devlet olmak fikri, tarzı ve dili ise, ancak Mısır'ın 1517 sonrasındaki işgali, Kutsal Emanetler'in İstanbul'a getirilmesi ve Arap ulemanın İstanbul'a gelişinden sonra görülüyor. Arap devlet terminolojisinin yerleşip İslam'ın bir şart haline gelmeye başlamasından sonra sonra geriye bakarak yazılan tarih kitaplarında Osman Bey, namazında-niyazında, güzel rüyalar gören bir Kur'an kursu talebesi gibi gösteriyor. Bu özellikle günümüz İslamcısının tarih anlayışında çok bariz. Halbuki ilk Osmanlı Sultanları zamanında halka yemek dağıtılan imaretlerde şarap da dağıtıldığını biliyoruz. İçen içiyor, içmeyen içmiyor...

(Yazı devam edecek)

Dipnotlar:
1. Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, "Kayı I", Ertuğrul'un Ocağı, Timaş 2015
2. Şimşirgil, s. 23 (Neşti Tarihi'nden)
3. Pertev Naili Boratav, "Az gittik uz gittik", İmge 1969
4. Ayşegül Kılıç, "Gazi Evrenos Bey", Bir Osmanlı Akıncı Beyi, İthaki 2014
5. Heath W. Lowry, "Erken Dönem Osmanlı'nın Yapısı", İstanbul Bilgi Üniversitesi 2010
6. Aynı yerde, 132.-133. Sayfalardaki Osmanlı vezirleri çizelgesine bakılabilir.
7. Aşık Paşazade, "Osmanoğullarının tarihi", İstanbul 2003, s. 378
8. Kılıç, s. 42

Türk aklının iki mental engeli


1.

Eskiden "Türkiye İran olur" diye bir korku vardı, Türkiye İran'dan özellikle devlet aklı-mantığı ve gelecek beklentisi bakımından beter oldu. Şimdi siyasi literatüre, Osmanlı'nın son yüzyılında Rusların "hediye" ettiği "Boğaziçi'ndeki hasta adam" teriminden daha beter bir terim yerleşmek üzere: "Madness on the Bosphorus" (The Economist) ve bu terimin doğmasına en büyük katkıyı da gene Ruslar yapmış oluyorlar. Türkler, 1853'de başlayan Kırım savaşında son kez -İngilizlerin ve Fransızların yardımıyla- Rus İmparatorluğuyla savaşıp bazı küçük başarılar elde etmişlerdi. 1725'de ölen Büyük Petronun güçlü Rusya'sı daha sonra bu arayı Türk-Rus savaşıyla geri dönüşsüz bir şekilde Rusya lehine açtı. (Şimdi "Yeni Osmanlı" olmak iddiasındaki görgüsüz Sünni kasaba aklının bin yıllık makul Türk devlet aklını devreden çıkarması sonucu İran da Türkiye'yi geçiyor. Gerçi bu yarışın sonucu henüz belli değil, ama zaman Türkiye'nin aleyhine işliyor.)
İslamcı aklı rasyonel/nedensel değil. Güçlü bir iktidar içgüdüsüne sahip. Mesela, "Rusya'daki Müslümanlar da ilgi alanımıza girer, Kırım eski Osmanlı coğrafyası" derken, Rusların da "Kars'dan Erzurum'a kadar da bizim Rus coğrafyası" diyebileceklerini düşünemiyor. Benmerkezci. Veya "Osmanlı coğrafyasına -eski hükümranlar olarak- ilgisiz kalamayız" derken, Osmanlı coğrafyasında kurulu iki düzineden fazla devlete ve Rusya'ya da meydan okumuş sayıldığının bilincinde değil, ama Türkiye'de kinle kamplaştırılan toplumun devletten geçinen yandaş kesimini kendilerine tamamen bağımlı kılıp oylarını konsolide etmesini biliyor; etrafında kendisi gibi İslamcı ülke ve bölgeler kuşağı olmadan yaşayamayacağını da seziyor.
Cihadcı enternasyonalini desteklemeden, IŞİD ve Nusra gibi gruplar Suriye'de varolmadan, Türkiye'deki İslamcılar ve onların iktidarı ne yaşayabilir ne de toplumu kendine bağımlı vaziyette tutup İslamcılaştırabilir. Müslüman Kardeşler enternasyonalizminin çöküşünden sonra -ki IŞİD de bu yüzden "doğmuş" görünüyor- Müslüman Kardeşlerin başarılı olamadığı Suriye, en azından "Savaşan Cihadizm"in gündemde kalıp reklamını yapabilmek için bir savaş alanı oluşturuyor -idi. Ta ki Ruslar sahaya ininceye kadar. İslamcı aklı belki, Rusların Afganistan'daki gibi sonunda havlu atacağını falan düşünmüştür, ama durum artık çok farklı. Ortada küresel bir sistem krizi var ve Dünyanın bütün aklı başında merkez/çevre ülkeleri işbirliği yapmak zorundalar ve Rusların bu istikamette hareket etmesi kaçınılmaz. Elbette eski nüfuz alanları için mücadele de bu duruma eklemlenip her şeyi çok daha karmaşık hale getiriyor, ama asıl eğilim Dünyanın birlikte hareket etmesi ve öyle olmaya devam edecek gibi görünüyor. Türk İslamcılarının bu birlikteliği bozma çabaları, elbette çok anlaşılabilir bir durum.
Perspektifi, ideolojisi, "kültürü" ve "ekonomi"si ile Dünyada her hangi bir başarı kazanma ihtimali bulunmayan Cihadizm, cinnetinin dozunu artırıp Avrupa'ya saldırarak, ilk elde Avrupa'daki tüm kültürel "kazanımları"ndan oluyor. Mesela Fransa devlet memurlarına başörtüsünü yasakladı, İngiltere'de çarşaf ve burka giymek yasakladı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başörtüsünün bir 'insan hakkı' sayılmadını kabul etti. Gerisi gelecektir. Avrupa'daki bu gelişmeler, mutlaka Dünyanın başka ülkelerine de sıçrayacaktır. İslamcıların Sünni İslamı mahvetmelerine yüksek sesli makul bir Sünni itiraz gelene kadar Sünnilik tüm Dünyada aşağılanıp bastırılacaktır ve bundan da İran ve Şiilik kazanımlı çıkacaktır.
Rusya sahaya indiğinden beri Türk muktedirlerin bu kadar mutsuz olması ve sonunda dayanamayıp tetiği çekmelerinin ve Rus uçağı düşürmelerinin baş nedeni, Rusların Türkiye destekli Sünni İslamcıları sistematik biçimde yok etmeleridir ve eski "Osmanlı coğrafyası"na yerleşmeleridir. Kendine "Yeni Osmanlı" diyen Sünni panislamist nepotist kasaba aklının Dünyada tek başına hayatta kalması imkansız.
Milli sınırlarlar dahilinde tek başına yaşayabilen Stalin devri Sovyetler Birliği'nin "Tek ülkede Sosyalizm" aklı, Türkiye'de "Tek ülkede İslamizm" olarak yaşayamaz. Bu zorunluluğu Leo Troçki 1917 devriminden sonra görmüştü. Stalin, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanları yenen General Şukov sayesinde Doğu Avrupa'da Sovyet tipi sosyalist devletler kurarak, Troçki'nin ütopik hedefine reel politika üzerinden kısmen ulaşıp reel Sosyalizmin kırk küsür yıl daha yaşamasını sağlayabilmiştir. Türk İslamcılarının iktidar içgüdüsü de aynı şeyi hedefliyordu: Kendine bir İslamcılar Dünyası kurmak. Türkiye'de kalıcı bir varoluş ancak o zaman mümkün olabilirdi. Müslüman Kardeşler ve İslamcıların Dünyası 2013'den itibaren, daha kurulmadan çöktü. Arap Baharı'nı duygu sömürüsü için kullanıp Müslüman Kardeşler ve türevlerini Mısır'da ve diğer Müslüman ülkelerde iktidara getirme harekatı, Suriye'ye ve Gezi isyanına tosladı.
Bugün geldiğimiz aşamada, islamcıların IŞİD'ci-Nusra'cı B-Planı da çökmektedir ve yıkım, Türk İslamcılarının kapısına dayanmıştır. Bir C-Planı bulunmuyor. Zira kendi ülkesinde bile azınlık durumundaki islamcıların gidebileceği bir yer kalmadı. İslamcılar, başlarına gelecek feleketi sezinlediklerinden, "seçim zaferi"ne de sevinememişlerdi, şimdi "biz Osmanlıyız, sizin oralar da bizim" gibi abukluklarla kendi kendilerini tatmin etmeyi deniyor ve mezarlıkta ıslık çalıyorlar. Dünyaya tehditler savururan İslamcı aklı, rasyonel/nedensel akla uzak, "içinden geçeni yapıp gerisini Allah'a bırak" akılsızlığına yakın bir yerden kendi temelsiz hayallerine inanmayı sürdürerek, sadece Dünyanın islamcılara karşı kararlılığını yükseltiyor. Türk islamcılığının Dünyanın başına tam bir bela olduğu kabul edildikçe, Rusya'nın sıkıştırmaları karşısında hem daha yalnız hem daha güçsüz olacaklardır. Şimdi asıl mesele, Türkiye'yi bu garabetten kurtarmak için Türk muhalefetinin nihayet kendine gelip harekete geçip geçemeyeceğidir. Bu iş Ruslara kalırsa, Almanya'nın savaş sonrası yaşadıklarına benzer bir durum Türkiye'yi otuz yıl boyunca yönetir. Bunun için Türk Muhalefeti bazı mental bariyerlerle kararlılıkla hesaplaşmak zorunda.

2.

İslamcıları Türkiye'de ideolojik anlamda "yaşayabilir" kılan ve Muhalefetin itirazlarını da sınırlayabilen iki önemli mental bariyer bulunuyor. İlki, "tarihî", "Türkler İslamın kılıcıydı" önkabulü.
Türk islamcılarının "Dünyaya meydan okuyan" tavırları ve Osmanlı'yı sahiplenip, onların eskiden de "Küffara cihadın bayraktarı" olduğundan yola çıkmaları, bunu "saldırıya direnen milli mesele" ile birleştirmeleri, Aleviler ve Kürtler dahil, herkesi çeşitli derecelerde frenleyebilmektedir. Rus uçağının düşürülmesinden sonra dut yemiş bülbüle dönen CHP, MHP, hatta HDP'nin sonraki kısık sesli cılız muhalefeti, biraz -bu önkabule dayanan- "Müslüman/Milliyetçi dayanışması"na benziyor.
Burada Türkleri ilgilendiren ilk soru, "Osmanlı İslam'ın kılıcı mıydı, öyleyse Karamanoğlu Mehmet Bey'den, İran Şahı İsmail'den, Mısır Memluklularından ne istedi?" sorusudur. Bu blogda daha sonra detaylı bir yazıyla gösterileceği üzere Osmanlı İmparatorluğu'nun (ve Selçuklu İmparatorluğu'nun da), asıl işi/mesleği/idealinin İslam adına Hristiyan budamak olMAdığıdır. Türkler (ve Moğollar), gittikleri ve yönettikleri bölgelerin kültürel iklimine uymuşlardır. Cingis Han'ın torunu Kubilay Budist, onun İlhanlı kardeşi resmen Müslüman, gayrıresmi Nasturi Hristiyandı. Selçuklu Hanedanlığının kurucusu Selçuk (Salcık) Bey, ölüm döşeğine kadar inançlı bir Yahudidir ve oğullarından birinin adı da İsrail'dir. Yani İslamcıların cihadcı teorik temeli, 1916 ve 1938'de somutlanıp modern tarih anlayışına eklemlenen bir yalandan ibarettir. Ve işin daha ilginci, o yalan da 14'üncü yüzyıldaki başka bir yalanı baz almaktadır -yoksa bu kadar uzun ömürlü olmazdı!
İslamcılara karşı direnişi zayıflatıp Türk muhalefeti hımbıllaştıran ikinci etmen, "Bizimkilerin desteklediği İslamcılar belki de bizim adımıza -nihayet- Musul ve Kerkük'ü alıyorlardır, belki sonra birleşip eski Osmanlı gibi topraklarımızı genişletiriz, Musul zaten Lozan'da da bizimdi" diye özetlenebilecek Lise tarih dersi kafasıdır.
Özellikle belirtmem gereken şu: Ben -yukarıda kısaca değindiğim- bu iki sakat zihniyetten de, kompleksli resmi Kemalist Türk tarih eğitimini sorumlu tutuyorum. "Oralar aslında bizim, elbet geri alacağız" edebiyatını kafalara çakan tarih yazılıp çocuklara öğretilmeye başlandığında, Türkler sadece 10 yıl içinde Libya'dan Yemen'e, Bulgaristan'dan Azerbaycan'a kadar kontrol ettikleri kocaman bir bölgeyi kaybetmişlerdi -ama o bölgenin çok büyük bir bölümü asla Türk yurdu olmadı. Hadi Cumhuriyet'in kuruluş döneminde bu travmanın bu haliyle Tarih kitaplarına sızdığını, bu kafayla bir nesil yetiştirilmesini anlayışla karşılayalım... Ne de olsa bir milliyetçilikler devriydi Dünyada aynı zamanda. Ama bu kafanın 80 yıl hiç sorgulanmayıp, daha da pekiştirilerek bugünkü "eğitim sistemi"ne kadar abartılıp gerçeklerden iyice uzaklaşması, bozularak günümüzde İslamcının dayanağı haline gelmesine anlayış göstermek artık kesinlikle mümkün değildir, çünkü Global Dünyada birlikte yaşamayı imkansızlaştırmaktadır. Bu yaklaşım biçimi hem yanlıştır, hem çağa aykırıdır hem de Türklerin enerjisini boşa harcayıp onun ikinci sınıf bir halk olarak kalmasına neden olmaktadır.
Bu devirde toprak kazanarak büyük devlet olunmuyor...
Türkler ise okulda "Büyüklük" adına sadece bir kocaman Osmanlı haritasına bakıyor. İslamcılar da o haritaya bakarak büyüdü. Ortalıkta halâ "toprak kazanarak büyüklük" mantığıyla dolaşanlar, feodal devrin küflü kafasını taşıyor demektir. Dünya'nın en çok fikir üreten ve Dünya'nın gidişine yön veren Silicon Valley'de Apple, Google, Yahoo, Facebook ve Dell gibi firmalar bulunuyor, Kaliforniya körfezinin güneyinde bir evlek yer. Tayvan, Halk Çin'i dışında kurulmuş küçük bir Çin cumhuriyeti ve Dünya devi Hon Hai Industy firması (40 milyar Dolar ciro) bu ülkeden doğdu, merkezi de orada. Tayvan'ın yüzölçümü 35 bin metrekare, yani Kıbrıs'ın üç misli kadar. Ayrıca, toprak büyüklüğü, eskiden de çok önemli değildi. "Toprak büyüklüğü" Osmanlı için sadece yağma ekonomisi nedeniyle önemli bir Ortaçağ faktörüydü. Ama o faktörü kullanmadan da büyük olmuş Ortaçağ devletleri vardı. Mesela Venedik. Fatih Sultan Mehmed'e bile kök söktürmüş, İstanbul'dan daha küçük bir şehirden ibaretti. Günümüzde -hele gelecekte- toprak büyüklüğü, eskisinden daha az önemli olacaktır (ama önemsiz de değildir elbette). Büyüklüğün kıstasının toprak büyüklüğü olMAması, modern çağlarda iyice kanıtlanmış bir olgudur. Hong Kong, bir tek şehir olarak Doğu Asya'da yüz yıl boyunca birçok bölge ülkesinden daha önemliydi. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Burada Türklerin enerjisini tüketen, "Büyük Devlet" idealini haala büyük ölçüde "Türkiye'nin topraklarını genişletmek" saymaya devam etmeleridir. Artık bu kelepçeyi kırmak gerekiyor. Bu çağda topraklarını büyütmek savaşsız olmaz, ama saldırgan/işgal savaşı Türkiye için artık bir opsiyon olamaz, çünkü bu teknik/pratik olarak mümkün değildir. Artık esas olan "Kültürel etki" ve yaratıcı akıldır. İngiltere, Almanya'nın yarısı kadar ekonomilerine rağmen, bütün Dünya'ya kendi dilinin konuşulmasının avantajlarını kullanmaktadır. Dünyanın en saygın gazetelerinin önemli çoğunluğu İngilizcedir ve dil yoluyla Dünya'da fikirsel yönlendirme de önemlidir. Dünya'da Amerikan filmlerinden çok kendi filmlerini seyreden sadece üç ülke var. Sırasıyla: Hindistan, Türkiye ve Fransa. İslamcıların frenleyici etkisinden kurtulmak için, artık "Haritası Büyük" ülke olmak sevdasından vazgeçmek gerekiyor. Bu kesin vazgeçiş, Türkiye'nin nüfuzunu ve yumuşak gücünü global anlamda genişletmek için kullanılabilir. Bu aynı zamanda siyasi güç demektir. Türkiye, evrensel değerlere bağlı kalıp özgürlükleri ve yaratıcılık potansiyelinin gelişmesini garantiye aldıktan sonra bir çok özgün yan geliştirebilir. Mesela -İslamcıların küçük bir azınlık oldukları devirde- Dünyada, mistik bir derviş kültürü vardı. Bunlar ezoterik adamlar (ve kadınlar) formatında Batı'da da ilginç kültür öğeleriydiler. İslamcılığın çıkışıyla geriye sadece Amerika'daki pseudo-Mevleviler kaldı. Türkler özgün giyim-kuşam'dan, Kültürlerini (Japonlar gibi) globalleştirmeye, güçlü film/dizi kültürleriyle başlayabilirler. Hintliler/Japonlar/Çinliler gibi evrenselleştirebilirler. ArGe'ye yatırım yaparak ve demokrasileriyle bölgelerinde örnek olabilirler, Almanya'nın Avrupa'da yaptığı gibi, Atatürk'ün son yıllarında kurduğu gibi AB benzeri bölgesel sağlam ittifaklar oluşturabilirler, ama bunların silahla külahla toptak büyütme saçmalıklarıyla gerçekleştirilmesi mümkün dseğildir. Türklerin bütün bu makul girişimleri, ülkeye refah ve prestij olarak dönecektir. İslamcı bir kafanın bunu başarmak bir yana hayalini kurması bile mümkün değildir.
İslamcıların Türkleri engelleyen ve Muhalefetin elini tutan bu eski/köklü fren mekanizmalarıyla hesaplaşmak ve onları terketmek, komplekslerini de tamamen aşmak demek olacaktır. Türklerin birinci sınıf halklar arasında yer alabilmeleri, ancak ciddi mental değişimle mümkün. Bunu Türkler kendileri yapıp kendi kaderlerine sahip çıkmalılar, yoksa Rusya (veya benzeri başka dış etkiler) yapacaktır. Çünkü Türklerin eski kompleksi, son "Madness on the Bosphorus" haliyle, artık Dünya barışını tehdit ediyor. Bu duruma ya bizzat Türkler, ya da Dünya el birliğiyle son verecektir.

İslamcılara karşı Dünya savaşı ve yeni bir Dünyanın doğum sancıları

Dünyayı şok eden Paris katliamı, IŞİD'e karşı Suriye ve Irak'da başlayan geniş cepheli savaşı yeni bir boyuta taşıdı. Artık, belli coğrafi bölgeler ile sınırlanamayacak bir savaş söz konusu ve bu konvensiyonel bir savaş değil, ama yaşananlar sadece bir savaştan ibaret de değil.
    Arap Baharı'nda Arap gençliği, İslami bir rejim yerine Batı demokrasisi talep ettiğinde, hatta Amerikalılara Occupy Wall Street hareketinin ilhamını verip, Gezi Hareketine örnek teşkil ettiğinde, Huntington'un kültürel kimliklere göre yorumladığı toplum modeli inandırıcılığını tamamen yitirmişti. Batının kültürcü yanılgısını sonuna kadar kullanan İslamcılık, Arap Baharı sonrasında fikren ve ruhen sona erdi. Batı da (Doğu gibi), Sünni tipi tüm İslamcılık türlerinin radikalleşmeye meyilli olduğunu ve "kendine şirk koşmayan tek gerçek"çi teolojik politika anlayışıyla, global kapitalizmin asgari demokratik hukuk devleti kriterleriyle uyuşmadığını anladı. IŞİD, bu uyanışa islamcıların verdiği intihar yanıtıdır ve Paris'e yaptığı saldırı da Batı ile Sünni İslamcılığın yüz küsür yıllık görece iyi "ilişkiler"ini sonlandıran olaydır.
    IŞİD'e karşı ABD-Rusya-Fransa ittifakının ve İslamcıları tüm Dünyada av haline dönüştüren yeni tür global savaşın asıl konusu, önünde sonunda bizzat sistemin kendisi olmak zorunda, çünkü 2008'de başlayan sistem krizi, Dünyadaki sosyoekonomik sorunları iyice keskinleştirdi. G 20 toplantılarında Ali Koç'un Dünya'daki eşitsizliklerin artışına dikkat çekerek "Gerçek sorun kapitalizmdir" çıkışı, konunun özüne işaret ediyor.
    21'inci yüzyıldaki haliyle kapitalizm, kendine özgü para türü, meta sistemi ve yaşam biçimiyle, toplumları derinlemesine kapsayan bütüncül bir sistemdir ve onu aşmak da ancak sistemin bütün kesimlerimlerinin biliçli ortak çabalarıyla mümkündür. Bu anlamda Dünyanın bütün merkezî ulusdevletlerinin, STK'larının, hatta Anonymous gibi sistem karşıtı grupların IŞİD'e karşı ortak bir Dünya cephesi kurması, İslamcıların yenilgisi sonrası için özel bir öneme sahip.
    Şimdiki haliyle asıl ekonomik savaş, insani değerlere aldırmayıp kural tanımayan benmerkezci mafya tipi vahşi neoliberal kapitalizm ile; insani değerlere ve uygarlığa sadık kalan ilkeli bir postkapitalist düzen arayışı arasında yaşanıyor. İnternet çağında Dünyadaki sosyal gelişme eğilimi, hiyerarşik kapitalist toplum anlayışının giderek terkedilmesi yönünde. Onun yerini, herkesin birbiriyle aynı göz hizasında konuştuğu, kendiliğinden mobil örgütlenmelerin önem kazandığı, belli bir nezaket ve insan haysiyeti kodeksine sahip, zayıflayan parlamenter demokrasiyi doğrudan demokrasi ile tamamlayan postkapitalist 'Yatay Toplum' anlayışı alıyor. Modernleşme devrinde ortaya çıkan hiyerarşik örgütlü 'birey'in İnternet çağındaki yeni biçimi, endüstrileşme çağındakinden farklı.
    Teolojik politikanın son radikali IŞİD ise, İslam'ın ortaya çıkışından önce, gene Suriye'de doğup güneye doğru yayılmış cinsiyetçi hiyerarşik bir sistemin yeni versiyonuna benziyor. Bu eski arkaik düzende baba (aşiret reisi), keyfine göre kanun/kural koyup, mesela kızlarını diri diri toprağa gömme hakkına sahipti. Klan egoizmi ve oradan doğan çifte standart, bugün de İslamcılığı anlamayı zorlaştıran "sofistike" özelliklerden. Global sistemin yer yer çöktüğü ekonomisiz (üretemeyen/tüketemeyen) coğrafyadan, sistemin (ücretli işini kaybedince haysiyetini de kaybettiği) kalıcı işsiz kesimlerinden ve aşağılanan azınlıklardan doğan IŞİD, önce kapitalizmin eşitsizlik üreten vahşi biçiminin büyük bir ciddiyetle ele alınıp terk edilmesini sağlayabilir. Ekonominin ve siyasetin Yatay Toplum'a uygun şekillendirileceği, daha eşitlikçi ve paylaşımcı bir postkapitalist döneme doğru ilerliyor olabiliriz.

Helmut Schmidt'in ardından...

Türklerin on Kasımı bu yıl Almanların da yas günüydü. Ülkenin bilgesi eski Şansölye Helmut Schmidt, büyük devlet adamları devrinin Almanya'daki son temsilcisi olarak 96 yaşında hayata veda etti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeniden kurulan ülkenin ilk sosyaldemokrat Şansölyesi karizmatik Willy Brandt'dan 1974'de devraldığı görevi bambaşka bir tarzda, pragmatik ve reel politikanın hakkını vererek sürdürürken, pek sevilen bir politikacı değildi. Almanların gönlünde taht kuran duygusal Brand'dan sonra, kimilerince acımasız sayılabilecek bir soğukkanlılıkla politika yaptı. Schmidt, Solcu şehir gerillası Kızıl Ordu Fraksiyonu RAF ile mücadele ederken, tam bir kriz devri Başbakanı olduğunu kanıtladı ve bugün doğal sayılan bazı önemli kuralları da ilk kez uygulayıp ilkeleştirdi: "Teröristle pazarlık edilmez."
RAF, hapishanedeki önderlerini kurtarmak için İşverenler Sendikası Başkanı Hans Martin Schleyer'i 1977'de kaçırdığında ve genç Federal Almanya, tarihinin en büyük krizini yaşadığında o, bakanlar kuruluna başkanlık eden Şansölyeydi. Filistin Kurtuluş Örgütü FKÖ de RAF'in Almanya'daki eylemini desteklemek için bir Lufthansa uçağını Mogadişu'ya kaçırdı ve Schmidt, kararlılığını göstermek için, "Beni veya karım kaçırılıp, özgürlüğümüz karşılığında birşeyler talep edilirse, teröristlerle asla pazarlık edilmeyecek" diye yazılı bir emir verip Alman özel timlerini Mogadişu'ya gönderdi, GSG9 komandolarının bir tek rehineye bile zarar vermeden uçağa müdahale ederek herkesi kurtarmalarını da sağladı, ama Schleyer'i gözünü kırpmadan feda etti.
Helmut Schmidt, hayatının en zor günlerinden birini, cenaze merasiminde Schleyer'in dul eşinin yanında otururken yaşadığını ifade etmiş ve bu olayın etkisinden kurtulamamış. Pek sevilmeyen kriz politikacısı olarak koltuğunu Helmut Kohl'e bırakırken, değişmekte olan Almanya'da Yeşiller de tarih sahnesine çıkmaktaydılar. Schmidt de değişti, yaşlandıkça radikalleşerek Almanların kalbini kazandı. Almanya'nın Yugoslavya savaşına karışmasına, 11 Eylül 2001 sonrasında Kuzey Afganistan'da üs kurmasına, yurt dışında askeri maceralara atılmasına şiddetle karşı çıktı ve bu kadarla da yetinmedi.
Ruslara ve Çinlilere büyük saygı duyan, kendini Amerikalılara çok yakın hisseden Schmidt, bir taraftan da onlara karşı "Amerikan vahşihayvan kapitalizmi" gibi terimler kullanmaktan çekinmemiştir.
Schmidt'i büyük kılan, sosyaldemokrat cenahtan gelmesine rağmen, ülkesinin çıkaraları istikametinde partilerüstü bilge devlet adamı olarak radikal tavırlar sergilemekten çekinmemesi olmuştur. "Vizyonu olan politikacı doktora gitmeli" diyecek kadar katı gerçekçi, Ruslara ambargo koymak fikrini "Saçma" bulacak kadar da açık sözlüdür ve hayatının sonuna kadar da mentollü sigara içmeyi bırakmamıştır. Kurallara uymak konusunda adeta destan yazan Almanlar, "yoksa gelmem" diyen Schmidt'i dinleyebilmek için, toplantılarda sigara tellendirmesine hiç itiraz etmeden razı olmuşlardır.
Giderek karmaşıklaşan Dünyayı anlayıp analiz eden, samimiyetine ve aklına kesinlikle güvenilebilen, sözünü esirgemeyen tecrübeli bir eski Başbakana sahip olmak, her halka nasip olmaz. Gökyüzünde sabit kalıp yön bulmaya yardımcı olan yıldızlara şimdi daha çok ihtiyaç var, ama Helmut Schmidt Almanları yetim bıraktı ve Dünyadan ayrılırken yaşadığı çağın kapısını kapattı. Onun klasında politikacılar artık yetişmiyor malesef.

"Yeni Osmanlı"cının ölüm-kalım savaşı ve Türk aşağılık kompleksinin aşılması

Seçimlerin AKP için çok önemli olduğu konusu malum. Herkes bundan bahsediyor. Kaba hatlarıyla nedenini biliyoruz. 7 Haziran seçimlerinden sonra tek başına iktidarı kaçıran AKP'lilerin depresyondan hâlâ çıkamadukları görülüyor, ama parti içindeki -görüntü babında da olsa- bir muhalif kanadın çıktığı, kendisine "Ak Partililer" deyip diğerlerine "zıpır yeni yetmeler" veya "AKP'liler" dediği aşamada, iktidar çevreleri arasında bir ayrıma gitmek giderek daha gerekli gibi görülüyor. Nihayetinde AKP sadece İslamcılardan oluşmuyor. Bu parti Türkiye'nin eski Sağ muhafazakar kesimlerin oylarını da alıyor ve kemik yüzde 16'lık Milli Görüş potansiyelinden çok daha büyük bir kitleyi temsil ediyor.
    Seküler Türk Sağı, bir koalisyon geleneğine sahip, ama AKP'yi yöneten İslamcı (veya "Yeni Osmanlı"cı), "teolojik tek ilahi gerçek"çi kesim bir koalisyon geleneğine sahip değil, hatta muhalefet etme geleneğine de sahip değil. Bu anlamda Erbakan partilerinden de farklılar, çünkü tek başına iktidar olmak zorunluluğunu dayatan bir değil birkaç durumla birden karşı karşıyalar. İslamcı nepotizm, bir imkan kapısı. İslamcıların siyasi bağlılığın en sağlam şeklini yani ekonomik bağımlılığı erken keşfettiklerini yazmıştık. Bu, artık bütün islami cemaat ve çevrelerde de böyle. Liyakat falan yok, yalnız yandaş var. Yani geniş bir destekçi çevrenin işlerinin yürümesi, yeni kaynaklar aktarılması falan gerekiyor. Bir koalisyon, en azından pastaya yeni ortaklar eklenmesi gerek -ki bu da değil sadece. Yeni koalisyon, bazı sırların paylaşılması demek. Asıl sorun burada gibi görünüyor.
    İslamcıların bir daha gitmemek üzere geldiklerine ve arasyonel/irrasyonel "düşünme" biçimleri dairesinde buna sahiden de inandıkları görünüyor. Elbette "ilahi gerçeğin tek sahibi" olduğuna inanıp kendine kimseyi ortak/şirk koşmayan teolojik politik yapıların "doğası"na uygun bir yapı. Takiyye ve konjonktür sayesinde işleyince bunun ilelebet böyle süreceğine inanmak akausal/arasyonel "akıl" için zor olmas gerek, ama dünya ve evren o akla göre işlemiyor malesef. Bunun idraki, o cenahtaki muazzam depresyon dalgasının da nedeni. Ama kendi içinde marjinal bir azınlığa dönüşmekte olan "Yeni Osmanlı"cı muktedir İslamcıların "asla paylaşılamayacak" ölçekteki sırları ne? Bu sorunun yanıtını tahmin denemeleri bile, seçimlerin neden ölüm-kalım meselesi olduğunu gösterebilir.
    Yeni yaşam stili dayatma noktasına doğru yaklaşan İslamcı muktedirlerin 2013'de Gezi'de sağlam bir darbe yiyen nobran özgüvenleri, sadece Ergenekon ve Balyoz gibi darbeler sayesinde oluşmadı. Türkiye'nin eski vesayet odağı TSK'yı pasifize etmek kuşkusuz önemli ve tarihi bir olaydı, ama asıl Arap Baharı'nın bir "Müslüman Kardeşler Enternasyonali" iktidarlarına dönüştürülmesi bu yeni özgüveni "teolojik" boyutlara taşıdı. Sünni Panislamizmi üzerinden "İslam Dünyası"nın Türkiye'den yönetilmesi gibi maddi karşılığı olmayan (ve olmayacak olan) hayaller, Şii/Alevi coğrafyada seküler Esad'a takıldı ve galiba bu engelin ortadan kaldırılması için -herşey- yapıldı. Bu herşey içine öyle şeyler sığıyor olabilir ki, belki Esad'ı aşmak çabası çerçevesinde yapılanlar, ancak bir zafer kazanılması koşuluyla tolere edilebilir.
    AKP şansına biraz fazla güvenmiş gibi. Şimdi işler fena halde çamura batınca gerekli rasyonel/kausal akıla da başvurulamadığından, tek çare olarak, bu işi zaferle sonuçlanmadan sırları kimseyle paylaşmamak gibi bir yol seçilmiş görülüyor. İşin içinde yolsuzluk dosyaları da var tabii. Ülke içini ilgilendiren yolsuzluklar, kapağı yurt dışına atınca enternasyonal kamuoyunun pek ilgisini çekmeyebilir, ama bu yolsuzlukların bile İran ayağı konuşuluyorsa ve İran'la Suriye'de iki farklı cephede yer alınıyorsa, bu bile AKP'ye (ve Türkiye'ye) karşı kullanılabilecektir. Bu bile, fazla ürkütücü olmayabilir. Asıl ürkütücü olan, 2011'den beri Türkiye'nin Suriye'ye karşı (ileri boyutlarda?) desteklediği tüm İslamcı muhalefetin içinden sonra sadece El Kaide'nin yerel kolu Nusra değil, IŞİD'in de çıkmasıdır. Bugün Rusya da, Amerika da, Nusra ve IŞİD arasında bir ayrım yapmıyor. Hayali ideolojik "jeopolitik" girişimlerin 21'inci Yüzyılda silah kullanarak uygulanmaya kalkılması, 20'inci yüzyılda Batılı modern ordulara ok ve kılıçla saldırmak kadar demode ve beyhudedir. 18'inci yüzyılda sona ermiş "coğrafi fetih" zihniyetini 21'inci yüzyıla "teorik derinlik"le taşımak, üzerine bir de atom şeysi taksanız gene de hiç mümkün değildir. Artık zor kullanarak bir yere varılamayacak yeni bir döneme giriyoruz. Artık sadece ikna ile bazı şeyleri yapabilirsiniz, bu da lise seviyesi tarih bilgisi ve hamasi nutukla olmaz.
    "Yeni Osmanlı"cılar, savaşı kazanana kadar -yani ilelebet!- iktidarda kalmak ve zaman içinde Suriye olayının (Türkiye'nin yenilgisinden sonra) üzerlerine gelecek yıkıcı sarsıntılarını iktidarda tek başına karşılamak zorundalar. Yüz yerinden kırılan onca kolun yen içinde kalmasını sağlamak kısmen ancak bu şartlar altında mümkün. Peki iktidarda kalabilirler mi? Elbette Hayır. Tek yapabilecekleri şey zaman kazanmak gibi sınırlı bir çabadır, çünkü "Hilafetin yeniden kurulabilmesi" benzeri hedefler için ödenen bedel şimdiden o kadar büyük ki, AKP'nin oy desteğini bir yerden sonra asla gizlenemeyecek boyutlarda eritecektir. Ekonomi, Mursi'nin Mısır'da yaptığı gibi otoriterleşerek global sistemin taşıyamayacağı noktaya doğru ilerlemektedir. AKP'nin takiyye dönemine dönmesi, yani "liberal Sağ parti"ymiş gibi yapması da mümkün değildir, çünkü inanılırlığını tamamen yitirip izole olmuş bir parti yöneti kesimi söz konusu. Partinin tüm yönetici kesiminin değişip Erdoğan'la arasına mesafe bile koysa -ki bu da imkansız- o adla Dünyanın güvenini kazanamaz. AKP içinde kıpırdandığı söylenen muhalif çevrenin Ak Parti adını taşımaktan yana görünmemeleri de anlaşılabilir bir durum. Yeni Osmanlı, "Türkiye arabası" devrilene kadar iktidarda kalmak isteyecektir. Bu konuda ne kadar absürd yöntemlere başvurabileceğini hayal etmek bile kolay değil, ama Türkiye'nin iyi bir sınav veren demokrasi geleneği bu gidişatı bir yerde durduracak görünüyor. Türkiye'nin 60 yıllık aşağılık kompleksinin kaynağı "İlle de Osmanlı'yı dirilteceğiz, kargadan başka kuş tanımayız" saplantısı ve bu hedefe "Batılı" sayılan "Rasyonel/kausal akıl" ile değil de katakullici/hileci/takiyyeci "herşeyi (kutsal) kitabına uyduran örgütlü kendine Müslümanlık" ile ulaşılabileceği aymazlığı iyice idrak edilebilecek. Bu son derece önemli. Çünkü Türkler bu dünyada, "aklı" sadece demode/köhne Osmanlı jeopolitiğine basan, başka birşey düşünemeyen bir Afrika klanı değil. AB silahla ve "jeostrateji" ile mi kuruldu? Çin, silah-külah ile mi ABD'nin Dünya tahtını sallıyor? Türkler, aşağılık komplekslerini aşıyorlar ve Osmanlının son artığını da ebediyyen gömmeye hazırlanıyorlar, ama iş o kadarla bitmiyor.
    Komplekslerini aşan Türkler, ancak yeni bir dava için bu kez çağa ve Türklerin doğasına uygun evrensel değerlere yaslanan adil metodlarla mücadele etmeye, yeni evrensel hedeflere koşmaya hazırlanmalılar. Çünkü aşılan aşağılık kompleksinin yerine yeni ve sağlam bir özgüven kurmak, bu yeni çabalar bütünü içinde şekillenecek.

İslamcılık iflas mı etti?

1970'lerin başında yaşanan petrol krizi ve yükselen petrol fiyatları sayesinde Ortadoğu'da yeni merkez ülke haline gelen Suudi Arabistan, tüm Sünni Ortadoğu'yu (Rabıta üzerinden de Türkiye'yi) etkiledi. Bu etki, Ortadoğuda 'Ulus inşaası ve milli kapitalizmler' sisteminin bozulmaya başladığı döneme denk gelmişti. Siyaseti ilahi temellere dayandıran ve "tek doğru"nun tekeline sahip olduğu iddiasındaki modern teolojik politika, Ortadoğu'da zayıflayan seküler ideolojilere alternatif olduğu iddiasındaydı. Kendine "şirk" koşmayan, (yani sahibi olduğunu düşündüğü "tek ilahi doğru"yu başka hiçbir siyasi görüşle tartışmayan ve iktidarı kimseyle paylaşmayan) en popüler yeni dincilik türü, 'İslamcılık' oldu.
   Ortadoğu'da 1920'lerde başlayan modernleşme ve kapitalistleşme furyası, devlet sektörünün özel sektörü dengelediği veya ondan daha güçlü olduğu bir milli kapitalizmi esas alıyordu. Bu dönemin sistemsel özellikleri, 1970'lerde bozulmaya başladı.
   Petrol krizi sonrasında ilk İslamcılar piyasaya çıktığında, Ortadoğu ülkelerinde yaşayan fakir halk, modern gelecek perspektifini yitirmiş, evrensel ilerleme idealinden kopmuştu. İşte İslamcılık, ortak özelliği sekülerlik olan milli kapitalist/sosyalist devleti, yeni ilahi ideolojisiyle değiştirip ona yeni can vereceği iddiasıyla popüler oldu. Üstelik reel sosyalist coğrafyada terkedilen Batı karşıtlığını da "antiemperyalizm" söylemiyle yeniden canlandırdı. Ama bu kadar etkili olabilmesini, neoliberalizme ve yeni konjonktüre borçludur.
   Neoliberalizm, milli sınırlar ötesi globalleşen firmaların yeni kapital birikimi için yağmalanacak alan ararken "kamu malını keşfetmeleri" devridir. Varlıkları düzenli olarak özelleştirilip satılan, kurumları firmalara pazarlanan ve bu nedenle gelirleri sürekli düşen ulusdevletler hızla zayıfladılar. Toplumun alt gelir grubu ve orta alt gelir gurubunun bugün de İslamcı partileri seçmelerinin temel nedeni, neoliberal süreçte devletin terkettiği sosyal-devlet hizmetlerin bir çoğunu islami cemaatlerin üstlenmesi ve buradan kurgulanmış bağımlılıklar ve alışkanlıklardır. İslamcılar, siyasi bağımlılığın en sağlam türünün ekonomik bağımlılık olduğunu çabuk öğrendiler.
    Kültürcü Hantington ideolojisi, dünyayı kültürel bölgelere ayırıp Türkiye'yi de "İslam medeniyeti" coğrafyasına koyuyordu ve o coğrafyada "geleceği temsil edenler" de, olsa olsa islami politikacılar olabilirdi, -Batı'ya has özellikler taşıyan sekülerler değil. İslamcılar, Batı'nın bu kültürcülük yanılgısını sonuna kadar kullandılar.
    2008'de başlayan sistem krizi, kültürcü ideolojinin altını oyup boşalttı, çünkü kültürcü argümanlarla örtülemeyecek ve açıklanamayacak kadar sorunlu bir dünya var artık. Sistemin kriz ideolojisi olarak hızla gereksizleştiğini anlayan islamcılık, Batılı demokrasi isteyen Arap Baharı'ndan sonra, teolojik politik fabrika ayarlarına geri döndü ve "teolojik tek doğru" bildiği şey adına kapitalizmin yaşayabilmesi için gerekli asgari demokratik koşulları da ortadan kaldıran düzenlemeleri hayata geçirmeyi denedi. Ama sistem, artık böyle düzenlemeleri taşıyabilecek esnekliğe sahip değil.
    IŞİD'de somutlanan son İslamcılık türü ise, insanı bile köle pazarında alınır satılır bir meta haline getiren, sürdürülemez nepotist vahşi bir neoliberalizm türünün son savunucusu haline geldi. İslamcılığın ve diğer kimlikçi ideolojilerin iflasıyla giderek büyüyen boşluğu, kutsal değerleri dışlamayan yeni seküler etik ile sorunlara sosyo-ekonomi üzerinden yaklaşan yeni Sol dolduruyor.

15 Ekim 2015, Cumhuriyet Gazetesi
Bkz.: http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/388295/Islamcilik_iflas_mi_etti_.html

Gizliservislerin 21'inci yüzyıldaki dönüşümü

James Bond filmlerinin hepsini seyretmiş biri olarak, gizliservislerin çok daha farklı yapılar olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Okuduğum uzun bir makale ve bir kitaptan yola çıkarak, 21'inci yüzyılda devletlerin gizli haberalma teşkilatlarının nasıl bir dönüşüm geçirmiş olabileceği hakkında birşeyler yazabileceğimi düşündüm. Konu hakkında Türkçe materyal bulamadım (bulmayı da beklemiyordum açıkcası). Edward Snowden'in ifşaatlarından sonra, mesela Amerikan gizli servislerinin kapasitelerinin 11 Eylül 2001 ertesinde "muazzam" boyutlarda artırıldığını biliyoruz ama ne kadar "muazzam" olduğu konusundan ancak tahminlerde bulunabiliyoruz, mesela Amerikan NSA'nın inanılmayacak ölçülerde bilgi topladığı -hatta yığdığı- sır değil, ama bu bilgileri değerlendirip analiz edebilecek kapasiteye sahip mi? Sanmıyorum. Bugün galiba esas önemli olan, "Analiz kabiliyeti" ve bu hâlâ kıt dersek, yanlış birşey söylemiş olmuyoruz sanırım.
    Gizli servisler, biri tamamen yeni üç alanda çalışıyorlar. Bunların ilki, en eski haberalma yöntemi "Human Intelligence", yani adam adama markaj ve insanlardan doğrudan bilgi alma yöntemi -ki James Bond da vazgeçmediği Walther PPK tipi tabancası gibi asıl bu yöntemi kullanıyor- ve ne kadar eskidiğinin de herkes farkında görünmüyor. Altın tabancalı adam Scaramanga bile daha sofistike yöntemlerle çalışıyor! Günümüzün gizli servislerinin adama silah dayayıp bilgi alan film tipleri olduğunu sanmıyorum. Onun yerine, "Signal Intelligence" denen sofistike dinleme yöntemleri devreye giriyor. Snowden'den bu konuda bir hayli bilgi geldiği malum. 
    Gizli servislerin haber almada kullandığı en yeni alan: Sosyal medya! Evet, bu alanda etki ajanı gibi işleyen "Troller" falan diye kestirip atılıyor belki, ama konu çok daha ciddi görünüyor. Sosyal medyadan da cidden bilgi topluyorlar. Okuduklarımdan çıkardığım sonuçlardan biri bu...
(Yazı devam edecek)

Kelebekler çağı ve kendi kendine yatay örgütlenen yaratıcı toplum

İslamcılar, elleri böğürlerinde çaresiz, gün be gün nasıl tükendiklerini izlerken ve kötümserlerin karanlığında ateş böcekleri uçuşurken, İslamcılığın çöküşünden çok daha fazlasının yaşandığı henüz pek anlaşılmıyor. Asıl mesele -Erbakan'dan beri asıl oyu yüzde 15'leri geçmeyen- islamcılığın iflası falan değil. Yaşananlara geniş bir perspektiften baktığımızda, geleceği belirlemesi açısından islamcılığın, geleceğe doğru yeni bir ivme kazanabilmek için 'negatif kışkırtıcı' rolü oynadığını görürüz.
    İnternet çağıyla beraber yepyeni yatay bir toplum oluşuyor ve ilk kez kapitalizmin ötesine uzanan, ekonomiden daha önemli tandanslar belirginleşiyor. Kim olursa olsun aynı göz hizasında konuşan, bu konuda hiyerarşi tanımayan bir toplum modeli, hiyerarşik dikey toplumun sınıflar/zümreler demodeliğini enlemesine yarıp dürüyor.
    Sosyal medyada her kim olursa olsun aynı düzlemde konuşuyor ve hiyerarşinin olmadığı bir ortam doğuyor. Bu yeni toplum biçimi, önemsizleşmekte olan yukarıyı, aşağıdan belirliyor ve Başbakanların, Bakanların, Vekillerin önemi hızla azalıyor. Yeni 'Doğrudan Demokrasi', karar mekanizmalarında etkisini artıracak mecra arıyor. Geleceğin toplumunun, 'birey'ler (Individuum/individual) merkezinden yola çıkan ve kendi kendine örgütlenen, bu haliyle geleneksel hiyerarşik yapıları domine eden dönüşken yapılar haline geleceğini söyleyebiliriz. Bunu sağlayıp hızlandıran internet, aynı zamanda klasik devlet anlayışını da değiştiriyor. Eskinin yukarıdan aşağıya toplumu değiştirip inşa eden yapılanmaların yerini, akıllı bireylerin aşağıdan yukarıya toplumu belirlediği yeni anarşist (sosyalist değil) yapılanmalar alacak gibi görünüyor. Bu arada geleneksel ulus devletler yeni yatay toplumlara paralel bir yapılanma oluşturmaya devam ederken, dış ilişkilerin şimdilik eskisi gibi kalacağı ama neoliberal dönemdeki gibi nisbeten zayıf yapılanmalar olmaya devam edecekleri anlaşılıyor.
    Yeni dönemin sembolünü 'Kelebek' olarak seçerken, bunun somut nedenlerini başka bir yazıya bırakarak, "mega projelerin" dinazorlar çağı, bir çok bakımdan sona eriyor. Toplumları tek elden (tek kişi olarak) yukarıdan aşağıya şekillendiererek yönetmeye çalışan anlayışların neden işleyemeyeceğini Friedrich August von Hayek'in -daha Sovyetler Birliği'nin çöküşünden önce- gösterdiğinden bahsetmiştim. Karmaşıklaşan internet toplumunu yukarıdan aşağıya yönetmek bir yana, 'yönetmek' de imkansızlaşıyor. Özgürlük, geleceğin toplumunun daha şimdiden vazgeçilmez özgürlüğü haline geliyor. Özgürlük atmosferinde yükselen yaratıcılığın desteklediği 'Birey', sürekli kurulup çok boyutluluğu içinde gün be gün değişen dinamik bir temel kurucu faktör haline geliyor. Bir tek kişinin tüm insanlığa yön verebildiği bir aşamaya geliyoruz ve toplumu yukarıdan aşağıya yönetmek ve hetta belirlemek bile imkansızlaşıyor. Tekçi teolojik-politik "ilahi" sistemlerle birlikte İslamcılık da uzatmaları oynuyor.
    Türkiye, iyi eğitimli modern kesimiyle Gezi isyanında mim koyduğu yeni çağda, kendi kendine interneti kullanarak yatay örgütlenmenin örneğini sunarken, İslamcılar da, yukarıdan aşağıya belirlenen ve birey olmaya izin vermeyen biatkar kesimin eriyen temsilcisi oluyorlar. İki çağ, Türkiye'de çatışıyor. Kazanan, elbette yeni toplum biçimi olacak, ama Türkler bunu ne zaman anlayacak -işte asıl soru bu.

İslamcılık devrinin finali ve Türkiye'nin mental dönüşümü

Rusya Suriye'de IŞİD'e ve ondan pek farkı olmayan El Kaide türevi İslamcılara vurdukça Ankara'dan ses geliyor. Türkiye'nin kendine şirk/ortak kabul etmeyen -ilahi tek doğrunun sahibi- teolojik argümanlara sahip muktedir politik odağı, Rusya'dan şikayetçi ve şaka gibi gerekçelerle Rus saldırılarına karşı çıkıyor; mesela Rusya'nın Suriye'yle sınırının olmadığı üzerinde durabiliyor. Hâlâ Suriye'de tampon bölge kurmaktan bahsediyor. Bu haliyle ciddiye alınması oldukça güç görünüyor.
    Rusya'nın Suriye'ye 150 bin asker gerirmesinden ve İran ordusu ile Lübnan Hizbullahı'nın kara operasyonlarına başlamasından önce Rusların ilk Rakka saldırısıyla IŞİD'in "başkenti"nde vurulmasının yarattığı panik havası gizlenemeyecek kadar büyük IŞİD saflarında. Anlaşılan "danışıklı dövüş"e alışkın IŞİD bu kez karşısında gerçek bir düşman buldu ve panikledi -Suriye'den gelen haberleri ancak böyle yorumlayabiliyoruz. Zira onca Amerikan uçağı sortisine rağmen büyümeye devam edebilen IŞİD'in paniklemek için Rusları beklediğine inanmak kolay değil. Ve beklediğimiz gibi İslamcıların hakkından Rusya'nın kurduğu koalisyonun geleceği görülüyor. Ama IŞİD'in arkasındaki "güçler"in -kim oldukları şimdilik muğlak- kafa kesen islamcılık projelerinin iki tokatta yere serilmesine sessiz kalmaları beklenmiyor. Buradaki ilginç konu, IŞİD'i kimsenin açıktan savunmaya cesaret edemeyeceği gerçeği. Bu da Ruslara ve Rusların müttefiklerine önemli bir avantaj sağlıyor. Kısacası, "dostlar alışverişte görsün" tipi savaş sona erdi. İyi mi oldu? IŞİD'e karşı savaş bakımından iyi oldu ama genelde hiç de iyi olmadı.
    2012 yılı başından itibaren bu savaşın ne kadar önemli olduğunu ve önlenmesi için de Ankara'daki bakışın kökten değişmesi gerektiğini yazıyorum. Bunun için artık bir iktidar değişikliği gerekiyor, çünkü Türkiye dış politikada her türlü ölçüyü kaçırmış, güvenilirliğini yitirmiş görünüyor. Sonuçları şimdiden kötü. Yalnızlaşmış, ekonomisi hızla bozulan bir Türkiye. Bu arada toplumsal tarih de durmuyor. Türkiye'nin Değişim/Dönüşüm prosesi tüm hızıyla sürüyor. Bazıları "Ne oluyor, ne değişiyor, herşey aynı" diyebilir. Savaşta vurulan da önce acı hissetmez. Şimdi en hızlı dönemini yaşadığımız sürecin 2013 Martında başladığını ve Kasım başında önemli bir aşamasını sonlandırıp bir yenisine geçeceğini belirtelim. Olan şu: Türkler artıp pısıp sinmiyor, evrensel standartlara göre bir demokrasi istiyor ve evrensel normları sahipleniyor. Bu blog 2008'den beri -yani Değişim/Dönüşüm sürecinin başladığı dönemde- yayına girdiğinden beri "Evrensel yüksek değerlerin kayıtsız şartsız savunulması" ilkesin önemini ve "iyi" faktörünün nasıl işlediğini anlatmayı amaç edindi, çünkü Türkiye ve Türk halkı, Dünya'nın birinci sınıf ülkeleri/halkları arasına girmeyi çoktan haketti ve her türlü vasatizmin eski safralardan kurtulmanın vakti geldi.
    Türkiye, 1 Kasım seçimlerinden sonra hedefinde önemli bir aşamaya ulaşmış olacak. 2013 Baharından beri yaşanan, Türklerin beklentilerinin -Çağa uygun olarak- yükselmesi ve değişmesidir. AKP'nin şimdilik hiç bir anlayış işareti göstermediği ve bu yüzden önümüzdeki süreçte ANAP gibi tarihe karışma ihtimalini bizzat kendisinin yükseltmesnin üç temel nedeni bulunmaktadır. Bunların ilki, makro ölçekte 2008'den beri yaşanan sistem krizi, kimlikçi politikaların çöküşü ve sosyo-ekonomik bakışın geri dönüşüdür. Buna, paradigma değişikliği ve "Postkapitalist paradigma"nın etkisi diyoruz. AKP bu temel değişikliği anlamıyor ve eski neoliberal kimlikçi nepotist büyük (inşaat) projeleriyle ekonomiyi yapay bir şekilde hayatta tutabileceğine inanıyor. Bu hiç mümkün değil.
    İkinci neden, aslında temel bir mantalite sorunu. Çok vurguladım, tekrar edeyim: İslamcılar, benim şimdiye kadar gördüğüm en maddeci/maddiyetçi kesim. Bir önceki devrin parolası, "madde ve enerji"ydi. Yani üretim, üretemiyorsan yeni dev inşaat projeleri ve yolları yenilenmesi vs. Maddeciliğe can verenin de para odaklı yatırım görüntüsü olduğunu biliyoruz, bu kaba kapitalizmin ifadesi. Eskinin diğer konusu da, "Jeostrateji" dediğimiz garabet'in 19'uncu yüzyıldan bu yana uğraştığı ve haritabaşı "savaşçıları"nın çok önem verdiği 'Enerji' konusuydu. Madde ve Enerji, elbette şimdi de önemli, ama tayin edici önemde değil. AKP'nin göremediği ve "Beklentiler yükseldi" diyerek izah etmeye çalıştığı ama henüz anlayamadığı bu. Otobüsten başka ulaşım aracı tanımayan Türkler son on yıldır uçağa binmeyi öğrenmiş olabilirler, şimdi de uçaklarının saatinde kalkmasını istiyor olabilirler, ama asıl istedikleri bu mu? Bütün kavga bunun için mi, sadece daha iyi/düzenli madde ve enerji konuları mı? Hayır! Meseleyi sibernetik uzmanı Norbert Wiener daha 1990'lı yılların başında şöyle ifade etmişti: Ne madde, ne enerji. Enformasyonun taşıdığı bilgiyi asıl zenginlik sayan bir toplum. AKP'nin bunu anlayabilmesi için, Dünya'nın bugünkü devlerinin Google, Microsoft, Facebook, Twitter olduğunu ve neden böyle olduğunu anlaması lazım. Zenginliğin yeni kaynağı, iki temel sütun üzerinde yükseliyor: Eğitim (veya kendi kendiniğ eğitim) üzerinde yükselen fikir ve her türden yaratıcılık. AKP'ye yakın bir bürokratın geçtiğimiz yıllarda, "Biz keşif-icad yapamayız" dediği an, AKP'nin temsil ettiği ruh çökmüştü. Çünkü geleceğin birinci sınıf ülkelerinden/halklarından biri olmanın bugün ilk ve tek kriteri 'Özgürlük'tür, bu tabii önce fikir ve yaratıcılık özgürlüğüdür ve kendine kutsiyet bağışlayıp "şirk/ortak" ve eleştiri kabul etmeyen tekçi bir zihniyetin böyle bir çağda yaşaması bir yana, onu anlaması bile mümkün değildir.
    Üçüncü neden de bu tekçi zihniyettir. Tek elden, tek kişinin yönetimi, Başkanlık sistemi vs. Hepsi aynı tekçi zihniyetin ifadesidir. Hangi kutsiyetle tahkim edilirse edilsin, sözünü ettiğimiz bugünkü dönemde, bir kişinin yönettiği bir ülke olamaz. Bunu iyi anlamak gerek. Halklar kendilerine "önder" arayabilir, Türkler gibi "kişi odaklı seçmek davranış biçimi benimsemiş" de olabilirler. Ama Friedrich August von Hayek'in geçen yüzyılın ortasında kanıtladığı -ama pek kimsenin inanmadığı- gibi, bugün bir devleti, bir toplumu, yani çok karmaşık sistemleri, tek elden yönetmeye/planlamaya kalkmak, planlayanlarla birlikte, kurdukları sistemin çökmesiyle sonuçlanır. Günümüzün karmaşık sistemlerinin merkezi yönetimi giderek imkansıza doğru ilerlemektedir. Merkezi yönetim yerine, bir genel mantalite inşa etmek ve sistemin bireylerine kendi kendilerine düşünüp karar vermek imkanının tanınmasıdır. Yani bir tür yeni 'Ortak akıl' devreye girmek zorundadır. AKP'nin bugünkü haliyle bunu anlamasının da çok güç olduğu anlaşılıyor. Kısacası Erdoğan AKP'yi yönlendirmeyi bıraksa bile, bu parti 'Değişim/Dönüşüm' denen olayın derin niteliğini anlayacak durumda görünmüyor ve bu nedenle de İslamcılık çağının sonundan bahsediyoruz, çünkü konu sadece IŞİD'in yenilmesi ve AKP'nin 1 Kasım seçimlerinde daha da az oy almasından çok daha derin. Yeni bir çağ geliyor ve Türkler İstiklal Caddesinde basın özgürlüğü yürüyüşüne en ünlü gazetecileriyle katılarak, sürecin ilk önemli zaman dilimindeki sınavı başarıyla geçtiklerini gösteriyorlar. Şimdi ikinci dönem geliyor. Kasım 2015'de başlayıp 2017'de sona erecek ve üçüncü dönemden sonra sınav bitmiş olacak.

Kanlı Ay tutulması ve global Cihadizme karşı Dünya Cephesi

28 Eylül sabah saat 5.10'dan sonra izlenmeye başlanan kanlı Ay tutulması, yeryüzünün tek uydusunun iyice yakınlaşıp o Dolunay haliyle tutulurken yakınlığı nedeniyle bakır ile kızılkahverengi arasında uçuşan bir renge bürünmesiyle yaşanır ve tarihte daima çok özel bir işaret sayılmıştır. Nasıl sayılmasın? Artık Gregoryen takvime göre hesapladığımız tarihimizin birinci yılından başlayarak 21'inci yüzyılın sonuna kadarki uzun dönemde toplam 62 kanlı Ay tutulmasından söz edebiliriz. Bu ilginç doğa olayının ikibin küsür yıllık süre zarfında sadece sekizi, Musevi ve İsevi kutsal günlere denk gelmektedir, onların biri de bu yıl, yani 2015'de yaşanmıştır ve daha fazlası da olmuştur. Bu ilginç tesadüf beni, kanlı Ay tarihleri ve yaşandıkları dönemdeki önemli tarihi olayları kurcalamaya itti.
    20 Mart günü bu yılın ilk tam Ay tutulması yaşanmadan üç gün önce Selahattin Demirtaş TBMM'inde tarihinin en kısa konuşmasını yapıp Erdoğan'a "Seni Başkan yaptırmayacağız" dedi. Bu tarihi olaya ben de bizzat tanık oldum. Türkiye için kuşkusuz son derece önemliydi ve 7 Haziran seçimlerinden sonra bunu herkes çok daha iyi anladı.
    İkinci kısmi Ay tutulması 4 Nisan günü yaşandı. Bu aynı zamanda Musevilerin Hamursuz Bayramı'nın ilk günüydü. Ama 28 Eylül'deki kanlı Ay tutulması, yedi günlük Musevi Sukot bayramının da birinci günü, İslami Kurban Bayramı'nın son günü olmakla kalmıyor, Kâbe'de binlerce kişinin şeytan taşlarken -İran'ın iddialarına göre- dörtbinden fazla insanın ölmesinin hemen ertesinde yaşanıyor ve Birleşmiş Milletler (BM) Genel kurulunda Obama-Putin'in buluşmasına da denk geliyordu. 2013'den sonra iki lider ilk kez bu toplantıda buluştular. Ama yalnız onlar değil, toplam 150 ülkenin devlet başkanı da oradaydı, çünkü BM'nin 70'inci kuruluş yıldönümü kutlanıyordu ve Putin o toplantıda herkezin şaşkın bakışları altında İslamcılığı Nazizmle kıyaslayarak, tıpkı II. Dünya Savaşında "Hitler'e karşı kurulduğu gibi bir Cephe kurmaya" çağırdı. Obama ve Putin arasında her biri 45 dakika süren iki görüşme yapıldı, bunlardan biri Ukrayna diğeri Suriye konusundaydı ve ertesi gün Dünya gazeteleri bu konuyu enine boyuna incelerken biri bile Türkiye'den bahsetmedi, zira Türkiye'yi Başbakan Davutoğlu temsil ediyordu, Erdoğan toplantıya katılmamış ve Muhtarları sarayda toplayarak onlara bir konuşma yapmakla yetinmişti. Önümüzdeki dönemin parametrelerini tamamen değiştirebilecek önemdeki bir olay bu şekilde yaşandı, kuşkusuz çok şey söylemektedir. Ama bilinen şeyi tekrar etmek gerekirse, Rusya'nın denkleme girişiyle birlikte Cengiz Çandar'ın deyimiyle "Türkiye Suriye'de malesef 'devre dışı'"dır. "Yeni Türkiye" bundan sonra Nusra ve Ahrar-uş Şam gibi örgütlere hava desteği ve lojistik destek vermekte zorlanacaktır. Rus uçaklarının Türkiye'nin sıfır noktasına kadar gelerek Kürt YPG güçleri dışındaki tüm silahlı islamcı grupları bombalamasına ses çıkaramayacaktır veya Rusya ile savaşmayı göze alacaktır -ki o zaman da ABD dahil kimseyi yanında bulamayacaktır. Kısacası, 28 Eylül günü yaşanan kanlı Ay, en başta her türlü İslamcıya bir kabus olmuş görünmektedir. Hac'da binlerce Hacının ölmesinde "VIP hacılar" ve selefi destekçisi Suudilerin ihmali de konuşulmaktadır.
    Putin on yıl aradan sonra ilk kez, o ünlü konuşmasını yapmak ve Obama ile buluşmak için geldi, New York'u da sert dilli diplomasisi için çok iyi kullandı. Suriye ve Irak'da kendi bölgesini oluşturmuş IŞİD'e (ve Türkiye tarafından desteklenen tüm İslamcı gruplara) karşı Rusya ve İran ortaklığının Bağdat yönetimi ve Esad'la birlikte hareket ettiği de biliniyor. Bu olaya Bağdat yönetiminin de katılmasıyla Rusya Irak'a geri dönmüş oluyor. Bilindiği gibi 1991 öncesi Sovyet döneminde Irak, SSCB'ye yakın ülkelerdendi ve iki Amerikan saldırısı ve işgali sonrasında ABD'nin orayı Rusya'ya terkettiği anlaşılıyor. Bunu Amerikalı yorumcuların da teyid ettiğini Çandar yazdı.
    Daha önce yaşanmış benzeri kanlı Ay tutulmalarında neler yaşandığına bakınca da ilginç olaylarla karşılaşıyoruz. 27 Eylül 1977'de yaşanan Ay tutulmasında Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Abu Ammar Yasir Arafat adamlarını Lübnan'dan çekeceğini açıklamış. O günlerden sonra Türkiye'deki Sol-Sağ kavgası bir iç savaşa benzemeye başlamıştı. Kuala Lumpur'da da bir Japon uçağı düşmüş.
    27 Eylül 1996'da kanlı Ay tutulduğunda Taliban Kabil'deydi. Bir gün önce Ahmet Şah Mesud kuvvetlerine kuzey Afganistan'a çekilme emri vermişti. Taliban 28 Eylül günü Kabil'de İslam emirliği kurduğunu ilan etti. Bu tarihten üç ay önce Çiller-Erbakan Refahyol Hükümeti kurulmuştu ve Erbakan ilk kez Başbakan olmuştu. 1995 seçimlerinden ilk kez birinci parti çıkan Refah Partisi'yle kimse koalisyon kurmak istemeyince zorlama bir Çiller-Yılmaz koalisyonu kurulmuş ve sadece üç ay yaşayabilmişti.
    Neoliberalizmin dolu dizgin yaşandığı 1996'daki kanlı Ay tutulması İslamcıların yükselişi için bir işaret sayılabilirse, 2015'deki kanlı Ay tutulması da İslamcıların düşüşünü gösteren bir işaret sayılabilir. Nitekim 1996 dan sonra 2001 yılına gelinmiş ve ABD'ye El Kaide saldırısı yaşanmıştır. Bu konudaki tüm spekülasyonlar bir yana, 11 Eylül saldırılarının aşırı İslamcılara prestij sağladığı malumdur. 28 Eylül 2015 sonrası yaşanacak siyasi ve askeri olayların ise, aşırı İslamcıların aleyhine oldukça yıkıcı sonuçlar getireceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. IŞİD'e karşı ABD, Rusya ve Fransa'nın sahaya inmesi, onlara İran'ın doğrudan, Çin'in dolaylı dahil olması, fiili bir Dünya Cephesini ortaya çıkarmıştı. Cephenin resmileşmesi kimseyi şaşırtmayacağı gibi, geleceğin şekillenmesi istikametinde bazı tahminler yapmamıza da kapı açar. Robert Kurz'un deyimiyle "Dünya asayişini sağlama savaşları"nı ABD-Rusya-Fransa-İran gibi birbirine yabancı bilinen ülkeler birlikte yürütüyorlarsa ve yürüteceklerse, geleceğin savaş değil kalıcı barış istikametinde ilerleyeceğini söyleyebiliriz. Ve bu gerçekten iyidir.

İslamcılık giderken milliyetçiliğin dönüşü ve Sol'un farkı

Dikkatinizi çekiyor mu bilmem ama İslamcıların zayılamasına ters orantılı olarak iki şey yükseliyor. Bunlardan ilki, evrensel değerlere yaslanan Sol, diğeri de hâlâ pek ciddiye alınmayan millyetçilik. Şimdi AKP'nin birden "Çözüm süreci" adını verdiği -işte her neyse onu- sona erdirip Kürt düşmanı olmasına bakarak, "Bu olay dünyada da Türkiye'deki gibidir mutlaka" demeye getirdiğim sanılmasın. Tam tersine. Galiba Dünyada böyle olduğundan burada da böyle olma yoluna "koyuldu". Milliyetçilik bir zamandır sessiz ama dikkat çeken bir eğri çiziyordu. Mesela II. Dünya savaşından beri bir süre ordusu bile olmayan Japonya fena halde silahlanıyor ve Çin'le savaşacak bir potansyel geliştiriyor. Uyoku'nun etkisi artıyor, milliyetçilik diz boyu. Çin, Perşembe günü şimdiye kadarkilerden farklı boyutlarda büyük bir askeri resmî geçit töreni düzenleyecek.
    Milliyetçilik Amerika'da da dikkat çekiyor. Latin Amerikalılara karşı düşmanlığını saklamayan ve abuk çıkışları nedeniyle sanatçılar tarafından ahmaklıkla bile suçlanan Donald Trumpf'un adaylığı var ve basında çok konuşuluyor mesela. Fransa'da Le Pen klanının gücü, Macaristan'ın evlere şenlik hâli, hatta Hindistan'ın Keşmir'deki sert tutumunu tahkim etmesi, milliyetçiliğin alttan alta yükselişine işaret. İslami İran politikasının milliyetçi İran politikasına dönüştüğünü yazanlar artık yadırganmıyor. Daha bir dizi örnek, neoliberal dönemde yükselen kültürcü akımların kriz yaşadığı yeni süreçte milliyetçi reflekslerin çeşitli biçimlerde geri döndüğünü gösteriyor. İlginç olan, bu reflekslerin yeni yeni dikkat çekmesi ve "milliyetçilik" olarak tesbiti.
    Türkiye'de elbette her şey birden olduğundan "aşırı" dikkat çekiyor. Kamuoyu soruşturmalarıyla halkın nabzını hep elinde tutmaya meraklı AKP'nin birden milliyetçi sulara dümen kırmasının ardında, HDP'nin kimlikçiliği terkedip Türkiye partisi olmayı hedeflemesinin ardında, neoliberal ideolojilerin zayıfladığını ve gelecek vaadetmediklerini anlamaları geliyor. Takiyyeci dinciliğin ve etnik kimlikçiliğin tıkandığını, halkın nabzını tutan politikacılar da anlıyorlar tabii. Ama sinsi bir "teolojik politika" uygulayan AKP'nin, milliyetçilik yaparak MHP'den rol çalmayı başaramayacağını da kamuoyu soruşturmaları gösterdi. Kürt düşmanı cevval milliyetçilik AKP'ye değil MHP'ye yaradı.
    Milliyetçilik neden yükseliyor?
    Neoliberal dönemde özelleştirmelerle kamu malını yağmalayarak kısa süreliğine yapay bir refah üreten global sistem, bu refah nedeniyle dünyayı "kültürler ve medeniyetler" farklılıklarına göre tarif/tasnif edip, dünyanın asıl sorununun "herkesin kendi kültürüne göre yaşayamaması" olarak "izah" etmişti. "Başörtüsü" konusundan, "dinini yaşamak özgürlüğü" gibi, islamcıların tepe tepe kullandığı kültürcü argümanlar, bu yüzden uzun süre popüler/gündem olabilmişti. Neoliberal dönemde, "ücretli çalışanların fakirleşmesi" gibi sosyo-ekonomik bazlı konular ve onlara uygun argümanlar yerine, "Türkler Kürdistan'ı sömürgeleştiriyor" veya "Başörtülü eziliyor" gibi kültürcü konular esastı. Sanki herkes başörtü takınca yoksulluk sona erecek, Kürt kimliği kabul edilince Güneydoğuda yatırım patlaması yaşanacaktı. Şimdi bu devir sona eriyor.
    2008'de başlayan sistem kriziyle, kültürcü argümanların sosyo-ekonomik argümanları kapatamayacağı kadar büyük bir paradigma değişikliği yaşandığından, kültürcü/kimlikçi çevrelerin zayıfladığını, ama makro-milliyetçiliğin (yani ulus-devlet milliyetçiliğinin) yükseldiğini görüyoruz. Neoliberalizm zayıflayıp ulus-devlet yeniden güçlendikçe, ulus-devletin kendi ideolojisi milliyetçilik de yükseliyor, hatta Sol da bu milliyetçiliğe daha yakın ve daha "anlayışlı" davranabiliyor.
    Milliyetçilikler, ulus-devletlere özgü olduklarından, güçleri de kendi ulusal sınırları (ve yurt dışındaki vatandaş grupları) ile sınırlı. Milliyetçilik çok esnek olabilen, basit/ilkel bir ideoloji. Milliyetçiliklerin kendi aralarında tartışmaları demokrasileri falan da olmuyor. Zaten makro milliyetçiliklerin mümkün olduğunca "düşük yoğunlu" tutulmalarında Solun motivasyon da bu. Milliyetçiliklerde de genellikle islamcılar gibi bir kişi konuşuyor diğerleri dinliyor. İki milliyetçiliğin birbiriyle iletişimi de anlaşmazlıklar ve savaşlar şeklinde oluyor. Japonya'da aşırı Sağcı Uyoku'nun Türkiye'deki Vatan Partisi ulusalcıları gibi militarist, aşırı Sağcı, anti-Amerikancı, eski tarihini reddeden ve yeniden kurgulayan (Uyoku da 1937'de Japon işgalindeki Çin'de yapılan katliamları/soykırımı kesinlikle reddeder vs.) bir yaklaşımla yükselen milliyetçiliğe ilham olduğu biliniyor. Ulus-devlet milliyetçiliğinin kapitalist ekonomideki işlevi önemli (blogumda yazmıştım) ama Solun kapitalizmi sürdürmek diye bir hedefi yok, yani milliyetçiliğin hiç lüzumu yok.
    Kendini sadece ulusal sınırlar dahilinde tanımlaMAyan Sol, milliyetçiliğe kapılmadığı takdirde, yükselen milliyetçiliklere karşı evrensel bir alternatif. Bu bir yana, evrensellik çerçevesinde Dünyada oynadığı yeni rol, kaynaklandığı ülke açısından da tanımlanabilir özellikler taşıyor. Mesela "Türk Solundan" veya "Arjantin Solundan vb." gibi adlar taşıyabiliyor. Milliyetçiliğin yükseldiği bir gönemde, bazıları için ihtiyaç duyulabilecek sıfatlar olabilir. Ama insanlığın tümünü kapsayan evrensel yeni hedefler peşinde koşacak yeni Solun böyle sıfatlara ihtiyacı yok ve milliyetçiliğin sınırlarını tanımadığından da daha geniş ufka sahip. Yerel kültürleri en iyi savunanların da Solcular olduğunu unutmadık. Şeyh Bedrettin'i yeniden keşfeden kişi Nazım Hikmet'tir mesela.
    Globalleşmiş bir sisteme karşı evrensel bir yerden hareket etmek, artık bir zorunluluk. İnternet çağında, tarihte ilk kez sahiden de global bir toplum, bir "İnsanlık" düşüncesi ortaya çıktı. Milliyetçilikler, bu bütünlüğü hem engelliyor hem de yerelliğin önemini vurguluyor. Biz engelleri atıp yerelliğin hakkını verelim yeter. Ve bu ikisinin dengelenmesi, şimdilik sistemin aşılması sürecinde doğal bir gelişme gibi görünüyor. İslamcılık nasıl ruhunu yitirip sona eriyorsa, kapitalizme özgü bir şey olan milliyetçiliklerin de başka bir şeylere dönüşmesi normaldir, -belki kültür ve sanatın belirleyeceği yeni tip yerelliklere. Ama bunu konuşmak için henüz erken.

İslamcılığın varoluş sosyoekonomisi ve krizi

1970'lerin başında yaşanan petrol krizi ve yükselen petrol fiyatları sayesinde Ortadoğu'da yeni merkez ülke haline gelen Suudi Arabistan, tüm Sünni Ortadoğu'yu (Rabıta üzerinden de Türkiye'yi) etkiledi. Bu etki, Ortadoğuda 'Ulus inşaası ve milli kapitalizmler' sisteminin bozulmaya başladığı döneme denk gelmişti ve yeni bir teolojik politika türünün icadıyla da sınırlı değildi. Siyaseti ilahi temellere dayandıran ve "tek doğru"nun tekeline sahip olduğu iddiasındaki modern teolojik politika, Ortadoğu'da zayıflayan seküler ideolojilere alternatif olduğu iddiasındaydı. Kendine "şirk" koşmayan, (yani sahibi olduğunu düşündüğü "tek ilahi doğru"yu başka hiçbir siyasi görüşle tartışmayıp, iktidarı kimseyle paylaşmayan) en popüler yeni dincilik türüne, 'İslamcılık' diyoruz. Neoliberal dönemde Evanjelistler, Hindu milliyetçileri ve diğerleri de ortaya çıktı, ama hiç biri İslamcılık kadar etkili ve başarılı olamadı.
   Ortadoğu'da 1920'lerde başlayan modernleşme ve kapitalistleşme furyası, devlet sektörünün özel sektörü dengelediği veya ondan daha güçlü olduğu bir milli kapitalizmi esas alıyordu. Kırlardan şehirlere göç artınca ülkeler şehirleşti, "sanayileşmek" en önemli hedefti. Bu dönemin sistemsel özellikleri, 1970'lerde bozulmaya başladı. 1980'lere gelindiğinde, üretici reel ekonominin merkezî yerini, finans endüstrisine dayalı sanal ekonomi almıştı. "Ücretli iş ile meta/mal üretimi üzerinden elde edilen kâr", paraya para kazandıran borsa spekülasyonlarından elde edilen kârın altında kalıyordu ve endüstriyel üretim, ekonominin motoru olmaktan çıkıyordu. Bir tür plancı kooperatist devlet kapitalizmi olan reel sosyalizm, bu şartlar altında hızla işlemez hale geldi. Aynı dönemde milli ekonomilerin milli (ve sosyalist) ideolojileri de, etkilerini yitirdiler. 
   Petrol krizi sonrasında ilk İslamcılar piyasaya çıktığında, sonradan modernleşmiş Ortadoğu ülkelerinde yaşayan fakir halk, modern gelecek perspektifini yitirmiş, evrensel ilerleme idealinden kopmuştu. Şehirlere yeni göçenlerin modern hayat tasavvuru, maddi statü sembollerine indirgenip içeriği boşalmıştı. İşte İslamcılık, ortak özelliği sekülerlik olan milli kapitalist/sosyalist devleti yeni ilahi ideolojisiyle tahkim ederek değiştireceği ve ona yeni can vereceği iddiasıyla popüler oldu. Krizdeki "Batı tipi" ulusdevlet ideolojilerinin ortak özelliği 'sekülerlik/laiklik', yaldızlı tarihi geçmişten (modernleşme öncesinden) kopuşun baş sorumlusu ilan edildi. Üstelik İslamcılık, reel sosyalist coğrafyada terkedilen Batı karşıtlığını da "antiemperyalist" söylemiyle yeniden canlandırdı. Ama en etkili ideoloji olabilmesini, neoliberalizme ve yeni konjonktüre borçludur. 
   1991'de Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından İslamcılar, mağlupların ve krize girenlerin hepsinin seküler ülkeler ve rejimler olduğuna işaret ediyorlardı, ama söylemleri dışında sisteme alternatif olabilecek -ekonomiyle ilgili- yeni bir yanları yoktu. Onlar neoliberalizmin en fütursuz ve vahşi türünü uygulayıp, yaptıklarına kutsal kitaptan kudsiyet yakıştırıyorlardı o kadar. Ayrıca İslamcılık İslam olmayıp, kapitalizme özgü "bireyselleşme" semptomunun dini semboller kullanarak kendine yeni bir kimlik uydurması hâliydi. Ve İslamcılık, "çıkarlarını savunduğu yapay toplumsal bütüne kendi isteğiyle dahil olmak" modern düşüncesiyle siyasallaşmış kurgusal "Müslüman" kimliğin modern ideolojisiydi. Bu haliyle 'modern ideoloji' İslamcılık, 1980'lerde şehirlere gelip sonradan modernleşen fakir kesimlerin temsilcisi olmayı başardı. İslamcılar, seküler ideolojilerin tam da kriz döneminde modernleşen kitlelerini kazandı, global neoliberal politikalara sadık kaldı ve neoliberal görece refah döneminin nimetlerini sadece kendi yandaşlarıyla paylaştığı geniş bir nepotist ağ kurdu.
   Neoliberalizm, milli sınırlar ötesi globalleşen firmaların yeni kapital birikimi için yağmalanacak alan ararken "kamu malını ve alanını keşfetmeleri" devridir. Varlıkları düzenli olarak özelleştirilip satılan, kurumları firmalara pazarlanan ve bu nedenle gelirleri sürekli düşen ulusdevletler hızla zayıfladılar. İslamcılar, neoliberalizmin kültürcü felsefesine de kolay uyum sağladılar. Toplumun alt gelir grubu ve orta alt gelir gurubunun bugün de İslamcı partileri seçmelerinin temel nedeni, neoliberal süreçte devletin terkettiği sosyal-devlet hizmetlerin bir çoğunun islami cemaatler tarafından üstlenilmesi ve buradan kurgulanmış bağımlılıklardır, gelecek korkularıdır ve alışkanlıklardır; devletin ilahi değerler sayesinde sorunlarını aşıp eski güçlü günlere geri dönüleceği hayalidir. İslamcılar, siyasi bağımlılığın en sağlam türünün ekonomik bağımlılık olduğunu çabuk öğrendiler. Siyasi iktidarları sayesinde kurdukları imtiyaz mekanizmalarıyla kendilerine bağımlı, biatkar ve suskun bir kitle yarattılar. Neoliberalizmin zayıflattığı milli ekonomiler ve onların milliyetçi/ulusalcı/sosyalist ideolojileri, aynı başarıyı kazanamazlardı. 
   Seküler milliyetçiler (ve eski sosyalistler), ulusdevleti zayıflatan neoliberal uygulamalara, özelleştirmelere direnç gösterdiler. Neoliberalizmin ulusdevleti zayıflatmayı amaçlayan gelecek perspektifine uyum sağlamıyorlardı. Bu aşamada ortaya çıkan etnik/dînî kültürcülük, dünyanın sosyo-ekonomik farklılıklar üzerinden değil de kültürel farklılıkar üzerinden tarif edilmesi demekti ve Huntington'un "Kültürler savaşı mı?" makalesinde ifadesini bulmuştu. Türkiye'nin İslamcıları tarafından "Medeniyetler savaşı" (ve barışı) adı altında kullanılan bu ideoloji, dünyayı kültürel bölgelere ayırıp Türkiye'yi de "İslam medeniyeti" coğrafyasına koyuyordu ve o coğrafyada "geleceği temsil eden" de, olsa olsa -ılımlı tarafından- islami politikacılar olabilirdi, Batı'ya has özellikler taşıyan sekülerler değil! Bu şematik bakış, dünyanın heryerinde dinciliği güçlendirdi. 
   Batılı demokrasi talep eden Arap Baharı ve Gezi gibi ayaklanmalarla Kültürcü ideoloji artık tamamen çökmüştür ve bu durum, Türkiye'deki "ılımlı islam"ın da dünya nezdindeki kesin ideolojik sonu olmuştur. 2008'de başlayan sistem kriziyle birlikte Huntington'ın kültürcü dünya görüşü iyice tavsamıştı, çünkü keskinleşen sosyo-ekonomik sorunları kültürcü argümanlarla örtmek artık mümkün değildi. Huntington'un dünya dörüşüyle uyumlu İslamcılık, kısa sürede dünyanın desteğini kaybedip, düşmanlığını kazandı. Bugünkü haliyle İslamcılık, bir zamanlar sosyalist bloğun yaşadığı çöküşe benzer bir süreçten geçiyor. İslamcılar, Batılıların külürcü tasavvurunu, kendi islamcı tekçi teolojik politik hedefleri adına -Batılıları uyandırmadan- sonuna kadar kullanmışlardı. Şimdi sistem krizi, kültürcü ideolojinin altını oyup boşaltıyor, çünkü kültürcü argümanlarla ve kuru hamasetle idare edilemeyecek kadar sorunlu bir dünya var Türkiye o dünyanın en sorunlu ülkelerinden. 
   1991'de Sovyetler Birliği ve Sosyalist rejim çöktüğünde, bu olayı "demokrasinin zaferi" diye satan ama daha sonra kapitalizmin adını bile ağzına almayan eski Solcu (yeni Sağcı) entelijansiya, "sosyalizmin yenilgisi"nin, kapitalizmin devletçi biçiminin yenilgisi olduğunu asla konu etmemişti. Oysa sadece sosyalist olanlar değil, devletçi tüm kapitalizmler krize girmişti. Globalleşen ve rasyonalleşen, üretimini ucuz işgücü ülkelerine kaydırıp, birikimini Seyşel adalarına istifleyen uluslarötesi yeni kapitalizmin, dünyayı kültürler üzerinden tasnif etmek istemesi çok normaldi, çünkü milli ekonomilerin milli sınırları globalleşen ekonomiye engeldi. "Beğenseniz de beğenmeseniz de dünyadaki en iyi rejim demokrasidir" (yani neoliberal, özelleştirmeci kapitalizmdir) söylemi, bu şartlar altında tüm dünyada "liberaller"in söylemi haline geldi. Kapitalist sistemin ancak ulusdevletler sistemi içinde yaşayabileceği gerçeği unutuldu, ta ki ulusdevletlerin çöktüğü Afganistan, Somali, Irak, Suriye gibi yerlerde boşluğu korsanların, Taliban tipi örgütlerin ve nihayet IŞİD'in doldurduğu, iyice anlaşılıncaya kadar.
   Neoliberal dönemde Bin Laden'ler üzerinden bir ara sistemin modern kriz ideolojisi haline gelen İslamcılık, artık sadece global yıkıcılık rolü üstleniyor ve yıktığının yerine de yeni bir şey koymuyor. Üretemeyen ve tüketemeyen istikrarsız bir coğrafyanın, global sistem tarafından olumlu bulunup desteklenmesi düşünülemez. Sistem için hızla gereksizleştiğini anlayan ılımlı islamcılık, Arap Baharı'ndan sonra teolojik politik fabrika ayarlarına geri döndü ve özünde "teolojik tek doğru" nun tek otoriter hükümdarı/halifesi/sultanı demek olan "kutsal düzen" adına kapitalizmin yaşayabilmesi için gerekli asgari demokratik koşulları da ortadan kaldıran düzenlemeleri hayata geçirmeye çalıştı. Bu arada ekonomi, ılımlı İslamcıların antidemokratikleşen halini taşıyabilecek esnekliğe sahip değil. Türkiye gibi ülkelerin kolay borçlanıp kolay büyüyebileceği şartlar da geride kaldı.
   Miadının dolduğunu anladığı halde kendini yeterince güçlü hisseden İslamcılık, ılımlılığı terkederek kendini "ilahi tek düzen" sayadursun, cinsiyetçi ataerkil arkaik bir ahlakçılık ve yasakçılık dışında, akla gelebilecek herşeyi -hatta köleleştirdiği kadını bile- metalaştıran vahşi bir neoliberal yağma düzenini ısrarla uygulamakla, sadece en vahşi ve talancı ahir zaman kapitalizminin ideolojisi olabileceğini gösterdi. Bu haliyle kudsiyetini de tamamen yitirdi. İslamcılık, sosyo-ekonomik anlamda barbarlaşan ve uygarlığın temel koşullarının reddi haline gelip canavarlaşan bir kapitalizm türünün temsilcisi haline geldi. Bu aşamada bizzat insan da köle pazarında alınır satılır bir meta oldu. İslamcılığın kaderi, temsil ettiği ve ısrarla uyguladığı barbarlaşmış neoliberal kapitalizm türüyle birlikte tarihe karışmak gibi görünüyor. Sürdürülemez nepotist vahşi neoliberalizm türünün son savunucusu İslamcılığın ve kimlikçi ideolojilerin iflasıyla doğan boşluğu, kutsal değerleri dışlamayan yeni bir seküler etik ile sorunlara sosyo-ekonomi üzerinden yaklaşan yeni Sol dolduruyor.