WikiLeaks ile gelen ilk devrim: Yandaş basının iflası

Türkiye'de medya, onyıllar boyunca "Laiklik" ve "Türban" yazdı. Sonra uzunca bir zaman "Kürt sorunu" yazıldı, konuşan kafalar "tartıştı." Burada pasif olan taraf hep, kamuoyu tarafıydı. Ne okumak istediği sorulmadı. Kısacası, neoliberal dönemde, tek parti iktidarlarının hükmettiği, muhalefetin yok hükmünde olduğu (çünkü iktidarlar global sermaye ile organik ilişki içindedir ve oradan paraya/ihalelere bağlıdır. Zavallı muhalefetler, bu işlerin tamamen dışında kaldıklarından, zayıf olmaya mahkumdurlar) ve kamuoyunun "tüketici" sayılıp yönlendirildiği bir köktenci pazar düzeni sürdürülmektedir. Bugünkü anlamda, akıl/izan ötesi bir "yandaş basın" yaratmanın ana fikri de buradadır. Sosyal devletin bittiği, sendikaların ve NGO'ların etkisizleştiği ortamda "medya tüketicisi" hem hoş tutulmalı, hem de yönlendirilmelidir. Bu hem piyasa hem de siyaset için elzemdir. Kamuoyunun, medyada konuşulan konuları belirleme kabiliyeti oldukça kısıtlı. Kamunun medya üzerindeki kontrolü, esasen reytingle ilgili. Bilinen kadarıyla Türk kamuoyu, daha çok muhalif basını okumakta ve muhalif medyaya güvenmektedir -ki en normal şeydir, çünkü basının görevi zaten muhalefet etmek ve kamuyu bilgilendirmektir. Yandaş basının görevi haysiyet cellatlığı, medyatik linç ve dezenformasyon yapmak. Yönlendirici görevinin yanı sıra, caydırıcı bir yanı da var. (WikiLeks belgelerinden sonra, bu görevleri sekteye uğrayacak ve giderek lüzumsuzlaşacak)
Yandaş basın, basın değil aslında. Basın'ın neoliberal dönem uyarlanmış bozuk, bir tür bülten haline gelmiş operatif bir organı. Çindeki Parti gazetesi Renmin Ribao'dan hallice (Kaldı ki, Renmin Ribao bile eski Renmin Ribao değil).

Türkiye'de çocuklar bile muazzam bir yolsuzluk/yağma devri yaşandığını biliyorlar
Basın önemli ölçüde sindirildi ve asıl görevlerini yerine getiremez oldu. (-zaten özürlüydü)
Basın bunların hiçbirini yazmıyor... Yazmaya kalkınca, yandaş basının linci veya milyarlık cezalar devreye giriyor.
Basın, yolsuzlukların ötesinde, AKP içinde kaynayan kazanı da anlatmıyor, anlatamıyor.
Halk şimdi, iktidar çarkının içte ve dışta nasıl döndüğünü okuyup öğrenecek.
Bundan sonra kamuoyuna, yalan söylenemeyecek.
WikiLeaks, günümüz medyasının kısır, korkak ve vasat haliyle açıkça dalga geçmiştir...
WikiLeaks'in anlayışı, halktan gizlenen asıl gündemlerin ve gerçeklerin açığa çıkarılmasıdır. Ayrıca bu anlayış, kamuoyunun, ne konuşulacağını medyaya/siyasete dayattığı bir kaliteye de sahiptir.
WikiLeaks ve yayınladığı belgeler, "yandaş basın" denen ucube/hasta neoliberal görüngünün de iflasıdır aynı zamanda...
Herkesin yatakodasını dinleyenlerin padişahı/feriştahı, dünya basınına malzeme olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Ve burada, muhaliflere karşı linç kampanyaları falan gibi şeyler de sökmez. 
Halk, iktidarın ve Türkiye'yi yönetenlerin, Amerikalı görünce nasıl bülbül kesildiğini ve ne mal olduklarını görmüştür ve görecektir. Belgeler yayınlandıkça, WikiLeaks gibi sitelere daha çok belge gönderilecekktir. Türkler, yandaş basının lüzumsuzlaştığı bir dönem yaşayacak gibi görünüyorlar. (Yakında, İsviçredeki hesap numaraları bir yana, iktidar politikacılarının ne renk don giydiklerini bile öğrenebilirsiniz!)
Dünya kamuoyu, artık herşeyi bilmek, gerçekte ne döndüğünü öğrenmek istiyor.
1945 sonrası başlayan devir sona eriyor...

Ve WikiLeaks, gizli belgeleri açıkladı

Bugün, 28.Kasım günü, Türkiye saatiyle gece 22'den sonra WikiLeaks, gizli diplomatik belgeleri açıklamaya başladı...
Bunlar arasından Türkiye'yi ilgilendiren ilk ilginç belgelerdan bazıları, kısaca şu konular hakkında:
1. Erdoğan'ın gizli islami bir ajandası var.
2. Davutoğlu, Erdoğan'ı daha islamcı olmak konusunda teşvik ediyor.
3. Amerikan büyükelçilikleri arasında Washington'a en çok rapor/kripto gönderenleren, Ankara büyükelçisi (onu izleyenler; Bağdat, Amman, Kuveyt ve Tokio Büyükelçilikleri).
4. Türkiye'nin bir islam devleti olmak yolunda ilerlediği belirtiliyor.
5. Davutoğlu'nun ve Erdoğan'ın danışmanlarının, Ankara'nın (iç politikanın) ötesine uzanan tutarlı bir perspektiflerinin olmadığı ifade ediliyor.
6. Davutoğlu'nun, "olağanüstü tehlikeli" diye tanımlandığına işaret ediliyor.
7. Erdoğan'ın etrafındaki danışmanlar, "yalaka, dalkavuk" olarak tarif ediliyor.
8. Erdoğan ailesinin yolsuzluk ilişkileri izleme altında.
9. ABD'nin PKK'yı desteklediğiyle ilgili bir belge, sitede bulunmuyor.
Dünyayı ilgilendiren bazı başlıklar da şöyle:
1. ABD, en dayanıklı beton sığınakları vurmak için gerekli roketleri bu yılın Mayıs ayında İsrail'e verdi. Bu silahlerın İran'a karşı kullanılması bekleniyor.
2. ABD, 2010 yılını, İran konusunda 'Kritik yıl' sayıyor.
3. Çin'in ABD'ye siber saldırı tehdidi. (Daha önce bu blogda, Kanadalıların bir Çin siber istihbarat ağını tesadüfen nasıl ortaya çıkardığından bahsetmiştik)
Belgeler hakkında şimdilik ilk değerlendirmeyi, İtalyan Dışişleri Bakanı Franco Frattini yaptı ve WikiLeaks'in belgelerini, "Diplomasinin 11 Eylülü" diye yorumladı. Diğer söyledikleri de "Diplomasi, tıpkı 11 Eylülden sonra dünyanın değişmesi gibi değişecektir. Diploması karşılıklı güven demektir, artık kimse kimseye güvenmeyecektir" mealinde.
8 Haziran 2005'de Amerikalı diplomatların ABD'ye gönderdikleri bir kriptoda, Bakan Abdülkadir Aksu'nun adının eroin ticaretine karıştığı anlatılıyor.
Belgenin ilgili kısmının çevirisi (OdaTV'nin çevirisi) şöyle:
“Sami Güçlü’nün görevden alınması, Erdoğan’ın Abdullah Gül’ün etkinliğini kırma niyetinde olduğunu gösteriyor. Akşit ve Ergezen’i İçişleri Bakanı Aksu karşısında güçlü birer rakip yapar. Eker’in atanmasıyla da Erdoğan, Aksu’nun alanını daraltır. Aksu, son olarak, Erdoğan’ın amaçları doğrultusunda Hanefi Avcı’yı devreden çıkararak Erdoğan’ın isteklerini yerine getirdi. Hanefi Avcı, Emniyet Genel Müdürlüğü organize suçlarla mücadele daire başkanlığı görevini yapan Gülen hareketinin bir mensubu olarak, AKP’nin içine kadar giden yolsuzluk soruşturmalarıyla dikkati çekmeye başlamıştı. Erdoğan bir süredir Aksu’dan, bazı milletvekillerini AKP’den uzaklaştırma çabası nedeniyle rahatsızdı. Aksu’nun Kürtleri kayırması, eroin ticaretine adının karışması, 20 yaşın altındaki genç kızlara düşkünlüğü ve oğlunun açıkça mafya üyeliği kabinedeki konumunu zayıflatıyordu.”

'Halkın gizli servisi WikiLeaks'e saldırı

Sisteme karşı global ölçekli direniş ve mücadele örgütlerinden şimdilik en etkili olanı internetplatformu WikiLeaks, dikkat çekici olmayı sürdürüyor. Aynı zamanda, bu tür bir çalışmanın etkilerinin neler olabileceği de düşünmeye, incelemeye değer.
WikiLeaks platformunun amacı:
"Çalıştığı hükümette veya firmada tesbit ettikleri, etik olmayan durumları açığa çıkarmak isteyenlere destek olmak." Gizli belgelerin, herkese açılması kuralını esas alıyorlar.
WikiLeaks'e gönderilen belgeleri geriye doğru takip etmek mümkün değil, yani kimler tarafından gönderildiği bulunamıyor. Bu anlamda, siteye gönderilen belgelerin ve analizlerin kaynağını gizli servisler bile bulamıyor.
WikiLeaks, sansür edilemeyen Wiki prensibini esas alıyor. Hawai dilinde 'çabuk' anlamına gelen Wiki prensibi, Wikipedia örneğinden de tanındığı üzere, okura açık, okur tarafından değiştirilebilir metinleri içeriyor ve bu anlamda sayısız insanın kontrolü ve denetimi altında. 1990'larda ilk kez kullanılmaya başlanan Wiki ilkesiyle işleyen WikiLeaks, 2006'da kuruldu. Kurucular arasında Çinli muhalifler, gazeteciler, Amerikalı Avrupalı Tayvanlı ve Güney Afrikalılar var. Sitenin topu topu beş elemanı var ve bunların hepsi kendi evinden çalışıyor. Çalışanlardan sadece biri tanınıyor: Grubun sözcüsü Julian Paul Assange. Bu yılın Eylül ayında, projenin elemanlarından Daniel Schmitt (takma ad), fikir ayrılığı nedeniyle gruptan ayrıldı.
Patlattıkları ilk bomba, 2007 Ağustosunda eski Kenya Cumhurbaşkanı Daniel Arap Moi'nin yolsuzluklarıyla ilgili belgeleri yayımlamak oldu. İngiltere'de yayımlanan Guardian gazetesi, o zamandan beri WikiLeaks dosyaları hakkında ayrıntılı haberler yapıyor.
2009 yılında WikiLeaks'ın Almanca erişimi Almanya tarafından bir haftalığına engellendi. Farsça erişim de, İran'daki Atom reaktörleri ile ilgili bir haberden sonra kapatıldı.
Bu yılın Mart ayında, Amerikan istihbarat servisleri, WikiLeaks'in tamamen kapatılmasının çok zor olduğuna dair bir rapor hazırladılar ve bu da basına sızdı.
WikiLeaks, 2009 yılı sonunda Berlin'de bir konferans düzenleyerek İzlanda'da bir bilgi/veri limanı kurmayı planladı. Bir tür güvence gibi düşünülen bu liman/istasyon, WikiLeaks'e yapılan bağışları da kısmen legalize etmeyi ve genişletmeyi hedefliyordu. Çünkü grubun legal adamı 1971 doğumlu Avustralyalı Assange, sürekli yer değiştiriyor, bir yerde bir günden fazla kalmıyor. Sürekli hareket ve seyahat halinde yaşıyor. Bunun bir mali külfeti var.
ABD'den İran'a ve Çin'e kadar dünyanın birçok ülkesinde yaşamış bu arkadaş, WikiLeaks yüzünden defalarca tutuklandı, sorgulandı, bazı ülkelerden sınır dışı edildi vs.
Geçen Temmuz sonunda WikiLeaks, Amerikan ordusunun Afganistan ve Irak'da işlediği suçları da içeren 92 bin belge yayımladı.
18 Kasım'da o demokratik İsveç devleti, Assange hakkında "cinsel tecavüz" suçlamasıyla uluslararası tutuklama emri çıkarttı. Bu suçlamanın en komik nedeni sonradan anlaşıldı. Assange'yi bu suçlayan birileri vardı ve savcı bey kendisini sorgulayabilmek için, önce nerede olduğunu bilmek istemiş ve bu nedenle tutuklama emri çıkartmıştı!..
Kısacası, artık beş akıllı adam bile global sistemi sallayabilmektedir.
Şimdi en son öyle belgelerle geliyorlardı ki, uluslararası ilişkileri konusunda özellikle ABD'yi zor durumda bırakacaklar. Belgelerin şimdilik Türkiye'yi ilgilendiren bazıları konusunda bilgimiz var. Basında yer aldığı kadarıyla olasılıklar şöyle:
1. ABD Kuzey Irak'ta PKK'yı destekledi, onlara silah verdi.
2. Türkiye, Irak savaşında ABD'ye karşı El Kaide militanlarına para ve silah verdi.
Türkiye'de Ergenekon davası sırasında, sanıkların yatak odalarına kadar girebilen "cevval" bir medya vardı. Aynı medya, Almanya'da asrın yolsuzluğu sayılan Denizfeneri davası dahil olmak üzere Türkiye'deki yolsuzluklar hakkında hiçbir şey yazmıyor. Bundan sonra, otosansür uygulayan Türk basını, dünya basınına yansıyacak belgeleri, mecburen Türkiye'de de yayımlamak zorunda kalabilir.
Bir de şöyle bir durum var malesef:
Değil Denizfeneri, bugün Türkiye'de en büyük yolsuzluklar ortaya çıkarılsa, en fazla bir hafta sonra basının gündeminden düşer! Türkiye'deki yolsuzlukların boyutu dünyada da henüz merak konusu değil. Ama şmdi, "El Kaide'ye yardım" gibi konular WikiLeaks gibi sitelere düşer ve dünyada okunursa, Türkiye'ye "merak" artar. Türkiye'nin neoliberal iktidarına bağımlı geniş bir "otomatik oy potansiyeli" var. Bir tür saadet zinciri gibi işleyen bu yapı, sıcak paraya bağımlı. Türklerin çoğu gazetelere bakıp, "Bizimkiler iyi etmişler El Kaide'yi desteklemişler, kahrol Amerika" deseler bile, sıcak paraya yön verenler ve onların kulak verdiği dünya "tüketici kamuoyu" tersini söyler. Gazeteleri okuyup geçmezler. Çünkü sıcak paranın akış yönünü belirleyen faktörler sadece otomatik bilgisayar limitleri/kotaları değil. Ve ABD'den AB'ye, Japonya'dan Çin'e kadar tüketicilerin eğilimleri çok önemlidir. Firmalar, yatırım bankaları, sıcak parayı yönlendiren analiz ve danışmanlık kurumları, bu işlere dikkat eder.
Şekilde görüldüğü gibi bundan böyle bu tip siteler ve belgeler, neoliberal iktidarların başını fena halde ağrıtacaktır. Ve bunun sitelerle sınırlı kalmayacağı da kesindir. Geçenlerde ünlü Fransız futbolcu Eric Cantona, en çok ses getirecek protesto yöntemlerinden birini ilan etti: "Bankalardaki paralarınızı çekin, bankaları çökertin". (Tıklayınız)
Bankalardan birinin tepkisi aynen şöyleydi: "Bu çılgınlık!"
(Elinde pankart sokaklarda gezen etkisiz kalabalıklara alışmışlar, bu pek uymamış olmalı!)
WikiLeaks, yeni diplomatik belgeleri açıklamadan önce, geçtiğimiz günlerde Assange, "Bana birşey olursa bu dosyayı açın" diye bir girişimde bulundu internetten. ABD Dışişleri bakanlığı paniğe kapılıp birçok ülkeyi "Begeleri ciddiye almayın" diye uyardı -ki sadece bu bile belgelerin ciddiyetinin kanıtıdır. Belgelerin bu günlerde yayımlanması gerkiyordu, WikiLeaks'e bir hacker saldırısı oldu. Bu konuda en "mahir" olanların Çinliler olduğu biliniyor. Şu anda bir tür savaş oluyor. ABD ve birkaç devlet, beş kişiyi susturmaya çalışıyor!..
Ama susturamıyor...

Postkapitalist bir ekonomiye doğru

Eski Mısır ekonomisi, bazı bakımlardan sosyalist ekonomiye benzer. Ama Sovyet Sosyalizmi sadece 74 yıllık bir tarihe sahipken, Mısır ekonomisi üçbin yıl yaşadı. Mısırlıların kurduğu paylaşımcı ekonominin en dikkat çekici yanı, ‘para’ kullanmamasıdır. Parasız Mısır ekonomisinde ödeme yapma birimi, içine 77 litre kadar tahıl alabilen çuvallardı. Serbest ticaret bilinmiyordu. Üretim ve ticaretin bütün kurallarını ve fiyatları Firavun belirliyordu. Bu sayede yüzyıllar boyunca çeşitli ürünlerin fiyatları düşmeden aynı kalmıştır. Örneğin 3. Ramses döneminde (İ.Ö. 1198-1166) Mısır’da kumaş/elbise kıtlığı başgöstermiş olmasına rağmen elbise fiyatlarında bir değişiklik olmamıştır. 
Halbuki bugünkü anlamda serbest piyasa olsa, elbise fiyatları alır başını giderdi. (1)

Mısırlılardan öğreneceğimiz üç şey var: Birincisi, ne üretileceğine/tüketileceğine pazarın doymak bilmeyen kâr dürtüsü değil, bizzat insanların (Mısırda: insanlar adına firavun) karar vermesidir. Böylece toplumu/çevreyi bozabilecek türde üretim/ticaret yapılamıyordu. İkincisi, ‘ücret’ benzeri bir fonksiyon üstlenen tahıl çuvalları, durduk yerde değer (faiz) getirmiyor, tersine çok dururlarsa bozuluyorlardı. (2) Yani faiz getirmeyip, faiz götürüyorlardı (negatif faiz). Hiç kimse tahıl çuvallarını biriktirmeye, onları borç vermeye, fazlasıyla geri almaya falan kalkmıyordu (faizsiz ekonomi). Üçüncüsü, bugünkü kapitalist (ve sosyalist) sistemin en karakteristik özelliği olan ‘ücretli iş/çalışma’ aracılığıyla insan hayatının (kafa ve kol gücünün, yani ruhunun), “mal”a -“parasal değeri” olan maddeye- ve oradan paraya tahvili olayı yoktu. Mısır Büyük İskender tarafından işgal edilip, ekonomiye para ve faiz zorla sokuluncaya dek sistem, sağlıklı bir şekilde binlerce yıl işlemiştir.

Bugünkü şekliyle para, ürünlerin değiş-tokuşunu sağlamak yerine, pazardan bağımsızlaşarak bizzat kendisi bir mal olmuştur ve alınıp-satılmaktadır. Dünyada para sirkülasyonunun devam ettirilebilmesi için düzenli olarak büyük miktarlarda para basılarak piyasaya sürülmesi gerekir. Çünkü borç senedi demek olan bu paraların asla tamamı, basıldığı bankaya (kaynağına) geri dönmeyip bir kısmı bir şekilde piyasada kalır. Böylece uzun vadede paranın değeri sürekli düşer. Kapitalist sisteme özgü olan bu “cins” para, biriktirilebildiği için faiz getirir. Oysa Mısırlılar gibi bütün kadim uygarlıklar paraya benzeyen -ama asla para olmayan- şeyleri sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu aracı olarak kullandılar, faizi yasakladılar. Paranın kontrol altında tutulması sayesinde bu dünyada, binlerce yıl boyunca sefalet denen şey olmadı.

Sefalet, esasen paranın “cinsi” ile ilgili bir şeydir. Paranın pazardan bağımsızlaşıp, faiz yoluyla (faiz, faizin faizi) katlanarak büyümesi ve mal üreten sistem sayesinde (insanlar dahil) her şeyin –bir fiyatı olan- “mal” haline getirilmesiyle sefalet ortaya çıkmıştır. Sefalet’in tanımı, ‘kronik parasızlık’tır. Eskiden insanlar doğayla uyum içinde yaşıyor ve asla aç/susuz kalmıyorlardı. Bir toplumda yaşayan insanın temel gereksinimleri, yiyecek/giyecek/barınak ve bu yaşamsal konuların sürdürülebilmesi için gereken güvenlik’tir. Eski toplumların hepsinde bu vardı ve bunun için asla para gerekmiyordu. Öyleyse burada altını bir kez daha çizelim: Bugün Venezüella’daki gibi, Afrika ülkelerindeki gibi, Irak ve Afganistan’daki gibi sefaletin olabilmesi için önce para/faiz sisteminin bütün ekonomik faliyetlere hükmetmesi/girişmesi gerekiyordu. Sefaletin nedeni esasen budur. İnsanlar “ücretli çalışan bireyler” halinde, kapitalist sistemin ücret (para/faiz) sistemine mecbur oldukça, dünyanın biryerlerinde sefalet de artarak çoğalacaktır. Sistem çok açık konuşmakta ve “Çalışmazsan ekmek yok!” demektedir. Herşey paraya endekslendiğinden, sefaleti (fakirliği) parasal yöntemlerle çözmeye kalkmak da, ateşe benzin dökmek anlamına gelir.

İnsanlar, bu akıl tutulmasından kurtulup, uzatmaları oynayan sistemi değiştirmek zorunda kalacaklardır. Eğer bu dünyada yüz yıl sonra da solunabilir hava, içilebilir su, yenebilir tahıl/et/meyva/sebze olmasını istiyorlarsa buna mecburlar. Burada asıl soru, sistemi reformlarla yaşatmak mı, yoksa tasfiye edip yenisinin filizlenmesini sağlamak mı ekseninde dönmektedir. Sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığının iyice anlaşılmasından sonra, toplumlar yaratıcılıklarını konuşturarak bir çok alternatif yerel ekonomik modeller denemeye başlayacaklardır kuşkusuz. Ama yeni deneylere açılan kapıyı aralayabilmek için, sisteme global bazda kollektif bir şekilde indirecek en etkili darbe, para/faiz konusundaki köklü reformlar olabilir. 

Faizin monoteist dinlerin kutsal kitaplarında haram/günah/yasak olduğu biliniyor. (3) Hatta İncil’de, Tanrı’nın düşmanı Para Tanrısı Mammon'a nasıl yüklenildiği de malumdur. Hz. İsa, “Aynı zamanda hem Tanrı’ya hem de Mammon’a kulluk edemezsiniz” der. (4) Faize karşı olan tavır, diğer inançlarda da vardır. (5) Seküler Friedrich Engels bile, 1878’de, sevmediği faizin kökenine dikkat çekerken, bugün kullandığımız türden “para”ya işaret eder (6). Elbette, bugün kullanılan para dışında bir de gerektiği zaman tedavüle konan başka para cinsleri de vardır. Böyle deneyimler, yerel ekonomik uygulamalara yatkın olduğundan, kapitalizmin kriz döneminde işe yarayabilir.

1929 yılındaki büyük ekonomik krizden sonra Tirol’ün (Bugünkü Batı Avusturya’da) Wörgl’de belediye reisi Michael Unterguggenberger, belediyenin borç faizlerinin 1.3 milyon Şiline dayanması üzerine duruma isyan eder ve belediye adına piyasaya, “biriktirilemeyen/faiz alınamayan cinsinden para” sürmeye karar verir (Orjinal adı: Schwundgeld). Çünkü zamanın deflasyon krizi yüzünden paranın değeri her gün yükselmekte, bu nedenle herkes parasını elinde tutmakta, harcamamaktadır. Piyasada para bulmak çok zordur, çünkü paralar yastık altındadır. Yalnız Wörgl’de geçen bu yeni para, sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu için kullanılacaktır. Yeni para (1, 5 ve 10 Şilinlik banknotlar halinde toplam 1.600 Şilin basılmıştır), her yıl otomatikman %12 değer yitirecektir. O yüzden bu paradan elinde bulunduranlar, parayı aynı değerde tutabilmek için belediyeye, ellerindeki paranın %1 değeri kadar bir meblağı her ay ödemek zorundadırlar. Belediye, ödemeyi yapanların paralarının üzerine, özel bir ‘ödedi’ fişi yapıştırır. Tamamen iflas etmiş olan Wörgl belediyesi bu yolla hem belediye hizmetlerini döndürmeye başlar, hem de ekonomide müthiş bir canlanma olur. Yeni para, durdukça değer kaybettiğinden yastık altında kalmayıp sürekli ekonomide dönmek zorundadır. Ve -evet bildiniz- duruma 5 Ocak 1933’de Avusturya devletinin ulusal bankası müdahale eder ve yeni parayı yasaklar! Fakat faize yatkın olmayan yeni paranın başarısı bütün Avrupa’da dikkat çeker. Olayı yerinde incelemek ve bölgenin insanlarıyla konuşmak için Fransız başbakanı Daladier bile, 1933 Eylül’ünde Wörgl’e gelir. Daha sonra basına, insanların “altın hırsından, bu para sayesinde kurtulduklarını” söyler. (7)

Wörgl belediye başkanının bu fikri, 1930’da ölen ünlü Arjantinli/Alman tüccar, pratikten-ekonomist ve sağcı anarşist Silvio Gesell’den alınmıştır. (8) Gesell, “Doğal ekonomi” adını verdiği sistemini, Proudhon’un para konusundaki fikirlerini bir adım ileri götürerek oluşturmuştu. Proudhon’un ve anarşistlerin para konusunda eskiden beri anlamadıkları şey; paranın gücünün kaynağının parababası faizcilerin cüreti değil, herşeyi mal haline getiren kapitalist sistemin bir zorunluluğu olduğudur. (9) Para, mal üreten sistemin bir zorunluluğudur. Silvio Gesell ve hemen hemen aynı düşünceleri savunan Rudolf Steiner, bu temel mal-para ilişkisine kafa yormak yerine, sadece paranın niteliğini değiştirerek dünyanın sütliman olacağını sanmışlardır. Sağ ve sol anarşistlerin şöyle bir handikapı var: Ürünleri gene “mal” halinde üreteceğiz (parasal değerleriyle), ama “mal” olarak alıp-satmayacağız (yani parayla değil, ‘yeni para’ ile -veya değiştokuş edeceğiz).

Kapitalizmin, kendi başını yiyip çöküşünden önce, yaşanacak depremin dünyayı 8 şiddetinde sarsmasından ziyade, fayın birkaç kerede kırılmasından yanaysak, yıkımın/dönüşümün hızını ve şiddetini azaltmak gerekiyor. Bunun için enflasyonun hızının düşürülmesi, IMF’ye alternatif birden fazla faizsiz finans kurumunun oluşturulması, global ölçekte paranın Gesell’in önerdiği şekilde (Wörgl’de denendiği gibi) vergilendirilerek faizin cazip halden çıkarılması ve daha sonraki aşamada faizin kaldırılıp yasaklanması gibi bir dizi çoklu önlemle paranın global hükümdarlığına önemli darbeler indirilebilir. Elbette bu adımlar, postkapitalist bir çağa inanmış (ama malesef geleceği olmayan) ulus-devlet ve uluslarötesi anti-kapitalist örgütlenmelerin geniş katılımlı aktif ortaklığıyla gerçekleştirilebilir. Ama tek tek sivil toplum örgütlerinin ve devletlerin böyle bir şeyi kendi başlarına yapabilmeleri imkansızdır. Ancak koordineli bir birliktelik, onu üreten -dünya çapında- bir akım, bir moda, başarılı olabilir.

Burada özellikle altını çizmemiz gereken konu; bu önlemlerin, “depreme hazırlık” babından uygulamalar olduğudur. Deprem olacaktır, sistem mutlaka daha da şiddetli krizlere girecektir. Çünkü sistemin temelini oluşturan şey, Proudhon, Gesell, Steiner gibilerin sandığı gibi para değil, kapitalizmin icad ettiği “çalışma ve mal/meta sistemi”dir. Faiz ve ticari kredi sistemi, tarihin çok eski çağlarından beri vardı, ama asla bugünkü kadar etkili ve belirleyici olmamıştır. Çünkü paranın (faiz aracılığıyla) “mal” haline getirilmesinin ön koşulu, çeşitli ürünlerin bir “fiyat” birimine indirgenmesiyle ilintilidir. Birşeyin bir fiyatının olabilmesi için de onun bir şekilde “iş/çalışma” ürünü olması ve bu faktör üzerinden sisteme adapte olması gerekir. Yani, modern kölelik sistemini kaldırmadan, yapılacak bütün ekonomik girişimler, “sosyalizm” gibi geçici uygulamalar olmaktan öteye gidemezler. Böyle girişimler, sadece yıkımın şiddetini azaltmak için kullanılabilirler.

Şapkadan tavşan çıkaran kapitalistlerin, insanlara tarih içinde attıkları kazıkların en sivrilerinden biri de kuşkusuz, tavşanın suyunun suyu mahiyetindeki şu “paranın faizi ve faizin faizi” meselesidir. Doğmamış bebeklere, yeryüzünün yeraltı/yerüstü kaynaklarına ve katliamlara (Nazi soykırımlarına) bile “fiat” biçen rafine “Para/faiz” sistemi, tamamen kapitalizme özgüdür. Bugün, Lenin’in 1916’da yazdığı; “Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri de endüstrinin muazzam büyümesi ve üretimin giderek daha büyük işyerlerinde odaklanması olayıdır” (10) sözünün çok ötesinde bir yerlerdeyiz. Şimdi o muazzam firmalar, “çeşitli endüstri dallarının kombinasyonuyla” (11) da yetinmeyip, dünyanın bütün devletlerini ve halklarını borçlandırabiliyorlar. Üstelik ulus-devletlerden de bağımsızlaşıp “sıcak para”larını anında istedikleri yere taşıyor, bir anda bir yeri ihya edip, sonra aynı yeri harabeye çevirebiliyorlar, üstelik bunları kısa bir zaman içinde yapabiliyorlar. Ama kapitalist sistemi, “para” ve “çalışma sistemi” diye iki ayrı kategoride değerlendirip, eski sosyalistlerin yaptığı gibi, “biz önce finanskapitale/faize çare bulalım, ‘çalışma’ işini de sonra düşünürüz” diyemeyiz. (12) Çünkü bu ikisi birleşik kaplar gibi birbirine bağlıdırlar ve çalışma sistemi değişmeden kaldığı sürece, tekbaşına faizin ortadan kaldırılması hiç bir şey ifade etmez. Yeni ekonomilerin yeşerebilmesi için ücretli çalışma sisteminin -yani kapitalizmin- etkisinin iyice kısıtlanması gerekmektedir. Postkapitalist çağın temel özelliği, dünyaya hakim olan eski para/iş sisteminin iyice sınırlandırılıp değiştirilmesi ve bu yoldan sefaletin de sona erdirilmesi değildir. Asıl özelliği, yüksek insani değerleri yücelten insanların mental anlamdaki değişimlerinin bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapının global anlamdaki radikal dönüşümüdür.

Dipnotlar:

1. Eski Mısır ekonomisi hakkında bkz.: Eric Hornung “Grundzüge der aegyptischen Geschichte” Darmstadt 1996
2. Mısırlılar dış ülkelerle yapılan büyük ticaretlerde elbette bu çuvalları kullanmıyor, onun yerine parayla karıştırılmaması gereken 91 gramlık bakır yüzükler veya 9.1 gramlık gümüş yüzükler kullanılıyorlardı.
3. Tevrat’ta bkz.: Hesekiel 18:8 ve 9. İncil’de bkz.: Luka 6:35. Nicea (iznik) konsili 325 yılında faizi yasakladı ve faiz alanların afaroz edileceğini açıkladı. Papa 3. Alexander ve Papa Clemens, içinde “Faiz” sözü geçen bütün resmi döküman ve kanunların geçersiz sayılacağını açıkladılar. Kur’an’da faize karşı çok sayıda ayet bulunmaktadır. Örnek olarak: Bakara Suresi, 276. ayet: “Allah, faizi mahveder ve sadakaları artırır.(...)”
4. İncil. Matta 6:24
5. Örneğin Kun fu-tzu (“Yunancalaştırılmış” ismiyle Konfiçyüs!), faize karşı olduğunu anlatmak için, “Para, hayvan pisliği gibi toprağa saçılmalıdır” gibi bir cümle sarfetmiştir. Eski Hindistan’da, yalnız en düşük/aşağı kast’a faiz almak izni verilmiştir. Hinduizmin ana fikri: Yalnız en pis ve en aşağılık insanlar faiz alıp verebilirler.
6. Friedrich Engels “Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft“ (Anti-Dühring) Doğu-Berlin 1962. S. 371.
7. Wörgl deneyi hakkında bkz.: Fritz Schwarz “Das Experiment von Wörgl” Bern 1951. Ya da nisbeten yeni bir kitap olan: Margrit Kennedy „Geld ohne Zinsen und Inflation. Ein Tauschmittel, das jedem dient“ Münih 1994
8. Silvio Gesell’in temel eseri: “Die natürliche Wirtschaftsordnung” Nürnberg 1949. Kitabın internet metni için: http://userpage.fu-berlin.de/~roehrigw/gesell/nwo/
9. Konu hakkında bkz.: Dudley Dillard “Proudhon, Gesell and Keynes” California 1940
10. Vladimir İlyiç Lenin “Der Imperialismus als höchstes Stadium des Kapitalismus” Peking 1974. S.14
11. a.g.e. Lenin S.17
12. Sosyalistler bu ‘iş/çalışma’ konusunda başından beri resmen uyumuşlardır ve bu yüzden de bitmişlerdir maalesef.

Farklı dillerde düşünmek...

Düşünüyorsun, o halde varsın da, hangi dilde düşünüyorsun?!.. 
Varlığın hangi dilde? 
Her dil dünyayı farklı düşünüyor...

Sistemin insanları aynılaştırma girişimi büyük ölçüde başarılı olmuş olmasına -da, insanlar sözün tam anlamıyla haala farklı farklı düşünüyorlar.
Nasıl bi' fark?
Hani şu tercümesi mümkünsüz sözler, ifadeler vs. var ya... İyi ki varlar. Dünyaya farklı bakışların ifadesi olmayı sürdürüyorlar. Bir dil bir insansa iki dil o yüzden (ve de tersten) "iki insan".
Alman Kralı Karl V. in bir lafı, galiba konunun ilk özeti:
"Tanrı'yla İspanyolca, kadınlarla İtalyanca, erkeklerle Fransızca, atımla da Almanca konuşuyorum."
Alman dostlarımız alınmasınlar!..
Türk ordusunda komutların Almanca olmaya devam ettiini söylediğimde, Alman bir arkadaşım, bana Karl'ın bu sözünü hatırlatmıştı -yanılmıyorsam!
Atlar hangi dili daha iyi anlar?! Bu da onlara fısıldayanın ruh haliyle ilgili birşey olsa gerek!
İşte konumuz böyle bir şey...
(devam edecek)

İran’a bir İsrail saldırısının olası sonuçlarından önce...

Daha yirmi gün önce İran’da günün konusu, bir bilgisayar virüsüydü. Siber güvenlik uzmanlarının ‘Stuxnet’ diye adlandırdıkları virüs, özellikle ülkenin enerji alanında çalışan kuruluşların bilgisayarlarına dadanmış görünüyordu. İran Atom Enerjisi Kurumu bir toplantı yaparak, bu virüsten nasıl kurtulabileceğini tartışınca, İran medyası alarma geçti. “Bunun arkasında sadece İsrail olabilir”di. Amaç, Buşehr’deki atom reaktörünü bozmak veya çalışmasını engellemekti. İran’daki aküt Yahudi düşmanlığı ve klasik komplo teorisi düşkünlüğü bir yana, İranlılar bu kez haklı olabilirler. Virüs, sadece endüstrinin sinir sistemlerine sızıp merkezi bilgisayarların kontrolünü ele geçirmekle kalmıyor, bilgisayarların içindeki bilgileri de uzaktaki -kimliği belirsiz- alıcılara gönderiyor. ‘Stuxnet’, bu özellikleriyle benzersiz yeni bir tür (dapd 25.9.10). Ve İran’ın nükleer bilgilerini kimlerin merak ettiğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.

Aynı virüs daha sonra ABD, İngiltere, Hindistan, hatta Endonezya’da da ortaya çıktı. Ama önce İran’da göründüğü için olağan “şüpheli” İsrail. Bu arada bir gerçeği gözden kaçırmamak gerekiyor. Neoliberal devrin kapitalist ekonomiyi görmezden gelen her (etnik/dini) kültürel kimlikçi ideolojisi gibi İslamcılık da dünyayı bir “komplo teorileri toplamı” olarak açıklamaya çalışıyor (ama açıklayamıyor).

Neoliberal kapitalizmi kestirmeden “demokrasi” ilan edip kutsayan ekonomi körü bütün (neoliberal) kültürel kimlikçi ideolojilerin, bu özel körlükleri nedeniyle, sınıfsal/zümresel çıkar çatışmalarını görmek yerine, kin ve nefrete varan etnik/dini düşmanlıklar geliştirdikleri malumdur. Neoliberal ideolojiler yelpazesinde İslamcılığı diğer neoliberal ideolojilerden ayıran en önemli fark, nesnel izahı olmayan bir etnik/dini Yahudi düşmanlığı ve nefretidir. İslamcı ideoloji, Yahudileri, zengin/fakir/çoluk/çocuk ayırmadan “kötülüğün kaynağı” sayabilmektedir; üstelik bu aleni antisemitizmi, “ezilenlerin mücadelesi” Sol ambalajıyla satmaya çalışmaktadır.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Haziran ayında yaptığı bir konuşmada Yahudiler için aynen şu ifadeleri kullandı: “İnsan görünümlü pis, kriminal yaratıklar.” Bu tanımda Yahudiler arasında bir istisna gözetmemektedir, hepsini aynı sepete koymaktadır. Ahmedinecad, Yahudi soykırımını da “uydurma bir hikaye” saydığını, defalarca söylemiştir.

İsrailliler, böyle bir ideoloji ve dilin hakim olduğu İran’ı, ama özellikle böyle bir İran’ın nükleer silahlara sahip olması ihtimalini, “Hitler’den bu yana, Yahudilere karşı en büyük tehdit” sayıyorlar. Bunda haksız da sayılmazlar. Şu anda İsrail ve İran arasındaki gergin atmosfere hakim olan durum bu.

1979 yılına kadar İsrail, İran’ın en yakın müttefikiydi. Yahudilerin İran’la yönetici/üst düzeyde çok eski ilişkileri vardır. M.Ö. 598’de Babil hükümdarı II. Nebukadnezar’ın Kudüs’ü alması üzerine Yahudilerin bütün ileri gelenleri Babil’e götürülmüşlerdi. Eski Ahit’de de anlatılan bu olaydan sonra Pers kralı Babil’i alarak Yahudilerin esaretine son vermiştir. O tarihten beri, (İslam’ın doğmasından bin yıl önce) İran’da köklü Yahudi cemaatleri bulunmaktaydı. Anadolu’da Frigya’da kurulan Yahudi cemaatleri bile İrandakilerden yeni tarihlidir. Yahudiler İran’da sorunsuz yaşadılar. Mollalar iktidarı devraldıktan sonra, İslamcılara özgü o antisemitik dil, İran politikasının diline de hakim oldu ve bundan sadece İsrail’deki Yahudiler değil, bütün Yahudiler rahatsız.

ABD Başkanı Obama’nın ülke liderleriyle görüşmelerinde en çok konuştuğu konunun, İran’ın atom programı ve İran’a uygulanan yaptırımlar olduğu biliniyor. İran, ne zamandır, dünya politikasının bir numaralı gündem maddesi. “Takiyye” diye bildiğimiz malum kavramın mucidi pragmatik Şii İran’ın, bu sözcüğün hakkını veren bir de diplomasisi var ve nükleer programını kuşkuyla karşılayan Batı’yı oyaladığı konusunda dünyada genel bir görüş birliği hakim. Tahminlere göre İran, dokuz aya kadar bir nükleer bomba yapabilir. Kulislerde, en iyi ihtimalle, dokuz aya kadar bir İsrail saldırısı ihtimalinin yüzde 60 civarında olduğu konuşuluyor. Dünya basınına ve internete yansıdığı kadarıyla saldırının olacağından Amerikalılar kuşku duymuyorlar. Fakat sonrasında ne olacak? Asıl soru bu.

“İsrail İran’a saldırmaz” diyenlerin, giderek küçülen bir azınlık teşkil ettiği günümüzde tartışma, “saldırır” veya “saldırmaz” ötesinde, ara renkler üzerinde dönüyor. Mesela, bir İsrail saldırısından önce yaşandığı anlaşılan ve yaşanabilecek olan diğer “gariplikler” neler olabilir? Bunlar, felaketin eşiğinde duran kırılgan dünya ekonomisini nasıl etkiler? (İyi etkilemeyeceği kesin.) Ve en önemlisi, savaşın şimdilik tetikleyici baş nedeni gibi görünen İslamcı antisemitizminin ortadan kalkması, yani İran’daki demokratik muhalefetin bu cinneti durdurup, İsrail’in yokedilme fobisini sakinleştirmesi mümkün olabilir mi? Aleni haksızlıklarla/hukuksuzluklarla ve seçim hileleriyle hüküm süren İran rejimi, muhalefeti şaşırtıp nisbeten pasifize etmiş durumda. Ayrıca bu gidişin genel istikameti İsrail’in aleyhine işliyor. Dünya konjonktürü, ABD’nin Irak’a saldırdığı dönemdekinden çok farklı. İran Irak değil. İsrail’in İran’a saldırması, ikinci aşamada ABD ve müttefiklerini, Rusya’yı, hatta Çin’i de savaş girdabına çekebilir. Böyle bir savaştan sonra dünya, bildiğimiz eski dünya olmaya devam eder mi? Buna ‘Evet’ demek zor görünüyor.

Yaz boyunca savaş spekülasyonları konuşuldu. Ekim ayının ikinci yarısında kulislere başka bir haber düştü. İslamcılara özgü antisemitik diliyle dünyada giderek daha çok dikkat çeken Türkiye ile arası iyice bozulan İsrail, askeri tatbikatlarını Yunanistan’da yapıyor. Bu bağlamda İsrail ordusunun uzak hedefler için teçhizatlandırılıp silahlandırılmış en modern savaş uçakları, Nea Anchialos askeri havaalanında görüldüler. Patras yakınındaki Araxos havaalanında da çok sayıda İsrailli savaş pilotunun kaldığı haberleri internete düştü. Olağanüstü bir durumdu ve uçaklar birden hareketlendiler de. Hareketlilik, başladığı gibi aniden bitti. O arada ne olduğu bilinmiyor. Dünya medyasında “göründüğü” kadarıyla hiçbirşey olmadı, ama birkaç gün sonra, nükleer programı nedeniyle Batı’yla arası açık olan İran, müzakere masasına döneceğini açıkladı (Hürriyet, 29.10.2010). Oysa kısa bir süre önce görüşmelere katılmayacağını açıklamıştı.

Son zamanda, aslı astarı tam anlaşılamayan böyle gariplikler oluyor ve gizli/örtülü bir savaşın hanidir sürdüğünü gösteren çok sayıda işaret var. Bunun bir sıcak savaşa dönüşmemesi elbette temennimiz. Ama bu olasılık giderek zayıflıyor gibi. Zira İran atom programını durdurmayıp sürdürdüğü takdirde, Ortadoğu’daki güç dengeleri, adım adım İran ve onun İslamcı müttefikleri lehine değişiyor. Bunun için İran’ın İsrail’e saldırması (veya tersi) gerekmiyor. Yani İran, atom silahına sahip olsa bile bunu kullanmayacağını söylerken, güven vermeyen tüm takiyyeci tavırlarına rağmen samimi olabilir. Ama İran’ın sahip olacağı nükleer gücün İran’a sağlayacağı tehdit opsiyonu sayesinde Hamas ve Hizbullah gibi İran destekli (veya desteksiz) İslamcı örgütler çok daha cüretkar olacaklardır. İran’ın nükleer koruması altında, İsrail’e (ve Batı’ya) saldırmak konusunda cesaretleneceklerdir. Bu durum, nitel bir değişikliğe işaret etmektedir, çünkü olası İslamcı cüretkarlığına verilecek tepkiler global ölçekli olabilecektir. Bazı yorumcular, “dokuz aya kadar doğabilecek” çirkin bir kitle imha silahının, fanatik İran yönetimi tarafından “Tanrısal bir işaret” gibi pazarlanabileceği üzerinde de duruyorlar. Böyle bir psikolojik atmosferde, İslamcı ideoloji üzerinden Şiilik ötesinde hareket kabiliyetine sahip olan Şii İran’ın yayılmasına karşı İsrail’i açık veya gizli olarak destekleyen Arap ülkelerinden küçük ve güçsüz olanları, kamuoyu baskısına dayanamayıp İran yanlısı (yani “İslamcı Cephe”) yanlısı hale gelebilirler. İsrail hiçbirşey yapmazsa, dünyadaki İslamcı çevre ve hükümetlerin desteğini alan İran’ın nüfuzu, her halükarda belirgin ölçüde artacaktır.

İsrail, sürekli göç alan bir ülke. İsrail’i dünya Yahudileri için çekici kılmayı amaçlayan bir nüfus politikası izliyor. Şimdi İsrail’in ilk kez ciddi anlamda, ‘tehdit altındaki bölge’ haline gelmesi ihtimal dahilinde. Sadece bu bile İsrail’in zayıflaması anlamına geliyor. İsrail’in askeri doktini, bölgenin tek nükleer gücü olmak üzerine kurulu. İsrail, nükleer gücünü, varlığının en büyük garantisi sayıyor.

Önümüzde duran kötü tablonun en net yanı, Ortadoğu’daki dengelerin artık bugünkü gibi olmayacağı. İsrail ve Türkiye destekli eski Sünni hakimiyeti çöküyor. Onun yerine şimdilik, Türkiye’nin de Sünni tarafını üslenmeye soyunduğu anlaşılan İslamcı-ideolojik görünümlü yeni bir Şii hakimiyeti güçleniyor. Fakat bu yenilik de henüz havada. Statükonun göz göre göre değişmesini -nedendir bilinmez, Türkiye hariç!- ne İsrail ne ABD ne de Suudi Arabistan, ne de diğer Sünni Müslüman ülkeler sessizce kabul edeceklerdir.

İsrail’le birlikte, İslamcı İran’ın ve Türkiye dahil İran’ın bütün İslamcı müttefiklerinin, olası bir savaşın ilk kaybedenleri olacaklarını şimdiden söyleyebiliriz. Neoliberal ekonomilerin önemli bir krize girebileceği -hatta çökebileceği- bir savaş durumunda buralardan, önce sıcak para kaçacaktır. Cari açığı had safhadaki Türkiye için bu 2001’den daha derin bir kriz ve AKP devrinin sonu demek olabilir. İran’daki Yeşil muhalefet de güçlenip cesaretlenecektir. Savaş sınırlı tutulabilir ve global ekonomi çökmezse, yurtseverlik bilinci üzerinden halkı mobilize edebilecek “mağdur” İslamcı İran rejimi -geçici bir süreliğine- güçlenebilir. Ama bu daha küçük bir ihtmal gibi görünmektedir.

İslamcı İran rejimi, ideolojik kodlarının ve nefretinin sesini dinleyip, “İlahi bir işaret” propagandası eşliğinde, İsrail’e karşı yıkıcı bir saldırı başlatırsa (veya İsrail’in İran atom reaktörlerine yapacağı saldırılara yıkıcı bir karşılık verirse) bu olay, İran’ın (ve ardından İsrail’in) sonu olabilir ve Cehennem’in kapıları açılır. İsrail, İran körfezinde gezinen atom denizaltılarını ve onların taşıdığı ikiyüz kadar atom başlığını, İran’a ve müttefiklerine karşı kullanabilir. Bunun gerekçesi daha şimdiden hazırdır: “Yahudiler, Nazi’lerin yaptığı soykırıma karşı koyamamışlardı. Buna bir daha asla izin vermeyeceğiz.” Bu ruh haliyle İsrail, İran’dan başlayarak dünyanın çehresini, geriye dönüşü olmayacak bir biçimde tamamen değiştirebilir, çünkü devreye -petrol bağımlısı- büyük ülkeler de girmek zorunda kalırlar. Böyle bir gelişmeyi Ortadoğu ile sınırlı tutmak hiç de kolay olmayacaktır. Kısacası, işin şakaya gelir yanı bulunmamaktadır. İsrail’i yeryüzünden sileceğini söyleyip duran Ahmedinecad gibi bir fanatiğin atom programını sürdürmekte ısrarı, günümüz şartlarında dünyayı tehdit etmektedir -ve bu tehdidi, “Ama israil de sütten çıkmış ak kaşık değil” diyerek silikleştirmek mümkün değildir. İsrail, o bölgedeki tüm ülkelerin toplamından daha kirlidir. Ama İran’ın kurcaladığı ve bütün dünyayı içine çekebilecek kadar tehlikeli koca bir kara deliğin yanında, klasik “Kahrolsun İsrail” hezeyanının pek kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır.

İsrail şimdiye dek iki kez, karşıtlarının atom programlarını vurmuştur. 1981’de Irak’daki Osirak reaktörüne yapılan saldırı, Saddam Hüseyin’in nükleer planlarına son vermişti. 2007’de de Suriye’deki bir atom reaktörünü vurdu. Fakat şimdi İran’a karşı yapabileceği sıcak bir saldırı hiç de kolay olmasa gerek. Saldırının ilk zorluğu, askeri sorunlardan ziyade medyatik boyutla ilgili. Bir saldırının ardından İran “mazlum ülke” sayılacaktır ve İsrail’e (ve destekçilerine) karşı dünyadan büyük ve haklı bir tepki gelecektir. İsrail böyle şeylere alışık, bunu göğüsleyebilir -ama destekçileri/müttefikleri göğüsleyebilir mi? Obama için bu hiç de kolay olmayacaktır. Hele operasyon için hava sahasını açması beklenen ülkeler için, -mesela Suudi Arabistan için- çok zor olacaktır.

İslamcı ideoloji kardeşliği üzerinden yakınlaşan İran ve Türkiye’nin, yeni trendin bir sonucu olarak Ortadoğu’da kalıcı bir güç olmaları ve barışı kurmaları mümkün değildir.

Herşeyden önce:
    Kapitalist çağa özgü postmodern bir format olan İslamcı ideolojinin -kapitalizmin mecburen aşılacağı orta vadede- bugünkü şekliyle hayatta kalması mümkün değildir. İslamcılık aşılacak, muhtemelen geriye İran-Şii yayılmacılığı ve geri çekilen Sünnilik kalacaktır. İran’ın temsil ettiği türden -modern çağın ürünü- antisemitik kin/nefret politikaları yenilmeye mahkumdur. Çünkü artık, “jeostratejik nüfuz” saçmalıklarından yola çıkan kin/nefret destekli savaşçı politikalarla çözülebilecek birşey kalmamıştır. Asıl sorun, dünyayı cehenneme çevirmek üzere olan kapitalist sistemin acilen yapısal reformlara tabi tutulması ve süreç içinde aşılmasıyla ilgilidir. Ve bu sorunun İslamla, Hristiyanlıkla, Yahudilikle, Araplıkla, Türklükle, Kürtlükle falan alakası yoktur. Bunların hepsine meydan okuyan ve insanlığı felakete sürüklemekte olan bir sistem söz konusu. Böylesine bütüncül, tüm dünyayı ve hayatın neredeyse her alanını kuşatan fundamental bir sorun, ancak barış içinde çözülür. Onun dışındaki savaş körükleyen alternatifler, “sorun”un insanlığı çözmesine hizmet etmektedir. Global bazda birbirinden öğrenen, sahiden demokratik, aktif anlaşı/uzlaşı/tartışma kültürünü işleterek ve -en önemlisi- konuşulanları da hayata geçiren demokratik mekanizmaları acilen kurarak, sorunu aşmak mümkündür. Teknik imkanlar buna olanak sağlıyor. Kendini dayatan bu zorunluluğun adına, isteyen ‘Devrim’ de diyebilir. Ve konu bu kez sadece proleteryayı, burjuvaziyi, köylüleri, mavi yakalıları, beyaz yakalıları, morları, uluslarötesi ve berisi tüm diğer gökkuşağı renklerini, sistem dışı kalmış Afrikalıları/Asyalıları falan da değil, dünyanın atmosferini, doğasını, dünyada yaşayan tüm diğer canlı türlerini de ilgilendirmektedir.

Konularda gene kısa bir bayram gezintisi...

Müziğin insan için önemi. Müzik insanı nasıl etkiliyor?
Bilimin de nihayet anladığı ve kanıtladığı gibi müzik, insanın ruhsal, vicdani ve düşünsel gelişimi için tayin edici önemde. Doğrudan beyne etki edebilen ve duygular uyandırma özelliğine sahip müzik, aynı zamanda bir uygarlık ifadesi. Müzikle ilgili bir 'Hace Nasreddin hikayesi' yazmaya hazırlanırken, geçen ay müzik hakkında birkaç kitap okudum. İçlerinden birinden bahsetmeliyim.

Okuduğum kitaplar arasında en ilginci, Arjantinli ünlü Yahudi piyanist ve orkestra şefi Daniel Barenboim'in "Klang ist Leben" adlı kitabıydı. Geçenlerde Elif Şafak'ın da söyleştiği ünlü müzisyen, Berlin ve Ramallah'ta kurduğu, "Çocuklar için müzik kreşleri" ile de dikkat çekmişti.
Müzik, doğrudan bilince etkiyebilen birşey.
Türkiye'den birçok siyasi akım gelip geçti. bunların tamamına yakını ideolojik akımlar olduğundan belli bir kısıtlılık -zaten ideoloji oluşlarında vardı. Ama bunlar içinde müziği olmayan tek akım, İslamcı akımdır.
Bu çok önemli ve garip durumu bazı yabancı dostlarla da tartıştım. Özellikle de, müzik ve ritm hakkında dünyada çok ciddiye alınan bir kitap yazmış olan Eske Bockelmann'la bunu konuştuk.
Ben kendi hesabıma, İslamcıların bu kadar bozuk bir güruh haline gelmelerini ve ruhlarını paraya bu kadar kolay satabilmelerini ve vicdan-özürlü olmalarını ve temel insani değerlere ters (yani İslamcıların deyimiyle "sapık") birçok garip yana sahip olmalarını ve bunları birşeymiş gibi bir de savunmalarını, müziksiz olmalarıyla da ilişkilendiriyorum. Ve bu konuda yalnız da değilim.
Müziğin insan üzerinde, insani değerleri sağlamlaştıran bir etkisi var (tabii burada müziğin türünü de tartışmak zorundayız). Ve bu müzikal etki, sağlam bir ruhsal fundament kurmak konusunda son derece önemli.

Otorite nedir, kimdir?
Bazı insanlar otoriterdir, bazısı değildir. Bu konunun despotizmle karıştırılmamasında fayda var.
Mesela sevgili Fethiye Çetin'in "Torunlar" adlı kitabında, 1915'deki katliamlarda alınıp aileye katılan küçük Ermeni kızların o kimsesiz hallerine ve ömürleri boyunca ezik yaşamalarına rağmen, o alabildiğine becerikli/sevecen halleriyle, daha sonra Anneanne veya Babaanne olduklarında, aile içinde nasıl güzel bir otorite kurduklarından bahsediliyor. Otorite kurmak ve otorite denen şeyin çözümlemesi nedir? Bu ilginç bir konu. Sopaya/silaha dayanmayan, tam tersine iyilik, beceriklilik, akıl ve güzellik üzerine kurulu otoritenin muhtevasını konuşmak, bana ilginç geliyor.
Bir tür güven duygusu uyandırmak, bütünü düşünen bir bilinç geliştirmek ve daha ötesi, otoritenin kökleri oluyor. Hiyerarşi ve despotizmle de ilişkilendirilebilen 'Otorite' kavramı, bunlardan hangi konularda kesin ayrılık gösterir?

Sorumluluğun icadı...
Sorumluluk kavramının daha önce varolmadığına, bu terimin kullanılmadığına hatta bilinmediğine, daha önce burada tek satırla değinmiştik. Sorumluluk kavramı, şehirli yaşam tarzının yaygınlaşmasının ardından, daha anonim ve ortak kullanılan şeyler için "Görev bilinci" duymak anlamında icad olunmuş, "Görev"den çok daha gevşek bir anlama sahip yeni ve modern bir terim.
Bugün kullandığımız anlamda ilk kez 19'uncu yüzyıl ortasında Heinrich Heine tarafından kullanılmış.
Daha öncesinin din temelli "Görev" (Pflicht/obligation) ve yükümlülükler yerine kullanılan yeni bir terim.
'Sorumluluk' teriminin bugün, eskisinden daka da/iyice yumuşatıldığını söyleyebiliriz. Hani nerde 'Sormluluk bilinci', mesela çevre konularında... ve diğer konularda.
Bizi ilgilendiren, 'Sorumluluk' denen şeyin gelecekte nasıl bir hal alacağı.
Genel bozulmanın dayattığı bir soru...

Konularda kısa bir bayram gezintisi...

Paranın felsefesi ve dini
Paraya karşı olan bu aşırı düşkünlük nereden geliyor? Modern zamanların giderek alçalan "kalitesi"ni belirleyen, vasatizmi ve onun arsızlığını/ahlaksızlığını dünyaya hakim kılan paranın felsefesi hakkında bin sayfalık ilk teorik temel kitabı, Georg Simmel yazmıştı.

Paranın bir din haline geldiğini ilk kez temellendiren ve anlatan düşünür Simmel'dir. Bütün bunlardan bahsederken, EN önceliğin Karl Marx'a ait olduğunu unutmuyoruz elbette. Ama Simmel, paranın toplumu ele geçirmesi ve değiştirmesini, çok yönlü bir şekilde ve Marx gibi teorik çerçevenin içinde kalmadan, onun dışına çıkarak ve yenılmak endişesi taşımadan "rahat" bir dille anlatıyor. Temel eseri "Philosophie des Geldes" 1900 yılında Berlin'de ilk piyasaya çıktığında, büyük gürültü koparmış olmalı. Simmel'in kitabında verdiği bir örnek, mıh gibi, akıldan çıkmayacak cinsten bir cümledir:
"Bankalar, artık kiliselerden daha büyük ve daha muazzam (binalar). Şehirlerin merkezi haline geldiler." Malumunuz Orta-Avrupa'da şehirler hep kiliselerin etrafına kurulur, Kilise hep merkezdir. Banka binalarının, yeni kiliseler olarak şehirlerin merkezleri haline geldiğine dikkat çekiyor.
Simmel'in bir de ünlü makalesi vardır. "Die Großstädte und das Geistesleben"
Bu orta uzunluktaki makaleyle Simmel, şehir sosyolojisinin babası sayılır. Böyle sınıflanırmaları pek sevmemekle birlikte, Georg Simmel'in 'Hayat Felsefecisi' diye sınıflandırılması hoşuma gider.

Entelektüalizmin krizi
Bu konu hakkında ne zamandır not tutan biri olarak kısaca şunu söyleyebilirim:

Entelektüeller, tarihi zirvelerine 20'inci yüzyılda eriştiler. 11 Eylül 2001 sonrasında, entelektüalizmin hızlı bir erozyona uğradığı ve etkisini önemli ölçüde yitirmeye başladığını söylemek mümkün. Erozyon, asıl Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle başladı. Bu konularla ilgili özellikle Fransa'da çok sayıda kitap yayımlandı.
Türkiye'de bu bozulmanın en tipik özelliği, Solculuktan "ayrılmadan" vahşi neoliberal kapitalizmin avukatlığına soyunan "Liberaller" oldu. Onlardan "cesaret" alan ve çağdaş vasatizmin temsilcisi olan engin bir "İslamcı aydın" deryası da, bu iflas sonrasının çarpık ürünleridir. Liberallerle başlayan Liberal-İslamcı kırması akımın bir devamı yoktur. Bu anlamda Liberaller, Türkiye'de bildiğimiz entelektüalizmin iflasını temsil ediyorlar.
Tabii Türkiye'deki bozuk türü bir yana, dünyada entelektüalizm, değişerek yoluna devam edecektir. Entelektüalizme hangi açıdan, hangi düşünme biçimleri açısından ve hangi konularda ihtiyaç olabileceği ve işe yaramayan yanlarının neyle tamamlanabileceğini konuşmak zorundayız. Mesela 'Televizyon entelektüeli' diye, konuşacağı istikameti televizyon moderatörünün belirlediği bir tip var. Artık pazar söyleşisi yapılacak adam/kadın kalmamasının bir nedeni de bu yeni tip entelektüel. Konuşma hürriyetinin olduğu, ama eylem hürriyetinin olmadığı post-demokrasilerde can sıkıntısı ve vasatizm de kaçnılmazdır!

Etnik/dini kültürel kimlikçiliğin evrimi
Bu konu, Türkiye'yi özellikle ilgilendirdiği için, üzerinde sıklıkla durulmayı gerektiriyor.

Neoliberal dönemde ortaya çıkan "Kürt kimliği" ve "Müslüman kimlik" türünden ayrımlara göre dünyayı "biz ve onlar" diye ayıran, sosyo-ekonomiyi tamamen unutup eski Sol geleneğin de canına okuyan bu "ayrımcılık" türü, mesela "demokrasi uzmanı" Etyen Mahcupyan'ın her cümlesinin başında "öteki" sözünü kullanmasıyla ifade bulmuştu. İnsanların kendilerini eknik/dini kökenlerine göre tanımlayıp, bu kökenleri de değişmez/taşımsı/monolitik hatta homojen bir tür kitlesel-DNA gibi sunmalarıyla ifade ediliyordu. Buna göre bazıları kalübeladan beri Kürttür veya Müslümandır! Hem de şimdi şu an olduğu gibi, bundan beşbin yıl önce de aynısının tıpkısı Kürttürler! veya Müslümandırlar! (Müslümanlığın tarihi binbeşyüz küsür seneden ibaret olmasına rağmen)
Bu akımlara dokunulmazlık sağlayan, bazı "ilginç", eskiden siyasi akımların sahip olmadığı bazı "tavır"lar/tabular var. Mesela, "Dinime laf söyleyemezsin" veya "Kürtlüğüme laf ettirmem" cinsinden "kutsal"lıklar bunlar. Neoliberal para dininin arkasına saklandığı bu kutsal tabuları, yıkmanın zamanı...
Kültürcü sosyo-psikolojik bozukluğun, (İslamcıların deyimiyle "sapıklığın") nasıl bir süreç izlediğini ve 1946'da başlayan tarihini biliyoruz. Ama gelecekte nasıl devam edecek? Bu "Sapıklıkların", neoliberalizmin sıcak para krizlerine girdiği 2008 sonrası çağımızda hali nice olacak? Nicel büyümelerine rağmen nitel anlamda hızla bozulduklarını ve diriliklerini tamamen kaybettiklerini görüyoruz. Kültürcülük akımının, neoliberalizmin çöküşüyle birlikte geçireceği değişiklik hangi istikamette olabilir? Eski Sol'un düşüşü sonrasında vardığı yer ile kıyaslandığında, bu akımların büyük bir çoğunluğu çöp hükmünde. Soldan geriye önemli bir miras ve bir düşünce geleneği kaldı. Bunlardan geriye ne kalır -ya da kalır mı?

Öğrenme ve inceleme aşamasındaki yeni konular...
* CERN'deki fiziksel araştırmalarının boyutu. Bu konu beni, 'Paleoantik' yeni fizik nedeniyle özellikle ilgilendiriyor. Modern çağları şekillendiren en önemli unsurlardan biri de bilim. Ve fizik, bilimler arasından birinci konu. Şimdi onun nitel bir sıçrama yapması söz konusu.
* Geleceğin çevre bilimlerinin -bilimsel soğukluk ötesi- yeni türü.
* Medya'nın ve tekniğin düşünceyi katli.
* Lateral düşünce, tartışma/düşünmede Disney metodu.
* Hür irade konusuna natüralist yaklaşım vs. vs.

Bayramınızı kutlar, neşeli güzel günler dileriz!

Demokratik Ermeni Cumhuriyeti (1918-1921) ve Türk-Ermeni savaşı

Birinci Dünya Savaşı, tarihte birçok bakımdan önemli bir dönüm noktasıdır -bu, Türkler için de özellikle geçerli. Savaştan sonra 1918 yılında dört büyük imparatorluk tarih olmuştu. Bunlardan ilki, Hohenzollern Hanedanı'nın Alman imparatorluğu'dur (Ama bu hanedanlığın mensupları 1947'ye kadar Romanya'yı yönetmişlerdir); ikincisi, Avrupa'nın en önemli ve en eski hanedanlığı Habsburglar'ın çift taçlı Avusturya-Macaristan imparatorluğudur (Hanedanlık, 973 yılında ölen Gutram von Reiche tarafından kurulmuştur). 1721'de İsveç savaşından sonra bir imparatorluk haline gelen, Romanov'ların Rusyası ve 1300'lerin başında kurulan Osmanlı İmparatorluğu...

Bu imparatorlukların çöküşüyle birlikte irili ufaklı birçok devlet kuruldu. Anadolu'da -kapitalistleşmenin dayattığı- kültürel bakımdan homojen milli devletler kurmak mücadelesi, Osmanlı devletinin üç temel kurucu unsuru arasında kanlı bir savaşlar/katliamlar sürecinden geçti. Türkler, Rumlar ve Ermeniler...
Anadolu'da kültürel homojen kapitalist ulus-devletler kurma savaşında Türk milliyetçileri batı Anadolu'da Rumlarla (milliyetçi adlarıyla 'Yunanlılar'), doğu Anadolu'da Ermeni milliyetçileriyle savaştılar.
1917'de Rus İmparatorluğunun çöküşü ve Kasım ayından itibaren Bolşeviklerin merkezi yönetimi ele geçirmelerinin ardından, Kafkasya'da 'Transkafkasya Federasyonu' adlı bir devlet doğdu. Gürcüler, Ermeniler ve Azerilerin bu ortak devleti, Rus İmparatorluğundan kurtuluş için bir birlik (hülle) özelliği taşıyordu ve bu devlet, bu nedenle sadece bir ay yaşadı (22 Nisan 1918'den, 28 Mayıs 1918' kadar). Daha sonra üçe bölündü ve yeni oluşan devletlerden biri de 'Demokratik Ermeni Cumhuriyeti'ydi. Orijinal adıyla "Demokratakan Hayastani Hanrapetowt‘iwn" (Հայաստանի Դեմոկրատական Հանրապետութիւն,), Adana-Mersin bölgesinde bağımsız yaşayan son Ermeni Krallığı'ndan (1080-1375) bu yana, kurulan ilk Ermeni devletiydi (Kuruluş tarihi 28 Mayıs 1918'dir).
Bu olay, bir tür Anadolu Kıyameti sayılabilecek 1908-1922 döneminin en önemli olaylarından biridir. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, ordusunun terhis edildiğini, Anadolu'nun -İstanbul başta olmak üzere- kısmen işgal edildiği, herkesin malumudur ve bunları herkes okullarda öğrenir. Ama Türkiye'de okullarda öğrenilmeyen, bu olayların Ermeniler tarafıdır.
Genellikle birkaç cümleyle geçiştirilen Türk-Ermeni savaşı, Anadolu Türkiye'sinin kapitalizmin gelişmesine uygun olarak kültürel homojenleşmesi sürecinde en önemli insani eşiklerinden biridir. Bu iki halk birbirini resmen doğramıştır. Mesela Rumlarla bu ölçüde kıyam olmamıştır. Ben bunun psikolojik yanını, Türklerle Ermenilerin şaşılacak ölçüde birbirine benzemesiyle ilgili bir durum olarak değerlendiriyorum. Bu benzerlik, Türk-Rum benzerliğinden daha fazladır. Burada, karşılıklı büyük bir mezalim söz konusudur ve bu kıyımın en büyük kaybedenleri Ermeniler, diğer kaybedenleri de Anadolu ahalisi olmuştur. (Burada 'Türkler' derken, kapitalist kültürel homojenleşmenin 'Türk Millileşmesi' tarafında yer alarak, süreç içinde büyük ölçüde homojenleşip 'T.C. ulus-devletinin Türkleri' olan Anadolu halklarını kasdediyoruz)
Milliyetçi Ermeni Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin (Taşnaksutyun) ilan etiği bağımsız Demokratik Ermeni Cumhuriyeti'nin Kafkasya cephesi komutanı Tovmas Nazarbekyan, bugün Türk toprakları olan ve milliyetçi Ermenilerin 'Batı Ermenistan' dedikleri (daha sonra Sevr anlaşmasının Ermenilere verdiği doğu Anadolu) bölgesinin yönetilmesinden sorumluydu. Bolşeviklerin emriyle doğu Anadolu'dan çekilen Rus ordusunun yarattığı boşluk, yeni milliyetçi Ermeni idaresi tarafından doldurulmaktaydı.
İlk başbakan Hovhannes Kaçhaznouni ile birlikte Nazarbekyan, aynı zamanda yeni Ermeni Cumhuriyeti'nin en önemli liderleri oldular. Cumhuriyet kurulduktan sonra 'Batı Ermenistan' denilen bölgenin yönetimini Andranik Toros Ozanyan devraldı. Osmanlı birlikleriyle ilk önemli çatışma, Mart-Nisan aralığında 1918'de, Ozanyan komutasında yaşandı. Vehip Paşa komutasındaki Üçüncü Ordu, esasını Ermeni çetecilerin oluşturduğu Ermeni birliklerini Erzincan'dan çıkardı. Erzincan'daki Ermeni üssü önce Erzurum'a taşındı. Ermeni Cumhuriyeti'ne bağlı kuvvetlerle bu ilk çatışmaya, Hamidiye Alayları geleneğine uyarak Kürt birlikleri de katıldılar. Bu ilk çatışmada Ermeni idaresi, ünlü Van isyanından sonra kontrolü altına aldığı Van'ı da terketti. Kara Kilise'deki çatışmanın ardından Ermeni birlikleri, Sarıkamış ve Erzurum'u da terkettiler. Burada belirtilmesi gereken en önemli konu, buraları terkeden Ermeni birliklerinin, 1915'deki Türk birliklerinin vahşetini aratmayacak ölçüde mezalim yapmalarıdır. Bu şehirler kısmen yakılıp yıkıldı, Müslüman ahali arasında katliamlar yapıldı.
1 Ocak 1918'de, Osmanlı-Rus dostluk anlaşması, 3 Mart 1918'de de (Talat Paşa tarafından) Brest-Litovs anlaşmaları imzalanmıştı. Bu anlaşmalarla Ruslar, 93 Harbi'nde (1877-1878) aldıkları Ardahan-Kars-Batum bölgelerinden çekiliyorlardı. Bu durumda yıkılan iki imparatorluk arasındaki bölgede oluşan iktidar boşluğundan yararlanarak yeni bir milli Ermeni devleti doğuyordu.

Yeni Ermenistan, Osmanlı idaresi altındaki Erzurum, Bitlis ve Van eyaletlerine özellikle sahip çıkıyordu ve Ermenilerin 1915'den önce kısmen yoğun olarak yaşadıkları bu bölgeleri, buralardan Kilikya'ya (Adana-Mersin bölgesine) doğru denize de açılabileceği umuduyla korumayı planlıyordu. Vehip Paşa önce, Ermenistan'ın Karadeniz'e açılmak için en önemli opsiyonu olan Trabzon'u 24 Şubat 1918'de, Ermeni çetecilerin kontrolünden çıkardı. Yerel milisler, Ermeni çetelere karşı yürütülen bu çatışmalarda önemli rol oynamışlardır.
1918 Baharındaki ilk kısa savaşın Ermeni Cumhuriyeti aleyhine sonuçlanması üzerine, Haziran 1918'de Batum'da bir anlaşma ile Ermeni Cumhuriyeti, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında imzalanan Brest-Litovsk anlaşmasının sınırları belirleyen hükümlerinden bazılarını kabul etmek zorunda kaldı. Bu anlaşma önemlidir, çünkü görüşmelerin en başında, Demokratik Ermeni Cumhuriyeti resmen kuruluğunu dünyaya ilan etmişti: 28 Mayıs 1918.
Bu anlaşmanın önemli hükümlerinden ilki, Demokratik Ermeni Cumhuriyeti'nin 'Batı Ermenistan'ı terketmesi gelmekteydi. (Fakat bu bölge, daha sonra Sevr Anlaşması ile Ermenilere verilecektir). 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütakeresi, Osmanlı idaresini, 1914 öncesi sınırlarına dönmeye zorluyordu. Bahar aylarından sonbahara kadar süren bu kısa sürede Osmanlı birlikleri, onlara Batum anlaşmasının verdiği yetkileri yeterince kullanmak için ellerinden geleni yaptılar, ama bölgede otoritelerini kuramadılar. Bu otorite boşluğunu kısa bir süreliğine, Kars'da kurulan 'Güney-Batı Kafkas Cumhuriyeti' (Cenubi-Garbi Kafkas Cumhuriyeti) kapattı. Bu devleti, Fahrettin Paşa kurmuştur. Burada özellikle dikkat çeken durum, aynı dönemde birkaç aylığına da olsa, kurulan tüm yeni devletlerin adı daima Cumhuriyettir. Osmanlı subaylarının ağırlıklı bölümü, cumhuriyet (halk) idaresi fikrine yakın görünmektedirler. Yıkılan Osmanlı Devleti yerine ancak bir Cumhuriyet'in kurulabileceği ihtimali de, daha o zamandan çok belirgindir. (Yani T.C., bir gece birilerinin aklına geldiği için masa başında kurulmamıştır)
Fahrettin Paşa'nın kurduğu Cenubi-Garbi Kafkas Cumhuriyeti'nin hükümranlık bölgesi, Müslüman ahalinin büyük çoğunlukta olduğu Kars eyaleti merkez olmak koşuluyla, Erevan eyaletinin bir kısmını ve bugün Gürcistan'daki Ahalziçe ve Ahalkalaki bşlgelerini de içermekteydi. Fakat gerçek anlamda hükmettiği bölge Kars ve Ardahan'dı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra Fahrettin Paşa'nın koltuğunu, İngiliz Amirali Somerset Gough-Calthorpe devraldı. Ve bu tarihten itibaren Demokratik Ermeni Cumhuriyeti, Fahrettin Paşa'nın kontrol ettiği bölgeyi kendi toprakları saydı (Paşa buradan çekildikten sonra Ardahan da Gürcü birlikleri tarafından işgal edildi).

Türk-Ermeni savaşı, Haziran 1920'de Oltu'da başlamıştır. Kurtuluş Savaşı fikrini aktif olarak destekleyen Müdafa-i Hukuk kuvvetleriyle Ermeni grupları Oltu'da çatıştılar. Bu bölge resmen, Demokratik Gürcü Devleti'nin kontrolünde görünüyordu, fakat bu olaydan sonra Demokratik Ermeni Cumhuriyeti, Oltu'yu işgale karar verdi. 16 Haziran 1920'de Oltu, Ermeni birlikteri tarafından işgal edildi. Kurtuluş Savaşı'nı Ankara'dan yürüten Mustafa Kemal başkanlığındaki Milliyetçi Türk Hükümeti, bu olayı savaş ilanı saydı ve Kazım Karabekir Paşa'yı, dört tabur askerle 20 Eylül günü bölgeye gönderdi. Dört gün sonra Demokratik Ermeni Cumhuriyeti, Türkiye'ye savaş ilan etti.
Karabekir komutasındaki birlikler, 21 Eylül günü Sarıkamış'a, 22 Eylül günü de Kağızman'a girdiler. Bu hareketler, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı Hükümeti'nin imzaladığı Sevr anlaşmasına karşı silahlı itiraz anlamı da taşıyordu. Çünkü Sevr anlaşması, Trabzon ve Erzurum dahil olmak üzere, Van ve Bitlis'i de içeren geniş bir alanı Demokratik Ermeni Cumhuriyeti'ne bırakıyordu. Türk birlikleri daha sonra Kars'a doğru ilerlediler. Ama sert Ermeni direnişi karşısında Kars'a giremediler. Ermenistan'ın savaş ilanı da tam bu günlerde geldi. Karabekir kuvvetleri toparlanıp Ardahan yakınındaki Göle'ye girmeyi başarınca, Ermeni birlikleri Erevan ve Kars'daki Müslüman ahaliye karşı katliamlar yaptılar. Burada, tıpkı 1915'de Ermenilere karşı yapıldığı gibi bir vahşet söz konusudur. Ermeniler de kadın-çocuk demeden Müslümanları öldürülmüşlerdir.
Savaş, Ermeni birliklerinin aleyhine dönmekteydi ve Ekim ayı başında Demokratik Ermeni Cumhuriyeti, İngiltere'den, Yunanistan'dan, Fransa ve İtalya'dan ilk kez yardım istedi. Bu ülkelere bağlı askeri birlikler, Anadolunun çeşitli bölgelerinde üslenmişlerdi. Ama hepsi de çeşitli sorunlarla boğuşmaktaydı. İngiliz birlikleri Irak'ta, Fransızlar Suriye'de, yerel aşiret ve grupların aralarındaki çatışmalarla, İtalyanlar da Antalya'da yerel direnişle ilgili sorunlarla uğraşıyordu. Ermeni Cumhuriyeti'ne sadece, batı Anadolu'da Milliyetçi Türk birlikleriyle savaşan Yunanistan yardım edebildi. Fakat bu yardım da, savaş hali nedeniyle çok sınırlıydı. İşlerin çığrından çıkıp Türk ve Ermeniler arasında savaş olunca, Gürcü Cumhuriyeti tarafsız kaldı.
Bu sırada ilginç bir gelişme oldu ve 11 Ekim'de bir Sovyet komiseri, Erevan'a giderek, Ermeni Hükümeti'yle bir anlaşma imzaladı ve Demokratik Ermeni Cumhuriyeti'ne her türlü Sovyet desteği sağlanacağının garantisini verdi. Ermeni Cumhuriyeti de Ankara'daki Hükümet de bu hamleyi beklemiyordu. Bu olay, Ankara-Moskova ilişkilerini kötü etkiledi.
Rus-Ermeni Anlaşması'nın hemen ertesinde Karabekir, 24 Ekim günü birlikleriyle Kars'a doğru yola çıktı. Sovyet-Ermeni Anlaşması, Kars'ı Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti bölgesine dahil sayıyordu. Ermeni birlikleri savaşmayıp şehri terkettiler. Karabekir'e bağlı birlikler, 30 Ekim'de Kars'a girdi. Ermeni birlikleriyle şehri terketmeyen Ermenilere karşı bir katliam yaptılar. Bu da daha önceki mezalimleri aratmadı. Kalanların çoğu öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi, Ermeni evleri yakılıp yıkıldı.
Türk birlikleri ilerlemeye devam ettiler ve bir hafta içinde Gümrü ve Ani dahil -bugün Türkiye'ye ait olan- her yeri işgal ettiler. Sonra Erevan'a doğru ilerlediler. 13 Kasım'da Gürcistan tarafsızlığını bozarak, Ermenistan ve Gürcistan arasındaki (İngilizlerin garantörlüğündeki) tarafsız Lori bölgesini işgal etti.
Demokratik Ermeni cumhuriyeti, 6 Kasım 1920'de ateşkes ilan etti. Ayın 18'inde bu karar resmileşti. 26 Kasımda da Ankara ve Erevan arasında resmi görüşmeler başladı. 2 Aralıkta, Gümrü anlaşması imzalandı. Anlaşmanın koşulları oldukça ağırdı. Ermeni ordusunun silahsızlandırılması taleb ediliyordu ve Ermenistan, Sevr anlaşmasıyla Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti'ne verilen Doğu Anadolu vilayetlerinden ('Batı Ermenistan'dan) feragat ediyordu.
Ermenistan'ın en kara günleriydi. Bu anlaşma görüşmeleri yürütülürken, başka ilginç bir olay yaşandı. Ermenileri yıkan ikinci darbe, Bolşeviklerden geldi. 28 ve 29 Kasım günü Kızıl Ordu'ya bağlı 11. Ordu birlikleri, Gürcü asıllı Josef Stalin'in emriyle 'Kervansaray' (Icevan)'a girdiler. Bahanelerden biri, o zaman da 'Karabağ' idi! Ordunun başındaki Kızıl Ordu generali de bir Gürcüydü: Grigori Orconikidse. Bu olay öyle bir şoka neden oldu ki, Demokratik Ermeni Cumhuriyeti Hükümeti, Ankara ile imzaladığı Gümrü anlaşmasını parlamentosunda tasdik bile edemeden, Sovyetler Birliği'nin işgaline uğramıştı.
Yıllardır savaşan, önce soykırım ve tehcir/göç, sonra yenilgilerden yorgun düşmüş Ermenistan, direniş göstermedi. Kızıl Ordu, 4 Aralık günü Erevan'a girdi. 5 Aralık günü, Azerbaycanlı Ermeni Bolşeviklerden kurulu 'Devrimci Ermeni Komitesi' (Revkom) şehre geldi. İki gün sonra da Felix Cersinski'nin Sovyet Gizli Polisi Çeka kuvvetleri Erevan'a girdiler.
6 Aralık 1920'de Aleksandr Miasnikyan başkanlığında, 'Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti' (ESSC) ilan edildi. 23 Ekim 1921'de Sovyetler Birliği ve Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında Kars anlaşması imzalandı. Sınırları belirleyen bu anlaşmayı, Ermeni, Azeri ve Gürcü Sovyet Cumhuriyetleri de imzaladılar.
Burada bir ilginç durum daha var. Adı değişmiş olmasına rağmen Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, 30 Eylül 1921'e kadar -herşeye rağmen- bağımsız bir cumhuriyetti. Bu tarihte Rus Sovyet Sosyalist Cumhuriyetiyle bir ittifak anlaşması imzalayınca, dünya tarafından izole edilen Bolşevik Rusya'ya yarı bağlı bir ülke haline gelmiştir. Ama 12 Mart 1922'de Transkafkasya Sovyet Cumhuriyeti kurulunca, Azerbaycan ve Gürcistan'la birlikte Ermenistan da bir süreliğine ortadan kalktı.
(Bu federasyon, 5 Aralık 1936'da Sovyet gizli servisi NKWD'nin Gürcü asıllı başkanı Lavrenti Beria tarafından sona erdirildi, Ermenistan SSC yeniden kuruldu.)
Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla birlikte Ermenistan, -resmi adıyla "Hayastani Hanrapetutyun"- 1991 yılında bağımsızlığına kavuştu.

Endüstrisi ve sosyal tahribatıyla, yeni pornografi


Hollywood’u herkes bilir. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde, Los Angeles şehrinin yüzyirmi küsür bin nüfusu olan bir bölgesidir. Amerikan film endüstrisinin merkezidir. Bir de ‘Pornywood’ diye bir yer var. Bu ad altında tanınan San Fernanda Valley, Amerikan porno endüstrisinin merkezi. Pornywood’daki ikiyüz film stüdyosu, yılda onbin kadar film üretir, ama dünya porno endüstrisi çok daha büyüktür ve yılda toplam onbeşbin kadar filmle, 96 milyar Dolar ciro yapar. Çekilen filmlerin, 4.2 milyon web sitesinde gösterildiği saptanmıştır.

Porno, daha on yıl öncesine kadar, toplumdan -özellikle çocuklardan- özenle uzak tutulan, insanların sözünü bile etmekten utandıkları bir şeydi. 1960’larda başlayan, ‘Cinselliğin baskılardan kurtulup özgürleşmesi’ söyleminin bir devamı olarak, özellikle 1970'lerden sonra entelektüel bakımdan da “savunulabilir bir şey” haline gelmek yolunda önemli mesafeler katetti. Türkiye’ye berbat bir seks filmleri furyası şeklinde yansıyan bu dönem kısa sürdü. Pornografi, sinemaların da dışına sürüldü ve muhafazakarlaşan sosyal hayatın dışına çıkarıldı. Ama dünyada pornoya tolerans, başta ticari nedenlerle, artarak devam etti. İnternetin yaygınlaşmasıyla, pornonun herkes tarafından kolay erişilebilir bir alan haline gelmesi sonucu, Türkiye gibi muhafazakarlaşmış toplumların da pornodan önemli ölçüde etkilediği kesindir ve bunun vahameti artık konuşulmak zorundadır.

Kısmen masum “eğitici-öğretici” filmler kategorisinde 1960'larda topluma açılıp sosyalleşen pornografinin bugünün dünyasında vardığı yer, bir tür 'benimsenme' ve kısmen saygınlık kazanma aşamasıdır. Özellikle Batılı toplumlarda evde porno bulundurmak şık ve modern sayılıyor, saygın gazeteler porno oyuncularıyla söyleşiler yapıyorlar. Eskiden porno oyuncuları, anonim kişiler olarak yaşarken bugün porno 'star'larından söz edilebiliyor. En berbatı da, pornoya karşı çıkmanın, bazı popüler çevrelerde bir tür demodelik sayılmasıdır. Pornonun internete açıldıktan sonraki bu yeni "popüler" yüzü, birkaç gün önce Türk medyasına da yansıdı. Aileden pornocu bir “girişimci”nin, dünyanın çeşitli yerlerinde yüz adet bedava konaklanabilen otel açmayı düşündüğü gazete haberiydi. Sözkonusu otallerde bedava kalmak isteyenlerin, odalarında sevişirken çekilecek görüntülerinin internetten pazarlanmasını kabul etmeleri gerekiyormuş (Radikal 8.11.10). Habere konu olan "iş adamı", otel başına yılda 43.8 milyon Dolar “gelir” elde etmeyi umuyor! Burada en vahim olan, pornografiyi topluma mal etmeye yönelik böyle aleni bir girişim türüne gelen tepkilerin cılızlığıdır. Konu, medyada sadece bir magazin haberi olarak algılandı.

Pornoya karşı mücadele hiç de yeni sayılmaz. 1970’li yıllarda mücadeleyi başlatan aktivist kadınlardan Alice Schwarzer’in, artık bir kült olmuş ‘Emma’ dergisinde, “Seksizm (cinsiyetçilik), Rasizm (ırkçılık) kadar ciddiye alınsaydı, mücadelemizin hedeflerinin yarısına ulaşmış olurduk” sözleri, bugün de geçerliliğini sürdürüyor. Schwarzer’in sözlerine bakarak, bu mücadelenin kaybedildiğini de söyleyebiliriz belki. Ama bunun bir rövanşı var. Ve rövanş, kadınlardan önce erkeklerin sorunuymuş gibi görünüyor. Çünkü -istatistiklere göre- porno filmleri esasen erkekler seyrediyor ve bugünün genel ortalamasına göre ilk porno filmini 11 yaşında seyreden erkek çocukların, cinselliği porno ile karıştırması gibi absürd bir durum yaygınlaşıyor. Sosyal boyutları sanıldığından daha vahim bir durum. Bu çocukların büyüyünce, kendilerini ve kadınları nasıl mutsuz edecekleri konusu önemli bir sorun. Ama onun da ötesinde, pornonun özellikle şiddet içeren yeni biçimleri (Gonzo) üzerinden şiddet, tehlikeli bir şekilde soayal hayata, ailelere ve ilişkilere sızıyor. Pornonun özellikle bu yeni biçimine karşı kararlı bir mücadele yürüten Gail Dines’in sözleriyle, kadınların çok büyük bir bölümü açısından bakılınca “Cinselliğin pornoyla ilgisi yoktur” ve önce bunun gençlere anlatılması gerekiyor.

Yeni pornografide kadına karşı uygulanan şiddetin ve aşağılamanın boyutları benzersiz. Gail Dines'e göre; “Eğer siyah ırktan olanlar veya Yahudiler, filmlerle, kitle halinde (o filmlerdeki kadınlar gibi) bu derece aşağılansalardı, bu filmlere itiraz ve protesto da çok büyük olurdu. Kimse de bu filmlerin, ‘Fantazi’ olduğundan falan bahsetmezdi. Tam tersine, bunun ne olduğunu açıkça söylerdi, yani: Irkçılık ve Yahudi düşmanlığı” (Bkz. yeni kitabı, “PornLand” 2010). Dines, Pornyland’de çekilen porno filmleriyle ilgili araştırmasında, bunların yüzde 88’inin kadına karşı şiddet içerdiğini saptamış. Burada "anlaşılamaz" görünen, ABD gibi insan haklarının mucidi bir ülkede kadının nasıl olup da bu derece aşağılanabilmesidir. Tabii ekonominin parasal/karsal "gerçekleri", bu acaip durumu anlamamızı (ama asla anlayışla karşılamamamızı) sağlamaktadır.

İnternet üzerinden ulaşması bu denli kolay olan porno ile, genç erkeklerin şiddete yatkın hale geldikleri araştırmalar sonucu ortaya çıkmış bulunuyor. Yeni ve yaygın porno filmlerinde asla ‘Hayır’ demiyen ve her türlü aşağılanmayı sessizce kabullenen kadın tipi, farkında olmadan genç erkekler tarafından benimseniyor. Genç erkeklerin, ‘Hayır’ diyen sevgililerine karşı eskisinden çok daha anlayışsız davrandıkları, reddedildiklerinde çok daha fazla/yaygın şiddet kullandıkları, hatta vahşileşmeleri, kadınlara karşı işlenen korkunç cinayetlerin artmasında, internetten heryere sızan pornonun büyük etkisi var. Dines, üniversite öğrencisi kızlar arasında yapılan araştırmalarla, -özellikle erkeklerin- cinsel davranış bozukluklarına dikkat çekiyor. Kadın-erkek ilişkilerinde duygulara hiç yer vermeyen pornonun kadın doğasına yabancı olduğu üzerinde ısrarla duran kadın aktivistler, pornoya karşı yürüttükleri mücadeleyle, aslında erkeklerin ruhunu kurtarmaya çalışıyorlar. Çünkü pornonun asıl büyük ruhsal zararı erkeklere verdiği anlaşılıyor. Araştırmalar sonucu ortaya çıkan diğer korkunç saptama, çocuk istismarındaki patlamanın asıl nedeninin porno endüstrisi olduğu gerçeği! İşin garip tarafı, pornonun bu kadar yaygınlaşması bir vaka iken, ve bunun toplumsal etkilerinin negatif olduğu tartışılmaz bir gerçek iken, konu hakkında kapsamlı araştırmalar yok denecek kadar az olması.

Hayatın en mahrem alanlarının bile bu derece ticari mal/meta haline getirilmesi, en başta insan mutluluğunun temel faktörleri olan sevgi ve aşka karşı büyük bir saldırı anlamı taşıyor. Özellikle yeni porno, kadınları tarihte hiç olmadığı ölçüde aşağılıyor. Cinselliği, sevgisiz ve aşksız bir şiddet pratiğine indirgiyor. Porno endüstrisine karşı mücadele, para/kar için her türlü insani değeri çiğneyebilen kökten piyasacı neoliberal anlayışlara karşı mücadeleyle de eş anlamlı. ‘İnsani değerler’ ile (ama en çok da ‘Kadınsı değerler’ ile) “ekonomik/parasal değerler”in giderek taban tabana zıt hale gelmekte olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz.

Bianet.org 15.11.2010

Anadolu'da Moğol taraftarı Mevleviler ve Moğol karşıtı Ahilerle Bektaşiler

Hace Nasreddin'in düşünce yöntemi ve sisteminde yeniden gezinirken, dönemin kamplaşmalarının ne kadar öğretici olduğunu ve bugünün kamplaşmalarına benzediğini görüp şaşırıyorsunuz...

Mesela Mevlana ve etrafındakilerin Moğol işbirlikçiliği inanılmaz boyutlarda. Felsefesini ve eserlerini sevmekle birlikte asla ısınamadığım Mevlana Celaleddin Rumi'ye neden ısınamadığımı şimdi çok daha iyi biliyorum. Hülegü ve Abaka Han, ardından Möngke Timur -ki Hace Nasreddin'in fıkralarındaki asıl Timur bu Timur'dur- hepsi, Müslüman Türkleri aşağılayan ve acımadan katleden zalim Hükümdarlardır. Özellikle Rum Selçuklularına çok kötü davranıyorlar. Mevlana'nın meşhur önerisi de ("Bu Türklerin hepsini öldürün hükümdarım" gibi bir laftır) bu dönemde yapılmıştır. Muzip Ejder Hace Nasreddin'in Mevlana'ya saldırmasının nedeni, Mevlana'nın da Mesnevi'sinde ondan "Huysuz Debbağ" diye bahsetmesinin nedeni budur. İran-sever zenginlerin Moğollar üzerinden Türklere karşı yürüttükleri bir nüfuz mücadelesidir aynı zamanda. Mevlevilerle arası iyi olanlar hep tüccar ve şehirli. Ahilerle ve Bektaşilerle arası iyi olanlar ve Moğol hakimiyetine karşı mücadele edenler ise Türkmenler. Öyle ki Mevlana'nın oğlu Ala-üd din Çelebi bile, bu nedenle babasına karşı çıkıp Hace Nasreddin'in yanında yer almıştır -vicdanı, babasının bu Moğolcu tarafgirliğini kaldırmamıştır... Yoksa, kimse, Mevlana'nın Şems ile eşcinsel bir ilişkisi olduğuna takılmış değildir. Günümüz popüler kitaplarında Şems'in öldürülmesinin nedeni olarak, Mevlana'nın Şems'e olan tutkulu aşkı ima edilir genellikle. (Çağımızın homofobik "Muhafazakarlar"ı, bunu baş neden sayıyorlar) Eski zamanlarda bu konunun fazla büyütülmediği kesindir. Ama Selçuklu Sultanlarını canı istediği zaman öldüren, süren, ayağına çağırıp aşağılayan, Sultanlara ve Selçukluların hanımlarına hizmetkarlık/sakilik yaptıran, inanılmaz eziyetler eden katliamcı Moğol İlhan'larının yönetimine Anadolu'da isyan, en başta iki dergahın işidir: Ahilerin ve Bektaşilerin.
İlginç olan, Mevlevilerin Moğol işgalinden kurtuluşun ardından Mesnevi'deki isimleri çıkarmaları olayıdır. Mesnevi'de verilen ahmaklık örneklerinde isimler hep Türkmen, Bektaşi Ahi iken, bunlar sonra değiştirilmiş ve Mesnevi'den çıkarılmıştır. Mevlana ve şürekası, yenilmez Moğolların da yenilebileceğini düşünememiş olmalıdır -tıpkı şimdinin şehirli soradan görme İran dostu "Müslüman" zenginlerinin (son zamanlarda) Çin'in yenilmezliğine inanmaları gibi!
O mücadelede kazananlar, Bektaşiler ve Ahiler oldu...
Daha sonra özellikle Osmanlı Uygarlığı sisteminin kuruluş aşamasında asıl rolü oynamışlardır. Bu roller de paylaşılmış görülmektedir. Bektaşiler, askeri güç ve entelektüel alanda faaliyet gösterirken, Ahiler ekonominin inşası ve ahlak/adab ve sosyal örgtlenmeler alanında aktif olmuşlardır. Ve Batı'dan yükselmeye başlayan kapitalizmin Anadolu'da ilk etkilerini gösterdiği 17'inci yüzyıl sonlarına kadar da Ahiler ve Bektaşiler oldukça güçlü olmuşlardır. En ilginci, Ahilerin, ilk-kapitalizmin Anadolu'da yayılmaya başlamasına ters orantılı olarak ortadan kalkmasıdır. Kapitalizm Anadolu'da önce Ahilere saldırmıştır. (Bunun bilinmesinde fayda var!)
Şehirli, nisbeten zenginleşmiş yerleşik Müslüman ahaliye hitab eden Mevleviler, Moğol işbirlikçisiydiler. Bunun bir nedeni de, İlhanların İran'ı yönetmeleri ve Fars kültürüne yakın olmalarıdır elbette. Moğol İlhanlarının Müslümanlardan nefret etmeleri ve Budistleri (ve Nestoryan Hristiyanları) tüm diğer dinlere üstün tutmaları, Mevlevileri pek de germemiş olmalıdır. Moğollara sadık kalmışlardır, Moğollar da Budizme sadık kalmışlardır -Japonlar gibi- 'Kılıç yolu'na (Ken-do) uygun bir Budizm türü (Zen Budizm) geliştirmeyip Tibetli'lerin yolundan gitmişlerdir (Mahayana) ve bir zamanlar onların yaptığını yapıp, tarih sahnesinden çekilmişlerdir.

Zaman kalitesine göre Türkiye'de farklı 'Halk'lar ve zincirlerinden kurtulanlar

Zaman kalitesinden bahsederken -son zamanda- en dikkat çekici konu, 'Halk' kavramı... Referandum'dan sonra bir rahatlama ve güzel bir dönemin başlayabileceğinden söz etmiştik. Bu dönemin Ekim'in ikinci yarısından itibaren daha çetrefil bir döneme dönüşebileceğini tahmin etmiştik. Fakat o güzel dönem (Tanrı'ya şükür) uzadı. Güzel dönemlerin hep sürmesi elbette arzumuz.

Ön plana çıkan yeni trendlerden biri, kurumların içinde kendi kendilerine engeller çıkarmaları. CHP'deki son gelişmeler, bu trendin tipik örneği oluyor -ve buradan 'Halk' kavramı konusuna geliyoruz. Zaman kalitesiyle ilgili konularda 'Halk' kavramının duruma göre değişkenlik gösterdiği gibi absürd bir durum söz konusu. Bana çok önemli gelen bu duruma göre Türkiye'de ruhen farklılaşmış 'HalkLAR' var gibi görünüyor. Ve zaman kalitesi bazen birilerini, bazen diğerlerini arkalıyor -ki bence aklı olan her yurdum insanının üzerinde düşünmesi gerekir.
Referandum sonrası önemli bir rahatlama getirdi kuşkusuz, ama bu rahatlama, önce 'Evet' diyenlerin rahatlamasıydı (Kötü eğitimli, soradan modernleşmiş bozkırlı 'Evet' Halkı). Daha sonra, tahminini yaptığımız, "Herkes önünü görecek" vecizesini de, 'Hayır' diyenlerin kendi sınırlarının bilincine varması şeklinde yorumlayabiliriz sanıyorum (İyi eğitimli ilkmodern, sahilli 'Hayır' Halkı).
Buradan, şimdi genel bir rahatlamanın doğduğu sonucuna varabiliriz...
'Evet'çiler, iktidarda tasdik edilmenin rahatlığı içindeler -ve kurumları da kendilerine göre değiştirmeyi sürdürüyorlar.
'Hayır'cılar, yüzde 42'nin hiç de yabana atılmayacak bir şey olduğunu anlayıp, kendi içinde birarada olmanın ve kendi içinde bildiği gibi yaşamanın denemelerini yaptılar. Buradaki en önemli olay, ülkenin bütününü kontrol etmek zorunluluğu anlayışını terketmenin verdiği hafifliktir. (Artık Erzurumlular, İzmirlileri çok daha az ilgilendiriyor. Ama bunun tersi pek doğru değil, çünkü 'Hayır'cıların memleketi, diğer iki 'Halk'ın -Yani 'Evet'çilerin ve 'Boykotçu'ların- imrendiği ve yaşamak istediği yer.)
Ruhen bölünme, biraz da bununla ilgili olmalı. Yani bir ayrışma yaşandı.
Referandumu 'Boykot' edenlerin de rahatladığını söyleyebiliriz (Etnik kimlikçi Kürtçü Boykotçu, "Senin referandumun beni ilgilendirmez" halkı. Ayrılıkçı bir 'Halk'). PKK'nın ateşkesi ve klasik statükonun gücünün iyice kırılmış olması, bu kesimde de rahatlamayı sağlamış görünüyor. Onların da diğerlerinden ayrışması sözkonusu. Galiba ilk kez, sevmedikleri 'Hayır'cı coğrafyada istenmeyebileceklerinin de farkına vardılar bu vesileyle. Yani ruhsal ayrışma sonucu, "Kardeşim Kürdistanlıysan İzmir'de işin ne" sözüne ilk kez cidden muhatap oldular ve -bence- Kürtçü hareket ilk kez frene bastı, "Yahu biz ne yapıyoruz" diye düşündü -ki önemlidir.
Şimdi, bu ayrışmadan sonra yeniden biraraya gelmenin koşulları artık konuşulabilir.
Yeni zaman kalitesinin bence en önemli yanı budur.
'Kurumların kendi kendine engel çıkarması' durumunu ben daha önce daha çok bir mali zorluk veya ekonomik kriz diye yorumlamıştım. Onun yerine kurumların kendilerini yenilemeleri durumu öne çıktı -kuşkusu çok daha iyidir.
Zaman kalitesindeki gösterge, yenilenen kurumların eskisinden daha güçlü olacağını yönünde. Tartışılmaz bir gerçek olan bu güçlenme olayının HAS Parti konusunda da geçerli olabileceğini sanıyorum. Orada daha farklı bir gelişme seyri izlendi ve geleceği temsil eden kanat -Saadet Partisi'nin yönetimine geldiği halde- partiyi terkedip yeni bir parti kurdu -ki bence daha tipik bir durumdur ve gelecek/başarı vadetmektedir (arzumuz bu yönde). HAS Parti, üçe bölünen Türkiye ruhunun yeniden bir araya gelebilmesi için gerekli bazı nosyonlara da sahip. Bu bakımdan gelecek açısından önemli bir siyasi çizgiyi de temsil etmiş oluyor.
İlginç olan diğer konu, MHP'nin de böyle bir yenileşme dönemine girmesi. Elbette güzeldir ve önümüzdeki döneme hazırlık bakımından umut vericidir.
Bütün bunları konuşuyoruz, zira gelecek yılın Ağustos ayına kadar geçerli olacak bir döneme giriliyor. Bugünlerde oldukça karmaşık ve zorlu günler beklenirken bunların (henüz?) yaşanmamış olması kuşkusuz çok sevindirici -fakat dikkatli olmakta fayda var, çünkü burada, tüm dünyayı ilgilendiren bir gelişmeler dizisi olasılığına dikkat çekmiştik.
Türkiye açısından, dokuz aylık bu süre zarfında, büyük bir finansal krizin yaşanabileceği ihtimalini ben buraya yazmak istiyorum. Türkiye, gelecek yılın son aylarına, -finansal bakımdan- oldukça fakirleşmiş bir ülke olarak girebilir. Bunun maddi temelleri de vardır. Türkiye, neoliberal ekonominin en hızlı büyüyen ülkesi olmakla birlikte, bunu sıcak paraya borçludur.
Yeni zaman kalitesi şimdilik, Ocak ayına kadar oldukça iyimser bir ruh hali tarafından desteklendiği için, alınacak önemli kararların bu kısa dönemde alınması özel önem arzetmekte.
Ocak ayına kadar sürecek şimdiki iyimser hava o kadar güçlü ki, ülkedeki bazı aleni hastalıkların giderilmesini bile sağlayabilir. Bu dönemde Kürt hikayesi meselesinde kalıcı bir barışı kurmak, CHP'nin kalıcı yeni bir ivme kazanması gibi konular ve HAS Parti'nin kalıcı yerini bulması, kuşkusuz daha kolay gerçekleşebilir. Bu kısa iyimser dönemin her saatini değerlendirmek gerekiyor. Ocak ayından itibaren iyimserlik dalgasının değişmesi olası.
HAS Parti'nin kurulmasının ve CHP'deki hesaplaşmanın, yeni dönemin en başındaki bu en olumlu ve iyimser aşamasında yaşanmasını ben, bu iki partinin geleceği önemli ölçüde belirleyecekleri şeklinde okuyorum.
Yeniden 'Halk' konusuna dönecek olursak, zaman kalitesinin bu kez 'Evet'çi halkı desteklemeyeceğini söyleyebiliriz herhalde -çünkü yeni dönemin zaman kalitesine yanıt vermeyen tek kesim, 'Evet'çi kesim şimdilik.
Türkiye'de ülkenin en az yarısını temsil eden Yeni bir 'Halk', onu bağlayan -eskinin Erbakancı ve şabloncu Kemalist türden statükocu- zincirlerinden kurtuluyor. Bu yeni birleşik 'Halk' şimdilik, esasen 'Hayır'cı kesimin başını çektiği, ama ondan çok daha geniş olmak potansiyeline sahip bir 'Halk' gibi görünüyor.