Sevinçten uçan 1936 model dinazor

Aslında verimli, hatta oldukça yaratıcı bir gün diyebilirim. Yayaların üzerine doğru selam vere vere ilerleyen yüklü bir kamyonet ve onun yeni Ay gibi sırıtan sakallı genç soförüyle başladı ve bir adım ileride, boya sandığı üzerinde şokella-ekmekle kahvaltı eden boyacının her lokmasında -namaz kılanlardan farksız, sandığının üzerine eğilip kalkmasıyla devam etti. Aslında bazı hareketler canlısıyla sansızıyla tekrarlanıyor. İnsanlar bütün dünyada benzeri hareketleri değişik ad ve anlamlarla, mesela alçakgönüllülük veya hırtlık adına yapıp duruyorlar.  Her gün gazete aldığım güleç genç, aylar önce yediği fırçanın etkisiyle hem "Abi o gazetelerin hepsini okuyacak mısın sahiden?" diye sormadı, hem de beni hemen hatırladı, artık aramızdan su sızmıyor. Cihangir'in iyi kahvelerinden birinde kahvaltı eden iki Paris tatili kaçkını kirli sakallı kısa pantolonlu ahir zaman "iş" adamından da, devletten iş almak için hangi dili benimsemek gerektiğini ve hangi şekilde eğilerek selam vermek "gerektiğini" öğrendim. Hayatında camiye girmemiş olduğu adeta alnında yazan iki tip de bol bol "İnşallah" ve "Maşallah" deyip "Allaha emanet ol" klişesiyle vedalaşmadan önce, birbirlerine bürokratik alanda akıllar vermeyi de unutmadılar, işlerini ve işlerini yaptıracakları yerleri bilen adamlardı. Derken Keops piramidinde son bilimsel araştırmayı yapan ve 2013'de bir tekme-tokatla Mısır'dan kovulmadıkları kalan iki ünlü bilim adamının taptaze kitabıyla meşgul oldum. Tezleri, Mısırlıların piramitleri inşa ederken, dev taş blokları taşımak için bol miktarda mıknatıs kullandıklarının piyasaya çıkması gibi bir sansasyondu ve şaşkınlığımı ancak başka bir şok bir süreliğine unutturabilirdi. Tiner çeken dört Suriyeli erkek çocuğun simsiyah olmuş derilerini ve uyuşuk yarı aralık gözlerini görünce bir anda filmim koptu ve rölantide boşa sararken beni asla es geçmeyen mahalle kedileri tarafından durduruldum. Kendilerini zorla sevdirdiler. Onlar tarafından alıkonulunca kendime gelebildim.
    "Çok yoğun bir siyasi gündemle yaşıyoruz" gibi yüksek perdeden telaffuz edilen sözlerden önce... Türkiye'de zaten çok "yoğun" yaşandığını biliyorum. Balık, içinde yüzdüğü suyunun farkında olmasa da, başka sularda yaşayanlardan biri, nasıl bir suyun içinde yaşadığınızı size söyler ve bunun etkisi, sizin kendi kendinize yaptığınız yorumlardan daha net ve kesindir. Ben nasıl bir yoğunluğun içinde yaşadığımızı çok sayıda yabancı dostumdan duyup ezberledim ve bu yoğunluğa alışığım, alışıktım, hatta bu yoğunluk nedeniyle İstanbul'da yaşadığımı bile söyleyebilirim -eh onlar da biraz bu yoğunluğu yaşamak için geliyorlar buraya. Ama İstanbul'un olağan yoğunluğu ve Türkiye'nin nefes aldırmayan gündeminin de bir haddı hududu olmalı. Suruç'daki canlı bombanın aldığı 31 candan sonra lök gibi çöken ağır atmosfere rağmen nasıl bu kadar iyimser olabildiğimi soran -buradaki ve yurtdışındaki- dostlarımı ikna etmek pek kolay değil. Gene de daima gergin bir ülkede bu kez yeni nefes kanalları açmanın ruh sağlığı için çok önemli olduğunu düşünüyorum.
    İşte bu ahval ve şerait içinde, bugünkü merak alanım, biraz sonra dinleyeceğim ve İslamcı iktidarın başının gerçek belası Selahattin Demirtaş ve son siyasi gelişmelerle ilgili buraya yeni bir yazı girmeden önce, iyimserliği pekiştirmek, konuyu dağıtmak ve Dünya'da yaşanan güzel olaylardan bahsetmek istedim; mesela bir uçaktan...
    Dünyanın  her yerini komşu kapısı haline getiren uçak seyahatlerinden çok, uçaklar ve havaalanları üzerinden Dünyanın nasıl globalleştiği konusu hep ilgimi çekti. Havaalanı ve malum yolcu uçağı denen şeyin, Dünyada gerçek anlamdaki ilk globalleşme ifadesi olduğunu farkettiğimde, Frankfurt Havaalanında gecikmeli inecek bir uçağı bekliyordum. Havaalanı denen yer, hem İstanbul'da, hem Washington'da, hem Münih'te hem de Pekin'de -prensipte- aynı. Piktogramlarından, uçakların kontrolünde kullanılan tüm terimler ve verilere kadar... Hava yolları ve havaalanları ağı kurulduğundan beri nitel anlamda aynı ve eşzamanlı olarak değişiyorlar. Ve bu ağın bu hale gelmesini sağlayan da, her ülkeye satılmaya başlanan ilk seri mamulat uçaklardı. Yani globalleşmeyi incelerken, önce o uçaklara bakmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada Douglas DC-3 uçağı devreye giriyor.
    Havaalanlarından hazzetmesem de uçmayı seviyorum ve "Casablanca" filminin sonunda, Havaalanı polisini alarma geçirmek için komuta merkezini aramaya teşebbüs eden Nazi subayını telefon kulübesinde mıhlayan Rick'in (yani Humphrey Bogart'ın) sevdiği kadını yüce bir dava uğruna kocasına geri vererek merdivenlerine kadar uğurladığı, arkasından bakakaldığı o uçağı kim unutabilir? İşte o uçak, dünyanın -bugün de- en sağlam uçağı sayılan DC-3. Ekonomik  nedenlerle daha hafif, daha şık, daha nazik, kısacası daha dandik inşa edilen bugünün uçaklarıyla kıyaslandığında kristal bardakla plastik bardak arasındaki kırılma katsayıları orantısızlığına sahip kale gibi bir uçak bu. Sağlamlığı ve basitliği nedeniyle, yeniden geleceğin uçağı olmaya aday. Çok uzun yıllar kullanılabiliyor. Geleceğin çevreye saygılı, yaraltı kaynaklarını iktisatlı kullanmak anlayışına en uygun hava aracı. DC-3, tank sağlamlığındaki Jeep'lere ve her parçası değiştirilerek sonsuza kadar kullanılabilen eski "Tosbağa" Vosvos'lara benziyor. İlk üretilmeye başlandığı 1936 yılından beri hâlâ kullanılabilen tek uçak. Bu özelliğiyle tam bir dinazor, çünkü en geç 50 yılı deviren uçak mostralık sayılıyor. ABD 1945 yılına kadar 10.500 adet DC-3 üretmiş ve bunlardan yaklaşık 2000 tanesi, Dünyanın çeşitli terlerindeki uçak mezarlıklarında terkedilmiş vaziyette duruyorlarmış. Şimdi bu yazıya neden konu olduklarına geliyorum: Sıfırdan iptidai şartlarda kurulan bir uçak restorasyonu firması, bu uçakların dünyanın en sağlam aletleri olduklarını keşfetmiş ve bunların mezarlıklardaki halleriyle yirmi ila ikiyüz bin Dolara satın alıp restore etmiş, Cockpitlerini bugünün şartlarına uydurarak satmaya başlamış. Bu yolla ne kadar işgücü ve ne kadar materyal tasarrufu sağlandığını söylemeye bile gerek yok. Geridönüşümü önemseyen günümüzün çevreci ekonomi anlayışıyla da örtüşen bir durum olmanın yanısıra, "eski toprak" uçakların bugünkülerle kıyaslanamayacak ölçüde sağlam olduklarının tesbiti de cabası -bu en azından DC-3 için geçerli. 1936 model bu uçaklar, restore edilmiş halleriyle havada 10 saat falan kalarak, özellikle bilimsel araştırma yapan kurumlar tarafından tercih ediliyor. Bu araçlar, batmayan gemiler klasında düşmeyen uçak kategorisinde pervaneli tombul ve kafa şişiren basit aletler. İçinde basınç odası olmadığından, normal uçaklara göre çok daha az yıpranıyorlar ve yolcuları bu aletlere ancak kulaklıklı pilot miğferiyle katlanılabiliyorlar, çünkü çok gürültü yapıyorlar. Mikrofonlu kulaklı miğferler olmadan yanınızdakine meram anlatabilmek için, maçlardaki holiganlardan daha fazla bağırmak zorundasınız.
    Bu uçakları restore eden timin başındaki Randy Myers, Spiegel muhabiri Marco Evers'in, "Nasıl oluyor da İkinci Dünya Savaşı öncesinden kalma uçaklar 21'inci yüzyılda böyle kariyer yapabiliyorlar?" (Spiegel 11/2015) sorusuna, "DC-3'ler, olmaları gerektiğinden çok daha sağlam yapılmışlardı, ondandır" diye bir yanıt veriyor. Uçakları tasarlayan mühendis Arthur Raymond, meğer günümüze kadar yaşamış ve "Bu uçak, araçların sonsuza kadar kullanılabilecekleri düşüncesiyle üretildikleri devirden kalma" demiş. İşte tüketim çılgınlığını dizginleyip yeni bir çağı başlatanların ağzına layık bir söz ve yeni çağın ekonomisine uygun anafikirlerden biri. Raymond, 1999 yılında 99 yaşında hayata gözlerini yummuş. Yeniden doğan uçakları ise sevinçten uçuyor.

İntihar bombacısı olmak ya da olmamak

Bu sabah, Selefi terörizmiyle ve İslamcılık lanetiyle ilgili bir yazı hazırlamaya karar vermiştim ama öğleyin Urfa Suruç'da Kobane'yle dayanışmak için oraya gitmeye hazırlanan Sosyalist gençlere yapılan intihar saldırısı sonucu 30 gencin ölüp yüz kadarının yaralandığını duydum. Duymasaydım, yazı mutlaka daha farklı ve belki çok daha keskin olurdu.
    Bu yazı, İnsanlığın başına bela olan selefi terörizmi ve onun ekonomik/siyasi nedenleriyle değil, ona kapılıp 18 yaşında kendini ve etrafındakilerini yokeden gençlerin psikolojisiyle ilgili. Her iki lafın başında "Sosyo-ekonomi" diyen biri olarak, genç insanların nasıl olup da birileri tarafından ölüm/intihar makinaları haline getirilebildikleri konusunu, birçokları gibi ben de merak ediyorum. Ayrıca, birlikte blog yazdığımız ve Avrupa'daki Selefilikle ilgilenen Prof. Dr. Christine Huth-Hildebrandt da beni bu yazıyı yazmam konusunda cesaretlendirdi.
    IŞİD ve Selefilik konusundaki külliyat, daha şimdiden hiç de yabana atılmayacak boyutlara ulaşmış vaziyette. Özellikle insanların nasıl intihar bombacısı haline geldikleri konusu, sosyologlardan psikologlara kadar çok araştırmacının konusu, ama araştırılacak kişi az. Çünkü intihar eylemcisi ölüyor, nasıl o noktaya geldiğini, neden intihar eylemcisi olmayı seçtiğini söyleyemiyor. Bir de intihar eyleminde bulunup başarısız olan, ya da üzerindeki bombaları patlatamadan yakalananlar var tabii. İşte o kişileri de araştırmış olan ve konu hakkında en önemli uzmanlardan biri sayılan Ariel Merari, İsrailli olmasının da verdiği yerel gerekçelerle, Filistinli gençler arasında kapsamlı bir araştırma yapmış ve "Driven to Death" (Oxford 2010) adlı kitabında, intihar bombacısı olan gençlerin, nisbeten daha iyi eğitimli, pek de dindar olmayan kişiler oldukları sonucuna ulaşmış. Bu gerçek her zaman karşımıza çıkıyor. İntihar bombacısı olan gençlerin çoğu, sanıldığı gibi aşırı dindar değil. Onları intihar bombacısı haline getirip bomba olarak kullananların kesinlikle tescilli şeytani bir iş yaptıkları bir yana, insanlarda böyle bir yanı keşfedip onu kullanmak, zaten insandan daha farklı birşey olmayı gerektiriyor. Merari'nin araştırmaları da, gençleri bombaya dönüştüren elebaşıların kendilerinin (üçte iki oranında) bomba olmaya hevesli olmadıklarını gösteriyor.
    Burada, Avrupa'da doğmuş büyümüş Selefileri de ilgilendiren gerekçe öne çıkıyor: Ün…
    Dışlanmışlık, işsizlik, amaçsızlık, perspektifsizlik, anlam yitimi ve gelecek umuduna sahip olmamak -ki bu gerekçeleri hemen sosyo-ekonomik açıdan da destekleyebilirdik- gençleri ölümün ötesine doğru uzanan bir ün arayışına itiyor.
    İlk Robert Kurz'dan duymuştum: Günümüzde maceralar sona erdi, keşfedilecek kıta, çıkılmadık dağ kalmadı. Sevgili Robert Kurz bunu söyledikten sonra, günümüzdeki gerçek maceranın, kapitalizmi yıkmak (ve tabii onun yerine yeni bir düzen kurmak) olduğunu söylemişti. "Wahşi Batı"nın -sadece filmlerde var olan- macera atmosferinin, yani istediğini asıp istediğini kesen, buna bir de kudsiyet yakıştırabilen bir coğrafya var artık. Ama bu da, gençlerin neden intihar bombacısı olduklarını açıklamıyor. O noktaya gelebilmek, onca vahşeti yapıp kendini ve başkalarını havaya uçurabilmek için belli ruhsal ve psikolojik eşiklerin aşılması gerekiyor. Merari de bunu araştırıp, intihar bombacısı olan kişilerin üçte ikisinde kişilik bozuklukları görüldüğünü tesbit etmiş. Bu bozukluklardan üçte biri, "Hayır diyemeyenler", diğer üçte biri de, "aşırı heyecanlı ve saldırgan" tipler. İlk kategori, reddedilme korkusuyla ilgili bir durum, diğeri kolay parlayanlar kategorisine giriyor. Ve tam da burada, bu zayıflıkların kullanılması aşaması geliyor.
    İsrail'in nefes aldırmadığı Gazze ve Batı Şeria'da, travmatik, ürkek, veya isyankar genç bulmak zor olmasa gerek. Zaten "intihar bombacısı" tipolojisinin doğduğu yer de buralar. Oradan başkalarına "örnek" olmuş. Ama olayın toplum psikolojisi ile ilişkisini, bu konunun bir numaralı uzmanı sayılan Vamık Volkan'dan öğrenebiliriz, zira Avrupalı gençlerin -İsrail baskısı gibi baskı altında yaşamadıkları halde nasıl Selefi olduklarını, hatta intihar bombacısı olmalarını da açıklamamıza yardımcı oluyor: Kişisel bozukluklar ve zayıflıklar, insanları kendilerine bir rehber aramaya, onu daha da "ulvi"leştirerek bir "Yol" aramaya itiyor. İnsanların hayatının en ince detayına kadar "ne yapmaları gerektiğini" söyleyen İslamcılık, böyle zayıf kişiliklerin ağa yakalanmasına en uygun anlayış. Zaten "İslamcılık", 1990'lı yıllarda Dünya bilim literatüründe üzerinde anlaşıldığı üzere, "hayatın İslami kurallara göre yaşanması amacıyla yapılan siyasi ve sosyal pratikler"i ortak paydada toplayan terim sayılıyor. Yani bizzat İslamcılık, nasıl yaşayacağına insanın kendinin değil Ayet/Sure/Hadis'lere dayanarak başkalarının (Şeyhin/Şıhın/Cemaat liderinin/Siyasinin) karar vermesine teşne insanlar yetiştirme pratiğini içeriyor. Bu anlamda zayıf karakterli insanlar yetiştirmek, İslamcılığın pratiğine uygun bir şey. Travma ile yaşayan veya dışlanmış zayıf gençleri intihar bombacısı yapabilmek için onları, önce islamcı siyasetin "yüce" amaçlarına uydurmak gerekiyor. İntihar İslam'da günahsa, "Şehadet" sevap. O halde intihar eyleminin adı da "şehit" sözüne uygun olarak değiştiriliyor ve her şeytanlık, bir Hadisle veya Ayetle yumuşatılıyor. Sonra sıra, Volkan'ın iyi açıkladığı konuya geliyor: Korkusu ve utancı, yapay kudsiyetle giderilen zayıf kişilikli gençler, grup psikolojisinin doğal baskısı/kontrolü altına giriyor ve grubun amacı, kararları, onların amacı ve kararı haline geliyor. Bu aşamada gençleri ölüme göndermek çok kolaylaşıyor.
    Türkiye'de kimsenin pek ilgilendiği yok ama Avrupa'da Selefi gençler üzerine çalışan bilim adamları/kadınları, bu gençleri topluma yeniden kazanarak tehlikeyi önlemeye çalışıyorlar. Christine Huth-Hildebrandt, Almanya'da Neonazi gençlerin kazanılması için denenmiş yöntemlerin bu gençlere aynen uygulanmasının pek de istenen sonuçları vermediği fikrinde. Huth-Hildebrandt, esas dikkatin, bu çevrelere henüz düşmemiş gençlik üzerine yöneltilmesi gerektiğini düşünüyor. Bu gençlerle konuşmak, onların gerçek sorunlarını dinlemek, onları anlamaya çalışmak ve mesleki açıdan önlerini açmak, kişisel gelişimlerine yardımcı olacak ortam yaratmak gerektiğine dikkat çekiyor.
    Demokratik ülkelerde yaşadığı halde Selefiliğe sempati duyan genç erkekler ve kadınları büyüleyen bir başka şey de bizzat ölümün kendisi. Ölüm, her insanın ilgisini çeken bir durumdur ve gelecek perspektifi olmayan işsiz gençlerin, ölüme-kalıma kendi silahıyla karar verebileceği bir atmosferde yaşamayı hayal edenleri de çıkıyor işte ve bunu "yaşayabilecekleri" bir ortamı da IŞİD gibi örgütler ve uluslararası Cihadizm yaratıyor.
    Gençlerin hayatlarına anlam ararken zebanilerin eline düşmemeleri için, onların yaşam tarzlarına anlayışla yaklaşmak ve onları aşağılamamak gerekiyor. Onları ölümden kurtarıp hayata kazanabilmek, hoşgörüyle mümkün. Onlara ölüm fantazilerinin yaşanabileceği "ortamlar"ı sunarak en büyük kötülüğü yapanları da mutlaka sert bir şekilde cezalandırmak gerekiyor.

Yeni İran'ın yükselişi, "Yeni Türkiye"nin düşüşü

İran'da 1979 devrimi yaşandığında Hamburg'da taze bir Üniversite talebesiydim ve heyecanla gittiğim İran konsolosluğu, tam bir Üniversiteli derneği havasındaydı. Açıkcası hiç yabancılık çekmediğim bir yerdi ve her yerde afişler asılıydı, kapıda bildiri dağıtan genç İranlılar vardı, konsolosluğun gizli-kapaklı tek odası bile yoktu, devrimciler binayı Şah'ın diplomatlarından devralmış, o adamlar da adeta buharlaşmıştı. Tanıdığım İranlı arkadaşlardan biri, -tabii ki Solcuydu- mantar kafa tipi saçları, 68'lilerin tişörtleri ile devrimi anlatıp duruyordu, ben de olayları, yeni keşfettiğim "iz3w" adlı kötü baskılı zengin içerikli dergiden takibe çalışıyordum. "Informationszentrum Dritte Welt"in dergisi, adı üzerinde, Üçüncü Dünya Ülkeleri hakkında kapsamlı haberler ve röportajlar yayımlayan Sol eğilimli bir yerdi.
    Olaylar çabuk gelişti. İranlı İslamcılar, önce demokratları ve Komünistleri şutladılar, Halkın Mücahitleri ile papaz oldular ve ülkede tam bir Ayetullahlar diktatörlüğü kurdular. Ve sizi temin ederim ki, bu iş İslamcılıkla falan başlamamıştı. İranlıların asıl derdi, faşist İran Şahi Rıza Pehlevi ve onun lüks manyağı azınlığından kurtulmaktı. İslamcılar, tıpkı sonra Arap Baharı'nda da bir yere kadar yaşandığı gibi, İran halkının devrimini çalmışlardı. İranlı dostların tam bir depresyona girdiği bu aşamada, Afganistan Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi ve Ruslara karşı savaşmak için bu kez Afganlı Solcu dostlar ülkelerine dönmeye başladı, Dünyanın tam bir altüstoluş yaşadığı, İslamcı yükselişin başladığı yıllardı. İran'da İslamcılar devleti ele geçirip kadim İran kültürünün üzerinde buldozer gibi gezinirken, Panşir Aslanı Ahmet Şah Mesud'un koca Sovyetler Birliğine Hindukuş'ta kök söktürüyordu ve Taliban henüz doğmamıştı. Irak'da Saddam Hüseyin darbeyle iktidarı ele geçirdi, hemen akabinde Türkiye'de darbe oldu ve Irak-İran savaşı başladı.
    İran'la akrabalığını nedense unutmuş olan Türklerin tarih sahnesine İran kültür havzasında çıkıp, yönetici elitinin İranlılarla karışmamak için Şii değil Sünni olması bir yana, elinde hep bir okla gezdiği söylenen Melikşah'ın Haşaşi tarikatı tarafından  öldürülmesinden bu yana, tüm bu ince didişme atmosferine rağmen Türkler ve İranlılar hem dost hem rakip olarak bu güne kadar yaşamışlardır. Türkiye'nin en eski sınırının İran'la çizili olduğunu ve Kasr-ı Şirin anlaşmasını herkes bilir, ama İran'daki "Yeşil Hareket"i kimse bilmez. Oysa bu hareket, Gezi'de patlayıp Türk tarihini değiştiren olayın İran'daki versiyonu gibidir ve ders çıkarmaya değer bir olaydır.
    Sadece İran değil, Amerikan tarihine de geçen, "İran'daki Amerikalı rehineler krizi" ve İslamcıların Solculardan aparıp tepe tepe kullandığı Amerikan düşmanlığı, İslamcıların hayret uyandıran iyi PR çalışması ve terim kreasyonu konusunda uzman aktivistleri sayesinde (mesela "İslamofobi" lafını da bu tipler yumurtlamıştır), "Ortadoğu'nun en Amerikan dostu halkı", uzun bir süre "Ortadoğu'nun en Amerikan düşmanı halkı"na dönüştürülebilmiştir ve bu abartılı saçma düşmanlığın son versiyonunu, Erdoğan'ın İran versiyonu Ahmedinecad'da görüyoruz. Uygar İran halkı, İslamcılık belasına Dünyadan kopup kendi ülkesine hapsolmasına ve ahlak polisi Pasdaranın baskısına ilginç tepkiler verdi ve tabii en şık tepki kadınlardan geldi. Saçın görünen teline bile takılan ahlak polisi, zaman içinde başın sadece yarısını örten bir başörtü tipine teslim oldu -aynı süreçte Türkiye'de "Şulebaş" denen "Türban", başta kırlık alanlar ve şehirlerin banliyöleri olmak üzere hızla yayıldı. Ahmedinecad, 2013'e kadar, İran şehirlerinin çevresindeki fakir semtlerin insanlarını radikal İslamcı hedefleri için mobilize edebilen son İranlı liderdi ve yerine seçilen Ruhani, İslamcı rejime karşı çıkıp demokrasi isteyen Yeşil Hareketin dalga boyundaki ilk İranlı liderdi ve halen İran'ın Cumhurbaşkanı.
    İran'da İslamcılar sadece güç kaybetmekle ve devletteki güçlerine rağmen her istediklerini yaptıramayan halleriyle, bugünkü AKP rejiminin düşen yıldızına benziyorlar ve Viyana'da geçtiğimiz günlerde imzalanan bir anlaşma, onların sonunu getirecek en önemli belge olma özelliğine sahip.
    Neden böyle?
    Netenyahu, 1990'lı yıllardan beri, İran'ın atom programına dikkat çekiyor ve Batı, İsrail'in tehdit algısını aynen sahiplenip destekiyordu. İran tecrit edildi ve Birleşmiş Milletler bir de silah ambargosu koydu. İran, devrimden beri -artık global bir ekonomiye dönüşen- Dünya ekonomisinden mümkün olduğunca dışlanmış durumda, kullandığı petrol teknolojisi eski ve bunu İslamcılara "borçlu" olduğunu biliyor, ayrıca bu "İslamcı" denen milletin ne kadar yolsuz olduğunu, Ayetullahların İsviçredeki milyar Dolarlık hesaplarını falan bilmeyen yok ve bu bilgileri "İnternet çağı"na, WikiLeaks gibi girişimlere falan borçluyuz.
    "Hiçbir şey değişmiyor, gene herşey aynı" diyenleri, Dünyanın son birkaç yıldır nasıl değiştiğine bir kez daha bakmalarını öneriyorum. Yunanistan'da Sol iktidar ve Düyun-u Umumiye durumları, Güneyde yeni Kürt kantonları ve IŞİD, Ortadoğu'da gizlice İsrail tarafından desteklenen Suud-Katar-AKP ittifakı ve şimdi Batı ile anlaşan İran. Son olay, 1979'daki gibi bir domino etkisi yaratabilir, zira ABD, bir zamanlar en güvendiği en stratejik ortağı İran'la müttefikliğine geri dönüyor ve Taliban'ı, El Kaide'yi, şimdi de IŞİD'i besleyip büyüten, destekleyen Suud familyasından uzaklaşıyor. İran, sadece Batıyla değil, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üzerinden Rusya ve Çin'in de içinde olduğu Dünyayla anlaşma imzaladı ve global ekonomiye açıldı, seyahat kısıtlamaları tümden kaldırıldı. İran sadece "Atom bombası yapmayacağını ve bunun Dünya tarafından denetlenmesini" kabul ederek, İslamcıların elindeki en büyük siyasi nefret sermayesinin bastığı zemini yok etti. Şimdi İran'a bütün Dünya'dan yatırımlar akacak ve bu yatırımların bir kısmı Türiye'den çıkarak İran'a girecek -mesela HSBC ve diğerleri.
    Oradoğu'daki dengelerin Sünni Müslüman Kardeşler iktidarları enternasyonali halinde bir "Yeni Osmanlı"ya dönüşeceği ham hayalinin, daha en başından beri "Arap olmayana İslam Dünyasının liderliğini vermezler" net bilgisinden bihaber olması bir yana, İran'ın etkisini sınırlamak stratejisi de baltayı taşa vurdu. İslamcılığının yardımıyla çok kolay ötekileştirilebilen İran'daki demokratikleşme taleplerini ve halkın dönüşümünü gören Amerikalılar, 2009'dan itibaren İsrail'in hezeyanlarına daha dikkatli yaklaşmaya başladılar. Açıkcası olay, "Liberaller" güruhunun "Asker karşıtlığı"nın "Kayıtsız-şartsız Erdoğan" taraftarlığına dönüştüğünü anlayan Batı'nın bu sersem enteller grubuyla mesafe tutmaya başlaması gibi bir durumdu. Gezi'den sonra "Liberaller", ofsaytta yuhalanan amatör futbolculardan beter oldular ve Batının yüzüne bile bakmadığı entel eskilerine dönüştüler. Bu durum İslamcıların düşüşüyle bir arada yürüdü, tıpkı İran'da da olduğu gibi. Batı ile anlaşmayı gündeme getiren Ruhani ve Hamaney'ın anlaşması, işi bitirdi. Meclis'de ve Devrim Muhafızları arasındaki İslamcı muktedirler seslerini kısmak zorunda kaldılar -tarihi bir olaydır.
    Batı'nın "Anti-İran" zaafını kendince kullanıp sonuna kadar sömüren Suud-Katar-AKP-Müslüman Kardeşler-Enternasyonal Cihadizm, uygar İran'ın Şiiliğine karşı, IŞİD'de son ifadesini bulan "Sünni bir alternatif" yarattılar ve "Esad'a, İran'a karşı" diye Batılıları da kafaladılar. Ortaya çıkan "şey", Şiiliğe alternatif olması ve Şiiliğe karşı Sünniliğin "bayrağını" yükseltmesi bir yana, barbarlığın çağdaş ifadesi haline geldi ve IŞİD ile gizli destekçilerinin karşısında tarihte ilk kez Doğu ve Batı'yı bir araya getiren Dünya Cephesi kuruldu. Böyle bir şeyin benzeri, son kez, İkinci Dünya Savaşında gerçekleşmişti, Sovyetler Birliği ile Büyük Britanya Fransa ve ABD, Nazi barbarlığına karşı birlikte savaşmıştı. Şimdiki cephe, BM üzerinden, Dünya'nın büyük bölümünü birleştiriyor, işin içinde Çin, Almanya dahil tüm Avrupa var.
    Dünya ekonomisinin sallandığı bir dönemde İran gibi büyük bir pazarın açılması, yalıtılmışlık düşmanlık ve nefret üzerinden iktidar devşiren İslamcıları -özellikle İran'da- daha da zayıflatacaktır. IŞİD'e karşı doğan ABD-İran ittifakı, Türkiye'nin "Stratejik Önemi" sermayesinin sonu olabilir, zira bu sermaye, İran'ın Batı'dan dışlanması nedeniyle ortaya çıkmıştı ve Muhafazakar/İslamcı politikacıların pek yararlanamadığı bir laf salatasından ibaret kaldı, Türkiye şimdi, İslamcılığın Dünya çapında mahvına çeğrek kala, AKP ve türevi koalisyonlarla, yeni gelişmelere ayak uydurmakta zorlanacaktır. AKP'nin Suud piyonu olmayı kabül eden "politikası", hanidir iflas etmesine rağmen, özellikle Suriye'deki savaş suçlarının ortaya çıkması korkusuyla olsa gerek, ısrarla sürdürülmektedir. ABD ve Batı, Suud-İsrail gizli ortaklığına, onların piyonu AKP ve Katar'a sırt çeviriyor. Nitekim İran'la Batı'nın Viyana'da imzaladığı anlaşmaya, sadece İsrail ve Suudi Arabistan karşı çıktı, Türkiye'den henüz ses yok, ama muhtemelen yarım ağızla da olsa anlaşmayı destekleyeceklerdir.
    "Tarihe tanıklık etmek" diye çok net, kişinin hayatında da bire bir karşılığı olan bir durum vardır. Mesela Avrupa'da 11 Eylül 2001 günü WTC ikiz kulalerine olan saldırı sırasında herkes, o anda nerede olduğunu bilir. 1999 Gölcük depreminde de Türkiye'de böyle bir durum yaşanmıştı, ama asıl "Gezi İsyanı" böyle bir tanıklık durumunu herkese yaşattı. Herkes, o ilk gösteriler olduğunda, Boğaz Köprüsü üzerinden insanların nasıl yürüyerek Taksim'e geldiklerini, o an nerede ne yapıyor olduğunu bilir. Şimdi İran'da benzeri bir durum yaşanıyor. İranlılar, Dünyaya açılacak ülkelerinden dışarıya çıkmaya hazırlanıyorlar. Berlin Duvarı yıkıldığında, benzer bir durum yaşanmıştı. Ve tabii önce Türkiye'ye değil başka ülkelere gidecekler, buraya vize yoktu, zaten geliyorlardı.
    Dünya hızla değişiyor. Bundan beş yıl öncesine kadar, Amerikalıların ve Avrupalıların Suud klanına sırtını dönüp AKP'yle ilişkilerini keseceğini, "Liberaller" denen medya güllerinin suratına bile bakmayacaklarını kim tahmin edebilirdi? Obama'nın "İsrail'in uyarıları"nı zerrece sallamayacağını kim söyleyebilirdi? İsrail, tıpkı Sünnici barbar İslamcılık gibi kaybetti. Yeni ittifaklar, yeni bağlaşıklıklar ve yeni bir dönem, sağlam adımlarla bangır bangır gelirken, Eskinin islamcı "Yeni Türkiye"si ve benzerleri gidiyor. Türkler, yeni döneme ayak uyduracaklarını gösteren net sinyaller veriyor.

Olağanüstü bir dönemin eşiğinde Türkiye'nin halleri

Kanada'da orman yangınları, Nisan ayı başından beri geniş bir alanda, Cehennemin atlıları gibi koşturuyor, durmaksızın devam ediyor. Rüzgarın etkisiyle sınırdan ABD'ye sıçrayan alevler, önüne gelen ağaçları yakıyor, yakıp külünü göğe savuruyor. Eskilerin "Kanlı Ay" dediği fenomenin 4 Nisan günü gerçekleştiği gün yayılmasına rağmen Amerikalıları da korkutup heyecanlandırdı. Kıpkırmızı Ay, 30 Haziran gecesi sadece ABD'den görünerek, gökbilimciler dahil herkesi ürküttü, bunu hayra yormayanlar çoğunluktaydı. Gerçi bu zamansız "Kanlı Ay"ın somut bir nedeni de vardı ve bu geç de olsa anlaşıldı (yangınla atmosfere yükselen duman Ay'ın kıpkırmızı görünmesine neden oluyordu), ama nedenler her zaman önemli değildir. Yeni okuduğum "Casus" adlı romanına yazdığı önsözünde Joseph Conrad, "Nedenler her zaman önemli değildir, insanlar asıl sonuçlara bakar." diyor ve bunda da haklı. (Ünal Aytür çevirisi 2009, İş Kültür yayınları)
    Birşeyler oluyor ve ortada oldukça büyük sonuçlar var: Ekonominin olmadığı/işlemediği bölgelerde barbarlık yaygınlaşırken, İslam coğrafyasında da "İslam adına" her türlü insani değeri ayaklar altına alıp paraya tahvil edebilen, kadın satıp kafa kesen yeni bir "kapitalist haydut ekonomisi" doğdu. Bu ekonominin en "uygar" biçimi de Türkiye'deki… İçinde yaşadığımız kritik dönemin kuşkusuz en önemli olaylarından biri de IŞİD'in köle pazarında insan bile satıp para kazanan, Kur'an okuma yarışmasında ödül olarak seks kölesi kadın dağıtan ekonomisidir. Ama sistemin global bazda bozulması yeni bir ivme kazanmış görünüyor. Temmuz ayı ortası gerçekten de bir tür dönüm noktası mıdır, ileride göreceğiz. Bir çok ilginç olay yaşanıyor ve basına çok az detay yansıyor. Çin borsasında yaşanan ve yüzde 30'ları aşan değer kaybı bile, tek başına yeterince önemli. Zira şimdi konu edilen Yunanistan'ın gayrısafi milli hasılasının onbeş misli kadar bir kayıp söz konusu. AB'yi sallayan "Yunanistan borçları" olayı, bunun yanında hikaye kalır ve Çin buna rağmen yırtıyor, çökmeden paçayı kurtarıyor. ABD'nin siber saldırıya uğradığından bahseden haberlerin ardından Bayan Clinton'un "Bütün bilgilerimizi Çin çalmış olabilir" sözünün anlamı da belirginleşiyor. Anlaşıldığı kadarıyla Çin, tüm Amerikalı memurların (Dört milyon küsür kişinin) tüm bilgilerini elde etmekle kalmayıp, kalburüstü 12 milyon Amerikalının da -parmak izleri dahil- tüm bilgilerini elde etmiş bulunuyor. "Siber savaş görüntüsü", pek de yanıltıcı bir tesbit olmasa gerek. Yeni bir tip global savaş yaşandığı anlaşılıyor.
    Dünyada bunlar (ve şimdilik buraya almayacağımız çok daha fazla "garip" olay) yaşanırken, Türkiye seçim sonrası rehavetiyle "Hükümet kuramamak"la meşgul. Ve bu da işin sadece görünen kısmı. Görünmeyen kısmı, mesela son Gezici kamuoyu araştırmasında: İslami dindarlık ve muhafazakarlık azalıyor (2003'den beri muhafazakarlık yüzde iki azalmış, oruç tutmayanlar yüzde ikibuçuk artmış). İnsanlar, -Türkiye'deki haliyle- "dindarlığın" Ahlak ve Erdem'den farklı, onlarla çelişebilen farklı bir şey olduğunu ve bu yeni tip "dindarlığın", bir tür taraftarlıkla/yandaşlıkla alakalı olduğunu, taraftar/yandaş olanlara "günah serbestliği" sağladığını anlıyor. Bizim "İslamcılık" deyip işin içinden çıktığımız yeni tip siyasi dindarlığın siyasetteki ifadeleri hızla zemin kaybedip eriyor. Ona sadece birkaç haftalıpına bulaşan MHP bile, şimdiden yüzde dört oy kaybetmiş görünüyor, AKP'nin büyük kaybı zaten malum. Artık net olan şey, Sol'un ve Sol değerlerin yükselişi. Yeni bir tip Sol bu, eski Marksist-Leninist ortodoks Sola uzak.
    Türkiye için 2013 baharında başlayan ve 2017'nin ilk yarısında sona ereceğini tahmin ettiğim "Değişim/Dönüşüm Dönemi'nin hızlı ve hareketli kısmı"nın tam ortasında bir yerlerde, Türkiye'nin -Çinlilerin deyimiyle- "ilginç" bir eşikte durduğu anlaşılıyor. Gezi İsyanı'nın bu yılın Kasım ayına kadar doğrudan etkimeye devam edeceği zaman kalitesini destekleyen ve bence en az Gezi dönemi kadar önemli yeni bir dönem geliyor. Türk halkının kendisi ve geleceği hakkında düşünüp karar vereceği ve bunun siyasi, kültürel, ekonomik yansımalarının alenen yaşanacağı bir dönem olacak gibi. Eskiden "ütopik" addedilen ve elbette Sol düşünceye yaslanan eşitlikçi/paylaşımcı düşüncelerin gerçekleştirilmeye çalışılacağı, başarıların kaydedileceği, insanların birbirlerinin sözlerini dinlediği, tartışma ahlakının geri döndüğü bir dönem. Eskinin "Yeni Türkiye"sindeki hot-zotun çok kolay ve kibarca defedilebileceği bir dönem. Bu durum, hızlı sürecin sonuna, yani 2017'ye kadar devam edecek bir durum. Türkiye'de neoliberal İslamcılar ve onların öncesindeki Sağ muhafazakarlar tarafından ezilen ve aşağılanan, para için ormanlarına nehirlerine kıyılan, yeraltı-yerüstü kaynakları talan edilenlerin muktedir olacağı ve başına gelenlerin hesabını soracağı bir dönem geliyor. Tabii bütün bu gelişmeleri, Dünya'daki mecburi istikametin Sol olmasına bağlıyoruz. Çünkü Sol eğilimli düşünce ve eylem, tel tel dökülen Kapitalist sisteme ve onun Türkiye'deki yeminli savunucuları İslamcılara karşı varolan tek aklıbaşında seçeneği geliştirmeye adaydır. Gezi'yi yaşamış, tarihe tanık olmuş herkes bunu biliyor veya hissediyor. AKP'nin önü arkası düşünülmemiş "Mega projeler"inin, bütçe yutan rant kapısından başka bir şey olmayıp, bugünkü tehlikeli koşullar altında yürütülemeyeceğinin anlaşılması ve çoğunun mecburen durdurulması da sadece çevre bilincinin artmasına ve absürd talan kapitalizmine karşı bilincin yükselmesine yarayacaktır. Türkler, neyin yapılıp neyin yapılamayacağını, talanın sınırlrını ve Dünyada kuru betonla adam olunmadığını iyi anlayacakları bir döneme giriyorlar.
    En az Sonbahar ortasına kadar süreceğini düşündüğüm yeni Hükümetin kurulması/oturması sürecinin, en geç 2016 Haziranınında koalisyonun bozulmasıyla son bulacağını tahmin ediyorum. Akabinde muhtemel bir seçim veya yeni Hükümet kuruluşuyla büyük bir rahatlama olup, yeni durumun bir ayrılık ile (koalisyonun bozulması ile) başlayabileceğini ve İslamcılığın kesin hezimetiyle biteceğini söyleyebiliriz. Türkiye, geçmişle yeniden barışacak ve ona yeni bir bakış geliştirecek gibi görünüyor. Türkiye'nin yepyeni bir ülke olmaya başlaması, bu etkinin akabinde yaşanabilir. 2017'ye kadar kazasız-belasız-savaşsız devam etmek çok önemli. Sonrasında Dünyanın da durulacağını tahmin ediyorum, -ama "durulmak" ne demek? İşte olayın püf noktası da burada!
    Çin borsası çökmenin eşiğindezken, ABD "Siber saldırıya uğradık" derken, Türkiye sınırındaki NATO Patriot bataryasının elektronik komuta sistemine sızıldığı söylentileri ve Obama'nın kamuya açıklanmayan 19 çok kritik gizli emir verdiği basına düşerken, Yunanistan'da referandumda halkın "Hayır" demesinin ardından Avro'nun geleceği tartışılırken, sekiz günlük Güney Amerika seyahatine çıkmış olan 78 yaşındaki Papa Franciscus dün (12 Temmuz 2015 Pazar) Paraguay'ın başkenti Asunción yakınında bir milyon insana bir konuşma yaptı. Konuşmasında, "Fakirliğe, sömürüye, dışlanmaya karşı" mücadele edilmesini ve Kapitalizme karşı alternatif olacak, çevreyle uyumlu, yeraltı/yerüstü kaynaklarının bir avuç azınlığa peşkeş çekilmesine karşı, paylaşımcı yeni bir düzen kurulmasını istedi. Türkiye'de islamcı neoliberal iktidara yandaş iş çevrelerinin ülkeyi talan edebilmesi için fetva veren İslam ilahiyatçılarının tutumundan oldukça farklı!.. Aynı zamanda devlet memurları tarafından temsil edilen reel "kurumsallaşmış İslam"ın geleceğinin parlak olmadığını da gösteriyor. Çünkü Dünyada kök salıp benimsenen ahlaki/etik/insani değerlere aykırı. Papa Franciscus, 2013 Mayısında da Kapitalizmi oldukça sert bir dille eleştirmişti ve o eleştiri ilk değildi elbette. Muhafazakar biri olmasıyla ünlü Papa Benedictus'un, kapitalizmi bir afaroz etmediği kalmıştı, üstelik sistemi değiştirebilecek yaratıcı insanların mutlaka desteklenmesi gerektiğini söyleyerek yeni tip Devrimcileri destekleyeceğini de ilan etmişti. Papa Jean Paul'ün bu istikametteki antikapitalist ifadeleri hakkında da on yıl önce Radikal'de bir yazı yazmıştım (tıklayınız).
    Türkiye'de İslamcıların payandası eski Solcu (yeni Sağcı) neo "Liberaller" takımı da dahil olmak üzere, kimsenin "Kapitalizm" lafını ağzına almadığı bir dönemde, eski "eziliyoruz büzülüyoruz sömürü emperyalizm" klişeleri dışında Kapitalizmin ne olduğuna kafa yormamış "Birikimli Sol" tiplerin uyuduğu, Kapitalizmin çevre/yaşam katili en pespaye rezil ve aşağılık biçimlerini savunmanın İslamcılara kaldığı aşamada, Kapitalizme karşı en net tavır alan makam Papalıktır. Ve bu on yıl önce de böyleydi.
    Gene on küsür yıldır, Solculuğun, bir takım -kerameti kendinden menkul- "Solcu" entelin tekelinde olmadığını, Solculuğun artık bir felsefe, evrensel değerler savunusu ve giderek yaşam biçimi meselesine dönüştüğünü söylüyorum. Gezi isyanı ve Gezi Parkında yaşanan 19 gün, bunu kanıtlamıştır. Yeni Sol, eskisinden oldukça farklı. Gene döne döne yazıp kimseye anlatamadığım üzere "Kapitalizme karşı olmak", kapitalistlere karşı olmak değildir. Gezi'de direnenlerin arasında CEO'lar da vardı -bizzat şahidim. Kapitalizme karşı çıkmak demek, sisteme bir bütün olarak karşı çıkmak ve o sistemin kendi kendini üreten tüm rol modellerine karşı çıkmak ve onu akıllı bir şekilde elbirliğiyle (katılımcı bir doğrudan-demokrasiyle) değiştirmek demektir. Bu anlamda Vatikan'ın çıkışı, tıpkı Dalay Lama'nın çıkışları gibi insanlığın tamamını düşünen, gözeten, istisnasız herkese sorumluluk yükleyen, bütüncül bir yaklaşımdır ve bu haliyle Kapitalizme karşı en doğru tutumdur.
    Şimdi gidişat bu istikamette. Buna uyan yükselecek, takaza olmaya kalkan alçalacaktır.
    Geleceğin Sol değerler istikametinde ilerleyişi, artık insanın ve yaşamın doğası gereğidir. İslamcı tipi talancı ahbap-çavuş kapitalizmini ve onun para manyağı biatkar kullarını, iflah olmaz bir lanet ve hezimet bekliyor.

Çin'deki özerk Budist Türkler, Ülkücüler ve Türk Sağının tükenişi

Şurada birkaç ay öncesine kadar MHP şefi Devlet Bahçeli'nin aldığı övgülerin en başta geleni, "Ülkücüleri sokaktan uzak tutması" idi ve bu da, "Bakın Kürtlere birşey yaptılar mı?" gibi bir soru işareti üzerinden dile getiriliyordu. Türkiye, Osmanlı dahil son 700 yılın en büyük/sistematik/kapsamlı yolsuzluk skandalıyla çalkalandığında, Türkiye'nin kendi istihbarat teşkilatının adının Hatay'daki patlamalara karışması olayında, Hükümet'in IŞİD'e yardım ettiği söylentilerinin Dünya basını tarafından ve WikiLeaks tarafından da tasdik edildiğinde, Ülkücüler sokağa inmediler. Taa ki "Uygur Müslümanlarına İslam'ın yasaklanması" gibi yarım yamalak bilgilerin gazete sayfalarını doldurmasına kadar. Birden "Türk İslam'ının koruyucusu" kesilen Ülkücüler, sokağa bir indi pir indi. Ancak Türkiye'de Çin hakkındaki zırcahilliğin de ötesinde bir durumu Dünyaya kanıtlamak istercesine, çekik gözlü yabancılara saldırdılar ve bu anlaşılmaz acaip duruma şefleri, "Çinliyle Koreliyi nasıl ayırsınlar" mealinde bir de "açıklama" getirdi...
Şimdi aklı başında bütün Türklerin merak ettiği konu, Türkiye'nin bu düzeyi kaldırıp kaldıramayacağı. Çin'e, dünyanın tatil köyü küçük Bhutan'ın sömürgesi önemsiz bir yer gibi davranılması, ilgiye şayan. Sözkonusu olan ülke, Dünyanın bir numaralı ülkesi ABD'nin tacını ele geçirmekle tehdit eden ve geçtiğimiz günlerde Bayan Clinton tarafından "Bütün gizli belgelerimizi çaldılar" diye suçladığı Çin. Dünyanın geleceğini belirleyebilecek bir konumda bulunan Çin'i bu kadar hafife almak, bir ahmaklık türü değilse nedir? Üstelik bir ülkedeki ezilen azınlık -ki Uygurlar eziliyor- savunulacaksa, böyle mi savunulur?
Türkiye, Güktürklerin Çin'e yenilgisinden ve Çin'den koptuğundan bu yana, bu ülkeye hiç ilgi göstermemiştir ve bu ilgisizlik -çok açık söylüyorum- psikologluk bir vak'adır. Türklerin kontrolündeki Anadolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan geçemeyen Avrupalıların, sırf Hindistan'a ve Çin'e ulaşabilmek için Dünyayı dolaşıp, bu arada top gibi yuvarlak bir gezegende yaşadığımızı keşfedenlerin olmadık zorluğa göğüs germelerinin nedenini hiç bir Osmanlı merak etmemiş. Şalvarı şaltak Osmanlı, Çin'e "burası nasıl bir yerdir" diye bir Allah'ın kulunu elçi göndermemiş. Cumhuriyet döneminde de ilgisizlik sürmüştür. Bugün adına "münevver" denen mürekkep yalamış Osmanlı enteli de, Cumhuriyet aydını da, "Yahu bu Avrupalıların gitmek için öldüğü bu yer nasıl bir yerdir" diye sormamıştır. (Osmanlının 19'unvu Yüzyıla kadar Amerika'ya ilgisi de buna benzer mihverdedir)
Hadi şimdi Amerikancı olundu, NATO, CENTO derken Amerika'ya gitmemiş kravatlı İslamcı da kalmadı, ama Çin'e son bin yılın bilgisizliğiyle ve neoliberal vasatizmin kabalığıyla yaklaşmak da ne?
Ülkücülük, Nihal Atsız adlı ırkçı faşistin icad edip Alpaslan Türkeş'in de onun seminerlerinden kurguladığı, adı ile müsemma Türkçü bir harekettir. 1970'lerde Ülkücüler, eskü toyonist (şamani) Türk mitlerinden etkilenip, Bozkurdu sembolleri yapmışlardı, Şamanlığa ilgi duyan Ülkücüler vardı. Şimdi birden, Uygur asıllı devlet memurları ve öğrencilerine oruç tutmanın yasaklandığını duyup sokağa inerken (Taocu memurlara, Budistlere ve Hristiyanlara da benzeri dini ibadetler yasak), aynı Çin'de Yugur Türk özerk bölgesi diye bir yer olduğunu hiç duymadıklarından eminim, hem duysalar da ilgileneceklerini sanmam, zira eski Uygur devletinin geleneklerini ve dilini yaşatan bu halk Budist. Yugurlar (Sarı Uygurlar), Çin'in tanıdığı 55 etnik gruptan biri ve onbeşbinlik nüfuslarıyla İstanbul Rumlarından kalabalıklar ve esasen Sunan Yugur özerk bölgesinde yaşıyorlar, yaşlılarına Çin devleti, Yugurların dilini kültürünü ve masallarını gençlerine aktarsın diye maaş veriyor. Bu, Yugurların ezilmediği anlamına gelmiyor elbette, ama Ülkücülerin Türkiye'de -bırakalım Kürtleri- Süryanilere Mardin Midyat'ta özerk bölge verilmesi ve dillerinin kültürlerinin yaşatılması adına yaşlılarının maaşa bağlanması gibi konulara nasıl yaklaşabileceklerini tahmin etmek serbest. En hafif deyimiyle, "buna şiddetle karşı çıkarlar"...
Budizm, Göktürkler döneminde Doğu Asya Türkler'inde yaygındı ve halk arasında Müslümanlaşmanın esasen 15'inci yüzyılda yaygınlaşmasına kadar Budizmin ve onun içinde kendine yer bulan Kam geleneğinin Asya Türkleri arasında yaygın olduğunu biliyoruz. Yugurlar, 1696 yılında, Mançu Qing Hanedanlığının yönettiği Çin'e katıldılar. Günümüzde sadece Yugurlar değil, Tuva'daki Türkler de Budist öğelere sahip bir Kam geleneğini yaşatıyorlar, Kırgızistan'da da Budizm Türkler arasında yaşıyor. Ülkücülerin, sadece Sünni Türklerle mi ilgilendikleri gibi zorlama sorular sormayacağım, açıkcası bugünkü halleriyle pek ciddiye almaya da değmezler, ama Türkiye'de Çin denince seviyenin buralara kadar düşmesine ve buna karşı pek sesin çıkmamasına bakarak, Ülkücülerden de bahsetmek zorunda kaldık. Asıl soru, ortada duruyor: Türkler Doğu Asya'ya karşı bu inanılmaz cehaletleri ve kabalıkları nedeniyle bir psikologlar konsorsiyumuna başvurmayı düşünüyorlar mı?
Şimdi buna göbekten bağlı başka bir konuya geçelim: Çin'de yaşanan ve bir haftadır tüm Dünya ekonomisini ilgilendiren borsa krizinin Bayan Clinton'un sözleriyle ilintisi...
ABD kurumu Office of Personnel Management dün (9 Temmuz 2015) yaptığı açıklamaya göre, 21.5 Milyon Amerikalının bilgileri çalındı (hatta parmak izleri) ve ABD bu siber saldırıdan Çin'i sorumlu tutuyor. Aynı kurum Haziran ayında da bir açıklama yapıp, 4.2 Milyon devlet memurunun bütün bilgilerinin çalındığını açıklamıştı. Bu iki olay arasında da Çin'deki borsa krizi...
Çin Komünist Partisi (ÇKP) müdakhale edip, Haziran ortasında başlayan çöküşü evvelki gün durdurdu...
Amerika'daki saldırıda, uçak seferleri de durdurulduğuna göre siber saldırı, hiç küçümsenmeyecek boyutlardaydı ve Çin'deki âni borsa krizi de pek ala böyle sofistike bir Amerikan saldırısı olabilir. Buradan şuraya varmaya çalışıyorum: Dünyada herkesin ve her ülkenin birbirine bağlı hale geldiği bir devirde savaşlar, silahla-külahla değil bilgiyle ve diplomasiyle oluyor. ABD'nin zayıf yanlarını iyi bilen Çinlilere karşı, Çin'in finans sistemini ve kırılganlığını iyi bilen Amerikalıların karşılıklı hamleleri sonrası politikalar değişiyor, tavizler veriliyor falan...
Koreli ile Çinliyi birbirinden ayıramayan, yolsuzluk ekonomisiyle ülkenin ekonomisini çöküşün eşiğine getirmiş sonradangörme Türk-İslam vasatizminin, bu sofistike Dünya arenasında top çevirmesi mümkün değil ve Türkiye'nin bunlardan kurtulmaması halinde ikinci sınıf bir ülke olarak kalıp şamar oğlanı olması mukadder. Nitekim işin rengi de giderek daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Türkiye'nin en mahrem odasını, Süleyman Şah türbesi etrafında dönen Suriye'yle savaş provokasyonu konuşmalarını NSA'nın dinlediği anlaşıldı ve dinlendiği de gizlenmedi. Erdoğan'ın telefonlarının kamuya açılmasının nasıl sonuçlandığını ise Türkiye'de herkes gördü. Yani hani şu, "bizim en mahremimizi kim dinliyor" heyheylenmesinin, ülke Türk-İslam sentezi avanaklığının elinde olduğu müddetçe bir anlamı yok, zira Çinliyle Koreliyi ayıramayan, Dünyanın iki numaralı süper gücü koca Çin'e sadece "Dînimiz" üzerinden yaklaşmak dışında başka bir ambisyon geliştiremeyen, yaratıcılığı ve özgür düşünceyi yasağa/günaha kurban etmiş YÖK'lü bir Türkiye'nin 21'inci Yüzyılda onurlu müreffeh bir ülke olarak yaşama şansı oldukça düşük. Türkiye'yi dinleyenlerin, dinledikleri kişi ve kurumlara hiç saygılı olmadıkları malum. Ve hadi bir tahmin yürütelim ve Çin'in Türkiye'yi dinlemediğini de ekleyelim, -onun yerine, "İyi ilişkiler geliştirmek istiyoruz" deyip duruyor...
Türkiye'nin ikinci sınıf bir ülke olmasından sorumlu Türk Sağının vardığı nokta, bugünün Ülkücüleri, İslamcıları ve AKP'deki eski Demirel partisi bürokratlarının Ankara'ya sıkışmış "Onurlu Yalnızlık" hâli. Yani Türk-İslam sentezi şeysi Sağ, artık nasıl döndüğünden bihaber Dünya'da, ağzının üzerine çakılmamak için iktidarı "seve seve" Sol'a vermek zorunda kalacak. Zira Çinliyle Koreliyi birbirinden ayıramayan bir kafanın 21'inci Yüzyılda hayatta kalabilmesi için tek şansı, Türkiye'nin yönetimini en azından -bu Beyefendilere hiç olmazsa akrabalık/yakınlık bağları üzerinden katlanabilecek- Yeni Sol anlayışa bırakmaktır. Evrensel değerleri benimseyip onlara Türkiye'ye has yeni profil kazandırarak Türkiye'yi 21'inci Yüzyılda yönetebilecek olan akıl Gezi'de ortaya çıkan genç Yeni Sol'da ve kadınlarda var...

"Demokratik hukuk devleti" Ulusdevletsiz olur mu, olmaz mı?

Şöyle bir hatırlayın...
    Cumhuriyet'in antidemokratikliğini eleştirmekle başlayan, oradan Ulusdevleti reddetmeye savrulan, ekmeğini Ulusdevleti yerden yere vurarak kazananların en makbul entelektüeller sayıldığı bir dönem yaşandı. Dünyada da pek farklı değildi. Türklerin 1923'de kurduğu Ulusdevlet öyle faşist, öyle katliamcı, öyle baskıcıydı ki, takımelbiseli IŞİD kafalı takiyyeci ahmak İslamcıların Türkiye Cumhuriyeti yerine "Panislamist yeni Osmanlı şeysi" kurmaları bile hak sayıldı. Gerçi her nedense İslamcıların islamcılık yapacakları hesaba katılmamıştı! İslamcılardan, demokrasinin şahikası falan bekleniyordu, ama insanlara bavul dolusu iftiralar atıp kara çalmak pahasına, İslamcıların kurmasını bekledikleri "Demokraasi"yi destekleyen kullanışlı aptal liberallerin, "kandırıldık" gibi gayrıciddi gerekçelerle hâlâ utanmadan insan içine çıkabilmelerine öfkelenmek de yersiz. Enerji kaybı. Onun yerine Ulusdevlet denen şeye bir daha yakından baksak iyi olacak.
    Bu kadar uluorta kötülenmesinden ve yaşananlardan sonra, Ulusdevleti mümkün olduğunca tarafsız bir gözle yeniden ele alıp inceleyebilecek miyiz? Ulusdevleti ortadan kaldıracaksak, kaldırdığımız şeyin ne olduğunun farkında mıyız? Onun yerine neyi koyacağız?
    Modernleşme ile birlikte ortaya çıkan ve Dünyayı kaplayan Ulusdevlet formatına özgü makro-milliyetçiliği "totaliter" ve hatta "faşist" ilan eden "Liberaller" güruhu, neoliberal zamanların tipik temsilcileriydiler. Mesela onca Sol tınılı laflar kullanarak "ezen Ulusdevlete karşı, ezilen Kimlikleri savunmak" tipi neoliberal fikriyatı "devrimci ayar" dozunda herkese verirken, uluslarötesi firmaların yöneticileri tarafından avuçları patlayıncaya kadar neden alkışlandıklarını da hiç düşünmediler.
    Neoliberal "fikriyat"ın eski Solcu (yeni Sağcı) çocukları, 2008'de başlayan kategorik sistem krizine kadarki neoliberal dönemde 'Ulusdevlet'e karşı hızlı bir red kasırgası estirdiler. Ulusdevlet eskimişti -evet doğruydu. Ama Liberaller, onun yerine yeni bir şey koyacak çapta değillerdi ve Ulusdevlete karşı olmalarının asıl nedeni, kapitalizmin yeni aşamasında sistemin talan alanı olarak devlet/kamu mallarına doğru genişlemek zorunluluğu ve globalleşen ekonominin Ulusdevlet sınırlarına takılmak istememesiydi.
    Liberallerin boru gibi seslerle televizyonlarda bol bol "eleştirdiği" Ulusdevlete alternatif olarak destekledikleri Müslüman demokratların maddi manevi desteğiyle üretilen en "yeni" şey, pan-islamcı yayılma rüyaları ve nihayet kafa kesen kadın satan IŞİD İslam devletidir. Liberallerin şimdi bu kadar sessiz olmalarının nedeni, Ulusdevlete karşı çıkmak adına savundukları İslamcılar tarafından bu kadar kolay ve ucuza satılmaları falan değildir (Onlar, isteyerek, para imtiyaz ve alkış için bile bile kandılar). Sessizliklerinin asıl nedeni, Ulusdevleti "eleştirerek" vardıkları yerin, çağdaş barbarlık olduğunu görmeleri ve bunu kendilerine bile itiraf etmekte zorlanmalarıdır. Kısacası, varoluş nedenleri Ulusdevlet-reddiyesi olan bir çevrenin varlık nedeni ortadan kalktı. Bugün yarım ağızla hâlâ, "Ulusdevlet eskidi" falan diyenler de, bir Ulusdevletten birbuçuk-iki Ulusdevlet çıkarmak ötesinde yeni bir ufka sahip değiller malesef. Ve reddettikleri şeyin ne olduğunu anladıkları da kuşkulu. 2008 kriziyle başlayan yeni paradigmanın giderek hız ve belirginlik kazanan eğilimi, neoliberal etnik/dini kimlikçi anlayışların etkilerini yitirmeleri ve değişime zorlanmaları. Bu değişimin Ulusdevlet ile doğrudan ilişkisi, Ulusdevletin artık zayıflamayıp güçlenecek olması olacaktır, -ama eskisinden daha farklı bir Ulusdevlet türünün.
    Ulusdevlet milliyetçiliğinin faşizmle/nazizmle özdeşleştirilmesi eğilimi İkinci Dünya savaşından sonra belirginleşti. Türkiye'de yakın döneme kadar "Nasyonalizm" denen faşizan milliyetçilik ile Ulusdevlet milliyetçiliği arasında net ayrım yapılıyordu, ikincisi "Atatürkçülük" veya "Cumhuriyet bilinci" gibi terimlerle karşılanıyordu. Daha sonra, kimlikçiliğin gemi azıya aldığı neoliberal dönemde "Ulusalcılık" adıyla, giderek faşizan ve ırkçı eğilimler taşıyan bir Ulusdevlet milliyetçilik ortaya çıktı. Burada gözden kaçırılan konu, Nazilerin ve Faşistlerin milliyetçi olmaktan ziyade -"Yeni Osmanlı"cı avanaklar gibi- emperyal fikirler peşinde koşan, ırkçı ve yayılmacı (İslamcının cihadcısı gibi) olduğudur. Bu anlamda Hitler'in Almanyası da Mussolini'nin İtalya'sı da, Ulusdevlet çerçevesini kırmak peşinde olan "Emperyalist" devletlerdi ve bu halleriyle savaş sonunda klasik emperyalist çağın sonunu da işaretlemişlerdi. AKP tipi pan-islamist "Yeni Osmanlı", eski tip emperyalizmin gülünç ve beceriksiz bir taklidi olmaktan öte gidememiştir. Fransız entelektüel Alain Finkielkraut, Nazilerin milliyetçi değil ırkçı olduklarına dikkat çeken biri ve Fransız entellektüellerin icad ettiği Ulusdevlet hakkında söylediklerine kulak kabartmakta fayda var. Ulusdevlet, aynı zamanda "Bağımsızlık" fikrinin modern zamanlardaki ifadesidir çünkü.
    Fransız tarihçi Emmanuel Todd da, "Ulus kötü değildir, Ulus demokrasinin ve demokratik kararların yaşadığı yerdir" diyor. Neoliberal etnik/dînî kimlikçiliğin ve neoliberal yeni Sağcı "Liberaller" entellektüalizminin -asla doğrudan dile getirmedikleri- en önemli tezlerinin başında, demokrasi ile ulus ve milliyetçilik anlayışlarının çeliştiği, demokrasinin yaşayabilmesi için ulus ve milliyetçilik anlayışının aşılması gerektiğidir. Ama Ulus ve Ulusdevlet anlayışını aşmayı hedefleyip demokrasiyle sona ermiş bir deneyim yok. Ne Naziler, ne Faşistler, ne de İslamcılar demokrat. İslamcılar Ulusdevleti Ümmetdevletine, yani bir tür taşdevri faşizmine çevirmek isterken, "Liberaller" güruhunun Ulusdevleti eleştiren angajmanının İslamcılara yardımcı olmaktan ileri bir sonuç doğurmadığı açık -ama bu beyler ve bayanlar, hâlâ "kandırıldık" diyerek, aslınde ne halt yemiş olduklarını anlamadıklarını yeniden kanıtlamış oluyorlar.
    16'ıncı Yüzyılda "Bağımsızlık" fikrinin mucidi de bir Fransız idi. Jean Bodin'in bağımsızlık fikrini "Ulusdevlet"e dönüştüren Thomas Hobbes, bu devlet türünün temel özelliğinin "Hukuk devleti" olduğunu da ortaya koymuştu. Günümüz koşullarında hukuk devletinin de ancak Ulusdevlet bazında ve ulusal sınırlar dahilde, halkın demokrasiyle kendi kaderini belirlediği şartlar altında olabileceğini gösteren genç filozofun adı da Thierry Baudet. Ulusdevlet, modern zamanlarda devletler arası (milli kapitalizmler arası) rekabet ile bir çok hızlı teknolojik gelişmenin de motoru olmuştur. Baudet, modernleşmenin yayılmasında Ulusdevletlerin rolüne şöyle örnekler veriyor: "Fransa'da yazmaları yasaklanan Montesquieu ve Voltaire Hollanda'ya sığınmaları sayesinde fikirlerini yayabildiler". ("The Sicnificance of Borders" 2012) 
    Ulusdevlet konusunda bizi ilgilendiren temel soru, "Avrupalıların icad ettiği Ulusdevlete bu kadar sıkı sarılmanın bir alemi var mı" dır. Ama Ulusdevlete karşı yükselen ve onun dışında "bize özgü" bir model/format bulmak anlayışı -son otuz yıllık İslamcılık "tarihi"ne baktığımızda- tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Buradaki tuzak soru, "bize özgü" sıfatında yatmaktadır. Biz Asyalıdan çok Avrupalı değil miyiz? Çin'i gördükten sonra buna kocaman bir "Evet" diyorum. Bu diyarda (aslında 19'uncu Yüzyılda kısa bir süre Gayrımüslümlerin kullanmasına rağmen, zamanında değil de 20'inci Yüzyılda benimsenmiş) "Osmanlı" da önce Marmara bölgesi ve Balkanlarda yani Avrupa'da kurulmadı mı? Nitekim modernleşmeyi, Meclisi ve diğer birçok yeniliği Avrupa'dan yüzyıllarca önce alanlar da Türkler değil mi? Özgün ve yeni formatlar bulmak, elbette hedefimiz, ama onları bulup denemeden ve geliştirmeden, Ulusdevlete karşı olmak, abesle iştigaldir.
    Ulusdevlet'e karşı olanların başında, Kürt milliyetçileri geliyor. Bunların savunduğu ana fikir, "Türk Ulusdevletine karşı olmak"tır, zira Kuzey Irak'da şekillenmekte olan Kürt Ulusdevletiyle bir sorunları yok. O anlamda Kürt milliyetçiliğini ilgilendiren asıl konu, Ulusdevletin "Türk" ön adını kaldırmak gibi görünüyor. Bunun olup olmayacağı kuşkusuz ilginç bir konu ve tartışılmalıdır, ama Ulusdevletin "Ortak dil" gibi kapitalist sistemi de doğrudan ilgilendiren bir yanı vardır. Günümüz internet çağı ortamında iki ortak dil, bir yerden sonra iki Ulusdevlet demektir. Bu noktada, modernleşmesini Fransa/Almanya gibi kültürel homojenleşmenin zaman içinde bütün ülkeyi kapsayamadığı, kültürel homojenleşmeyi sağlayamamış Türkiye gibi ülkelerde kader, demokrasinin Ulusdevlete karşı işletilip "Her dile bir ulusdevlet" kurulması mıdır? Elbette Hayır. Bu, dış etkilere daha dayanıksız zayıf ülkelerin doğması demektir ve halklar tarafından önünde sonunda reddedilecektir. Farklılıkların kabulü çerçevesinde Ulusdevlete özgü hukuk devletinin işlediği, ulusal sınırlar dahilinde bağımsızlığın sağlamlaştırıldığı, ortak dilin kullanıldığı, halkın ulusal sınırlar dahilindeki her yer ve konuda ortak kararlar verdiği özellikler korunarak, egemenliğin halkta olduğu bir devletin, bugünün şartlar altındaki adı "Ulusdevlet"tir.