Kapitalist ahlaksızlığın kökeni






Norveç parlamentosunun stenografı Hans Jaeger, kendi halinde, varlığıyla yokluğu belli olmayan ruh gibi bir memurdu –ta ki Kristiania-Boheme adlı otobiyografik romanını yazana kadar. 1885’de yayınlanan kitap müstehcen bulundu. Tanrıya hakaret ettiği gerekçesiyle, piyasaya çıktığının ertesi günü yasaklanıp toplatıldı. Yazarı, parlamentodaki işinden derhal kovuldu. Jaeger, yıllar yılı çeşitli işlerde sürttükten sonra 1902’de Paris’e düştü. Yazdıklarından pişman gibi bir hali vardı. Artık 48 yaşındaydı ve Tanrı ile ahlak hakkındaki fikirlerini onların lehine değiştirmiş görünüyordu. Jaeger önce devrimci-anarşist çevrelerde boy gösterdi ve nihayet 1906 yılında “Anarşinin İncili'ni yayımladı (1) Kitap, hiç kimsenin, ama hiç kimsenin dikkatini çekmedi.

Mammon (2), zafer kazanmışların edasıyla Tanrı'nın karşısına dikilmiş, onunla tartışmaktadır. İnsanoğlu’nun, kapitalin aptallaştırıcı ve ahlaksızlaştırıcı etkisine karşı ayaklanmayı akıl edemeyecek kadar akıl fukarası olduğunu anlatmaktadır Tanrı'ya. İnsanların çalışıp koşturmaktan, yaşamaya fırsat bulamadıkları hayatlarına öfkelenip kızmak gibi doğal reflekslerini bile kaybettiklerini anlatıp keyiflenmektedir. Hatta Tanrı’ya, yeni bir Tufan’la İnsanoğlu’nu yeryüzünden tamamen silmesini önerir. “Kartları yeniden kar ve yeniden dağıt” der. “Yeni bir oyuna, (…) bu kez senin daha donanımlı (akıllı) yarattığın yeni bir Adem ve Havva ile başlayalım. Yoksa bu oyun da çok can sıkıcı olacak.” (3)

İnsanoğlu, gerçekten bu kadar umutsuz bir vaka haline mi gelmiştir? Bütün tarihi boyunca sadık kaldığı ve ona, dünyadaki yaşam şartlarını ilelebet nasıl koruyabileceğini anlatan temel ilkeleri nasıl olmuştur da bukadar çabuk terketmiştir ve pupa yelken global ekonomik/sosyal/çevresel felaketlere yelken açabilecek kadar kendisini kaybetmiştir? “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah’a mahsustur” (4) diyen söylemler, “Eski Dünya Düzeni”nin temel ekonomik prensibini oluşturmaktaydı. Bu ilkeye göre, insanın Tanrı’dan gelen rızkı, tam bir belirsizlik içeriyordu. Tanrı kimseyi aç bırkmıyordu, herkesin rızkını veriyordu, ama önemli bir şartı vardı. O rızkı, nasıl ve ne zaman vereceğine bizzat Tanrı karar veriyordu. İnsanoğlunun rızkını aksatmadan alabilmesi için Tanrı’ya bağlı olması, Onun temel yasalarına uyması, iyi ahlaklı ve erdemli olması gerekiyordu. Eski Dünya Düzeni, binlerce (belki de onbinlerce) yıl sürdü –ta ki Aydınlanmacıların ve onların ekonomi “deha”ları kapitalistlerin ortaya çıkıp insanlara yeni bir alternatif sunmalarına kadar.

Kapitalistler kırlık alanlarda ve şehirlerdeki yerleşim birimlerinin arasına, adına 'fabrika' dedikleri büyük binalar inşa etmeye başladıklarında, kimse buna bir anlam veremedi. İnsanlara, kapitalistlerin fabrikalarda onlar için belirledikleri işleri yapmaları karşılığında para vermeyi önerdiler. Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para alabilir, sonra bu parayı istedikleri gibi harcayabilirlerdi. Tanrı’nın ne zaman ne vereceği belli değildi -ama kapitalistler işten sonra trink para ödüyorlardı. İnsanlar, Eski Dünya Düzeni'nin o belirsizliğini aşmak pahasına iradelerini ve üreteceği şeye bizzat karar verme özgürlüklerini, -üç kuruşa- kapitalistlere sattılar. Pis fabrikaları tıkış tıkış doldurdular. Oralarda bütün günlerini/hayatlarını geçirip, hiç tanımadıkları garip bir zenginler tayfası için yaşam enerjilerini tükettiler. Bunu yaparken, özgürleştiklerini sanıyorlardı. Çünkü bu çilenin karşılığında aldıkları para için dua etmek, iyi ahlaklı, dürüst ve erdemli olmak zorunda değillerdi. Bu şekilde kendi sosyal topluluklarından/cemaatlerinden de “özgür”leşiyorlardı. Dayanışarak yaşayan cemaatleri içinde başkalarına karşı görevlerini yerine getirip, başkalarının da onlara karşı görevlerini yerine getirmesini beklemek gibi temel ilkeler de önemini yitiriyordu. İş karşılığı aldıkları paranın cemaatleriyle alakası yoktu, öyleyse o parayı nereye ve nasıl harcayacakları konusunda da kimse onlara karışamazdı. Parayı harcamak için, eskisi gibi tutumlu ve alçakgönüllü olmaları da gerekmiyordu. Yeni düzenin prensibi farklıydı. Çok para almak için çok üretmeli, üretmeye devam edebilmek için de daha çok tüketmeliydiler. Birileri tüketecekti ki üretilebilsin, pis fabrikalarda çalışmaya devam edilebilsin. Böyle bir üretim/tüketim “bilinci” için, eski düzenin emrettiğinin tersine, önce nefsin sesini dinlemek gerekiyordu. Alçakgönüllülük, mütevazilik, tutumluluk geçer akçe olmaktan çıktı. Yeni düzenin işleyebilmesi için onları kaldırıp atmak gerekiyordu. Artık cemaatin bütününü ve karşılıklı dayanışmayı düşünmeden canları ne isterse satın alabilir, nefisleri ne isterse yapabilirlerdi. Kazandıkları para, onları “özgür“ kılmıştı.

Çin’de M.Ö 1500’lü yıllardan itibaren Şang hanedanlığı tarafından kullanılmaya başlanan ve Çin uygarlığının temel kitaplarından biri olan kehanet ve astroloji kitabı Ho-Lo-Li-Şu’da, 64 tane altı katmanlı işaret (heksagram) bulunur ve bunlardan yalnızca onbeşinci işaret hiç bir olumsuz katman (varyasyon) içermez: Kien. İşaret, kitabın Tanrı’yı karşılayan birinci işareti “Gök” ile aynı adı taşır ve “Alçakgönüllülük/Mütevazilik” anlamına gelir. Kien, İnsanı mükemmelleşme hedefine götüren ana yoldur. Kitapta, kehanette bulunulan Kien tipi insan hakkında şöyle bir temel yargıya varılır: “Böyle (alçakgönüllü) insanlar, Göğün yasalarını uygularlar. (…) Bütün dünyada alçakgönüllüler sevilir, kendini beğenmiş kibirlilerden kaçınılır. Bir insan bu (bilgi) silahıyla her zorluğu gönül rahatlığıyla aşar” (5). İnsanoğlu modernleşmeye başlayınca, alçakgönüllülüğü ve kanaatkarlığı zayıflık, kurum kurum kurulmayı güçlülük, müsrifliği de marifet saydı. 21'inci Yüzyılın başında eriştiği körlük ve kibrin zirvesinde, ilerlemeci mantığıyla “ileriye” doğru tek bir yolunun bulunduğunu, o yolun da dimdik aşağıya, kör bir uçurumun diplerine doğru indiğini artık anlamak zorundadır. Çinlilerin deyimiyle, “çok yüksekten uçan, en derinlere düşer.”

Binlerce yıl boyunca bütün inanç sistemleri, insan olabilmek için nefsi kontrol etmek, gem vurmak gerektiğini, alçakgönüllülüğü vaaz etmişlerdi. Kapitalizm, ücretli çalışma sistemini kurarak insanla Tanrı’nın arasına girdi ve insanlara paralarını gönüllerince (müsrifce) harcayabileceklerini anlattı. Ve İnsanlar, kapitalistlerin sunduğu bu yeni “özgürlük” karşılığında kapitalizmin insanlardan beklediği modern köleliği benimsediler. “Özgürlüklerini, zihinlerini, ahlaklarını, kapitalizmin para tutkusuna teslim ettiler.“ Paul Lafargue 1883’de şöyle yazıyordu:

“…Üretilen malların insanlar arasında paylaştırılmasını ve herkesin keyiflenmesini talep etmek varken, işçiler işyerlerine koşuşturuyor ve açlıktan başlarını, kapalı fabrika kapılarına çarpıyorlar. (…) Ve bu sefiller, dimdik durabilecek durumdayken, (…)12 ila 14 saat boyunca iş güçlerini satıyorlar. (…) Kolayca zenginleşebilmek için fakirlere ‘iş’ verenleri, insanlığın iyilikseverleri diye adlandırıyorlar. Veba tohumları saçmak, su kuyularını zehirlemek bile, kırlık alanlarda yaşayan ahalinin ortasına fabrika kurmaktan daha iyidir. ‘Fabrikada çalışma’yı yürürlüğe sok; elveda yaşam sevinci, elveda sağlık, elveda özgürlük - elveda hayatı güzel ve yaşamaya değer kılan her şey.” (6)

Para tutkusu ve inanç, çok eski zamanlardan beri iki zıt kutuptular. Hz. İsa İncil’de, “Hiç kimse (aynı anda) iki efendiye (birden) kulluk edemez” diyordu. “Çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar, ötekini hor görür. Siz (hem) Tanrı’ya ve (hem de) Mammon’a kulluk edemezsiniz. Bunun için size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için de kaygılanmayın. (…) Göğün kuşlarına bakın, onlar ne ekerler, ne de biçerler, ne de ambarlara toplarlar; ve semevi babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim kaygılanarak boyunun ölçüsüne bir arşın (daha) ekleyebilir? Ve niçin giyecekten ötürü kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler; size derim ki: Süleyman bile bütün izzetinde bunlardan biri gibi (güzel) giyinmiş değildi” (7).

Kapitalizm, insanın yaşam enerjisinin sömürülüp biriktirilmesiyle “ölü çalışma/iş”e yani paraya dönüştürülmesi anlamına geliyor. Paranın günlük hayatın tamel direği haline getirilebilmesi için de, paranın asıl kaynağının yani “çalışma/iş”in, hayatın temel direği haline gelmesi gerekiyordu. Ücretli çalışma sonucu elde edilen paranın, ‘rızk’ın yerine geçebilmesi için insanların çalışmayı iyice benimsemesi gerekiyordu. Kapitalizmin doğuşunun yüz yıl sonrasında halklar, kapitalist yoldan zenginleştikçe daha da mutsuzlaştıklarını yeni yeni farkediyorlar. Oysa Destutt de Tracy yüzyirmi küsür yıl önce; “Halkın kendini iyi hissettiği ülkeler, fakir ülkelerdir. Normal olarak zengin ülkelerde zavallılar yaşar” demişti. (8) Bunun nedeni çok açıktır. İnsanların yaşam enerejisini paraya çevirerek zenginleşen Kapitalist azınlıktan aldıkları ücretin artmasıyla “zengin”leşen halklar, “fakir” halklardan daha fazla yaşam enerjisi harcamış oluyorlardı. Bunun nedeni giderek çok daha fazla çalışmaları değildi. Daha az çalışıyorlardı, maddi anlamda zenginleşiyorlardı ama ruhsal anlamda giderek fakirleşiyorlardı. Çünkü ruhen yücelmelerini sağlayan eski insani/kutsal kuralları önemsemeyen, hatta dışlayabilen “çalışmak” edimi, hayatlarının tam merkezine oturuyordu, bütün hayatlarını belirliyordu, onları eski özgürlüklerinden daha uzaklara taşıyordu.

İnsanlar kendilerini kaptırdıkları bu gönüllü köleliği iyice benimsedikten sonra, “Kendi karıları ve çocuklarını fabrika baronlarına teslim ettiler. Kendi elleriyle kendi ocaklarını söndürdüler, kendi elleriyle karılarının göğüslerini kuruttular; ve o zavallı hamile, emzikli kadınları madenlere ve fabrikalara çalışmaya gönderdiler. Onlar da orada mahvoldular, akıllarını yitirdiler.” (9) İnsanları, (buna artık kapitalistler de dahildir) asıl mutsuz eden şey, para uğruna, ruhlarını ve yaşam enerjilerini -bir ömür boyu- saçma sapan bir takım “işler” için heba etmektir. Kapitalizm insanoğluna özgür olduğu telkin ediliyor ama insan bedeni ve ruhu, bunun böyle olmadığını bas bas bağırıyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre günümüz dünyasında her üç kişiden biri, hayatının herhangi bir döneminde psikiyatrik rahatsızlık geçiriyor. Depresyon, dünyadaki her beş kadından ve her 9-10 erkekten birinde görülüyor (10).

Günümüz modern kapitalist sisteminin en iyi işlediği bölgelerde, insanın yaptığı her türlü günlük iş, para ile ölçüldüğünden, parasal karşılığı olmayan işler ya küçümsenip kısıtlanıyor ya da komersiyel hale getiriliyor. Örneğin ev işi yapmak, çocuğu okula götürmek, çamaşır yıkamak, yurt dışından gelen bir arkadaşı karşılamak gibi, insanı bizzat ilgilendiren gerçek kişisel işler, parasal karşılığı olmadığından küçümsenmekte ve savsaklanmaktadırlar. Hep beraber deniz kenarında oturup saatlerce denizi seyretmek, baharın kokusunu ciğerlerine çekip yaşadığının farkına ve bilincine varmak, uzun günleri sadece yaşamaya ve yaşamın anlamını düşünmeye, kenndi özgün hayat tecrübelerine ayırmak gibi uğraşılar “iş” sayılmıyorlar, çünkü karşılığında para alınmıyor. Öyleyse yapılmıyor ya da bir aylık tatillere erteleniyor.

Modern birey”i, eski çağların (ve geleceğin) insanından ayıran tamel özellik; herşeyi, “iş” ve “iş sonucu elde edilmiş para” bağlamında değerlendirmesidir. Sonuç olarak en önemli değer para olunca insan; onu ahlaki kurallara, kendi doğasına ve toplumuna bağlayan bütün bağlarından teker teker soyunabilmekte, ama soyundukça da o “tek değer”e yani “para”ya daha da bağımlı hale gelmektedir. Güncel eğilimlerine bakarak, kapitalist toplumun son aşamasında toplum diye birşeyin kalmayacağını, toplumun tek tek bileşenlerine/atomlarına ayrılıp çözüleceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. (Tabii olay bu noktaya kadar gelmeyecektir, çünkü yeryüzünde bu saçmalığa kesinlikle son vermeye kararlı güçlü bir irade şekillenmektedir.)

Kendini paraya ve çalışmaya vererek özgürleştiğini sanan “modern birey”, herşeyi parasal değeriyle ölçme alışkanlığı nedeniyle, aşk, düşünce, insan sevgisi gibi doğal ve insani değerleri de mal haline dönüştürmüştür. Aşk mı? Al sana “zengin porno endüstrisi”, yaygın fahişelik. Duygu mu lazım? Al sana sulu sepken yapış yapış aşk dizileri ve bu mevzuları yazıp konuşan sayısız medya lalesi. Düşünce mi gerekti? Al sana; Orta Avrupa liselerinde öğretildiği kadarıyla “Modern değerler”i savunan boy boy entelektüel. Nurlarından sizi de “yararlandırmakta” kararlılar, çünkü “işler”i bu, paralarını oradan kazanıyorlar. Amerikan askeri, Bağdat’ta TV kameraları karşısında, işlediği cinayetlerin anlamı hakkında nasıl “this is my Job” (bu benim işim) diyor ve bunun için ayda üç bin dolar alıyorsa, “Aydınlar” da “iş”lerini yapıp biraz daha fazlasını alıyorlar.

Modern aile babası, televizyonda Afrikalı çocukların sopa gibi çırpı kollarını, armut sapı gibi ince boyunlarını görüp onlara acırsa, hemen bir yardım kuruluşuna/firmasına internet üzerinden bağlanıp bir tıkla bir kaç kuruş para gönderiyor ve o gece rahat uyuyabiliyor; ama çalıştığı fabrikanın ürettiği metal parçaların, Afrika’da soykırım uygulayan savaş beylerine satılan tüfeklerin mekanizmaları olup olmadığını sormayı asla akıl etmiyor. Kapitalist toplumun “ahlakı” işte böyle birşey.

Bu saçmalığa karşı çıkmak noktasında bugün asıl önemli olan, -eski anlamda- hayatın tadını çıkarabilmek ve sarsılmaz bir mutluluk kurmak için, yalnız inançlı ve erdemli olmanın yetmediğidir. Kapitalist çalışma sistemine yani yeni “rızk!” sistemine bağlı olunduğu sürece erdemliliğin ve ahlakın maddi temeli yoktur. Çünkü para ve çalışmaya bağlı sistemde ahlaklı olmak sadece bir tercih meselesidir -bir zorunluluk değildir. Kapitalist toplumda ahlaklı ve erdemli laklidi yaparak da pekala yaşanabilir, çünkü ‘herşeyi gören Tanrı’yla ve onun rızk sistemiyle ilgi kesilmiştir.

Jaeger’in kitabında Mammon’un küstah sözlerini dinleyen Tanrı, yenilgiyi kabullenmez. İnsanın içinde, bu modern köleliğe karşı isyan kıvılcımının henüz sönmediğini ve Tufan’ın, bu dünyayı temizleyecek tek şey olmadığını söyler. İnsanların nasıl uyanacaklarını ve uyananların sayısının çığ gibi artarak sistemi yok edeceklerini anlatır. Mammon şaşırır ve Tanrının sözlerinden korkar. ‘Ya Tanrı’nın dediği olursa’ diye kaygılanır. İşte o zaman Tanrı, Jaeger’i yanına çağırır ve insanların da duymaları için, onlardan umudunu kesmediğini anlattığı konuşmasını yazdırır.

Gökkubbenin altında gerçekten değerli olan hiç bir şeyin yitip gitmediğinin bir kanıtı olarak, yüz yıl sonra bu kitap yeniden keşfedildi ve yeniden yayımlandı. (11) İnsanlar, ahlaksızlığın kökeni global kapitalist sisteme kanmayacak kadar akıllı olduklarını yeniden kanıtlamaya hazırlanıyorlar. Tufan ve diğer muhtemel çevresel felaketlere, sosyal çözülmeye ve barbarlaşmaya mahal vermeden, dünya ve insanlık sevgisinin bir işareti olarak global sistemin ocağına, yakışıklı bir incir ağacı dikmeye hazırlanıyorlar.


  1. Hans Jaeger “Die Bibel der Anarchie” Kopenhag 1906.

  2. “Mammon”, Süryanice “Mamuno” (‘Para’ ya da ‘Servet’) sözcüğünden kaynaklanır ve İncil’de adı geçen parasal zenginlik tanrısının adıdır. Kestirmeden, şeytan ile özdeşleştirildiği de olur.

  3. Hans Jaeger. S.37

  4. Hud Suresi 11:6. Bkz.: Abdullah Aydın “Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali” İstanbul

  5. “Ho-Lo-Li-Şu”. Wen Kuan Chu ve Wallace A. Sherill çevirisi. Londra 1976. 15 Numaralı işaret. S.189. Veya, “I-Ging” Richard Wilhelm çevirisi. Münih 1973. S.75-76

  6. Paul Lafargue “Le droit a la paresse”(Tembellik Hakkı) 1883.

  7. Bkz.: Kitabı Mukaddes. Yeni Ahit / İncil. İstanbul 2000. Matta Bap 6.24’den 6.30’a kadar olan bölüm. 6. Bap’ın son bölümünde de şöyle bir cümle var: “…Önce Tanrının melekûtunu ve salahını arayın; ve bütün bu şeyler sizler için artırılacaktır.” 6.33

  8. Lafargue’nin yaptığı bir alıntı. Aynı makalesinden.

  9. Aynı yerde.

  10. 22 Aralık 2002 tarihli Radikal gazetesinden.

  11. Hans Jaeger’in kitabını yeniden keşfedip yayımlayan: Merlin Yayınavi Gifkendorf 1997

NOT: 2004'de yazılmış bu yazıyı, yeni çıkacak kitabımıza da alıyoruz.

2008-2024 Değişim/dönüşüm dönemi sonrası olası 'Yeni Mantalite' hakkında


GİRİŞ

Adına kısaca "Modern İnsan/birey" dediğimiz varlığın prototipinin bugünkü haline gelişi, M.Ö. 9'uncu Yüzyılda sıçramalı bir değişim/dönüşüm dönemiyle birlikte başlamış olabilir. Julian Jaynes'ın bu konuda bir araştırması var.
Görece önemsiz bir bilgi olmakla birlikte, 2012 yılı Aralık ayından sonra yaşanacaklara benzer bir kaliteye sahip olduğundan değinmeye değer. Şimdi yaşanacakların, çok daha köklü bir değişikliğe işaret ettiğini belirtmeliyiz. Bu yazıda, 2008-2024 dönemi sonucu ortaya çıkması olası 'Yeni Mantalite' üzerinde duracağız. Dönüşümün zaman kalitesini iki dönemle kıyaslayabiliriz. Bunların ilki, Maya takviminde beşbin küsür yıl öncesine, Mayaların ve birçok kültürün 'Dünayanın Yaratılışı' denen döneme tekabül ediyor. Bu yazı konunun irrasyonel yanına mümkün olduğunca değinmemeyi amaçlasa da, bunu (reel!) açıdan kısaca, 'Yeni bir İnsan mantalitesinin ortaya çıkışı' diye özetleyebiliriz. Fakat -"anlaşıldığı" kadarıyla- bu tip sıçramalı değişim/dönüşüm dönemleri öylesine yoğun yaşanıyor ki, dönüşüm sonucu ortaya çıkan yeni mantalite adeta yeniden yaratılma kadar keskin olabiliyor. Dönüşümün diğer zaman kalitesi, Güneş sisteminin merkezi olan Güneş'in 28 bin yılda bir yaşandığı üzere Samanyolu'nun merkezinden geçmesi olayıdır.

Bunların insanla ne ilgisi var denemez elbette. En yakın ilgisi, bu dönemde insanın düşünce sisteminin radikal bir değişiklik geçirebileceğidir. Bunun anlamı, insanların ideolojilerden vazgeçip, namuslu/inançlı/uslu olacakları falan gibi bir değişiklik falan değildir. Çok daha derindir.
İnsan şimdi esasen beyninin Sol yarısı ağırlıklı bir algılama/düşünme/hissetme dünyasında yaşıyor.
(Burada çok rahat bir şekilde, insanın ruhuyla ilgili bir durumun söz konusu olduğunu söyleyebiliriz) M.Ö. 9'uncu yüzyıl öncesinde, insanların esasen beyinlerinin Sağ tarafını kullandığını gösteren verilere sahibiz. Ağırlık merkezindeki bu değişim öyle köklü ki, daha öncesi adeta silinmiştir. Şimdi buna benzer, hatta belki daha köklü bir değişimin eşiğinde olabiliriz. Bunun anlamı çok açıktır: Bu değişime hazır olmayanları olağanüstü/çılgın kabuslar, sonucunda hayat yönünü kaybetmek gibi felaketler bekliyor olabilir. Sosyal yansımasına girmiyoruz -ama "Sosyal" kavramını unutturacak boyutlarda olabilir. (Bunları buraya yazmayı istemezdik. Ama böyle şeyleri başka yerlerde bu tonda konuşmak mümkün değil. O yüzden de bir blogda konuşuyoruz. Tabii bunlar -İnşallah- olmaz ve biz de yazdığımızla kalırız) Neden böyle birşey olabileceğine -konu hakkında daha önce düşünmüş olanların, bilimcilerin söylerine DE dayanarak- değinmeye çalışacağız.
Esasen olacak iki şey var gibi görünüyor:

1. Bunlardan ilki, bizi geleceğe değişip güçlenerek götürebilecek şeydir: Beynin Sol yarısının özellikleri ile Sağ yarısının özellikleri arasında bir kapı açmak. Bu ikisinin özelliklerini dengeleyerek üçüncü bir boyuta ulaşmak.
Buradaki tek avantajımız, bu -kulağa hikaye gibi gelen- durumun, bazı insanlarda halen bu dünyada yaşamakta olmasıdır. Sözkonusu özelliklerden bahsedince bunun mümkün olduğu anlaşılabilecektir. (Klasik rasyonel aklın bunu "saçma" ve "imkansız" bulması normaldir -zaten o yüzden de o aklı "zor zamanlar" beklemektedir.) Daha önce 'Mutluluk'tan bahsederken, mutluluğun bir alışkanlık meselesi olduğuna işaret etmiştik. Bu da bir alışkanlık meselesi haline getirilerek ulaşılacak bir hedeftir (-ve bu istikamette Türkiye'de mesafe alınmaya başlandı bile). İnsanın yanlış düşünce sisteminin bir sonucu olarak kapitalist toplumun çıkmaz sokağına sapması nasıl bir (kötü) alışkanlıktan ibaret ise, yeni bir (iyi) alışkanlık, bu birinci -iyi- alternatifi tetikleyebilir. Yeni Mantalite diye özetlediğimiz durumun ana fikri budur. Daha sonra buna ek olarak, yeni mantaliteye açık/özgü bir 'Savaşçı Duruşu'ndan söz edeceğiz (ama başka bir yazıda).

2. Sözkonusu 'Değişim/dönüşüm'e kapalı olanların zor durumu. Bunları kısaca 'Beyninin Sol yarısı ağırlıklı düşünüp yaşayan rasyonel/modern insanlar' diye özetleyebiliriz. Bunların kafayı sıyırma olasılığının baş nedeni galiba şu olabilir: Yaşanacak olayları/değişimleri, malum düşünce biçimleri/tarzları ile açıklamak hiç mümkün olmayabilir. Çünkü reel/rasyonellikten oldukça farklı durumlar sözkonusu olabilir. Burada bazıları, sadece inancın/dinin bu durumları aşmaya yeteceğini sanabilir. Malesef yetmez!..
(Burada asıl konu, galiba kutsal kitapların hangi kafayla okunduğuyla ilgilidir mesela. -Buraya döneceğiz.)

Şimdilik -"Söz/dil"e dayanan yazı dilinde- 'Sıçramalı değişim/dönüşüm' diye adlandırdığımız dönem kalitesini en iyi karşılayan deyimin, 'Dönüşüm kitabı' Yi Ching'deki 49'uncu işarette anlatılan
'Gé / 革' adı olduğunu tekrarlayalım. (Bkz. Blogun üçüncü sayfasındaki yazı)
2012 Aralık ayı merkezli 2008-2024 değişim/dönüşümünün galiba en önemli yanı, insanın değişim/dönüşümünün bir sıçrama yaşayacağıdır. Şimdi konuştuğumuz konuların bir tür "
balığın suyun farkına varması" gibi bir deneyim olması mümkün. Bugün insana hakim olan ve herkesin "dünyanın en normal şeyi" saydığı düşünme biçiminin (ve mantalitesinin) temel özelliklerinin başında, "dil/söz" geliyor. Daha öncesinin "resimlerle/görüntülerle düşünmek" temel prensibine karşın bugünün düşünme biçimi "dil/söz ile düşünmek" temel prensibine dayanıyor. Bunun da beyninin Sol tarafının kulanılmasıyla ilintili olduğuna çok önce değinmiştik.

Beyninin Sağ tarafına odaklı bir ruha sahip insanının, bugün adına kısaca 'Tevhid' diyebileceğimiz bir anlayışa/mantaliteye sahip olduğunu, 'Herşeyle bir olmak' ruh hali içinde yaşadığını söyleyebiliriz. Mesela çok gelişmiş bir sezgi kabiliyetine sahip gibi. Duyularının da bugünkünden çok daha keskin olduğunu, kokuları almaktan görmeye ve işitmeye kadar -bu alanda- çok daha büyük bir kalite yoğunluğuna sahip olduğunu sanıyoruz.

Bütüncül bir bakış açısına sahip eski insan, şeylerin birbiriyle ilişkilerini bir bakışta anlama yeteneğine sahip görünüyor -ki bu özelliğin bugün önemli ölçüde yitirildiği söylenebilir.
Ama eski insan, bugün beynin Sol tarafı sayesinde edinilmiş yaşam konforuna sahip değildi. Tabii bu "konfor" konusunda çok dikkatli olmak, elmalarla armutları karıştırmamak şart. Amaç, sıçramalı değişim/dönüşüm aşamasından sıyırarak değil değişerek/arınarak/güçlenerek çıkmak. Eski insanın sezgisel mantalitesiyle Şimdinin insanının söz/dil odaklı (şu anda bizim buraya yazarak yaptığımız gibi) mantalitesi arasındaki bariyeri kaldırmaya hazırlanmak gerekiyor. (O kapı açıldığında korkmamak gerekiyor! Bunun için de arınmış savaşçının duruşu gerekebilir). Ve odağı 'Mutluluk' olan yeni 'Yeni Mantalite'nin prototipini oluşturmak gerekiyor.

Kulağa biraz "fantastik" gelse de, bu mümkün. (Bu yazıda, Anadolu coğrafyasının yeni prototipe neden elverişli olduğuna da değinebiliriz. Ama kısaca ifade etmek gerekirse, bunun nedeni, Anadolu insanının onbin yıl içinde harmanlayıp kurduğu Anadolu mantalitesindeki bazı önemli özelliklerdir diyebiliriz.)

(Yazı hazırlık aşamasında)

Çalışmaya Karşı Manifesto

Avrupalı arkadaşların kaleme aldığı, şimdiye dek İngilizce, Fransızca, Rusça, İspanyolca, Portekizce ve Farsça'ya çevrilen "Çalışmaya karşı Manifesto"yu Türkçe'ye çeviriyorum. Konu hakkında sizleri bilgilendirmek için, sadece birinci bölümünü buraya alıyorum.
(Manifestonun diğer bölümlerini, kitapçık olarak yayımlandıktan sonra okuyabilirsiniz!..)

1. Ölü işin hükümdarlığı

Topluma bir ceset hükmediyor -'Ücretli iş'in cesedi. Dünyanın dört bir yanındaki bütün güçler, bu hükümdarlığı savunmak için birleşmişler: Papa ve Dünya Bankası, Tony Blair ve Jörg Haider, sendikalar ve işverenler, Alman çevrecileri ve Fransız sosyalistleri. Hepsinin anladığı tek slogan: İş, iş, iş!

Düşünmeyi henüz unutmamış olanlar, bu tavrın ne kadar temelsiz olduğunu kolayca anlarlar. Çünkü ücretli iş'in hükmü altındaki toplum, geçici bir kriz yaşamıyor, kendinin en son kesin sınırlarına dayanıyor. Katma değer üretimi, mikroelektronik devrim sonucunda, işgücü kullanımı çarkından çıktı -hem de, şurada birkaç onyıl öncesine kadar sadece bilim-kurgu tarafından hayal edilebilcek ölçülerde. Bu sürecin duracağı hatta tersine dönebileceğini artık hiçkimse cidden iddia edemez. 21'inci yüzyılda işgücü adlı metanın satışını artırması ihtimali ne kadar yüksekse, 20'inci Yüzyılda atlı posta arabası adlı ürünün satış grafiğinin yükselmesi ihtimali de o kadar yüksekti. Ama bu toplumda kendi iş gücünü satamayan kişi “lüzumsuz” sayılıyor ve sosyal çöplüğe atılıyor.

Çalışmayan, yemek de yemesin! Bu utanmaz alaycı ilke hala geçerli -ve anlamını umutuzca yitirdiği için, her zamankinden daha geçerli. Absürd olan şu: Tam da ücretli işin gereksiz hale getirildiği bir zamanda toplum, asla bu kadar yoğun bir iş toplumu olmamıştı. 'Ücretli iş'in, tam da ölüm döşeğinde, yanında ikinci bir Tanrıya tahammül edemeyen totaliter bir güç olduğu anlaşıldı. İş, günlük hayatın ve ruhun en ince kılcal damarına kadar, düşünceyi ve düşünceye göre hareketi belirliyor. İş putunun hayat süresini suni bir şekilde uzatabilmek için hiçbir masraftan kaçınılmıyor. O paranoyak “Meşguliyet” çığlığı, bilinen en uzun süreli doğal kaynaklar tahribatını adeta özendiren geçerli neden oluyor. Birkaç sefil “açık iş poziyonu” ihtimali için, toplumun bütünüyle komersiyel hale getirilmesinin önündeki son engellerin de eleştirilmeden ortadan kaldırılmasına izin verilmeliymiş! Ve 'Hiç işi olmamaktansa her hangi bir işi olmak iyidir' cümlesi, herkesten inanarak söylemesi beklenen bir kelime-i şahadet cümlesi haline geldi.

İş toplumunun tartışmasız sonuna gelindiğinin anlaşılamaması imkansızlaştıkça, iş toplumunun sonu da o ölçüde toplumsal bilinç altına itiliyor. Duyguların bastırılması için kullanılan metodlar ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, ortak bir paydaya sahipler: 'Ücretli iş'in, dünya çapında bir gerçek olarak kendi kendinin irrasyonal varlık amacı haline geldiğinin ortaya çıkması, kendini işlemez hale getirmesi; bir takıntı sisteminin inadıyla bireylerin, kurumların veya iş bölgelerinin, kişisel veya kollektif başarısızlığı olarak yeniden tarif ediliyor. İş'in objektif son sınırı, sistemdışı kalanların kişisel sorunuymuş gibi görünmeliymiş!

Bazıları için işsizlik; aşırı taleplerin/isteklerin, üretici-çalışmaya hazır olmamanın ve buna ayak uyduramamanın bir sonucu. Bazıları da “kendi” firma yöneticilerini ve politikacılarını kabiliyetsizlikle suçluyor; rüşvetçilikle, aşırı kazanma hırsına sahip olmakla ve firmaların merkezlerini başka ülkelere/bölgelere taşımakla suçluyor. Ve sonunda hepsi, Almanya'nın eski Cumhurbaşkanı Roman Herzog ile aynı fikirde buluşur: Bütün ülkede şöyle bir “işe asılmak”, omuz vermek gerklidir. Sanki konu, bir futbol takımının veya siyasi bir tekkenin motivasyon sorunudur. Hepsi de “bir şekilde” var güçleriyle, çoktan işlemez olmuş o makine kayışlarına koparırcasına asılmalı, artık girişecek bir iş olmasa da (veya sadece saçma sapan işler bulunsa da) “bir şekilde” var güçleriyle işe girişmelidirler. Bu Kutsuz Tebliğin sözümona metni de, kuşkuya mahal vermeyecek şekildedir: Herşeye rağmen iş-putunun inayetine sığınmayanlar, kendi etmiş kendi bulmuşlar demektir ve böyleleri, iç rahatlığıyla devreden çıkarılabilirler veya defedilebilirler.

İnsan kurban etmenin aynı yasası, dünya çapında geçerli. Ülkeler birbiri ardından iktisadi totalitarizmin dişlileri arasında ezilip parçalanıyorlar ve bununla daima bir tek şeyi kanıtlıyorlar sadece: Piyasa yasaları denen şey içinde tükenildiğini. Kim kayıplara kulak asmadan, kayıtsız şartsız bütüncül kör bir rekabetin gidişatına “uyum” sağlamazsa, karlılık/yararcılık mantığı tarafından cezalandırılacaktır. Bugünün umut vaad edenleri, yarının iktisadi ıskartası/çöpüdür. Hakim ekonomi Psikozunun etkisindekiler, çarpık dünya tariflerinin en ufak bir şekilde sarsılmasına izin vermiyorlar. Dünya nüfusunun dörtte üçü, az ya da çok sosyal çöp ilan edilmiş bulunuyor. Ekonomi “bölgeleri” birbiri ardına çöküyor. İflasları oynayan “Gelişmekte olan ülkeler”in ardından ve dünya iş toplumunun doğudaki devlet kapitalisti kompartımanının ardından, piyasa ekonomisinin Güneydoğu-Asya'daki örnek talebeleri de çöküş fırtınasında kayboldular. Avrupa'da da sosyal panik, çoktan yayılmaya başladı. Hüzünlü görünümleriyle siyasetin ve firma yönetimlerinin şovalyeleri, iş putunun adına, Haçlı Seferlerini daha da büyük bir inatla sürdürüyorlar.

Herkes kendi işiyle/çalışarak yaşayabilmeli sözü, konulmuş temel ilkenin adıdır. Buna göre, yaşayabilmek denen şey, iş şartı ile mümkündür ve bu şartın yerine getirilmemiş olması gibi bir hak bulunmamaktadır.

(Johann Gottlieb Fichte, Bilim öğretisi prensiplerine göre doğa hakkının temel ilkeleri, 1797)