Sunuş
Modern zamanların en yaygın ve en etkili kollektif sanat türü, hikayesini yazan senaristinden, yöneten rejisörüne kadar çok sayıda sanatçı ve zenaatkarın katkısıyla hazırladığı sinema filmidir. Filmin seyirciye bakan yüzünde aktör ve ektristler önem sıralamasında genellikle ilk sırayı alırlar. Filmlerde başrol oynayanlar bir yana, karakter oyuncuları, sinemanın asıl mücevherleridir.
Sosyal medyada on yıla uzanan bir süreden beri “Sevdiğim şeyler” günlüğü tutarken, adını andığım aktörler arasında Anthony Quinn, daima ilk aklıma gelen karakter oyuncuları arasındaydı. Jack Lemmon, Jean Gabin, Gert Fröbe, bence onun klasındaki diğer aktörlerdir.
Anthony Quinn’in hangi ortamda doğduğunu ve karakterini şekillendiren olaylardan bahsederken, hareketli hayatına ve önemli filmlerine de değinmek gerekiyordu. Bu e-kitapçığı, 2020 yılında başlayan pandemi sırasında tuttuğum ve Konstantiniye notları‘nda paylaştığım notlarımı genişleterek hazırladım. Ünlü aktörün çocukluğu, mesleğini keşfi, kariyerinde ona yol gösteren tesadüfler ve kişiler, onunla özdeşleşen filmlerin kısa hikayeleri, mümkün olduğunca kısa tutmaya çalıştığım bu okumalığın konusu. Aktörün en önemli filmlerinden oluşan bir listeyi de inceleyebilirsiniz.
Eylül 2023, Yeniköy Istanbul
Antonio
"Oyun kartlarını kader karıyor,
biz oynuyoruz."
Arthur Schopenhauer
Meksika’nın ABD ile komşu kuzey eyaleti Chihuahua'da göz alabildiğine uzanan aydınlık çöle gözlerini kısarak bakan herkesin, ufukta beliren büyük toz bulutlarını, Pancho Villa'nın binlerce atlıdan oluşan ordusunun hareketine yorduğu yıllardı. Göz açtırmayan kum fırtınalarına ve diğer tüm afetlere rahmet okutan Meksika devrimi, 20. Yüzyılın başında olanca hızıyla devam ediyor, ülke yanıyordu. Kır palabıyıklı despot Porfirio Diaz, yerli atalarına ihanet ettiğini bir an bile düşünemeyecek kadar iktidar zehirlenmesinden muzdarip, halkını acımadan ezerek her istediğini yaptırabileceğini sanıyordu. Onyıllardır Meksika'yı yönetirken, sadece toprak sahibi ve zenginlere yarayan vahşi bir düzen kurmuş, köylülerin ve yerlilerin topraklarına el koymuştu. Meksika'nın tamamına yakını, bir avuç toprak sahibinin mülkiyetinde, Amerikan yatırımlarına açılmıştı. Köylüleri gaddar toprak sahiplerine karşı koruyup kollayan, onlara yardım eden çete reislerinden ele avuca sığmayan Pancho Villa, 20'inci Yüzyılın ilk on yılında, Meksika'nın Robin Hood'u olarak ünlendi. Büyük toprak sahiplerine ve onların silahşörlerine karşı çok acımasızdı. At ve büyükbaş hayvan hırsızlığı yapıyor, toprak sahiplerinden çaldıklarını sınır ötesine götürüp Amerikalılara satıyordu. Pancho Villa, 1910'da başlayan Meksika devriminin önderi Francisco Madero'nun devrimci kuvvetlerine katıldı. Emiliano Zapata ile birlikte Diaz'ın ordularını yendi.
Despot Diaz ülkeyi terkedip Paris'e kaçınca, Madero 1911'de Meksika devlet başkanı ilan edildi. Devrim başarıya ulaşmış gibi görünüyordu. Sevinç heryere hakimdi. Köylüler ve yerlilerin devrimci hükümetten beklentileri çok yüksekti. Diaz'ın el koyduğu toprakların halka geri verilmesi beklenirken, savaşı kazanan devrim ordusunun silahsızlandırılması kimselerin dikkatini çekmedi. Madero, kitabını yazıp meydanlarda vaadettiği reformları uygulamadığı gibi, köylülere toprak da dağıtmadı. Daha önceki despotların yolunu izledi, haksızlığa tahammül edemeyip yeniden ayaklanan köylüleri bastırmaya kalktı. Madero, köylü isyanlarının dirilişini önlemek için Diaz'ın yeniyetmesi General Victoriano Huerta'ya geniş yetkiler verdi. Pancho Villa, yeni devlet başkanına karşı isyan bayrağını açıp köylülerin saflarına katılır katılmaz yakalandı. Meksika ordusunun yeni generali Huerta, Pancho Villa'yı hemen idam mangasının önüne dikti ama zamanın ilk sessiz kovboy filmlerinde olabilecek türden bir mucize gerçekleşti ve ölmeden önce son duasını eden halk kahramanı, devlet başkanı tarafından son anda affedildi. Madero, bir zamanlar devrim için savaşarak onu iktidar koltuğuna oturtan Pancho Villa'nın idamını değil, ömür boyu hapsini uygun görmüştü. Ama yeniden alevlenen devrim sırasında, adına şiirler yazılıp şarkılar bestelenmiş bir halk önderini hapiste tutmak kolay değildir.
Pancho Villa, aynı koğuşu paylaştığı devrimci yazar Gildardo Magaña'dan okuma-yazma öğrendi, onun savunduğu anarkosendikalizmi iyice anlayıncaya kadar hapiste kaldı. Adamlarının yardımıyla hapisten kaçışının ardından Madero'ya karşı savaşması beklenirken, sınırın öbür tarafına ABD topraklarına geçerek, yeniden devreye gireceği uygun zamanı beklemeyi tercih etti. O yıllarda Meksikalılar, Amerikalı "Gringo"lara aşinaydılar. Meksika'ya büyük yatırımlar yapan, petrol ve maden arayan, Diaz'ın açgözlü plütokrasisi ile içli dışlı ilişkiler kuran Amerikalı zengin iş adamları ülkeye yalnız gelmemişlerdi. Amerikalı patronlar, halkın "Pistolleros" adını taktığı silahşörlerini da yanlarında getirmişlerdi.
Başkan Madero 1913'de kendi seçtiği ordu komutanı Huerta'nın askeri darbesiyle koltuğundan indirilip öldürülünce, Pancho Villa birkaç adamıyla birlikte Chihuahua'ya geri döndü. O yıllarda zengin toprak sahiplerinin kiraladıkları gaddar silahşörlere ve Huerta'nın karanlık darbe hükümeti ordusuna karşı savaşan çok sayıda isyancı çete vardı. Meksika Hükümeti kuvvetleri safında yer alan Gringo'lara karşı nefret iyice artmıştı. Atlı isyancılar, Rio Grande nehrinin ötesindeki Amerikan topraklarına saldırıyor, yerleşim birimlerini yağmalayıp talan ediyorlardı. Devrimin ikinci safhasında ülke kanlı bir bataklığa dönüşmüştü.
Fotoraflarında sakin bir posta memuruna benzeyen güleç yüzlü Pancho Villa, Rus ruleti gibi ölümcül sürprizlerle dolu sert bir adamdı. Omuzunda gözyaşı döküp güzel sözler söyleyerek övdüğü birini, bir saat sonra öfkelenerek ilk telgraf direğine astırabilecek kadar değişken bir ruh haline sahipti. Pancho Villa, koyu katolik Meksikalıların adetlerine aldırmadan sürekli yeniden evleniyor, önceki karılarından daboşanmıyordu. Yirmi küsür nikahlı karısı, sayısız çocuğu vardı.
O yıllarda, toprak sahibi köylüleri ve yerlileri köleleştiren büyük toprak sahibi acımasız Terrazas ailesi, Chihuahua'nın en nefret edilen ailesiydi. Nefret öyle büyüktü ki, Terrazas'ların suratsız kiralık katillerden ve parlak mahmuzlu kibirli silahşörlerden oluşturduğu özel ordusu "Orozquistas"a karşı savaşmak için halk akın akın gelip Pancho Villa'nın ordusuna katıldı. Ordunun mevcudu önce altıbine, sonra sekizbine kadar çıktı. Meksika'da o zamana dek kurulmuş, göğü toprak sahiplerinin başına yıkmaya kararlı en büyük devrim ordusuydu bu ve ünlü devrimci Emiliano Zapata'nın komutasındaki güney kuvvetlerinden bile daha büyüktü. Pancho Villa, elde ettiği askeri başarılar sayesinde sadece paraya ve üne değil, Meksika ordusunun korkulu rüyası haline gelen ağır silahlara da kavuştu. Chihuahua'da ağızlarda kum tadı, toz toprak içinde sürekli at koşturmak yerine, eyaletin en önemli şehri Torréon'u alarak orada bir garnizon kurmaya karar verdi. Böylece Pancho Villa, düzenli ordular için gereken bir üsse, daha rahat güvenli bir hayata, belki önemli bir siyasi ve ticari merkeze sahip olacaktı.
Gerçek adıyla General Francisco Villa, 29 Eylülde Torréon'a hücum emri verdi. Şehri savunan birkaç bin kişilik hükümet ordusu, isyancıların top ateşiyle uyanınca ne yapacağını şaşırdı. İsyancılar, şehre hakim bir tepeye kurdukları topçu bataryasından, şehirdeki birliklere ölüm yağdırdılar. Şehri korumakla görevli Meksika ordusu komutanının başını saldırılarıyla öyle bir döndürdüler ki, adam saldırganları şaşırtıp ürkütmek için seçkin askerlerden oluşan beşyüz kişiyi şehirden dışarıya, Pancho Villa ordusunun üzerine göndermek gibi bir hata yaptı. Beklenen oldu ve isyancılara baskın yapmaya kalkan hükümet askerlerinin tamamı öldürüldü. Bu yenilgi, Torréon sakinleri ve şehri koruyan askerler paniklemesin diye önce gizli tutulmaya çalışıldı, ama gidenler geri dönmeyince hezimet anlaşıldı. Şehri korku sardı ve Torréon'daki Meksika ordusunun mevcudu, güneş görmüş kar gibi çabucak eridi. Askerler birer ikişer mevzilerini terkedip şehirden kaçtılar, Pancho Villa'nın maluplara nasıl kötü davrandığını iyi biliyorlardı.
Torréon'u alan General Villa, toprak sahiplerinin Orozquistas ordusu mensubu fiyakalı silahşörlerine ve kiralık katillerine acımadı, hepsini teker teker korkunç şekillerde öldürdü. Şehri alan devrim ordusunun eline bu kez hatırı sayılır miktarda silah geçmişti. Sadece tüfekler ve milyonlarca mermi değil, Pancho Villa'nın çok değer verdiği yüzlerce top mermisi, su soğutmalı makinalı tüfekler de artık devrimci kuvvetlere aitti. İsyancıların el koyduğu silahlar arasında Pancho Villa'yı en sevindireni, trene monte edilmiş "El Niño" lakaplı bir toptu. İsyan ordusunun artık bir lokomotifi ve treni vardı. Chihuahua eyaletinin stratejik öneme sahip en önemli şehri Torréon, demir yollarının buluştuğu bir kavşak, önemli bir ticaret merkezi olduğundan, devrimciler tarafından işgali çok ses getirdi. General Francisco Villa, şehrin zengin eşrafından üç milyon Peso para toplayıp ABD sınırına yakın konumdaki Huerta kuvvetlerini vurmak için çok sevdiği yeni treniyle yola çıktı. Çeşitli kovboy filmlerinden tanıdığımız bu tozlu dumanlı savaş hengamesinin, sinamanın erken döneminde seyircilere aynen yansıtıldığı ilk örnekleri, Pancho Villa'nın ordusunu ve onun savaşlarını gösteren belgesel filmlerdir. Daha birbuçuk yıl önce kurulmuş olan Amerikalı Mutual Film Corporation, 5 Ocak 1914'de devrimci general ile bir film sözleşmesi imzaladı. O günlerde, Chihuahua'da Pancho Villa'nın ordusuna yeni katılanlar arasında, onyedi yaşındaki Francesco Oaxaca da bulunuyordu. Babası irlandalı, annesi Meksikalı genç Francesco, aşık olduğu onbeş yaşındaki kızılderili Aztek kızı Manuela "Née" ile annesinin tüm itirazlarına rağmen evlenmiş ve karısıyla birlikte soluğu Pancho Villa'nın ordusunda almıştı. Francesco, toz duman içinde at kloşturan devrim ordusunun filmini çeken kocaman film kameralarını ve motor kolunu çevirerek pür dikkat çalışan Amerikalı kameramanları ilk kez o zaman gördü.Amerikalıların çektiği yüzbeş dakikalık film, aynı yılın Mayıs ayıında ABD’de, "The Life of General Villa" adıyla gösterime girdi.
Devrime bütün kalbiyle inanan, huzursuz endişeli zavallı halkın bütün dertlerinin devrimle son bulacağını düşünen uzun boylu yakışıklı Francesco, devrim ordusunun kararlı neferlerinden biri oldu. Onu bir an olsun yalnız bırakmayan ay yüzlü Manuela da "Soldadera" denen, erkek kılığındaki kızlarla birlikte savaşlara katılıyor, isyancı askerlere su ve cephane taşıyor, onların söküklerini dikiyor, yaralarını sarıyordu. Şöhretinin zirvesindeki Pancho Villa büyük devrimci halk önderi ve devrim ordusu komutanı Emiliano Zapata ile birlikte Amerikalı fotorafçılara ve kameramanlara poz verirken, savaşları da ilk gerçek savaş filmlerine konu oluyordu.
Onaltısına giren Manuela hamile kaldığını anlar anlamaz bir an bile tereddüt etmeden cepheden ayrılmak istedi, kocasıyla konuşup Pancho Villa'nın ordusunu terketti. Çocuğunu doğurmak için gidebileceği tek yer, onu sevmeyen kibirlikayınvalidesinin eviydi. Francesco'nun annesi hali vakti yerinde Meksikalı bir ailenin tek kızıydı. Babası, İrlanda'nın güneyindeki Country Cork'dan yeni kıtanın yolunu tutmuş becerikli bir İrlandalıydı. Demiryollarının "İşçi alınacaktır, ama İrlandalılar başvurmasın" ilanına aldırmadan ve nereli olduğunu kimselere söylemeden Southern Pacific Railway şirketinde çalışmaya başlamıştı. Girişkeniği sayesinde devrin en saygın mesleklerinden biri olan tren makinistliğine kadar yükselince, hali vakti yerinde orta tabakadan Sabina ile evlenmişti. Babası, şehirlilerin bilgi ve görgüsünün hakim olduğu mutlu ama kısa bir hayat sürdü, bir tren kazasında hayatını kaybetti. Francesco’yu annesi büyüttü. Manuela kayınvalidesini iyi tanıyordu. Meksikalıların Doña Sabrina diye seslendikleri bu kadın, oğlunun bir kızılderili kıza, üstelik evindeki hizmetçiye aşık olup, bir de onunla evlenmesini kabullenememiş, Manuela'yı gelini olarak benimsememişti.
Genç kadın çaresizlikle, kayınvalidesinin evine tıpkı bir zamanlar hizmetçilik yapmaya gittiği gibi çekinerek gitti, kapıyı çaldı, yaşadığı onca tehlike ve uzun yolculuğun ardından biraz güler yüz görmek, temiz bir yatağa uzanmak ona çok iyi gelebilir, nihayet rahat bir uyku uyuyabilirdi. Sabina ona gelini değil hizmetçisi gibi davrandı, horladı ve hoşuna gitmeyen ilk hareketinde onu evden kovdu. Karnı burnunda Manuela, kendini bir anda beş parasız, yersiz yurtsuz sokakta buldu. Genç kadın, çocuğunu doğurmak için eski komşularına sığınmak zorunda kaldı. Komşuları onu kabul ettiler, kalabileceği küçük bir oda verdiler. Manuela, tabanı sıkıştırılmış topraktan, küçücük bir odada, 21 Nisan 1915'de bir oğlan bebek dünyaya getirdi. Çocuğunun adını, Antonio Rodolfo Oaxaca koydu.
İç savaş tüm hızıyla sürüyordu. Toz duman, kan ve barut arasında devreye, Meksika ordusuna danışmanlık yapan birkaç Amerikalı Ranger girdi ve savaşın kaderini değiştirdi. İkişer üçer kişilik gruplar halinde gezen ve Amerikan özel kuvvetlerine mensup Ranger'lar, Avrupa'da başlayan Cihan Harbi kıyımında kullanılan yeni savaş usulleri ve taktiklerini Meksika'ya getirdiler. Hükümet kuvvetleri meydana çıkıp erkekçe savaşmak yerine köstebek gibi çukurlar kazıp içine saklanıyor, oradan makinalı tüfeklerle Pancho Villa'nın atlılarını olgun buğday başakları gibi biçiyorlardı. Üstelik cephenin etrafına çekilen dikenli teller nedeniyle, isyancıların atlarıyla siperlere yaklaşması da mümkün olmuyordu. 1915 yılı baharında, General Villa'nın ordusu, mevcudunun yarısından fazlasını kaybetti, yeniden bir çete seviyesine kadar düştü. Zorlu çatışmaları Manuela göremedi, ama aklı fikri kocasında, cepheden gelen haberlerdeydi. Siper savaşına karşı tamamen aciz kaldığını anlayan Pancho Villa çılgın bir gaddara dönüşmüştü. Eline geçen Amerikalıları derhal öldürüyor, toprak sahiplerine hizmet eden silahşörleri termit yuvalarına atıyor, Hükümet yanlılarını canlı canlı toprağa gömüyordu.
Manuela devrim ordusundan ayrıldıktan sonra isyancıların şansı tamamen tersine dönmüştü. Pancho Villa, birkaç yıl öncesine kadar ticaret yaptığı, sığındığı ve yaşadığı ABD'ye düşman kesilmişti. Ordusu her gün biraz daha küçülüyor, yırtık pırtık pis giysileri içinde artık sıradan haydutlara benziyorlardı. Manuela'nın da yaşadığı kenar mahallelere, köylere, her gün çatışma ve ölüm haberleri geliyordu. Umutsuzluk lav kıvamında bir karabasana dönüşüp yavaş yavaş heryere hakim oldu. Devrimin başarısızlığa uğradığı fikri, her an düşünülen ama asla dile getirilmeyen temel sıkıntıydı. Pancho Villa, işlerin kötüye gidişinden, Meksika ordusuna danışmanlık yapıp yardım eden Amerikalıları sorumlu tutuyordu.
Kocasından aylarca haber alamayan ve sonra kaybolduğunu öğrenen Manuela, dertli komşu kadınların yaptığını yapıp beklemekle yetinmek istemedi. Birkaç aylık oğlu Antonio'yu sırtına bağlayıp kocasını aramak için yollara düştü. Amerikan yerleşim birimlerine saldıran, tren basıp Amerikalı yolcuları öldüren ve bu yüzden Ranger'ları özellikle başına bela alan Pancho Villa'nın atlıları sürekli yer değiştirdiklerinden nerede olduklarını kimseler bilmiyordu. Tahminen Chihuahua'nın kuzeyinde, sınıra yakın geniş çölde dolaşıyorlardı. Manuela gece buz gibi soğuk, gündüz cehennem gibi sıcak çölü boydan boya yürüyerek geçti. Daha sonra oğluna anlattığına göre yediyüz mil yol yürümüştü. Günlerden bir gün, tren istasyonu olan bir şehre vardı. Manuela, Meksika ordusunun kontrolündeki şehre hiç düşünmeden girdi ve tam bir anababa yeri olan askeri tren istasyonunda beklemeye başladı. İstasyondan sayısız asker trenlere bindiriliyor, Manuela'nın gitmek istediği bölgeye, isyancıların kontrolündeki kuzeye gönderiliyordu. Genç kadın, istasyondaki tam teçhizatlı temiz ve dinlenmiş karayağız askerleri gördükçe, kocasının hayatından umudunu iyice kesti. Francesco inatçı cevval bir devrimciydi. O son isyancı kalıncaya kadar savaşır veya ölürdü, belki de çoktan ölmüştü.
Savaş koşullarında asker taşıyan bir trene çocuklu genç bir kadının alınması düşünülemezdi. Manuela üç gün üç gece istasyonda bekledi ve nihayet, kayınpederi gibi babacan bir tren makinisti, onaltı yaşındaki bu gencecik anneye ve minicik oğluna acıdı, onları lokomotifin kömür deposundaki kömürlerin arasına sakladı. Trenin her yanını sürekli kontrol eden bir çavuşa görünmeden yolculuk boyunca gizlenmeyi başardılar. Normal zamanlarda iki saat kadar süren yol, günlerce sürdü, bitmek bilmedi. Tren defalarca Pancho Villa'ya bağlı atlı isyancıların saldırısına uğradı. Manuela, askerlere görünmemek için pis ve karanlık bir kömür yığınının altında çocuğuyla birlikte günlerce saklandı. İki can, sadece geceleri biraz ışık görüyorlardı, o da lokomotifin kömür fırınının ateşiydi.
Nihayet ABD ile Meksika sınırını oluşturan Rio Grande nehrine vardılar. Manuela trenden kir pas içinde indi ve Juarez'de hiç ummadığı bir mucize yaşadı. Kocası Francesco sağ sağlim, tam karşısında duruyordu. Tesadüfen karşılaşınca, ikisi de şaşkınlık ve sevinçten ne yapacaklarını bilemediler. Francesco'nun yanında oğlunu korumak için alıcı kuş gibi ona kol kanat geren Doña Sabrina da vardı. Oğlu Francesco için her güçlüğe katlanmış, rahat hayatını ardında bırakıp gelini gibi yollara düşmüştü. Doña Sabrina, Manuela'yı kovmuş olmanın utancı ve pişmanlığı altında ezikti. Gelini ve torununu Juarez'de bulduktan sonra bir daha en zor koşullarda bile yalnız bırakmadı. Francesco son savaşlarını vermekte olan Pancho Villa'nın yanından, sadece karısı, çocuğu ve annesi için ayrılmıştı. Ailesini, sınıra her gün biraz daha yaklaşan Meksika ordusunun gazabından korumanın tek yolu, sınırın ABD tarafına geçirmekti. Francesco da öyle yaptı. ABD tarafında bir mülteci kampına sığındılar. Francesco, yanlarında fazla kalmadı. Savaş devam ediyordu ve o kahramanı General Villa'yı yüzüstü bırakacak biri değildi. Silah seslerinin Amerikan sınırına iyice yaklaştığı sınır bölgesinden ayrılmadan önce Manuela yeniden hamile kaldığını anladı ve kayınvalidesiyle birlikte güvende olacağı daha kuzeydeki Amerikan kasabası El Paso'ya doğru yola çıktılar. İkinci çocuğu, kızı Stella'yı, orada doğurdu. Hiç paraları kalmamış, sıfırı tüketmişlerdi. Manuela, yeni doğan bebeğini kundaklamak için bez bile satın alamadı.
Savaş bölgesinden uzak bir mülteci kampında, kendilerini daha güvende hissediyorlardı ama yokluk içinde yaşarken, ölümün diğer yüzlerine de şahit oldular. Açlık hiç peşlerini bırakmadı. Manuela ve Sabina, mülteci kampının teneke ve sandık tahtalarından yapılma derme çatma kulübelerinden birinde yaşayıp meyva sebze bahçelerinde gündelikçilik yaptılar. Çocukları kimseye bırakamadıklarından, çalışmaya giderken onları da yanlarında götürüyorlardı. Antonio annesine yardım ediyor, Stella kendi kendine oynuyordu. Gururlu Sabina, pislik içindeki kampta geçirdikleri zor yıllar boyunca hiç mızmızlanmadan geliniyle birlikte gece gündüz çalıştı, çocuklara baktı, yemek yaptı, Antonio'ya kibarlığı ve bir centilmen gibi davranmayı öğretti. İki kadının kazandıkları bazen boğazlarını doyurmaya bile yetmiyordu. Çocuklar, leş gibi kokan bir kanalın kenarında çamur içinde oynuyorlardı. Fakirlik ve açlıkla boğuştukları günlerde acımasız hayatın insafsız gerçeklerinden kaçıp kurtuldukları tek yer, El Paso'daki sinemaydı. Babaannesi, torunu Antonio'yu her hafta sinemaya götürüyordu.
Antonio'nun hiç kutlanmayan yaş gününe yakın günlerden birinde babası Francesco çıkageldi. Güneyin büyük devrimcisi Emiliano Zapata, kurulan bir tuzağa düşmüş, açılan ateşle kalbura dönmüştü. Büyük devrimci, hiç hak etmediği bir biçimde öldürülmüştü. İşin içinde devrimci devlet başkanı Venustiano Carrabza’nın parmağı da olduğundan, Zapata’nın öldürülmesi, birçok devrimci için hayatlarında gerçek bir dönüm noktası oldu. Zapata'nın ölümü, isyancı grupların birbirlerine düşmelerinin en acı sonucuydu. Francisco için savaş bitmiş gibiydi. Ailesine geri döndü. Bebekliğinin ardından babasını ilk kez dört yaşında sokakta oynarken gören ve bir daha o ânı asla unutmayan Antonio, bu adamdan daima çok etkilenmiştir. Her çocuk babasından etkilenir, ama Francesco'nun oğlu üzerinde uyandırdığı etki, yüce ideallere sahip olmanın doğal asaletiyle ilgiliydi.
Francisco’nun dönüşüyle, ailenin yaşadığı sevinç öyle büyüktü ki, lağım kokuları ve toz toprak içindeki mülteci kampında çiçek hastalığı başgösterip, salgın ve pislik nedeniyle tüm mülteciler gibi onlar da sokağa atıldıklarında, hiçbirinin morali bozulmadı. Beş kişi, büyük bir ağacın altına sığındılar. Bereket versin mevsimlerden yazdı ve yalnız değillerdi. Ağaçların altında yaşayan başka aileler de vardı. Mültecilerin çoğu, onlar gibi şehrin gecekondu semtlerinde ev kiralayamayacak kadar yoksuldu. Ağaç altında yaşayıp, ağaç altında uyudular. Üç ay sonra Francesco, ailesini Los Angeles'a götürmeye karar verdi. Uzun bir yolculuğun ardından, bu şehrin en fakir Meksikalı mahallesinde, dokuz yıl önce bir halk oylamasıyla Los Angeles'a bağlanmış olan Hollywood yakınındaki tek göz odadan ibaret bir eve yerleştiler. Manuela, Francesco, Sabina, Antonio ve Stella, hep birlikte yerde uyuyorlardı. Tek kelime İngilizce bilmeyen Antonio'nun Amerika’daki mucize hayatı, işte o mahallede başladı.
Los Angeles'ın Melekleri
Los Angeles'a yerleşen beş kişilik ailenin Amerikalılardan ilk öğrendiği şey, Meksikalıların "esrarkeş, pis ve tembel" oldukları önyargısıydı. 1781'de İspanya valisinin kurup, "Melekler kraliçesinin köyü" anlamında "El Puablo de la Reina de Los Angeles" gibi güzel bir adla taltif ettiği şehrin sakinlerini "Angelos" diye adlandırmak adettendi. Şehirde "Melek" sıfatını hakeden Amerikalılar da yaşıyordu elbette, onlarla da tanışacaklardı, ama Los Angeles'da Meksikalı olmak pek hafife alınabilecek bir şey değildi. Amerikalılar arasında Frank adını kullanan Francesco, Hollywood'a yakın varoşlarda edindiği tek göz evde yaşayan ailesini yabancı düşmanlığından uzak tutmakta başarılı oldu. Aynı şeyi Antonio için söylemek kolay değil. Sokakta oynarken, gazete satarken, ayakkabı boyarken sırf Meksikalı olduğundan hor görülmek, Antonio'nun iyileşmek bilmeyen yarasıydı.
Francesco ve kadınlar, Chihuahua'dan gelen haberleri merak ediyor, Meksika devriminin sönümlenişini, Pancho Villa'nın bir çiftliğe çekilerek orada yaşamını sürdürüşünü uzaktan takip ediyorlardı. Francesco'nun büyük umutlar bağladığı devrimin başarısızlığa uğraması, artık gizlenemez acı bir gerçekti. Gelen haberler kötüleştikçe, ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri Amerika'ya daha çok bağlandılar. Los Angeles'a geldikleri yıl, yaşadıkları dört duvara, iki kişilik yatak boyutlarında yeni bir oda daha ekleyen Frank, her Meksikalı göçmenin korkulu rüyası olan yabancılar dairesi memurlarına yakalanıp sınırdışı edilme tehlikesine rağmen ailesine daha iyi bir yaşam için umut aşılayan adımlar attı. Bir tarafından tren, diğer tarafından tramvay geçen evlerinde herşey gece gündüz zangır zangır sallanıp titriyor, Antonio ve kız kardeşi Stella, Meksikalıların oturduğu gecekondu mahallesinin çamur deryasında oynuyorlardı.
Hollywood, ABD'nin yeni film endüstrisi merkezi olmak yolunda hızlı adımlarla ilerlerken, şehirde aranıp da bulunamayan en gözde işlerin arasında, elbette göçmenlerin de çok merak ettiği büyülü film stüdyoları vardı. Chihuahua'da Pancho Villa'nın filmini çekip Amerikalılara oynatan Mutual Film Corporation, Francesco'nun çalışmak isteyeceği ilk işyeri olabilirdi, ama firma onlar şehre gelmeden birkaç ay önce kepenk indirmiş, Charlie Chaplin ile 1916'da dünyanın en pahalı film sözleşmesine imza atıp ona yıllık altıyüzyetmişbin Dolar ödediği yıllar geride kalmıştı. Los Angeles'da adını önceden bildiği tek firmanın yerinde yeller esiyor olmasına rağmen, kovboy filmlerinin ilk yıldızlarından Tom Mix'in baş rol oynadığı filmleri çeken Selig Polyscope stüdyolarının ahırlarında hayvanlara bekçilik yapmaya başlaması uzun sürmedi. Ailecek buna çok sevindiler. Yıllarını at tepesinde geçirmiş Meksikalı devrimci için ABD’de hiç de fena bir başlangıç sayılmazdı.
Sinema dendi mi 1960'lı yıllara kadar ilk akla gelen "kovboy filmleri" furyasının asıl başrol oyuncuları elbette atlardı. Frank, General Villa'nın filmini çeken Amerikalıları, tripod üzerinde duran ve adına kamera denen o gizemli kutunun kolunu çevirenleri merakla seyretmişti. Firmanın yardımcı kameramanlarından biri olmayı başardığı günün sevinciyle evde hayatın parladığı zamanlarda, Pancho Villa'nın kötü haberi geldi. Oaxaca ailesini Meksika'dan koparıp soğutacak ölüm haberi yenilir yutulur gibi değildi. Devrimci general, 1919'da iç savaşta yenildikten ve yanında kalan son savaşçıları, destekçileri de öldürüldükten sonra federalistlerin baskısı sonucu kefaletle serbest kalmıştı. Sade bir hayat sürdüğü çiftlikte, çalışanlara karşı çok iyi davrandığı, onların bütün çocuklarını okuttuğu, çiftliği örnek bir tarım işletmesi haline getirdiği söyleniyordu. Pancho Villa sadece üç yıl savaşsız sakin bir hayat sürebilmişti. 20 Temmuz 1923'de kendi kullandığı Dodge marka arabasıyla bir kavşakta önüne çıkarak "Viva Villa" diye bağıran birinin verdiği işaretle yedi tetikçinin çapraz ateşine hedef oldu. Dokuz domdom kurşunuyla olay yerinde hayatını kaybeden ünlü halk kahramanının arabasındaki diğer dostları, sekreteri ve asistanı da öldürüldü. Olaydan sadece bir kişi, tetikçilerden birini öldürmeyi başararak kaçıp kurtuldu. Pancho Villa'nın ölümüyle, Oaxaca ailesinin Meksika'ya geri dönüş hayalleri, bir daha hatırlanmamak üzere sona erdi. Onlar artık Amerika'da yaşamaya, Amerikalı olmaya karar vermişlerdi.
Meksikalı diye horlanmayı hayatı boyunca asla kabullenemeyen Antonio, karakterinin şekillenmesinde en önemli rolü oynayan babasını ilk kez gördüğü günü bir tür mucize gibi hatırlayacaktı. Küçük Antonio için gururlu Meksikalı sert erkek tipinin bir numaralı kahramanı Francesco, oğluna unutamadığı ilk hayat dersini veren kişiydi. Bebekliğinden beri hiç görmediği babası devrim uğruna bilinmeyen uzak yerlerde savaşırken Antonio, annesi babaannesi ve minik Stella ile El Paso'da mülteci kampında yaşıyordu. Antonio'nun günleri, annesiyle meyve bahçelerine çalışmakla, oynamakla, ve babasını beklemekle geçiyordu. Günlerce yağan yağmurun ardından nihayet güneş açmış, küçük beyaz bulutlar kuzey rüzgarının önünde ağır ağır güneye doğru ilerliyorlardı. Annesinin sıcacık kucağında uyanan Antonio, çöpten bulduğu dökme demir oyuncak lokomotifiyle dışarıya çıktı ve iyice azıp bir dereye dönüşmeye meyyal kanalın yanında, çamurun içinde oynamaya başladı. Bembeyaz bulutların aksini gördüğü su birikintilerinin kenarında trenini sürüyor, dinen yağmurun keyfini çıkarıyordu. Arkasından biri yaklaştı. Antonio çömeldiği yerden kalkmadan başını çevirdi. O anı daha sonra şöyle anlatacaktı:
"Arkama baktım, önce kocaman bir çift çizme gördüm, gözlerimi yukarıya kaldırdım, kaldırdım kaldırdım, sanki sonsuzluğa bakıyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. Silüetin yukarıdaki ucunda, yavaş yavaş geçen bulutların önünde bir yüz gördüm. İçgüdüsel olarak, onun babam olduğunu anladım. 'Selam Baba' dedim, o da bana 'Merhaba Fil' dedi."
O büyülü andan itibaren Antonio'nun hayatındaki en önemli amacı babası tarafından beğenilmek, onun dikkatini çekmek, gözüne girmek oldu. Los Angeles'da koskoca Selig stüdyolarında çalışan, atlardan ve film kameralarından iyi anlayan, kovboy filimlerinin çekildiği yerde büyük starları, kovboyları, balta sallayan kızılderilileri her gün gören adamdı babası. Ayrıca Pancho Villa'nın ölümünden sonra iyiden iyiye Amerikalı olmaya karar veren Frank'ın gıpta edilen işi sayesinde aile eskisi gibi aç ve açıkta değildi, çok daha rahat bir hayat sürüyorlardı. Amerikalı sokak çocukları tarafından Anthony diye çağrılan Antonio da ailesinin bütçesine katkıda bulunmak amacıyla sokakta gazete satıyor, ayakkabı boyuyor ve kazandığı parayı gururla annesine veriyordu.
Sokakta kendisine artık “Anthony” diye seslenilen Antonio, babasının her gün işten gelip tramvaydan indiği durağın yakınlarında ona ne kadar çalışkan olduğunu göstermek istediği günlerden birinde, gazete satan diğer çocuklarla kapıştı. Daha görünür olmak için diğer gazete satıcısı çocukların alanına girdiğini farketmeyince, "kim nerede gazete satmak hakkına sahip" tartışması bir anda kavgaya dönüştü. Antonio, karşısındaki çocuğa bir tane patlattığı sırada babası tramvaydan iniyordu. Oğlunun yüzüne bile bakmadan her zamanki vakur beyefendi tavrıyla evine doğru yürüdü. Kavgaya tutuşmak zorunda kaldığından babasını selamlayamayan Antonio, sonradan arkasından koşup bağırdığı babasının dikkatini çekemedi. Francesco onu görmemezlikten duymamazlıktan geldi, yürüyüp gitti. Babasının bu davranışıyla ne yapacağını şaşıran Antonio, büyük hayal kırıklığıyla ruh gibi eve döndü. Çeşme başında elini yüzünü yıkayıp kavganın çamurlu izlerini silerken babasının annesine söylediği sözleri duydu.
“Manuela, bugün tramvaydan indiğimde her yerde oğlumu aradım, her zaman gazete sattığı köşede yoktu. Onun yerine küçük pis bir Meksikalı gördüm. Gömleği pantolonundan çıkmış, saçları karmakarışık, yüzü gözü kir pas içindeydi. Çocuk inatla oğlum olduğunu iddia etti."
Antonio yıkılmış vaziyette süklüm püklüm odaya girince babası, tramvaydan indiğinde kendisini göremediğini nerede olduğunu sordu. Anthony, "Ama ben oradaydım" deyince babası, "Gördüğüm o küçük pis Meksikalı asla benim oğlum olamaz, benim oğlum asla pis gezmez" dedi. "Benim oğlum İrlandalı kralların, Meksikalı Aztek imparatorlarının soyundandır. Benim oğlum şimdilik gazete de satsa ayakkabı da boyasa daima soylu insanlar gibi davranır. O şimdilik zor fakir bir hayat yaşıyor, ama hep böyle devam etmeyecek. İşte bu yüzden benim oğlum daima soylu kralların duruşuna sahiptir."
Antonio, çok değer verdiği babasının bu sözlerini asla unutmadı. Bu olaydan sonra Frank bir gün eve yavru bozayı kostümüyle gelip onu oğluna giydirdiğinde, Antonio'nun babasıyla geçirdiği hayatının en mutlu günüydü. Frank'ın çalıştığı stüdyoda çekilen yeni filmde iki büyük ayının yanında bir de yavru ayının görünmesi gerekiyordu. Yavru ayı rolünü kimin üslenebileceği sorununu bir türlü çözememişlerdi. Frank'ın aklına, oğlunu oynatmak geldi, film ekibi de bu öneriyi hemen kabul etti. Antonio, sekiz yaşında stüdyoda hem de babasının kamerasının önünde rol yapacak olmanın sevinciyle yavru ayı kostümünü giydi, sevinçten taklalar attı, amuda kalktı ve bütün gece kostümü çıkarmadı. Aklı fikri oynayacağı roldeydi, kendince provalar yaptı ve nihayet yorgunluktan uyuyakaldı. El Paso'da sinemaya gittikleri günlerde babaannesi ona "Günün birinde Antonio Moreno’dan daha büyük biri olacaksın" demişti. Moreno, o devirde Meksika kökenli en ünlü Amerikan jönü, kadınların en beğendiği romantik film yıldızıydı. Sabina, "Orada zirvede olacaksın" demişti torununa.
Antonio ertesi gün uyandığında ateşler içinde yanıyordu. Hastalanmıştı. Hem annesi hem babaannesi, o haliyle sahneye çıkmasına kesinlikle karşıydılar. Bütün ağlamaları yalvarmaları boşa gitti, babası da onu desteklemedi. Francesco, oğlunun ayılardan korktuğu için hasta olduğunu sanmıştı. Bu saçma düşüncesi ile oğlunu istemeden kırdı. Antonio ayıdan değil ama, rolünü hakkıyla oynayamamaktan korkmuş olabilirdi. Çocuğu sevinçten havalara uçuran "beyaz perdede görünmek" hayali birden sona ermiş gibiydi. Bu olayın kötü anısı çabuk unutulmadı, o da zaten sinema oyuncusu olmakdeğil, dev ağaçları deviren odunculardan biri olmak hayallerine daldı.
Kader bazen inanılamayacak kadar inatçı olabiliyor, insanı başladığı zor eşiğe tekrar tekrar getirip ona yeni fırsatlar sunabiliyor. Canlandıracağı karaktere bir türlü bürünemediği zamanlarda hayatı boyunca hep böyle garip hastalıklar yaşayan Antonio, zamanın ünlüleri Louis Armstrong, Bing Crosby ve diğerlerinin taklidini yapmakta hiç zorlanmıyordu. Ama yapması gereken rolü "yapamayınca hastalanmak" gibi bir karakteristik özelliğe sahip olduğunun henüz farkında ve bilincinde değildi.
Onbir yaşındayken, babasını bir otomobil kazasında kaybedince hayatının ilk büyük şokunu yaşadı. Hiç bilmediği İngilizceyi babasının ölümünden sonra öğrenmek zorunda kaldı. Babası, Pancho Villa gibi kurşunlanarak ölmemişti elbette ama ailenin devrimcisinin bir otomobil kazasında beklenmedik ölümü, ardında kocaman bir boşluk bıraktı. O devirde günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olan benzinli otomobiller, hiç bir trafik kuralının olmadığı sokaklarda hızla gidip geliyor, bunları kullananlar, "görgüsüz yeni zenginler" sayılıyordu. Buharlı ve elektrikli otomobillerin henüz tamamen tedavülden kalkmadığı Los Angeles sokaklarının koşturmacasına Anthony de katıldı. El Paso'da yaşadıkları açlık günleri çabucak geri geldi. Babasının bir zamanlar söylediği gibi "fakirlik günleri geride kaldığında" bile açlıktan bayıldığı o yokluk günlerinin korkusu asla yakasını bırakmadı. Annesinin sırtında babasını aramaya çıktıklarında henüz bir bebek olduğu halde, birlikte yaşadıklarını annesinden dinledikten sonra karanlık ve kapalı bir yerde kalmak korkusu da ona ömrü boyunca eşlik etti, ama açlık korkusu daha beterdi.
Ailesini geçindirmek için her işi yapan, kanallarda ve mezbahada çalışan, yaş beton karan, eline geçen her fırsatı bir kaç kuruş kazanmak için kullanan Anthony, açlık sınırındaki ailesiyle sahilde midye toplayıp onlarla karnını doyurduğu günleri de yaşadı. Oniki yaşında okula başladı. Ondört yaşında bir taraftan meyva toplayıp para kazanırken, diğer tarafta okulun çeşitli projelerinde boy gösteriyordu. Okulda da Anthony diye çağrılan Antonio, merakının peşinden giderek,Meksikalıların mahallesinde İspanyolca vaaz veren "Foursquare Kilisesi" adlı evangelist Hristiyan cemaatine katıldı. Los Angeles'da yeni ortaya çıkan bu cemaatin önderi, Kanadalı Aimee Senple McPherson adlı çok sevilen bir kadındı. Aşık olduğu adamdan etkilenerek onunla birlikte Çin'e misyonerlik yapmaya gitmişti. Sevdiğini Hong Kong'da toprağa verdikten sonra hayatını Hristiyanlığa adayan McPherson, basını iyi kullanarak kısa sürede şehrin en popüler şahsiyetlerinden biri haline gelmişti. Anthony, vaazlarından çok etkilendiği McPherson'ın tertiplediği müzikli danslı ayinlerin, gösterilerin abonesi oldu, vaaz vermenin mistik hazzını, müzik ve dans yeteneğini bu cemaatin içindeykenkeşfetti. O sıralar rahip olmak istiyor, piyano, gitar, saksafon çalıyor, dans yarışmalarında kupalar kazanıyordu ve kazandığı kupaları, ödül aldığı makama satarak, parasını annesine vermeyi ihmal etmiyordu.
Anthony, okuldaki projelerden birinde mimarlığı keşfetti ve umut vaad eden bir öğrenci olarak bir de mimarlık ödülü kazanınca, mimar olmaya karar verdi. Hemen anlaşılan abartılı Meksikalı aksanına rağmen iyi İngilizce konuşuyordu, özgüveni yüksekti. Kendi çizdiği kapı gibi bir "Alışveriş Merkezi Projesi"yle, kimin kapısını çalacağını çok iyi biliyordu. Yeni yetenekleri desteklemesiyle tanınan ünlü mimar Frank Lloyd Wright'ın bürosuna gidecek, geleceğin alışveriş merkezinin insan odaklı olması gerektiğini anlatacaktı.
Wright, ABD'nin Avrupa'dan kültürel bağımsızlığını kazanması yolunda mimarinin büyük rol oynayacağını düşünen ünlü bir mimar ve yazardı. Amerika'nın özgürlükçü demokrat ruhunu yansıttığını düşünerek "Prairie Hous" diye adlandırdığı orijinal Amerikan evleri inşa etmiş, organik ev ve organik hayat anlayışını esas alan ilk mimarlardan biri olmuştu. Wright daha sonra "Usonia" diye adlandırdığı geleceğin Amerikan Vizyonu hakkında bir de manifesto yazmıştır. Daha önce İstanbul'da bulunmuş ezoterik öğretiler üstadı Georges I. Gurdjieff'in hayranlarından biri olan Wright, mimar olmak isteyen bu yeni yetme genci kabul etti. Anthony'nin elindeki yenilikçi projesi, çekinmeyen ve sözünü esirgemeyen akıllı dobra hali dikkat çekiciydi. Wright onyedi yaşındaki gencin projesini inceledi, anlattıklarını dinledi ve Anthony'ye hiç beklemediği bir soru sordu:
"Senin dilinde ne var bakalım ufaklık, neden böyle peltek konuşuyorsun?"
Meksikalı olduğunu ima edip ona üst perdeden konuşanlara tahammül edemeyen, horlanınca bütün cinleri tepesine çıkan Anthony, ne diyeceğini bilemedi. Mimarın ne demek istediğini anlamamıştı. "Yok bir şey" diye geveledi. Wright, şaşkınlıktan donup kalmış gence, "Dilin damağına yapışıkmış gibi konuşuyorsun" dedi. "Büyük bir mimar olmak için sadece iyi çizimler yapmak yetmez. Düşüncelerini ve işlerinin ardındaki felsefeyi anlatmak için iyi ve düzgün konuşabilmelisin." Wright, tesbitinden emin olmak için bazı sözcükleri telaffuz etmesini istedi ve Anthony sözcükleri hakkıyla telaffuz edemeyince, gerçek anlamda bir "dil sorunu"ndan muzdarip olduğu tanısını koydu.
Anthony, okul arkadaşları arasında sevilen bir çocuktu, o zamana kadar kimse ona dili konusunda bir imada bulunmamış, mimarın tesbitini destekleyecek bir şey söylememiş, belki de söyleyememişti, zira mimarlık meraklısı genç bir taraftan da boks bahislerine katılıp ringde rakiplerini döverek evini geçindiriyordu.
Anthony, mimarlık bürosunda yaşadığı şoku annesine, o da en yakın arkadaşı Silvia'ya anlattı. Çok iyi İngilizce konuşan Silvia, Anthony'yi alıp burun boğaz uzmanı iyi bir doktora götürdü. Adamın teşhisi, Wright'ın tesbitinden farklı değildi, gencin dilini damağına bağlayan bağlar normalden fazlaydı ve konuşmasını engellediğinden tıbbi müdahale gerekiyordu. Anthony, ameliyatın yüzelli dolara patlayacağını öğrendiğinde yıkıldı. Onun için bir servet sayılabilecek paranın yarısını temin etmesi bile mümkün değildi. Anthony'nin çok üzüldüğünü gören doktor, ille de müdahale gerekmediğini, pek ala hayatına böyle de devam edebileceğini söyleyerek onu teselli etti ve ameliyatı neden bu kadar çok istediğini sordu. Anthony, ünlü mimar Wright'ın ona söylediklerini doktora anlattı ve büyük bir mimar olmak istediğini, bunun için sadece iyi çizimlerle yetinmeyip, düzgün de konuşması gerektiğini söyledi. Doktorun Anthony'ye yaptığı teklif, hiç beklemediği türdendi.
"Ben bu ameliyatı yapayım, sen de ünlü bir mimar olup para kazanınca bana olan borcunu ödersin."
Anthony hemen bıçak altına yattı ama ameliyattan sonra ummadığı bir zorlukla karşılaştı. Dilinin damağına yapışık haline alışık genç, konuşurken dilini istediği gibi kontrol edemiyor, kısacası konuşmayı yeniden öğrenmesi gerekiyordu. Ameliyatın parasını ödeyen Wright bu konuda da yardımcı oldu. Annesinin arkadaşı Silvia yeniden devreye girerek Anthony'yi konuşma ve diksiyon dersleri alabileceği bir okula götürdü. Gittikleri kurum, Los Angeles'daki aktör ve aktrist okullarından biriydi. Anthony'nin parası daima kıt olduğundan okula yetmedi, ama pek âlâ okulun temizlik işlerini ve kapı önü korumalığını yaparak öderdi, o aynı zamanda boksör değil miydi? Artist olmak isteyenlerin sıkboğaz etmeyip çalışanları rahat bırakmaları için uzun boylu Anthony'ye ihtiyaç duyulabilirdi.
Dilini kullanmayı yeniden öğrenmek için bir süre ağzında şişe mantarıyla gezen Anthony, temizlik ve korumalık yapmak için diğer öğrencilerden daha çok zaman geçirdiği okulda, aktör ve aktrist adaylarına ders veren Slav kökenli rejisör Max Pollock'un oyunculuk derslerini izledi. Zor günlerin ardından nihayet düzgün konuşmaya başladı ve yeni okulu onu sardı, ilgi alanı mimarlıktan oyunculuğa doğru değişti. Okula film firmalarından, sahne dünyasından yapımcılar, oyuncu ajanslarının temsilcileri, birçok ilginç şahsiyet geliyordu. Anthony, yeni aktör keşfetmeye gelenlerin sık uğradığı okullardan birine düşmüştü. Bir gün Max Pollock, tek bir dersini bile kaçırmayan en sadık öğrencisi Anthony'ye tiyatroda bir rol önerdi. Baş rollerini Robert Andrevs ve Marie Tempest'in oynadığı ve 1920'lerde yüzlerce kez sahnelenen "Hay Fever"ın oyuncularından biri hastalanmıştı, hastalanan oyuncunun yerine sahneye Anthony çıkacaktı.
Anthony bu kez hastalanmadı. Rolünü tasavvur edebiliyor, nasıl oynayacağını biliyordu. Gerçi heyecandan ilk oyunda pantolonunun fermuarını açık unuttu ama rolünün üstesinden geldi. Ardından, tüm özgüveniyle kendini vererek oynadığı, Maksim Gorki tarafından yazılmış "Ayaktakımı Arasında" oyunundaki rolü geldi. Okulda Anthony'nin velisi olan Silvia, en yakın arkadaşı Manuela'nın heyecanlı oğlunu sahnede izledikten sonra, "Toni, sen galiba mesleğini buldun" dedi. O gün, sevinçten içi içine sığmayan gencin adı oyuncular listesinde da yer alıyordu: Anthony Quinn.
Aktör
Anthony Quinn, hayatı belirleyen şans faktörünü zorlamanın ancak cesaret ve çaba ile mümkün olabildiğini daha çocukken öğrenmişti. Gözüne girmek için her şeyi yaptığı, çok değer verdiği babasını kaybettikten sonra bütün ilgisini ve sevgisini annesine verdi ama onun başka bir adamla evlenmesini de asla affetmedi. Annesi nasıl olur da onun en değer verdiği insana, babasına, devrimci Francesco Oaxaca'ya ihanet edebilirdi? Küçük mucizeler, sevinçler, hayal kırıklıkları ve daimi para sıkıntısıyla yaşamaya alışmış küçük evin küçük erkeği, babasında gördüğü erkeklik tasavvuruna daima sadık kalarak sinemada bir kadını canlandırmayı hiç düşünmedi. Hiçbiriyle gerçek bir mutluluk yaşayamadığını itiraf etmiş olmasına rağmen, "kadınlar onun güneş sisteminin merkezi"ydiler. Zor hayatı, huzursuzluğu yaratıcılığa çevirmenin yollarını göstermişti. Anthony Quinn hayatın verdiği dersleri anlamasını ve kendi yaşamına uygulamasını bilen, insanlarla kolay dostluk kuran bir aktördü, birçok yıldız gibi kendi ayağına çelme takan kaprisleri yoktu. Etrafındaki insanlara kendilerini iyi hissetmelerini sağlayan yumuşak bir karaktere sahipti.
Ailesini geçindirmek için önüne çıkan her işi yaparken hayali, ille de sinema değildi, ama babaannesinin El Paso'daki sinemada dilediği gibi zirvedekilerden biri olmak ve zirvede kalmaktı. Bir söyleşisinde, "Mutlaka çok tanınmış biri olmayı kafama koymuştum" demişti. “Bunun için her şeyi yapmaya hazırdım.” O “her şey” arasında “gerekirse bir makinalı tüfekle insanları taramak” bile vardı. Anthony Quinn'i 1936'da keşfeden Universal stüdyolarının ucuz filmler rejisörü Lew Landers'in aklından bu hevesli ve yetenekli genç adama gerçek bir rol vermek gibi bir düşünce geçmemişti. Landers, tiyatro sahnesinde gördüğü 21 yaşındaki genç adamı figürandan hallice, repliği olmayan basit bir rolde oynatmak istiyordu. Quinn çekimin yapılacağı gün film stüdyosuna palas pandıras sıradan bir kazakla gidince, rol icabı giymesi gereken takım elbisesinin nerede olduğunu sordular. Oyuncuların elbiselerini yanında getirmeleri gerektiği saçmalığı, böyle ikinci sınıf filmler için normal sayılıyordu. Rol için uzun boylu, geniş omuzlu Anthony Quinn'e uygun bir elbise bulunamayınca kamaraman çekimi yapamayacağını söyledi. Genç adam üzgün ve çaresiz, stüdyoyu terkederken rejisöre rastladı. Landers, "Sizin bu filmde mutlaka görünmenizi istiyorum" dedi ve onu filmde başka bir rolde oynattı.
"Parole!" filmindeki kırkbeş saniyelik rolü için Anthony Quinn'e yetmişbeş Dolar ödediler. Aktörün sinemadan kazandığı ilk para, fena halde parasızlıktan muzdarip biri için hiç yoktan iyiydi. Quinn o kısacık rolüyle, bir sinema eleştirmeninin dikkatini çekmeyi başarınca geleceği için çok umutlandı. Variety dergisinde yazan eleştirmen, "Genç adamın adını bilmiyoruz, sadece güldü. Ama bu yüzü yeniden göreceğimize inanıyorum" diye yazmıştı. Dergideki iyi eleştiri ona iki filmde daha, replikleri olmayan roller getirdi, Quinn'in adı filmlerin oyuncular listesinde yer almadı. İlk sessiz rollerinin ardından yeniden işsiz ve beş parasız kaldı. Hiç bir film yapımcısının Anthony Quinn'i sinemada oynatmayı düşünmediği bu dönemde arkadaşı Bert ile trenlerde kaçak seyahat ederek filmlere taş çıkartan bir Texas yolculuğu yaptılar. Neresi olduğuna bakmadan indikleri yerde karşılarına çıkan ilk çiftlikte çalışmaya başladılar. Çiftliğin sahibesi orta yaşlı bir kadın, genç oyuncuyla birkaç hafta süren hızlı bir aşk macerası yaşadı. Orayı terketmek istediklerinde, olayın kahramanı kadın, Anthony Quinn'e en acıtan yanından saldırdı. "Bir Meksikalı'ya asla güvenmemeliydim" dedi, üstelik bununla yetinmeyip gençleri yerel güvenlik birimlerine şikayet etti, polis tarafından gözaltına alınmalarını sağladı. İki kafadar, hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle pis bir köy hapisanesine tıkıldılar. Birkaç gün sonra kadın imana gelip şikayetini geri aldı, gençlerin serbest bırakılmalarını sağladı. Olay bu kadarla kalsaydı iyiydi. Meksikalı nefretinin ateşi, bölgedeki çiftlikleri çabucak sardı. Quinn ve arkadaşı, yabancı düşmanı öfkeli çiftçilerin elinden zor kurtuldular, çareyi Texas'dan Meksika'ya kaçmakta buldular.
Hiç ummadığı bir biçimde kendini Meksika'nın kuzeyinde bulan Genç aktör yeniden Antonio Oaxaca'lığa geri dönerek otostopla Kaliforniya yarımadasının kuzeyindeki son Meksika limanı Ensenada'ya ulaştı. Yaşadıklarından çok etkilenen ve anılarında da ayrıntılarıyla bahseden Quinn, Los Angeles'a doğru demir alan gemilerden birine binmek için limanda dil döküp insaflı bir denizci ararken, arkadaşı "Şuraya bak" diyerek eline bir gazete tutuşturdu. Los Angeles'da yayınlanıp onlar gibi Meksika'ya sızmış günlük gazetede, zamanın en ünlü rejisörlerinden Cecil B. DeMille'in "The Plainsman" adıyla çektiği kovboy filminde oynatmak için çok sayıda kızılderili aradığı ve gerçek kızılderili bulmakta zorlandığı yazıyordu. Anthony Quinn, Los Angeles'a yaptığı maceralı bir yolculuğun sonunda doğrudan film setine gidip, kuyrukta bekleyenleri geçti ve kapıdaki görevliye, "Mr. DeMille beni bekliyor" dedi. Kızılderili olup olmadığı sorulduğunda, İngilizce bilmiyormuş gibi yapıp, filmdeki kızılderili kabilesinin adını söylemekle yetindi. "Cheyenne."
Quinn, gazetede okuduklarından ve duyduklarından anladığı kadarıyla hayatının ilk önemli rolünü oynayacaktı. Rolü, yerlilerden oluşan büyük bir kalabalığın önünde konuşma yapmasını da içeriyordu. Sessiz görüntüden ibaret rollerinin ardından ilk kez bangır bangır bağıracak olması, bu rolü almak için genç aktöre her yalanı söyletebilecek cazibeye sahipti. Filmin baş rollerinde, vahşi batının efsanevi silahşörü James Butler Hickok'u oynayan ünlü aktör Gary Cooper ve kadın kovboy Calamity Jane rolünde Jean Arthur vardı.
The Plainsman'ı çekerken ellibeş yaşında olan ufak tefek rejisör Cecil B. DeMille, Hollywood'un ilk kuşak rejisörlerinden, sessiz sinemanın kısa filmlerinin yerini birbuçuk-iki saatlik uzun filmlerin almasını sağlayan tarihi kişiliklerdendi. DeMille, Hollywood'da büyük saygı görüyor, film ve sinema branşında çalışanlar ona adeta tapıyordu. Kült rejisör, korkulan ve çekinilen biriydi. Pahalıya mal olan anıtsal filmler çekmeyi takıntı haline getirdiğinden ve kuruluşunda önemli rol oynadığı Paramount firmasının bütçesini fazla zorladığından 1925'de firmayı terketmek zorunda kalmış, ancak yedi yıl sonra geri dönmüştü. Paramount'da bir dediği iki edilmiyordu. DeMille dünyanın hâlâ en çok seyredilen birkaç filminden biri olan "The Ten Commandments" (On Emir) filminin ilk versiyonunu 1923'de, ikinci versiyonunu 1956'da çekti. Charles Heston'ın Hz. Musa'yı oynadığı filmde Firavun Ramses'i Yul Brynner oynuyordu ve bu film için saçlarını kökünden kazıtan Brynner, beyaz perdede bir daha saçlarıyla görünmeyecekti.
1936'da hayatının rolü olacağını düşünerek büyük hevesle apar topar yedi numaralı stüdyoya gelen Anthony Quinn, önemsiz basit bir kızılderili rolü oynayacağını anladığında büyük bir hayal kırıklığına kapıldı. Sadece kasıklarını ve kalçasını örten bez parçasıyla kamera karşısına çıktığında, Rejisör DeMille'in buyurgan ses tonu hiç hoşuna gitmedi. Rolü gereği atıyla bir kamp ateşin yanına gelecek, atından inecek, etrafında kimsenin görünmediği ateşin yanında duracaktı. Genç Anthony Quinn kendine söyleneni yapmayıp, ateşten uzaklaştı ve bir ağacın arkasına saklandı. Sahne tekrarlandı, yeniden tekrarlandı, genç aktör her seferinde aynı hatayı yapıyordu. DeMille fena halde sinirlendi. Onu yatıştırmaya çalışan set personeli, "Daha genç, bilmiyor. Bir kere daha çekelim" dese de kimseyi dinlemeyip, "Burada rejisör benim, ben nasıl istersem öyle oynayacak" diye kestirip attı. "Şunun parasını verip defedin, bir daha da yüzünü görmek istemiyorum" diye bağırıyordu.
“Bir dakika Mr. DeMille."
Rejisör büyük bir şaşkınlıkla arkasında duran ve son derece basit rolünü bir türlü oynayamayan kızılderiliye döndü.
“Ah demek İngilizce de biliyordunuz."
“Evet biliyorum. Tamam, beni kovdunuz, bir daha yüzümü bile görmek istemiyorsunuz, hepsi kabulüm. Ama ben ne bir aptalım, ne de sersem bir kızılderili. Rolümü nasıl oynamam gerektiğini biliyorum. Ben bir aktörüm, çok sayıda tiyatro oyununda oynadım. Burada sizin boktan elli Dolarınızı almak için de bulunmuyorum, o parayı alıp bir tarafınıza sokabilirsiniz. Sizin beğenmediğiniz bir iş için para istemiyorum."
İkiyüze yakın çalışanın görev yaptığı film seti buz kesti. DeMille'e hepsi saygı duymakla birlikte onu seven bir tek kişi bile yoktu, genç aktörün rejisöre söylediklerine de kimse içerlememişti, ama sözünü esirgemeyen cesur hali herkesi şaşırtmıştı. Onca kalabalık çalışandan tek ses çıkmadı, sinek uçsa duyulacak kıvamda bir sessizlik herkesi bulunduğu yere mıhlamıştı.
"Buradan gitmeden önce birşey söylemek istiyorum" dedi kızılderili. "Bence bu sahneyi yanlış kurgulamışsınız."
Sinema tanrısı DeMill, karşısında duran yirmibir yaşındaki gencin "o parayı bir tarafınıza sokun" derken, nasıl sokulacağını gösteren el hareketine değil, "yanlış kurgulamışsınız" sözlerine çok kızdı.
"Nasıl yani? Yanlış mı kurgulamışım?" diye bas bas bağırdı.
"Evet yanlış kurgulamışsınız. Bu kamp ateşini kim yakmış?"
DeMille, "Gary Cooper yakmış" dedi.
"Yani bir beyaz yakmış öyle değil mi? Eğer kızılderililerin yaktığı türden bir kamp ateşi olsaydı orada durup dikilirdim. Ama ben nasıl bir kızılderiliyim ki, beyazların yaktığı bir kamp ateşinin yanında, hem de etrafta kimsenin görünmediği, muhtemelen biryerlerde saklanıp beni gözetlediği bir yerde açık hedef gibi durayım? Orada kendimi keklik gibi avlatmamak için ateşin yanında durmam, gider bir ağacın arkasına saklanırım. Bu mantıklı değil mi?"
Yedinci Stüdyonun çalışanları, adını bilmedikleri genç aktörün DeMille tarafından nasıl yok edildiğini izlemeye hazırlanırken, arkalardan bir yerden, çekimi seyreden baş rol oyuncusu Gary Cooper'ın berrak sesi duyuldu.
"Gencin hakkı var Cecil."
Bu sesi sadece stüdyodakiler değil, bütün Amerika tanıyordu. DeMille bir an durdu ve Anthony Quinn'e "Tamam, ağacın arkasına saklanabilirsiniz" dedi.
Oynadığı her karaktere rejisörlerin öngörmediği yeni ve bilinmeyen boyutlar eklemekte usta Quinn'in kendine has bu özelliğinin ortaya çıktığı ilk film, "The Plainsman" oldu. Genç aktör film sayesinde gerçekten ünlü oldu, ama sinema seyircisinin gözünde değil, film setlerinde çalışanların, diğer rejisörlerin ve oyuncuların gözünde. Cecil B. DeMille'e kafa tutup da hayatta kalabilen, hem de Paramount stüdyosuyla sözleşme imzalaması istenen tek sinema oyuncusu Anthony Quinn'di ve adı da "DeMille'e kafa tutan çocuk" oluvermişti. Film branşının profesyonelleri arasında, DeMille'e sahne değiştirten genç olarak ünlendi.
Anthony Quinn bu olaydan bir süre sonra Paramount stüdyolarının bürosuna sözleşme imzalamak için giderken çok sevinçliydi. Personel müdürünün önünde ne akla hizmet ettiğini kendisinin de bilmediği ani bir karar verdi ve "haftalık yüzelli Dolarlık anlaşma" teklifini "Bir düşüneyim" diyerek geri çevirdi. Halbuki beş parasızdı ve hayatta en çok korktuğu açlığın eşiğindeydi. Kendine öfkelenmiş halde stüdyodan çıkarken Carole Lombard'ı gördü. İri gözlü güzel yıldız hemen dikkatini çekti ve gülerek ona yaklaştı. Dobralığıyla ünlü Lombard, "DeMille'in kıçını yalamayı reddeden şu genç sen misin?" diye sordu. Anthony Quinn güzel aktriste, stüdyonun kendisiyle haftalığı yüzelli dolarlık bir anlaşma imzalamak istediğini anlatınca Lombard patladı.
"Onlar o paralarını da kıçlarına soksunlar. Ben yeni bir filmde oynayacağım, gel seni de filme alalım, haftalığı ikiyüz Dolar."
Carole Lombard, hemen orada en yakın telefondan yeni filmin rejisörünü arayarak Anthony Quinn'i filme aldırmakla kalmadı, Hollywood'un en dişli ve tanınmış aktör ajanlarından Charles Feldman'ın temsil ettiği oyuncular listesine kabul edilmesini de sağladı. Feldman, Lombard'ı da temsil ediyordu. Quinn'in cebinde tek kuruşu olmadığından, hemen on haftalık başka bir film sözleşmesi ayarlandı ve Quinn derhal sete gitti. "Waikiki Wedding", aktörün haftalığı ikiyüz Dolara on haftalığına anlaşma imzaladığı ilk filmdi. Ama Feldman'ın risk alarak yirmibir yaşındaki aktör için ayarladığı ilk sahici rol, Carole Lombard'ın baş rol oynadığı "Souls at Sea" filminin kötü adam rolüydü ve haftalık ücreti de ikibin Dolardı. Sevinçten havalara uçan genç aktör, bu filmle birlikte açlık ve parasızlık tehlikesinden ilelebet kurtuldu ama açlık korkusu ona hayatı boyunca eşlik edecekti.
Anthony Quinn, aklının mantığının değil yüreğinin ve içgüdülerinin sesini dinlemeyi tercih eden bir sanatçıydı ve bundan hiç pişmanlık duymadı. Onbir yaşında yaptığı bir heykelle ödül kazanan, ünlü mimar Wright'ın yanında daha onsekizini doldurmadan mimarlık öğrenen ve zamanın skandallar kraliçesi ünlü aktrist Mae West'in başrol oynadığı oyunla sahneye adım atan Quinn'in önünü açan sivri dilli diğer melek, hiç kuşkusuz Carole Lombard'dır. Film çevrelerinin dobralığından çekindiği aktrist, aynı kalibredeki doğrucu Davut Anthony Quinn'e çok yardım etti. Cecil B. DeMille'e itiraz ettiği set, genç aktörün sadece sanat hayatının ilk önemli dönüm noktası olmakla kalmadı, ilk eşini de orada tanıdı ve DeMille'in evlatlık kızı Katherine DeMille ile 1937 sonbaharında evlendi. Quinn, 1940'da Amerikan vatandaşı oldu. Bir yıl sonra DeMille'in evinde aile içinde eğlenirlerken iki yaşındaki ilk oğlu Christopher kendi başına komşunun bahçesine geçerek oradaki havuzda boğuldu. Bu felaket, babasının ölümünden sonra Anthony Quinn'in yaşadığı ve üstesinden hiç gelemediği en büyük acıydı. Çiftin dört çocuğu daha oldu, ama DeMille'in gözünde "çocuğuyla ilgilenmeyen baba" imajı silinmedi. Büyük rejisör Quinn'i damadı olarak bir türlü benimseyemedi, o da DeMille'in damadı olarak anılmamak için elinden geleni yaptı.
Yazılmamış kurallara göre Latin Amerika ve Afrika kökenlilere başrol verilmeyen Hollywood'da "kötü adam"lık Anthony Quinn'in üzerine uzunca bir süre yapışmış gibiydi. Quinn, mutlaka başrol oyuncusu olmak istiyordu. Bunun için bir fırsat da yakaladı, hem de eşi Katherine DeMille ile 1947'de "Black Gold" filminde ilk kez başrol oynadı. Gerçek olaylara dayanan bu pahalı filmde, at yetiştiren ve arazisinde petrol bulan modern bir yerliyi canlandırıyordu. Ardından gene yan rol teklifleri geldi. Kötü adam rolleri oynamaktan bıkmıştı. Sinemadan tiyatroya hızlı bir geçiş yaptı. Finanse edilmesine katkıda bulunduğu "The Gentleman from Athens" oyununda, aslında Oscar ödülüne aday gösterilmiş ünlü oyuncu John Garfield için yazılmış rolü üslendi. Garfield büyük kızını kaybettiğinden beri kendine gelememiş, karısıyla arası bozuk, kişisel sorunlarında boğulmanın eşiğindeydi. Onun için yazılmış rolü üslenen Quinn 1947'de Brodway'de sahneye çıktı, çabucak eleştirmenlerin ve seyircilerin dikkatini çekti. Eleştirmenler onun cazibesini Huphrey Bogart'la kıyaslayıp Bogart'da olmayan komedyenlik yanını övdüler. Bir yıl sonra Anthony Quinn'in yolu, sinemanın iki devi Elia Kazan ve Marlon Brando ile kesişti. Henüz bir tiyatro oyunu olan "A Streetcar Named Desire"da başrol oynayan Brando izinliydi, rolünü Anthony Quinn üstlenebilir miydi? Elia Kazan ciddiydi. Quinn, Brando'nun rolüyle turneye çıktı. 1949'da Brando yeniden izin yapmak istediğinde rolü yeniden oynadı. Eleştirmenler onun oyunculuğunu Marlon Brando'nun oyunculuğuyla eşdeğer buldular.
Quinn 1950'ye kadar tiyatrolarda sahneye çıkarak büyük başarı kazandı. Hollywood onunla pek ilgilenmediği halde tiyatroda geçirdiği yılların pişmanlığıyla sinemaya geri döndü. Onun yeri sinemaydı, tiyatro değil. Bunu farkettiğinde, yüzü unutulmuş, kazancı da mesleğe ilk başladığı yıllar seviyesine düşümüştü. Yok pahasına da olsa hiç zorlanmadan, Meksikalı bir matadoru oynadı. Elia Kazan ona "Viva Zapata" filminde, Emiliano Zapata'nın kardeşi Eufemio rolünü önerdiğinde hemen kabul etti. Filmden neredeyse hiç para kazanmayacaktı. Ölünceye kadar her gün dua ettiği babasının hatırına, onun devrimi ve Meksika'sı için, artık "nasıl oynamayı düşünüyorsa öyle" oynayacaktı. Quinn ilk ve tek kez Marlon Brando ile aynı filmde oynadı, rolü küçüktü ama Brando'nun başrolünü yeniden üstlenmek umudundan da vazgeçmedi. Bunu Brando'ya şaka yollu söyleyince, komik bir teklif aldı. "Kim daha uzun işerse, rolü kapar." Çekimler sırasında bir ara sahiden de yan yana işediler, Anthony Quinn kaybetti, ama bu filmin aldığı tek Oscar ödülünü Anthony Quinn kazandı. Eleştirmenler, "A Streetcar Named Desire" oyununun iki başrol oyuncusunu unutmamışlardı. "Viva Zapata"nın senaryosunu, kitaplarıyla Amerikan edebiyatının devlerinden biri sayılan John Steinbeck yazdı. Devrimciler ve Solcuların severek okuduğu Steinbeck ve rejisör Elia Kazan, gerçekçi bir film yaparken devrimci romantizmini de beyazperdeye yansıtmayı başardılar.
Anthony Quinn, 1953 Oscar ödülleri törenine katılmamıştı, ödülün onun gibi bir Meksikalı'ya verileceğine hiç inanmıyordu. Abartılı dramatik sahneleriyle pek dikkat çekmeyecek kovboy filmi "Blowing Wild"de, başrol oyuncusu Gary Cooper'ın petrolden zengin olmuş Meksikalı arkadaşını oynuyordu. Birlikte yaşayıp şahit oldukları onca olay ve birlikte yer aldıkları filmlerden sonra iki iyi dost olmuşlardı. 19 Mart gecesi, Meksika'da kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde yoğun film çekimlerinden yorgun, Kaldıkları pansiyondan bir şişe viski ile çıkmış, gözlerden ırak doğada hem demleniyor hem de yıldızları seyrediyorlardı. Amerikan şehirlerindeki kadar yoğun elektrik ışığı tacizine maruz kalmayan yıldızlar, göğü yekpare bir mücevhere dönüştürmüşlerdi. Otel, adını bildikleri her yere uzak olduğundan televizyon çekmiyordu, Oscar töreni meraklısı da değillerdi zaten. Komilerden biri nefes nefese gelip, "Mr. Quinn, size telefon var" dediğinde, akıllarına Oscar ödülü değil, oynadıkları filmle ilgili konular geldi.
Anthony Quinn, "Viva Zapata" filmindeki rolüyle yardımcı oyuncu Oscar'ını almıştı, onun için büyük sürprizdi, Gary Cooper da en iyi oyuncu Oscar'ına layık görülmüştü. İki dost otelde kocaman bir şişe şampanya patlatıp hemen oracıkta içtiler. Oscar töreninin diğer sürprizi, Cecil B. DeMille'in "The Greatest Show on Earth" adlı filmi oldu. DeMille'in sirkte çekilmiş yapıtı, en iyi film ve en orijinal hikaye dallarında iki Oscar kazandı ve DeMille'in pahalı detay zenginliği sayesinde sinema tarihine, "bilinen en büyük sirk filmi" olarak geçti. Gecenin kadını Katherine idi. Babası ve kocasının Oscar alması, onu da basının ilgi odağı haline getirmişti.
Anthony Quinn, mutlaka başrol oynamak inadından vazgeçmedi. Oscar ödülü ile büyük ün kazanmış olmasına rağmen, gelen teklifler gene aynı kötü adam rolleriydi. Yan rol tekliflerini duymaya bile tahammül edemeyecek kıvama geldiğinde Amerika'yı terkedip Avrupa'ya sığındı. O yıllarda Avrupa'da kimsenin tanımadığı bir yüz olmasına rağmen bir yıl içinde beş film çevirdi. İtalya'dayken Federico Fellini'nin "Roma città aperta" filmini seyretti. İş hayatına gazeteci ve karikatürist olarak başlayan Fellini, birçok filmin hazırlık aşamasına katılmış bir sanatçı olarak 1946'da senaryosuna katkıda bulunduğu filmle Oscar'a aday gösterilmişti. Gazeteciliği bıraktıktan sonra 1950'ye kadar 19 filme senaryo yazarak ünlenmişti. Etrafında rejisörler, film yapımcıları ve oyunculardan oluşan bir ilişkiler ağı kuran Fellini, ilk filminden itibaren ilişkilerinden en iyi şekilde yararlanmayı bilmişti.
Quinn, Fellini'nin sadece senaryosunun bir kısmını yazdığı o filmi seyrettiği dönemde, Fellini’nin hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği "Vitelloni" filmi vizyondaydı ve Venedik'de Gümüş Aslan ödülü kazanmıştı. Anthony Quinn, Fellini'nin "La Strada" filmindeki "Büyük Zampano" rolünü, senaryoyu okuduktan sonra hemen kabul etti. Sokaklarda yaptığı gösterilerle para kazanmaya çalışan, çok zor bir hayat süren iri yarı kötü bir adamdı Zampano. Bu rolde kendi ailesinin Meksika'daki zor hayatını ve babasının ölümünden sonra ailesini geçindirmek için her işi yaptığı günlerin ruhunu hisseden Quinn, rolü kabul etmişti. Fellini ona para verebilecek durumda olmadığından, sembolik bir ücretle neredeyse bedavaya oynadı. Zampano'nun yanındaki köle kızı oynayan, Fellini'nin eşi Giulietta Masina ile birlikte bir sinema destanı ürettiler. Film, mümkün olan en küçük bütçeyle çekilmesine rağmen sinemanın klasiklerinden biri olmayı başardı. Başroldeki kötü adam Anthony Quinn, filmin sonunda sarsıla sarsıla ağlarken ve kendini midye gibi kuma gömmeye çalışırken, oynadığı rolün derin elemini hissettiğini, onyıllar sonra yazdığı anılarında anlatacaktı. "La Strada", önce Venedik film festivalinde İtalya'dan, yıllar içinde Japonya'dan ABD'ye kadar çeşitli ülkelerden sayısız ödül aldı ve nihayet 1957'de en iyi yabancı film Oscar'ının sahibi oldu. Quinn bu filmle, Avrupa'da en çok tanınan Amerikalı oyuncular arasına girdi. Bu film, aynı zamanda bir hatasının da adıdır. "La Strada"nın senaryosunu çok beğenen, çok iyi bir performans sergileyen ve hissederek oynayan aktör, kendi iç sesini değil menajerinin sözünü dinleyip filmin tutmayacağı ihtimaline göre davranarak filmin gelirinden alacağı yüzde 25 hissesini birkaç bin Dolara başkasına devretti. Ama film milyonlarca Dolar kazandı ve bugün hâlâ seyrediliyor.
Büyük başarısının ardından Quinn, İtalya'da Sophia Loren ile ünlü Attila filmi "Attila Flagello di Dio"yu çevirdi ve Amerika'ya döndü. Yeniden yan roller belasıyla boğuştu. 1956'da Kirk Duglas ile birlikte oynadığı "Just for Life, Vincent van Gogh" filminde ressam Van Gogh'un çağdaşı Paul Gauguin rolü ile ikinci Oscar'ını aldı, gene yardımcı oyuncu Oscar'ıydı. Anthony Quinn filmde sadece beş dakika görünüyordu ve tarihte bu kadar kısa bir rol için verilen ilk Oscar ödülüydü.
Anthony Quinn İtalya'da "La Strada" filminde başroldeki kötüyü canlandırdığı gibi "Notre-Dame de Paris" filminde de Notre-Dame'ın kamburu Quasimodo başrolündeydi. Çirkin başrol, bu kez Paris'de karşısına çıktı. Quinn, Victor Hugo'nun ölümsüz romanının beyaz perdeye aktarılmasında en önemli rolü oynadı ve Film boyunca sırtında taşıdığı on kiloluk kamburuyla hafızalara kazındı.
Yunanlı
Oğlunu göz göre göre kaybettiği günün bitmeyen karabasanında yaşarken, bir taraftan da bir türlü baş rolde oynamaya layık görülmemenin sessiz isyanı katmerlenip tüm benliğini esir aldı. Anthony Quinn, hayata ve kaderine duyduğu öfkeyi kendisine yöneltti. Oğlunun ölümünden sonra artık aynalara bakamıyor, yüzüne tahammül edemiyordu. Nihayet canına tak etti ve yüzündek kurtulmaya, bıçak altına yatıp başka bir yüz edinmeye karar verdi.
Bir söyleşisinde, "Biliyorum yüzüm çirkin" demişti. "Ben fakir biriyken, insanlar çirkin olduğumu sık sık söylerlerdi. Söyleyen erkekse sadece güler geçerdim veya suratının ortasına bir tane çakardım. Söyleyen kadınsa, içim acırdı içim. Fakirlik, insanı sertleştirmiyor, sadece daha duyarlı ve daha duygusal biri yapıyor."
Ameliyatı için danıştığı plastik cerrah Anthony Quinn'e bakmış ve yüzünden artık nefret eden aktöre aynen şunu söylemişti:
"Siz ameliyatı unutun. Yüzünüz bence böyle kalsın. Sizin öyle bir yüzünüz var ki, doğanın görüntüsünü andırıyor. Uğrunda mücadele edilip sevilmiş ve ölünmüş bir manzaranın resmi o."
Anthony Quinn ameliyattan vaz geçti, ama sinemayı da bıraktı. 1947'de tiyatroya döndüğünde İkinci Dünya Savaşı ardından dünya yeniden şekilleniyordu. Kapalı gişe oynadığı "The Gentleman from Athens" komedisiyle sahnede ilk kez Yunanistan’ın cazibesiyle tanışıyordu. O yıllarda Amerikan sineması dünyanın tartışmasız bir numarası olmuştu. Aşırı duygusal bir aktör ve gerçek bir entelektüel olan Anthony Quinn için de Amerikan çağı başlamıştı. Savaşın neden olduğu benzersiz yıkımın karanlık gölgesinde kalan Avrupa sineması, yarışa önde başlayan Amerikan sinemasının önlenemez yükselişiyle rekabet edecek durumda değildi. Avrupa sineması yavaş yavaş kendine gelirken Quinn, aynada görmeye dayanamadığı yüzüyle barışacak, baş rol oynamak fırsatını nihayet bulacaktı. İtalyan sinemasının yeni devi Federico Fellini ile çalışırken, onu dünyanın en ünlü karakter oyuncularından biri yapacak Yunanlılar henüz ortada yoktu. Avrupa kültürünün kökenlerinden bahsederken daima övgü ve gururla anılan kadim Helen kültürü, savaşta büyük bir yıkıma uğramış fakir Yunanistan tarafından temsil ediliyordu. Avrupa'nın taşrası sayılan Yunanistan'ın sineması pek bilinmiyor, açıkcası pek ciddiye de alınmıyordu. Anthony Quinn'e hayatının rolünü getiren "Alexis Zorbas" romanının yazarı Nikos Kazancakis, tüyleri diken diken eden muhteşem hikayesine rağmen, 1954'de Fransa'daki enternasyonal kitap sergisine katılıncaya kadar Avrupa'da kimsenin tanımadığı bir romancıydı.
Quinn 1957'de Fransa'da çevirdiği "Notre-Dame de Paris" (Notre-Dame'ın Kamburu) filminde Victor Hugo'nun ölümsüz romanındaki kambur zangoç Quasimodo'yu oynarken, gene o anlaşılmaz gizemli hastalıklarından birinin pençesine düştü. Güzel bir çingene kızına aşık hilkat garibesi kambur Quasimodo'yu hissederek oynamaya baş koymuştu, ama bunu nasıl yapacaktı? Çirkinleşmesi için yüzüne ağır bir makyaj yapılacak, sırtına ağır bir kambur eklenecek, dilini de çirkin bedenine uygun ölçekte deforme etmesi gerekecekti. Rolünü nasıl oynayacağını düşünmekten, uykuları kaçıyordu. Gemiyle Amerika'dan Avrupa'ya doğru yola çıktığında inanılmaz bir şey oldu ve yediği balık alerji yapınca yüzü tanınmayacak ölçülerde şişti, oynayacağı Quasimodo'nun yüzü gibi olağanüstü ölçülerde çirkinleşti. Durumu o kadar vahimdi ki, o haliyle kimseler tarafından görünmemesi için gemiden alınıp apar topar gizlice bir çatı dairesine götürüldü. Avrupa'nın birçok ünlü doktoru, basından köşe bucak saklanan ünlü hastalarının anlaşılmaz derdine derman aradı ama yüzündeki acaip şişliği iyileştirip, aktörü normal haline döndüremedi. Anthony Quinn, Venedikli karnaval hayaletleri gibi, çatı dairesinde yüzünü gizleyen ipek bir maskeyle dolaşıyor, doktorlar dışında kimseyle görüşmüyordu. Sonunda çaresiz kalan film yapımcıları, Quasimodo rolünde onun yerine başka bir aktörü oynatmaya karar vermek üzereyken, filmin unutulmaz başrol oyuncusu Gina Lollobrigida imdada yetişti. Ünlü aktrist, filmde Quasimodo rolündeki Anthony Quinn'den başkasıyla oynamayı kararlılıkle reddetti.
Gina Lollobrigida'nın ısrarı kuşkusuz önemliydi, etkili de oldu, ama Quinn'in filme dönmesi için bundan çok daha fazlasına, bir mucizeye ihtiyaç vardı. O mucize, aktöre "Paris'de ne aradığını" soran bir doktorun ikna edici sözleri sayesinde yaşandı. Anthony Quinn doktora, "Paris'e, canavar görünümlü bir zangocu canlandırmak için geldiğini" anlattı. Doktor aktöre, "Şimdi o canavarın kendini nasıl hissettiğini gayet iyi biliyorsunuz. O halde yüzünüzü güzelce yıkayın, bir iki güne kalmaz iyileşirsiniz" dedi ve sözlerinde haklı çıktı. Quinn'in psikolojisini çözmüş görünen tecrübeli doktorun dediği gibi aktör hemen iyileşti, çekimler başladı.
Korkunç görünümüne rağmen pırıl pırıl kocaman bir kalbe sahip olduğunu kanıtlayan zangoç rolü, Anthony Quinn'in klasına uygundu. Herkesin itip kaktığı, küçümseyip aşağıladığı bir insanın ruh yüceliğini kanıtlaması, aktörü sarıp sarmalayan ve kendi hayat hikayesinden tanıdığı hikayelerdendi. Film büyük bir başarı kazandı. Quasimodo rolünün ardından İtalya'da bir çok filmde çeşitli karakterleri canlandıran Anthony Quinn, artık sanatının zirvesindeydi ve nihayet başrol teklifleri alıyor ve o rolleri hakkıyla oynuyordu.
Etrafındaki insanları rahat ettiren, setteki diğer oyunculara huzur veren, onların kendilerini yenileyip bilinmedik güzel yanlarını ortaya çıkarmalarına yardım edip destekleyen özelliği, mutlaka hissediliyordu. Quinn, yarattığı hoş atmosferde diğer oyuncuların bahar çiçekleri gibi açılıp kendilerini göstermelerine yardımcı oluyordu. 1947'de çekilmiş bir İtalyan filminin yeni tekrarı niteliğindeki "Wild is the Wind"de Anna Magnani ile harikalar yarattı ve Magnani, filmin 1957'de çekilen yeni versiyonundaki performansıyla, bir yıl sonra Berlin'de Gümüş Ayı' ödülünün sahibi oldu. Anthony Quinn ve filmin müziğini yapan Rus asıllı besteci Dimitri Tiomkin, Oscar'a aday gösterildiler. Başarılı rejisör Georg Cukor'un çektiği filmde, ölen karısı yerine onun İtalya'dan gelen kızkardeşiyle evlenmeyi planlayan çiftlik sahibi bir Amerikalının, özgüveni yüksek İtalyan kadını karşısında şaşalaması anlatılıyordu. Quinn, aynı dönemde Sophia Loren ile oynadığı "The Black Orchid"de de muhteşemdi. Film, Sophia Loren'e Venedik'de en iyi kadın oyuncu ödülünü getirdi.
Avrupa'da tanınan Anthony Quinn, günümüzde de en iyi Western filmlerinden biri sayılan "Lost Train from Gun Hill"de yeniden Kirk Duglas ile kamera karşısındaydı. 1959'da çekilen filmde, kasaba şerifinin kızılderili eşini öldürenler arasında yer alan oğlunu korumak için sonuna kadar mücadele eden zengin bir çiftlik sahibini oynuyordu. Quinn eleştirmenler tarafından bu filmden sonra gene çok övüldü. Artık, başrol teklifi olması koşuluyla her rolü kabul eder görünüyordu. 1960'da bir Eskimo'yu, bir yıl sonra da tarihi bir filmde Hz. İsa yerine serbest bırakılan kaba saba isyancı "Barrabas"ı oynadı. Film setinde kostüm asistanı genç kadına aşık oldu. İtalyan Yolanda Adolori aktörden hamile kaldı. Anthony Quinn, aktrist eşi Katherine DeMille'e hiç aldırmayıp, aynı yıl doğan oğlunu nüfusuna geçirdi ve basının önünde onu kabul etti. "Kim ne derse desin o benim oğlum, benim adımı taşıyacak" diyerek kalpleri fethetti, tavrı kuşkusuz takdire şayandı, ama herkes aynı fikirde değildi. Karısıyla arasında uzun sürecek yıpratıcı bir mücadele, hatta bir tür sinir savaşı başladı. Anthony Quinn'in, 1962'de çevrilen ve daha sonra yedi Oscar ödülü kazanan "Lawrence of Arabia" filminde, Barrabas gibi gene kaba saba birini, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklerin elindeki liman şehri Akaba'ya denizden değil de hiç beklenmedik şekilde çölden saldıran, Türkleri arkasından vuran Arap ordusunda savaşan şeyh Auda Abu-Tayi'yi canlandırıyordu. Anthony Quinn bu filmlerle sinema seyircisinin aklından artık çıkmayacak bir aktöre dönüşürken, bir taraftan da karısının yürüttüğü sinir savaşının yıpratıcı etkisinden kurtulmaya çalışıyordu.
Hepsi birbirinden ilginç, keskin kontürlere ve derin çizgilere sahip farklı rollerde oynarken, birçok kadınla ilişkisi, beş kadından onüç çocuğu oldu. İlk beş çocuğu Katherine'dendi ve ayrılığı derin ve zorunlu bir sızıya dönüştüren de çocuklarına olan büyük sevgisi ve onların annelerine karşı sarsılmaz derin saygısıydı. Katherine'den ayrılmanın zorluğuyla başa çıkmaya çalışırken, hayatına giren başka kadınları ve onlardan doğan çocuklarını basından ve hayranlarından gizlemedi, hepsine sahip çıktı. Oynadığı filmlerin çekim aşamasında İtalya, Fransa, Ürdün, İspanya, Fas'a yolculuklar yaparken, bir taraftan da eşi Katherine ile mücadelesini sürdürüyordu. Kayınpederi, sinemanın tanrılarından sayılan Cecil B. DeMill'in hastalığı nedeniyle yarım bırakmak zorunda kaldığı son filmi "The Buccaneer"i, yönetmen koltuğuna oturarak Anthony Quinn tamamladı. Kariyerindeki tek rejisörlük denemesinde başarılı oldu ve bu yaşlı ve hasta devin kalbini kazandı. DeMille 1959'da hayata gözlerini yumduktan sonra Anthony Quinn de Katherine DeMill'den olaylı bir şekilde boşandı ama beş çocuğunun annesinden asla kopmadı. İlk eşi ile dost olmanın, eş olmaktan çok daha güzel bir şey olduğunu daha sonra gazetecilere verdiği mülakatlarında ve anılarında anlatacaktı.
Anthony Quinn 1961'de "The Guns of Navarone" filminin çekimi için Yunanistan'a geldiğinde, hayatında yeni bir dönemin başladığından habersizdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan'da Alman kuvvetleri tarafından çevrilmiş bir bölgede mahsur kalmış bir ingiliz birliğini kurtarmak için gönderilen Britanya savaş gemileri, Almanların çok stratejik bir yere yerleştirdikleri uzun namlulu devasa toplara hedef olmaktadır. Birleşik Krallık Deniz kuvvetlerinin gemileri, mahsur kalmış askerlere, topların menziline girmeden yaklaşamamaktadır. Altı kişilik özel bir tim, topların üslendiği mağraya gizlice sızarak onları imha etmekle görevlendirilir. Ünlü Bestseller yazarı Alistair MacLean'in bir romanından uyarlanan filmde, zamanın starları Gregory Peck, David Niven ve daha sonra Anthony Quinn ile yeniden aynı filmde oynayacak Yunanlı aktrist Irene Papas rol almaktaydı. Quinn bu filmde Yunanistan dışında yaşamış bir Yunanlıyı canlandırıyordu. Filmin sonunda timden hayatta kalan herkes evine dönerken Quinn, rolü gereği Irene Papas ile Yunanistan'da kalıyordu. Beğenilen ve günümüzde bile seyredilmeye devam edilen bu filmin ardından gerçekte de öyle oldu. Anthony Quinn uzunca bir süre tam bir örnek Yunanlı prototipi sayılan Alexis Zorbas rolü ile sinema tarihine geçti ve Yunanlı sanılacak kadar bu güzel ülke ve insanlarıyla özdeşleştirildi.
1962'de sinemaya arkasını dönüp yeniden Brodway'de sahneye çıkmaya başladığında, ona sahnedeki ilk günlerini hatırlatan tiyatro atmosferine ihtiyacı vardı. Karısıyla yaşadığı mücadele sürecinde nefes alabileceği tek yer tiyatroydu. Quinn, boşanma sürecinde aldığı derin duygusal yaraları ve kırık kalbini tiyatronun yardımıyla iyileştirmeye çalışırken, kariyeri boyunca edindiği tüm maddi varlığını yitirmenin de eşiğindeydi. Katherine onun her şeyini almakla yetinmiyor, mahkemeden aktörün psikolojik tedavi görmesini de talep ediyordu. Kıbrıs asıllı Yunanlı Rum rejisör Michael Cacoyannis, işte o en zor günlerden birinde çıkageldi. Önce, Quinn ile sadece tanışmak istedi. Derdi başından aşmış Anthony Quinn'in gözü kimseleri görmüyordu. Cacoyannis ona, 1957'de Nobel ödülünü bir oyla kaybeden ve aynı yıl vefat eden dev yazar Nikos Kazancakis'in roman kahramanı Alexis Zorbas'dan bahsetti. O zor günlerinde Quinn'in ilacı, ancak Zorbas gibi bir karakter olabilirdi. Rum yönetmen, yıllardır çekilmek istenen, bir türlü çekilemeyen, hiç bir ünlü oyuncunun oynamaya yanaşmadığı Alexis Zorbas rolünü mutlaka Anthony Quinn'in oynamasını istiyordu. Kader, Gordion'un kör düğümünün tek bir darbeyle çözüldüğü türden bir mucize anına yoğunlaşmış, zaman nefesini tutmuştu. Quinn romanı, yeni doğmuş bir çocuğun ilk nefesi gibi bir solukta okuyup nihayet sakinleşti. Hayatındaki o ânı, "Zorba, komutayı ele geçirmişti" diye ifade eder. Anthony Quinn artık Alexis Zorbas'tı, Meksika'dan Los Angeles'a kaçar-göçerliklerinden beri, hatta kendini bildi bileli, kaba saba da olsa açık net, mert ve korkusuz, hayatı dolu dolu yaşayan karakterleri oynamayı severdi, bu rol tam da onun için yazılmış gibiydi.
Anthony Quinn, romanın film haklarını Paris'de satın alabilmesi için Cacoyannis'e yardımcı oldu, ama bu destansı Yunan hikayesine Hollywood'da herkes kuşkuyla yaklaşacaktı. Filmin ucu ucuna yeten kıt bütçesi, çekimler başladığında yapımcılar tarafından dörtyüz bin Dolar'a kadar düşürülüp sabitlendi. Amerikan sinemasının büyük firmalarından United Artists, filmin iş yapıp para kazanacağına inanmıyordu. Quinn'in hatırına tahammül sınırları dahilinde var olabilecek bir seyirlik düşünülüyordu ve filmin çekilebilmesi için gereken minimum bütçenin bu miktarın iki katı kadar olması gerektiği de kimseyi ilgilendirmiyordu. Para o kadar az o kadar yetersizdi ki, filmin bütçesi ancak Anthony Quinn'in desteğiyle, giderlerin bir kısmını üslenmesiyle denkleştirilebildi. Yapımcı firma, Zorbas başrolünü reddeden ünlü aktör Burt Lancaster'la benzer fikirlerdeydi, bu film tutmazdı. Anglosakson bir entelektüel ile kaba saba şark kurnazı neşeli bir Yunanlının dostluğunu anlatan, içinde doğru dürüst aşk hikayesi bile bulunmayan bir filmin başarı kazanması düşünülemezdi. Sinemaya, Anthony Quinn'i görmek amacıyla gidenler olacaktı elbette, ama işte hepsi o kadardı. Filmi Ticari kaygılarla mümkün olan en ucuz fiyata kapatmak istiyorlardı.
Parasızlık nedeniyle film projesi yatmak üzereyken Quinn, yapımcı firmayla yeniden konuştu ve derisi kalın asık suratlı adamları, yeniden ikna etmek zorunda kaldı. Filmin finansman sorunu, çekimlerin son gününe kadar başlarına bela oldu. Sette para, sürekli gündemdeydi ve parasızlık yüzünden çekimler sürekli aksıyor, erteleniyor, çalışmalara günler hatta haftalar süren aralar veriliyordu. Aksamalar o hale gelmişti ki, Anthony Quinn bir taraftan da "La fabuleuse Aventure de Marco Polo" adlı Fransız-Yugoslav ortak yapımı filminde Kubilay Kağan'ı canlandırıyordu. Alexis Zorbas filmi, yoklukların zorlukların içinden büyük özveri ve fedakarlıklar sonucu doğan tam bir yüksek sanat ürünüydü. Tüm güçlükler adım adım, hatta yerlerde dirsekler üzerinde zorlukla ilerlenerek aşıldığında, filmi çekilme aşamasında küçümseyen herkes şaşkınlıktan donakalmış, bu mütevazi ihtişam karşısında büyülenmişti. Aklından çok sezgilerine ve duygularına kulak veren Zorbas, bir anda bütün Dünyayı avucunun içine aldı. Anthony Quinn'in canlandırdığı Zorbas'ın büyük yaşam sevinci, felaketleri bile dans ederek karşılayan kalenderliği ve aklıyla hareket eden entelektüelin Zorbas'dan yaşamayı öğrendiği sahneler, dünyada yeni bir Yunanistan sevgisi ve Yunan sempatisi uyandırdı. Zorbas, Yunanlıların da olmayı istediği harika Yunanlının prototipiydi.
Nikos Kazancakis, Zorbas'la tanışmış, onunla Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı olayları romanında anlatmıştı. Yazardan onüç yıl daha yaşlı Georgios Zorbas'ı, sadece ön adını değiştirerek otuz yıl sonra 1946'da bir roman kahramanına dönüştürmüştü. Romanda ve daha sonra çekilen filmde gerçek bir hikayenin anlatılmış olması, onu daha da çekici kılıyordu. Kazancakis, Yunanistan'da bağımsız bir keşişler cumhuriyeti olarak yönetilen Aynoroz'da tanıştığı Zorbas ile 1915'de bir kömür madeni işletmek amacıyla Pelopones'deki Mani yarımadasına gelmişti. Kazancakis, 1920'lerin başında Anadolu'da Türk-Yunan savaşı sürerken, Zorbas ile birlikte Kafkasya'ya giderek, oradaki Pontus Rumlarını vatanlarına dönmeleri için ikna etmeye çalışmıştı. Önem verdiği bu konudan romanında da bahseder. Kafkasya dönüşü Sırbistan'a giden gerçek Zorbas, orada bir Sırp kadınıyla tanışıp evlenmiştir. Yazarla dostluğunu mektuplar üzerinden son nefesine kadar sürdüren Georgios Zorbas'ın mezarı, bugünkü Makedonya'nın başkenti Üsküp yakınlarındadır.
Nikos Kazancakis, yaşadığı olayın romanda geçeceği yer olarak Girit'i seçmiş, Alexis Zorbas romanını da Atina'nın güneybatısında, şehre yirmibeş kilometre mesafedeki, birkaç bin nüfuslu küçük Egina adasındaki evinde tamamlamıştı. Kazancakis, bu adada diğer önemli eserlerini de yazmış veya tamamlamıştır. Orada yazdığı "Yeniden Çarmıha gerilen İsa" romanı Papa tarafından yasak kitaplar listesine konulunca, Yunanistan'da muhafazakar Ortodoksların hışmına uğradı. Kazancakis'i dünya önce yasaklanan kitabıyla tanıdı. Daha sonra 1946'da son halini verdiği Alexis Zorbas romanının altmış farklı dile çevrilip milyonlarca insan tarafından okunduğunu malesef göremedi. 1953'de kan kanserine yakalanan Kazancakis, Dünya Barış Konseyi tarafından 1956'da Barış Ödülü'yle taltif edildi. Kazancakis son yolculuğunu Çin'e yaptı ve oradan döndükten sonra hayata veda etti. Yazdıkları nedeniyle Ortodoks kilisesinin mezarlıklarına bile kabul edilmeyen yazar, Girit'in başşehri Heraklion'daki (Kandiye) eski Venedik şehir duvarı dibinde bir kale kalıntısına defnedildi. Nikos Kazancakis'in mezar taşında, Zorbas'tan öğrendiği şu sözler yazılıdır:
"Hiç bir şey beklemiyorum, hiç bir şeyden de korkmuyorum. Ben özgürüm."
Alexis Zorbas, Anthony Quinn'in hayatının rolüydü ve bu gerçeği filmi ilk kez seyrettiğinde hemen anlayıp yazıya döken eleştirmen sayısı da az değildir. Sayısız övgü ve ödüle rağmen film, filmden çok daha fazlasıydı. Michael Cacoyannis'in filmi, çekingen bir entelektüel ile hayat dolu bir Yunanlının sıradışı dostluğunu anlatırken seyircisine, yerel halkın adetlerini, batıl inançlarını, tutkularını ve sahici çılgınlıklarını da gösteriyordu . Köylülerin arkaik yaşam biçimleri, davranışları ve fotojenik yüzleri, seyirciyi kavrıyor ve onların gözünde organik bir gerçeklik duygusu yaratmayı başarıyordu. Cocoyannis büyük bir ustalıkla demlediği hikayenin geçtiği mekanları ve insanları, dünyaya büyük bir ustalıkla sundu.
Alexis Zorbas 1965'de yedi dalda Oscar'a aday gösterildi, üç dalda Oscar ödülü kazandı. Başroldaki performansı nedeniyle Anthony Quinn en iyi oyuncu dalında aday gösterilmişti ama ödül, Audrey Hepburn ile "My Fair Lady" filminin baş rolünü oynayan Rex Harrison'a verildi. Alexis Zorbas filminin en güzel sürprizi, köye ait olmayan eski hayat kadını Madame Hortense'i canlandıran Rus sanatçı Lila Kedrova'nın en yi yardımcı oyuncu dalında Oscar ödülü alması oldu. Yıllar içinde aldığı sayısız ödüle rağmen Alexis Zorbas filminin ödül almayan iki oyuncusu büyük ün kazandı. Bunlardan ilki, elbette ömrü boyunca bu filmle anılacak olan Anthony Quinn'di. Filmle ünlenen ikinci sanatçı, Yunan müziğini bu filmle dünyanın dört bir yanına ulaştıran ve sevilmesini sağlayan Mikis Theodorakis'dir.
Çekimler sırasında Quinn'in ayağı kırıldı. Büyük acılara katlanarak rolüne devam ederken, acısını dindirmek için rolünde bazı değişiklikler yapıldı. Filmin en sonunda görülen, ama Yunanların bilmediği dansın bu bağlamda zorunluluktan doğduğu anlaşılıyor. Aktör, bir ayağını diğerinin yanına çekerek yaptığı bu dansı kendisinin icad ettiğini söylese de, çekimler sırasında setteki Yunanlıların bu şekilde dans edebileceğini önermiş olmaları ihtimal dahilinde. İyice basitleştirilmiş ve acı içinde rolünü oynarken aktörün işini kolaylaştırmayı amaçlayan "Zorbas Sirtakisi", böyle icad edildi ve bütün dünyada benimsendi.
Anthony Quinn anılarında, bu dansı ilk kez sergilediğinde Cocoyannis'in, "Bu da ne böyle?" diye bağırdığını yazıyor. Quinn, "Neresi yanlış ki?" diye karşılık verince rejisör, "Çok güzel de, bu hangi dans?" diye sormuş, o da "Sirtaki" demiş. Dansın bizzat Theodorakis tarafından icad edilmiş olması ihtimali de var.
Müzik, deniz, Yunan adaları ve Zorbas gibi bir arkadaş, filmin bütün dünyada seyredildiği yıllarda Yunanistan'a akan özellikle Avrupalı turistlerin hayallerini süsledi. Quinn film tamamlandıktan sonra Yunanistan'ı terkederken bagajlarını Amerikaya gönderilmek üzere Yunanistan'da bırakmıştı. Yunan gümrüğü, bavullardan çıkan çok sayıda tarihi esere el koydu. Anthony Quinn bu tatsız olaya rağmen, ülkenin en sevilen artistlerinden biri sayılmayı sürdürdü. Filmin ardından yeni sevgilisi Yolanda Addolori ikinci oğullarını dünyaya getirdi. Quinn, Katherine DeMille'den 1965'in ilk günlerinde boşanıp Addolori ile evlendi, bir yıl sonra üçüncü oğlu doğdu. Orson Welles, temposunu bozmadan rolden role geçerken hayatla adeta dans eden Anthony Quinn'i kısaca "One man Tango" (tek kişilik tango) diye nitelemiştir. Anthony Quinn, 1980'lerde yazıp yayımladığı ikinci biyografi kitabına, bu adı verdi.
Aktör, unutulmaz Alexis Zorbas filminden sonra daima filmdeki rolüyle anıldığı ilk yıllarda, pek ilgi çekmeyen başarısız filmlerde oynadı. Yeniden bir Yunanlıyı canlandırması için fazla zaman geçmesi gerekmedi. 1968'de John Fowles'in bir romanından uyarlanan "The Magus" filminde, Zorbas'ın tersi karakterde, Yunan adalarından birinde yaşayan olağanüstü güçlere sahip bir entelektüeli canlandırdı. Ününün zirvesindeki Quinn'e güvenilerek filme büyük yatırım yapıldı ama ilgi, beklenenin çok altında kaldı.
Aynı yıl aktörün karşısına tarihî bir rol çıktı. Gerçeklerle alakasız kurgu filmde, Sovyetler Birliğinde uzunca süre hapiste kalmış bir papazın Vatikan'da oy birliğiyle Papa seçilmesinin hikayesi anlatılıyordu. O dönemde doğu blokundan birinin Papa seçilmesi düşünülemezdi. 1978'de Papa seçilen ve 26 yıldan fazla Vatikan'ın kutsal tahtında oturan Polonya kökenli II. Ioannes Paulus'un Sosyalist Polonya'sı da, Anthony Quinn de böyle bir fikre henüz hazır değillerdi. Buna rağmen, Doğu Bloku kökenli bir Papayı oynamak fikri çok ilginçti ve böyle cazip bir teklifi reddedilmesi pek mümkün değildi. Anthony Quinn, nasıl oynayacağını bilemediği rollerden önce hep yaşadığı gibi gene hastalandı ve psişik bozukluk tanısıyla üç hafta sanatoryumda kaldı. Anılarında, yaşadığı krizi bir soruyla aştığını anlatır.
"Kutsal biri nasıl oynanır ki?"
Anthony Quinn bu soruyu, filmin rejisörü Michael Anderson'a sordu. Rejisör de ona, "Sorunun yanıtı çok basit Tony" dedi. "Kutsal kişi, sadece Tanrı'yla yarışır, etrafındaki diğer insanlarla değil." Bu sözlerin ardından aktör, mistik bir yücelik hissi, kudsiyet karşısında derin bir alçakgönüllülük ve bu duyguları yaşamış olmanın gururunu hissetti. Bir karakteri oynamayı asla "onu taklit etmek" şeklinde anlamayan, oynadığı kişiyle özdeşleşmeye çalışan ve adeta oynadığı kişiye dönüşen Quinn, örneği olmayan kurgu bir Papa'yı kendi koyduğu özellikleriyle canlandırdı ve daha sonra bu rolle mistik bir tatmin duygusu yaşadığını anlattı. Morris L. West'in bir romanından uyarlanan filmde büyük aktör Sir Laurence Olivier de oynadığı rolün hakkını vermiş, Quinn ile birlikte sinema tarihine geçen bir iş çıkarmıştı. Film, haddinden fazla eleştiri aldı. Dünya, böyle bir olaya hiç hazır görünmüyordu. Filmin tam bir zarar hikayesine dönüşmesini, iki büyük aktörün sergilediği iyi oyunculuklar önledi.
Ardından 1969'da, Quinn'in neredeyse Alexis Zorbas rolüyle eş değerde yüksek performans sergilediği "Bombolini" rolü geldi. Nedense pek bilinmeyen, Amerikalı rejisör Stanley Kramer'in çektiği film, Musolini'nin öldürülüp sevgilisiyle beraber ayaklarından asılması ertesinde, Alman yenilgisinin kesinleşmekte olduğu 1945 yılında yaşanmış bir hikayeyi anlatmaktadır. İtalya'dan kuzeye, Almanya'ya doğru çekilmekte olan Alman birlikleri, kaliteli şaraplarıyla ünlü küçük bir İtalyan kasabasını işgal ederler. Almanlar, kasabanın tek gelir kaynağı olan şaraba el koymayı planlamaktadırlar ama Mussolini düşmanlığı nedeniyle kasabanın doğal önderi haline gelen şarap tüccarı Italo Bombolini Almanlardan önce davranarak bir milyon şişe şarabı kasabalıların yardımıyla eski Romalılardan kalma gizli bir yeraltı mahzenine saklar. Bombolini, Almanları kuşkulandırmamak için şarabın küçük bir bölümünü, işgalcilerin bulabileceği şekilde istifletir. Umduklarından çok daha az miktarda şarap şişesi bulan Almanlar kuşkulanırlar. SS Birlikleri kasabanın her yerinde dolu şarap şişeleri arar ama bulamazlar. Filmin sonunda Bombolini'nin kafasına bir silah doğrultan ve Alman aktör Hardy Krüger tarafından başarıyla canlandırılan Alman subayı, şarabı nereye sakladıklarını söylemedikleri takdirde Bombolini'yi öldüreceğini açıklar, buna rağmen bir tek kasabalı bile ağızını açıp şarabın saklandığı yeri söylemez. Bombolini, eli boş Almanya'ya dönmeye hazırlanan işgal birliğinin tehditkar komutanına bir tek şişe şarap hediye eder ve "Bir milyondan bir şişe eksilse ne olur ki" gibi de bir espri yapar. Almanlar kasabayı terkedip gittikten sonra kasabalılar da şarabı kurtarmış olmanın sevinciyle şarkılar söyleyip dans ederek eğlenirler.
Bu akıllı komedi filminin Anthony Quinn'den sonraki ikinci sürprizi, kuşkusuz Anna Magnani'ydi. Bombolini'nin karısını oynayan İtalyan aktristin malesef İngilizceye çevrilmiş olan İtalyanca söylenmeleri ve bakışları, 1970'de "en iyi kadın komedi oyuncusu" dalında Golden Globe'a aday gösterilmesini sağladı. Anthony Quinn de, "en iyi erkek komedi oyuncusu" dalında adaydı. Quinn bu filmde, kasabanın şarabını kurtarmak için her türlü aşağılanmaya göğüs geren, gereğinde şaklabanlık yaparak Almanlara zararsız biri gibi görünmeye çalışan İtalyan tüccarı oynarken, tehlikeli durumları komediyle birleştirmesindeki ustalığıyla dikkat çekti. Filmdeki hoşluklardan biri de, Musolini'nin duvara yazılmış "Yüz yıl koyun gibi yaşamaktansa bir yıl aslan gibi yaşamak evladır" sözünün Bombolini tarafından düzeltilmiş hâliydi: "En iyisi yüz yıl yaşamak."
Aktör aynı yıl çevirdiği ikinci filmde, Chicago'da çöpçatanlık firması işletip insanları evlendiren bir Yunanlı'yı oynuyordu, gene Yunanlı olmuştu ve filmin diğer başrolünü, Alexis Zorbas'da köyün dul kadınını oynayan Irene Papas üslenmişti. Bombolini rolünde, daha sonra çöpçatanı oynarken ve bir yıl sonra Ingrid Bergman ile "A Walk in the Spring Rain" filminde oynarken Anthony Quinn, hep Alexis Zorbas'a benzer. Bu filmler, aktörün Zorbas'la nasıl bütünleştiğini gösteren birer belgedir aynı zamanda. Quinn'in 1971'de Televizyona dönüşüyle birlikte aktörün rolleri de çeşitlendi. Zorbas'dan uzaklaşarak Roma imparatoru, italyan filmlerinde de kovboy oldu.
Oynadığı ikinci sınıf filmlerin asıl amacı para kazanmaktı ve oyuncular listesinin hangi sırasında olursa olsun, en çok kazanan aktör daima Anthony Quinn'di. Büyük yatırımlar yapılan, beklentileri yüksek filmlerinden başka biri, Hz. Muhammed'in hayatını beyaz perdeye yansıtmak iddiasına sahip "Mohammad - The Messenger of God" filmiydi. Mustafa Akkad'ın 1976'da İngilizce ve Arapça çektiği filmde İslam dininin ortaya çıkış dönemi, Bedir ve Uhud savaşları anlatılır. Türkiye'de de büyük ilgi gören ve İslami geleneğe uygun olarak peygamberin gösterilmediği filmin finansmanını çok sayıda Arap ülkesi üslenmişti. Uzun savaş sahnelerinin yeraldığı filmin başrolü, önce Ömer Şerif'e teklif edildi. Mısır'da İskenderiye'de dünyaya gelmiş katolik aktör "Lawrence of Arabia" filminde Anthony Quinn ile birlikte oynamıştı ve böyle önemli bir rolü reddetmesi inanılır gibi değildi. Quinn, Ömer Şerif'in filmde neden yeralmak istemediğini sonradan anladı, çünkü film ulemanın tartışmaları, itirazları, Arap ülkelerinin filme çeşitli nedenlerle karışmaları yüzünden bir türlü bitmek bilmiyordu. Ayrıca bazı islam alimleri, Hz. Muhammed'in amcası Hamza rolünün bir Hristiyan tarafından oynanmasına kesinlikle karşıydılar. Kahire'deki El Ezher üniversitesinin İslam alimleri filmin senaryosuna "olur" verdiği halde, Suudlar itiraz ettiler. Onsekiz milyon Dolar harcandığı halde, filmin bazı Arap ülkelerinde vizyona girmeyeceği bile gündeme geldi. Bu arada Anthony Quinn'e filmde oynamaması için yüzbinlerce Dolar teklif edenler oldu. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen film nihayet tamamlandığında Arap dünyasının ilk anıt filmi hazırdı. Türkiye'de 1978'de vizyona giren filmin müziğini besteleyen Maurice Jarre aynı yıl Oscar ödülüne aday gösterildi.
Anthony Quinn, 1978'de yeniden Yunanlı olmaya hazırdı. Ama Alexis Zorbas rolüyle bütün Yunanlıların kalplerini fetheden aktör, bu kez hiç de hoş karşılanmadı. "The Greek Tycoon", ülkenin en zengin adamlarından armatör Onasis'in hayatından bir kesit üzerine yoğunlaşıyordu. Quinn'in baş rolü oynayacak olması ve film, hiç beklenmedik ölçüde büyük tepki aldı. Filmi çekmekten elbette vaz geçilmedi, Quinn de böyle tepkilere pabuç bırakacak, başkalarının fikrine uyup yolunu değiştirecek biri olmadığını bu vesileyle yeniden gösterdi. Tepkileri yumuşatmak adına, Anthony Quinn'in canlandırdığı Yunanlı armatörün adını "Tomasis" diye değiştirdiler. Tepkiler devam etti. Ülkenin en zengin adamı Aristoteles Onasis, özel adası, renkli yaşamı kadar, bir suikaste kurban giden ABD Başkanı John F. Kennedy'nin eşi Jacqueline Kennedy ile evlenmesiyle de ünlüydü. Ne Amerikalıların ne de Yunanlıların haz ettiği bu garip evlilik öyküsü, filmde etraflıca ele alınıyordu. Filmdeki adı Cassidy diye değiştirilen Jacqueline Kennedy'nin filmde canlandırılacağı duyulur duyulmaz Amerika'dan itiraz sesleri yükseldi. Hayata veda eden Onasis'in işlerini devralıp yürüten kızı Christina Onasis de filmin çekilmesine Jacqueline Kennedy kadar karşıydı. Filmin çekimine başlandığı tarihten üç yıl önce kırık bir kalple ölen Onasis, Kennedy ile evliliğini "hayatının hatası" olarak nitelemiş ve boşanırken eski eşine milyonlarca Dolar ödemişti.
Film henüz bir fikir aşamasındayken, Onasis'in kızı ve boşandığı eşi Jacqueline'in, "herşey doğru yansıtılırsa film çekilebilir" gibi bir yaklaşım sergiledikleri ama sonradan kararlarını değiştirdikleri söyleniyordu. Christine Onasis, bir adım daha ileri giderek filmin yasaklanması için dava açtı, babasının özel hayatının beyaz perdede gösterilmesini istemiyordu. Yunanistan'ın en zengin ailesi, filmin çekilmemesi için elinden geleni yaptı. Filmde Jacqueline Bisset ile birlikte oynayan Quinn, Alexis Zorbas ile nasıl büyük bir sevgi seli yaşadıysa, bu filmle o kadar büyük bir red ve protesto dalgasının hedefi oldu. Beyaz perdenin Alexis Zorbas'ı, Yunanlılar üzerindeki o büyük etkisini önemli ölçüde yitirmiş görünüyordu.
Anthony Quinn, Alexis Zorbas rolünün ardından Yunanistan'ın şeref vatandaşı ilan edilmiş, hatta Rodos'da kendisine sembolik bir fiyat karşılığında yüzlerce dönümlük bir arazi verilmişti. Yunan hükümeti, Onasis rolünden sonra bütün bunları unutarak, aslında milyonlarca Dolar eden bu araziyi aktörden geri istedi. Yunanlılar ve Amerikalılarla yaşadığı garip kriz dönemi sürerken Anthony Quinn, İtalyan işgalcilere karşı savaşan Libyalı isyancı Ömer Muhtar'ı oynuyordu. Elli milyon Dolara mal olan film, aktörün son büyük rolü, son büyük filmiydi.
Yunanlılarla yaşadığı Onasis krizine rağmen Alexis Zorbas Anthony Quinn'de yaşamaya devam etti. Aktör, onunla özdeşleşen bu rolü 1983'de tiyatroya taşıdı, Alexis Zorbas müzikali ile ABD'de yeniden büyük bir başarı kazandı. Turnelerde oyun kapalı gişe oynuyor, o da çocukluğunda büyük keyif aldığı resim sanatına, heykeltraşlığa dönmenin sevincini yaşıyordu. 1980'li yıllarda biz dizi tablo ve abstrakt heykel yaptı. Kadınları betimlediği onlarca heykeli, yüksek fiyatlardan alıcı buluyordu. Bir taraftan sahnede Zorbas'ı oynuyor, bir taraftan da sergilerinde satılan resim ve heykellerinden milyonlarca Dolar kazanıyordu. 1988'de Onasis'i, televizyon için çekilen bir filmde yeniden canlandırdı. Televizyon filminin konusu bu kez Amerikalıları kızdırmadı, çünkü Onasis'in ünlü soprano Maria Callas ile ilişkisi anlatılıyordu.
Anthony Quinn 1989'da Ernest Hemingway'in ölümsüz novellası "Yaşlı adam ve deniz"in televizyon için çekilen bir versiyonunda oynadı. Kendi deyimiyle "üçyüze yakın filmde" görünen Quinn 1997'de sekseniki yaşındayken, eski sekreteri ile evlendi ve ondan da iki çocuğu oldu. Hayatı boyunca babasına benzemek isteyen, hergün babasını anıp ona dua eden Anthony Quinn, iyi bir baba olarak sanatın her alanında hiç boşluk bırakmadan ve ritmini bozmadan ürün vermeye, Orson Walles'in deyimiyle "tek başına dans etmeye" hayatı boyunca devam etti; sinemada ritminin bozulacağını hissedince hemen tiyatroya veya televizyona geçmekte tereddüt etmedi. Resim ve heykelden mimarlığa, tiyatroya ve beyaz perdeye, oradan sanat galerilerine uzanan dansı 2001 Haziran'ında Boston'da resmen sona ermiş olsa da, fiilen devam ediyor. Sinemanın dev karakter oyuncusu Anthony Quinn, canlandırdığı ölümsüz rollerde yaşıyor.
Anthony Quinn filmografisinden seçmeler
Parole (1936)
Rejisör: Louis Friedlander
Başroller: Henry Hunter, Ann Preston
Yapımcı firma: Universal, ABD
Müzik: Charles Previn
Anthony Quinn, 45 saniyelik rolünde, hapishanedeki mahkumlar arasında bir katili canlandırıyor.
The Plainsman (1936)
Rejisör: Cecil B. DeMille
Başroller: Gary Cooper, Jean Arthur
Yapımcı firma: Paramount, ABD
Müzik: George Antheil
Bir Chayenne kızılderilisini oynayan Anthony Quinn'in sinemanın yaşayan Tanrısı sayılan Cecil B. DeMille ile atıştığı, ilk karısı Katherine ile sette tanıştığı, ilk sözleşmesini imzalayacakken son anda vazgeçtiği film.
Waikiki Wedding (1937)
Rejisör: Frank Tuttle
Başroller: Bing Crosby, Martha Raye
Yapımcı firma: Paramount, ABD
Müzik: Boris Morros
Anthony Quinn Hawaii'li yerli rolünde.
The Buccaneer (1938)
Rejisör: Cecil B. DeMille
Başroller: Fredric March, Franziska Gaal
Yapımcı firma: Paramount, ABD
Müzik: George Antheil
Anthony Quinn, korsan rolünde.
Union Pacific (1939)
Rejisör: Cecil B. DeMille
Başroller: Barbara Stanwyck, Joel McCrea
Yapımcı firma: Paramount, ABD
Müzik: Sigmund Krumgold, John Leipold, George Antheil
Anthony Quinn, hilebaz bir kumarbazın en önemli adamı rolünde.
They Died With Their Boots on (1941)
Rejisör: Raoul Walsh
Başroller: Errol Flynn, Olivia de Havilland
Yapımcı firma: Warner Brothers, ABD
Müzik: Max Steiner
Anthony Quinn, ünlü Oglala (Sioux) yerlilerinin efsanevi büyük reisi Taşunka Vitko (Crazy Horse) rolünde.
The Black Swan (1942)
Rejisör: Henry King
Başroller: Tytone Power, Maureen O'Hara
Yapımcı firma: 20th Century-Fox, ABD
Müzik: Alfred Newman
Anthony Quinn, Karaiplerde İngiliz gemilerini soyan tek gözlü korsan rolünde.
Ladies of Washington (1944)
Rejisör: Louis King
Başroller: Trudy Marshall, Ronald Graham
Yapımcı firma: 20th Century-Fox, ABD
Müzik: Cyril J. Mockridge
Anthony Quinn Nazi ajanı rolünde
China Sky (1945)
Rejisör: Ray Enright
Başroller: Randolph Scott, Ruth Warrick
Yapımcı firma: RKO, ABD
Müzik: Roy Webb
Nobel ödüllü yazar Pearl S. Buck'un aynı adlı romanından uyarlanmış filmde Anthony Quinn, Japon işgalcilere karşı savaşan Çinli bir gerillayı canlandırıyor.
Sinbad the Sailor (1947)
Rejisör: Richard Wallace
Başroller: Douglas Fairbanks jr., Maureen O'Hara
Yapımcı Firma: RKO, ABD
Müzik: Roy Webb
Anthony Quinn, filmin kötü adamı, Daibul emiri rolünde.
Black Gold (1947)
Rejisör: Phil Karlson
Başroller: Anthony Quinn, Katherine DeMille
Yapımcı firma: Allied Artists, ABD
Müzik: Edward J. Kay
İlk eşi Katherine ile ilk kez başrolde oynayan Anthony Quinn, modern bir yerliyi canlandırıyor.
Tycoon (1947)
Rejisör: Richard Wallace
Başroller: John Wayne, Laraine Day
Yapımcı firma: RKO, ABD
Müzik: Leigh Harline
Anthony Quinn, And dağlarında demiryolu inşa eden bir mühendis rolünde.
Mask of the Avenger (1951)
Rejisör: Phil Karlson
Başroller: John Derek, Anthony Quinn
Yapımcı Firma: Columbia, ABD
Müzik: Mario Castelnuovo-Tadesco
Anthony Quinn, kötü adam İtalyan valiyi canlandırıyor.
Viva Zapata (1952)
Rejisör: Elia Kazan
Başroller: Marlon Brando, Jean Peters, Anthony Quinn
Yapımcı firma: 20th Century-Fox, ABD
Müzik: Alex North
Anthony Quinn, Emiliano Zapata'nın kardeşi Eufemio Zapata rolündeki performansı ile "Yardımcı oyuncu Oscar ödülü" kazandı.
Seminole (1953)
Rejisör: Budd Boetticher
Başroller: Ruck Hudson, Barbara Hale, Anthony Quinn
Yapımcı firma: Universal-International, ABD
Müzik: Joseph Gershenson
Anthony Quinn, Seminol yerlilerinin reisi rolünde.
Cavalleria Rusticana (1953)
Rejisör: Carmine Gallone
Başroller: Anthony Quinn, Kerima
Yapımcı firma: Excelsa Films/Ultra, İtalya
Müzik: Pietro Mascagni
Anthony Quinn, düelloyla karısının sevgilisini öldüren Sicilyalı.
La Strada (1954)
Rejisör: Federico Fellini
Başroller: Anthony Quinn, Giulietta Masina
Yapımcılar: Carlo Ponti, Dino De Laurentiis, İtalya
Müzik: Nino Rota
Anthony Quinn, parayla satın alıp köle olarak kullandığı köy kızını sokak gösterilerinde kullanan, şiddete eğilimli "Büyük Zampano" rolünde.
Attila, Flagello Di Dio (1954)
Rejisör: Pietro Francisci
Başroller: Anthony Quinn, Sophia Loren
Yapımcı firma: Lux Films, İtalya
Müzik: Enzo Mogherini
Anthony Quinn, Papa tarafından geri çekilmeye ikna edilen Hun kağanı Attila rolünde.
The Magnificent Matador (1955)
Rejisör: Budd Boerricher
Başroller: Anthony Quinn, Maureen O'Hara
Yapımcı firma: 20th Century-Fox, ABD
Müzik: Raoul Kraushaar
Anthony Quinn, oğluyla yarışan Meksikalı matador rolünde.
Just for Life (1956)
Rejisör: Vincente Minelli
Başroller, Kirk Douglas, Anthony Quinn
Yapımcı Firma: Metro-Goldwyn-Mayer, ABD
Müzik: Miklos Rozsa
Bu başarılı Van Gogh filminde Anthony Quinn, ünlü ressamın arkadaşı Paul Gauguin rolüyle ikinci "Yardımcı Oyuncu Oscar'ı"na layık bulundu.
Notre-Dame de Paris (1957)
Rejisör: Jean Delannoy
Başroller: Gina Lollobrigida, Anthony Quinn
Yapımcı Firma: Paris Film, Fransa
Müzik: Georges Aurik
Victor Hugo'nun romanından uyarlanan filmde Anthony Quinn, Notre-Dame'ın Kamburu Quasimodo rolünde.
Wild is The Wind (1957)
Rejisör: George Cukor
Başroller: Anthony Quinn, Anna Magnani
Yapımcı firma: Paramount, ABD
Müzik: Dimitri Tiomkin
Anthony Quinn, karısı ölünce onun İtalya'dan gelen kızkardeşile evlenmek isteyen Amerikalı İtalyan göçmen rolÜnde.
The Buccaneer (1958)
Rejisör: Cecil B. DeMille. Filmi bitiren rejisör, Anthony Quinn
Başroller: Yul Brynner, Charlton Heston
Yapımcı Firma: Paramount, ABD
Müzik: Elmer Bernstein
Filmde Anthony Quinn'in oynadığı bir rol yok, ama hasta kayınpederi DeMille'in rejisör koltuğuna oturup filmi tamamlıyor.
Black Orchid (1959)
Rejisör: Martin Ritt
Başroller: Sophia Loren, Anthony Quinn
Yapımcı firma: Paramount, ABD
Müzik: Alessandro Cicognini
Anthony Quinn filmde, italyan kökenli dul bir Amerikalıyı canlandırıyor.
Last Train From Gun Hill (1959)
Rejisör: John Sturges
Başroller: Kirk Duglas, Anthony Quinn
Yapımcı firma: Paramount, ABD
Müzik: Dimitri Tiomkin
Anthony Quinn, oğlunu koruyan zengin çiftlik sahibi rolünde.
The Guns of Navarone (1961)
Rejisör: J. Lee Thomson
Başroller: Gregory Peck, David Niven, Anthony Quinn
Yapımcı firmalar: Open Road Films, Columbia Pictures, ABD, Büyük Britanya
Müzik: Dimitri Tiomkin
Anthony Quinn, Nazilere karşı direnen Yunan direnişçi rolünde.
Barabba (1961)
Rejisör: Richard Fleischer
Başroller: Anthony Quinn, Silvana Mangano
Yapımcı firma: Cinematografica, İtalya
Müzik: Mario Nascimbene
Anthony Quinn, Yeni Ahit kitabında adı geçen Barabbas rulünde.
Lawrence of Arabia (1962)
Rejisör: David Lean
Başroller: Peter O'Toole, Sir Alec Guiness, Ömer Şerif, Anthony Quinn
Yapımcı firma: Horizon Pictures, Büyük Britanya
Müzik: Maurice Jarre
Anthony Quinn, çöldeki aşiret lideri Auda Abu Tayi rolünde.
Zorba The Greek (1964)
Rejisör: Michael Cacoyannis
Başroller: Anthony Quinn, Alan Bates, Irene Papas
Yapımcı firmalar: 20th Century-Fox, Rochley Prod., ABD, Yunanistan
Müzik: Mikis Theodorakis
Anthony Quinn, Nikos Kazancakis'in roman kahramanı Zorbas rolünde.
La Fabululeuse Aventure de Marco Polo (1963-1965)
Rejisör: Denys de la Patellière
Başroller: Horst Buchholz, Anthony Quinn
Yapımcı firmalar: S.N.C., Prodi Cinematografica, Avala, ITTAC, Cinecustodia, Italaf Kaboul, Mounier Rafla, Fransa, İtalya, Yugoslavya, Mısır, Afganistan ortak yapımı.
Müzik: Georges GarvaRentz
Anthony Quinn, Kubilay Kağan rolünde.
Lost Command (1966)
Rejisör: Mark Robson
Başroller: Anthony Quinn, Alain Delon
Yapımcı firma: Red Lion, ABD
Müzik: Franz Waxman
Anthony Quinn, Cezayirde savaşan Fransız albayı rolünde.
Guns for San Sebastian (1968)
Rejisör: Henri Verneuil
Başroller: Anthony Quinn, Anjanette Comer
Yapımcı firmalar: Cipra, Ernesto Enríquez, Filmes Cinematográfica, Metro-Goldwyn-Mayer, ABD, İtalya, Fransa, Meksika ortak yapımı.
Müzik: Ennio Morricone
Anthony Quinn, Meksikalı haydut ve İspanyol işgalcilere karşı savaşan ünlü halk kahramanı Alastray rolünde.
The Shoes of The Fisherman (1968)
Rejisör: Michael Anderson
Başroller: Anthony Quinn, Sir Laurence Olivier, Vittoria De Sica
Yapımcı firmalar: Metro-Goldwyn-Mayer, George Enterprises, ABD
Müzik: Alex North
Anthony Quinn, yirmi yıl Sibirya'da kaldıktan sonra Papa seçilen hayali kahraman Kyrill rolünde.
The Secret of Santa Vittoria (1969)
Rejisör: Stanley Kramer
Başroller: Anthony Quinn, Anna Magnani, Hardy Krüger
Yapımcı firma: Stanley Kramer Corporation, ABD
Müzik: Ernest Gold
Anthony Quinn, bir milyon şişe şarabı Nazilerden saklayan belediye başkanı rolünde.
Across 110th Street (1972)
Rejisör: Barry Shear
Başroller: Anthony Quinn, Yaphet Kotto
Yapımcı firma: Film Guarantors, ABD
Müzik: J. J. Johnson
Anthony Quinn, Harlem'de mafyayla uğraşan yolsuz polis memuru rolünde.
Los Amigos (1972)
Rejisör: Paolo Cavara
Başroller: Anthony Quinn, Franco Nero
Yapımcı firmalar: Compagnia Cinematografica, Idea Film, İtalya
Müzik: Daniele Patucchi
Anthony Quinn, sağır dilsiz silahşör kovboy rolünde.
The Marseille Contract (1974)
Rejisör: Robert Parrish
Başroller: Michael Caine, Anthony Quinn, James Mason
Yapımcı firmalar: Kettledrum Films, P.E.C.F., Warner Brothers, American International Pictures, Büyük Britanya, ABD, Fransa ortak yapımı.
Müzik: Roy Budd
Anthony Quinn, Paris'de uyuşturucu kaçakçılarının organizasyonuyla savaşan Amerikan bürokratı rolünde.
Mohammed, Messenger of God (1976)
Rejisör: Moustapha Akkad
Başroller: Anthony Quinn, Irene Papas
Yapımcı firma: çeşitli Arap ülkelerinin katılımıyla Filmco International (Moustapha Akkad), Libya, Büyük Britanya
Müzik: Maurice Jarre
Anthony Quinn, Hz. Muhammed'in amcası Hamza rolünde.
Tigers Don't Cry (1976)
Rejisör: Peter Collinson
Başroller: Anthony Quinn, John Phillip Law
Yapımcı firma: Heyns Films, Güney Afrika
Müzik: Hennie Bekker
Anthony Quinn, Gambia devlet başkanını kaçırmaya çalışan maceracı rolünde.
The Greek Tycoon (1978)
Rejisör: J. Lee Thompson
Başroller: Anthony Quinn, Jacqueline Bisset
Yapımcı firma: ABKCO Films, Universal, ABD
Müzik: Stanley Myers
Anthony Quinn, Yunanlı armatör Onasis rolünde.
Caravans (1978)
Rejisör: James Fargo
Başroller: Anthony Quinn, Michael Sarrazin
Yapımcı firmalar: Ibex Films, FIDCI, ABD, İran
Müzik: Mike Batt
Anthony Quinn, Hintli Müslümanların İngilizlere karşı direnişi için 1948'de Hindistan'a Rus silahları götüren kervanın lideri rolünde.
Lion of The Desert (1980)
Rejisör: Moustapha Akkad
Başroller: Anthony Quinn, Oliver Reed, Irene Papas
Yapımcı firma: Falcon International, ABD
Müzik: Maurice Jarre
Anthony Quinn, Libya'da İtalyan işgaline karşı direnen Bedevilerin efsanevi lideri Ömer Muhtar rolünde.
High Risk (1981)
Rejisör: Stewart Raffill
Başroller: James Brolin, Anthony Quinn
Yapımcı firma: Viacom Enterprises, Hemdale Leisure, City Films, ABD, Büyük Britanya
Müzik: Mark Snow
Anthony Quinn, Kolombiyalı çete reisi rolünde.
Onassis, The Richest Man in The World (1987)
Rejisör: Waris Hussein
Başroller: Anthony Quinn, Jane Seymour
Yapımcı firma: Larry Sanitsky Frank Konigsberg Company, ABD, İspanya
Müzik: Billy Goldenberg
Anthony Quinn bu TV filminde yeniden armatör Onasis rolünde.
The Old Man and The Sea (1990)
Rejisör: Jud Taylor
Başroller: Anthony Quinn, Gary Cole
Yapımcı: Yorkshire Television, ABD
Müzik: Bruce Broughton
Anthony Quinn, Ernest Hemingway'in yazdığı yaşlı adam rolünde.
Only the Lonely (1991)
Rejisör: Chris Columbus
Başroller: John Candy, Maureen O'Hara
Yapımcılar: Tarquin Goych, John Hughes, Hunt Lowry, ABD
Müzik: Maurice Jarre
Anthony Quinn, başroldeki Maureen O'Hara'nın annesine ilgi duyan komşu rolünde.
Last Action Hero (1993)
Rejisör: John McTiernan
Başroller: Arnold Schwarzenegger, Austin O'Brien
Yapımcılar: John McTiernan, Steve Roth, ABD
Müzik: Michael Kamen
Anthony Quinn, mafia şefi Tony Vivaldi rolünde.
A Walk in the Clouds (1995)
Rejisör: Alfonso Arau
Başroller: Keanu Reeves, Aitana Sánches-Gijón, Anthony Quinn
Yapımcılar: Gil Netter, Jerry Zucker, David Zucker, ABD
Müzik: Maurice Jarre, Leo Brouwer
Anthony Quinn, bir öfkeyle kocaman bir plantajın yanmasına neden olan baba rolünde.
Gotti (1996)
Rejisör: Robert Harmon
Başroller: Armand Assante, William Forsythe, Anthony Quinn
Yapımcı: David Coatsworth, ABD
Müzik: Mark Isham
Anthony Quinn, babacan mafya lideri rolünde.
Avenging Angelo (2002)
Rejisör: Martyn Burke
Başroller: Sylvester Stallone, Madeleine Stowe, Anthony Quinn
Yapımcılar: Tarak Ben Ammar, Elie Samaha
Müzik: Bill Conti
Anthony Quinn, hayatının son rolünde, kızına göz kulak olması için kendi korumasını görevlendiren mafya şefi rolünde.